YILLARI GERİ DÖNDÜRMEK İSTİYORUM
Ben bir yaşam öyküsü anlatmaya başlayacağım. Siz buna ister masal,ister öykü,ister roman, isterseniz dram deyin;bu anlatacaklarımın asla uydurmaların, kurguların ve hayallerin ürünü olmadığını bilmelisiniz. Yargıcın son karar aşamasında tanıklara söylettiği sözcükleri aynen yinelemek istiyorum.” Yaşam öykümü anlatırken yalnızca gerçekleri söyleyeceğime ant içerim.”
Hayat, herkes gibi ya da daha doğru bir anlatımla her canlı gibi benim isteğim ve iradem dışında olmak üzere, bin dokuz yüz kırk sekiz yılının on bir martında başladı. Kalabalık bir ailenin sekizinci, ölenleri de sayarsak on birinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmamın aile fertlerini sevindirdiğini sanmıyorum. Neden ve nasıl sevinsinler ki, sekiz çocuk, iki de ana baba, etti: on. On kişilik bir ailenin tek odadan oluşan toprak damlı evinde sekizinci çocuğun doğumuna sevinilir mi? Elbette hayır. Sevinilmez ama geri döndürülmesi olanaksız bu olayı da bir türlü kabullenmek gerek. Özümsemek gerek. Kabullendiler, özümsediler ya da hiçbir şey düşünmeden yaşamaya devam ettiler. Sanki, ilk günlerde olduğu gibi. İki kişi ile yola çıkılan bu yolda ha üç olunmuş, ha beş veya sekiz. Fark eden ne var? Kazanç nasıl olsa her zaman az geliyor. İkiye de bölebilirsiniz, sekize de. İşte, ailemin hayat felsefesi bu. Benim doğumum da ailede hiçbir şeyi değiştirmedi. Sadece birkaç yıl sonra yani anne sütü kesildikten sonra sofraya bir tahta kaşık daha eklenecekti. Bunun da bir zararı yok sayılır,olur biterdi.
Bizim ailenin bu kadar kalabalık olmasına karşılık fazla bir arazisi yoktu. Topu topu elli altmış dekar kadar olan toprağımızın yalnızca dokuz dekarına güçlükle de olsa su verilebilirdi ama bunun içinde su motoru lazımdı ki o da bizde yoktu. Yani anlayacağınız kişi başına düşen beş dekar kurak araziden bir çift öküzün işlemesi ile ne kadar gelir elde edilebilirse bizim yıllık gelirimizde o kadardı. Ağabeylerimizden biri köyün sığırtmaçlığını, diğeri köyün kır bekçiliğini, üçüncüsü Sadık ağanın ya da Deli Süleyman’ın azaplığını yapmasa, sanıyorum hepimiz açlıktan ölürdük. İkinci dünya savaşının ülkemizde yarattığı ekonomik yıkıntıların izleri hala tüm açıklığı ile hissedilebiliyordu. Köyümüzde tarım ilkel yöntemlerle yapılıyordu. Traktör gibi motorlu taşıtların adını bile duymamıştık. At arabasının dahi tanınmadığı yerde traktörün lafı mı olurdu? Babam iki karışlık gür ve siyah sakalı ile durmadan çalışır, bizlere örnek olurdu. Ailede herkesin bir işi vardı. Boş oturan yoktu. Annem sabah erkenden ineklerin sütünü sağar, pişirir, yoğurt mayalar ya da çiğe süzerdi. İki ablamdan küçük olanı, annemin sağdığı inekleri sığıra katmak üzere götürürken, sığırtmacın önüne katıncaya kadar çıkaracakları pislikleri de toplamak üzere, elinde tirki denilen saplı ağaç çanakla arkalarından giderdi. İneklerin daha doğrusu büyük baş hayvanların pislikleri çok kıymetlidir. Bunu siz bilmezsiniz. Az çok var olan ormanlarını bilinçsizce tüketmiş ve bir daha ağaç çıkmamacasına kütüklerini sökerek dağları tepeleri cascavlak bırakmış köylerde tezek baş tacıdır. Çünkü buralarda kış çetin geçer. Kar dam boyu yağdığı zaman ısınmanın tek yolu yaz aylarında yapılan tezeklerdir ki bunun ana maddesi de hayvanların pisliğidir. Bu yüzden küçük ablam elinde tahta çanakla ineklerin arkasından gider. Ola ki biri yola pisliyor, hemen çanağı arkasına tutarak pisliğini alır. Bir de başkalarına ait hayvanların pisliğine rastlamak ta işin fazla getirisi. Büyük ablam gece boyu hayvanların çıkardığı dışkıları dikkatlice toplar avlunun ortasına yığar. Hayvanların yem teknelerinde (petnilerde) artırdığı iri samanlardan bulabildiği kadarını getirip bu dışkıya katarak bir güzelce karıştırır. Sıra bunların dökümüne gelir. Ya küçük bir kasnakla ya da elleriyle yuvarlak parçalar yaparak avlunun taş duvarına yapıştırırlar. Burada kuruyan tezekler kış için bir yerlerde istiflenir. İşte ormanı yok etmenin sonu budur. Köylüler yaptıkları yanlışın farkındalar mıdır bilmem ama bu gün çektikleri yakacak sıkıntısından başka türlü kurtuluş yolu da bilmezler.
Bizim evde yapılan kışlık yakacak hazırlıkları ile ilgili olarak en çok aklımda kalan olay, benim bir keresinde kedimi cezalandırmak isterken, ikimizin birden avlunun ortasına toplanmış hayvan dışkısının tam üzerine düşmemizdir. Bakın bu iş nasıl oldu? Üç ya da dört yaşlarındaydım. Bir sabah erkenden kedimle yakalama oyunu oynarken, büyük olasılıkla kaza ile tırnakları elimi çizince Pamuk’u- bizim kedinin adı Pamuk’tu- cezalandırmak istedim. Vay, sen misin elimi tırmalayan. Gel bakalım, ben de sana gününü göstereyim dedim. Pamuk’u kollarımla göğsümün arasına sıkıştırdım. Böyle tutmakla kaçmasının önüne geçmek istiyordum. Galiba biraz fazla sıkıştırmış olmalıyım ki bu kez tırnaklarını göğsüme batırdı. Aslında benim canımı yakmak için değil kendini korumak istiyordu ama bunu anlayacak kafa var mı bende? Canımın yanmasına daha çok sinirlenerek dışarı fırladım. Tek odadan ibaret ve bir tren vagonu görüntüsüne sahip evimizin kapısı alt katın damına açılıyordu. Damda koşarak avluya bakan dam kenarına ulaştım. Avluda sabah toplanan hayvan dışkısını görünce Pamuk’u bu dışkının üzerine atmanın ona iyi bir ceza olacağını düşündüm. Dam kıyısına olabildiğince yaklaştım. Pamuk’ta aşağı bakıyordu. Sanırım niyetimi anlamış olmalıydı. Tırnaklarını daha çok batırdığını hissettim. Daha fazla bekleyemezdim. Ani bir sallama ile Pamuğu fırlattım. Eyvah! Pamuk beni bırakmamıştı. İkimiz birden aşağı uçtuk. Nereye mi? Toplanan hayvan pisliklerinin tam ortasına. Bir an şaşkın şaşkın bedenimi dinledim. Ağrıyan sızlayan bir yerim yoktu.Ama ikimiz de pisliğe batmıştık. Bu beni daha çok kızdırdı. Hırsımdan ağlamaya başladım. Bu arada Pamuk hala kollarımdaydı. Gözleri fal taşı gibi açılmış acayip bir sesle miyavlayıp duruyor arada bir arka ayaklarıyla göğsüme tekmeler atıyordu. Ben ceza vermeye daha çok bilenmiş olarak avludan çıktım. Bu kez onu öyle bir fırlatacaktım ki feleği şaşacaktı. İkinci kez damın kenarına ulaştığımda odadan annemin çıktığını gördüm. O da benim halimi fark etmişti. “Ne yapıyorsun orada, çekil! aşağı düşeceksin.” Diye bağırdı. İki büyük adımda yanımıza ulaştığında galiba olanları tahmin etmişti. Birden elimdeki Kediye sarılarak bırakmamı sağladı. Sonra elimden tutarak kapının önünde duran su kabının yanına götürdü. Kediye ceza veremediğim için çok üzgündüm ama şu an bunu düşünmenin zamanı değildi. Uysal uysal annemin beni temizlemesini izledim.
Bizim çocukluğumuz bu günün çocuklarından daha çok yaramazdı diye düşünüyorum. Ya da anımsadığım olaylar bende böyle bir izlenim bırakmış. Öyle çok değişik oyunlar oynardık ki bu günün çocukları bunları hayal bile edemezler. Siz hiç bizim köyde başlayan ara kesti ya da ara kesmece oyununun bir başka yakın köye kadar uzanabileceğini hayal edebilir misiniz? Edemezsiniz ve bu çok doğal. Ama biz öyle oyunlar oynayabiliyorduk işte. İki küme oluşturduktan sonra kaçan grup üyeleri eğer aralarının kesileceğini görürlerse yakın köylere kadar kaçıyorlar diğerleri de onları kovalıyorlardı. Hatta çok iyi anımsıyorum. Benimde katıldığım bir ara kesmece oyunu sonunda, yakalanmamak için yakın köylere sığınan iki arkadaşımız, geceyi o köydeki tanıdıklarının yanında geçirmişlerdi de, ana babaları onların yerlerini öğreninceye kadar perişan olmuşlardı. Şimdi bu kadar oyuna kendini kaptıran çocuk grubu var diyebilir misiniz?
Bizim oyunlarımızda tehlike hiç eksik olmazdı. Çünkü oyun alanlarının sınırı yoktu. Gerekirse oyunun gereği olarak ağaca tırmanır, gerekirse en sarp kayalığa çıkmaya çalışır, gerekirse susuz kuyuların içine girerdik. Damlar bizim en doğal oyun alanlarımızdı. Zira köy evlerinin üçü beşi bir araya gelmiş ve birbirlerine yaslanmış olduklarından damlar birer futbol sahası kadar geniş oluyordu. Buralarda oynamak elbette zevkliydi ama bazı sakıncaları da vardı. Örneğin, kaçarken kendini tutamayan, duracağı aralığı iyi hesap edemeyenler damdan aşağı uçabiliyorlardı. Gerçi damlar öyle pek fazla yüksek değillerdi. İsteyerek atlamalar bize zevk bile veriyordu ama tedbirsiz uçmalar bazı istenmeyen ufak tefek yaralanmalara neden olabiliyordu. Bu damlarda oynamanın en sorunlu yanı da altta, evlerde oturanların, bizim çıkardığımız gürültüden rahatsız oldukları için sık sık bizi kovalamaya çalışmalarıydı. Buna da alışkındık. Böyle bir durumla karşılaşınca son hızla oyun alanını terk ediyorduk.
Damlardaki oyunlardan aklımda en etkili olarak kalanı, elma tutma yarışı yaparken, damdan aşağı yuvarlanarak sol bacağımın diz üstünden bir yerden kırılmasıyla sonuçlananı idi.
Bir gün sabah saat on sıralarında, bizim çardağın güney duvarına sırtını dayamış bir konumda güneşlenmekte olan büyüklerimizin yakınlarında komşu kızı Sati ile oynuyorduk. Kır bekçiliği yapan büyük ağabeyim, elinde birkaç elma çağlası ile çıkageldi. Galiba aylardan mayıstı. Meyveler henüz tam olarak irileşmemişlerdi. Orada bulunanlara birer tane uzattı. Birer adette Sati ile bana verdi. Ben elmanın tadına baktım çok ekşi geldi. Yiyemeyecektim, yarı ısırılmış elmayı gelişigüzel yuvarladım. Sati koşarak elmayı benden önce almak istedi. Bu elma yakalama oyunu bizim için yeni bir oyundu. Koşmaktan yorulunca bizde elma gibi yuvarlanmaya başladık. Sati elmayı son kez yuvarladığında elmanın damdan aşağı düşecek gibi yanlış yere gittiğini fark edince hızla arkasından gittim. Ne yazık ki ben tam yakalamak üzereyken elma damdan aşağı uçtu. Ani bir refleksle tutmak istedim ve bir anda kendimi boşlukta buldum. Elma ile birlikte bahçeye düştük. Bir an hiçbir şey olmamış gibi kalkmak istedim ama sol bacağımı yerinden oynatamadım. O sırada ağabeyim yanıma geldi. Beni kucağına alırken bacağımın kopacak kadar acıdığını hissettim. Avazım çıktığı kadar bağırarak ağlamaya başladım. Öyle çok bağırıyordum ki damdakiler bir anda başıma üşüştüler. Durum anlaşılınca derhal beni bir yatağa yatırdılar ve hemen köydeki tek sınıkçıyı getirmeye koştular.
Bacağım diz üstünden feci bir şekilde kırılmıştı. Sınıkçı bu konuda bölgenin en iyisi olmasa büyük olasılıkla sakat kalabilirdim. Adamın becerisi sayesinde kısa sürede iyileşen bacağımda en küçük bir kırık izi bile kalmadı.
Galiba biz yani o günlerin çocukları çok yaramazdık. Nerede tehlikeli yer varsa mutlaka oralarda oynamayı tercih ederdik. Ağaçların en tepesine tırmanmak, kayalıkların tepe noktalarına yakın duran mağaralara çıkmak, yüksek duvarların üzerinde gezinmek her gün yaptığımız yaramazlıklar arasındaydı. Büyüklerin uyarıları bir kulağımızdan girer diğer kulağımızdan çıkar giderdi.
Bir başka gün gene damda oynarken, toprağı aşınmış olduğu için aşağısı görünen, mertekleri çürümüş dar bir alanda kaykay yaparken bir anda kendimi, aşağıda el değirmeni ile bulgur yapan kadınlardan birinin kucağında bulmuştum. Herhangi bir yara almadan, kadınlara zarar vermeden düşmüş olmam benim için çok büyük bir şanstı. Zira kadının tepesine düşmüş olsam kadın, el değirmeninin ağaç sapına düşsem benim ölmem kaçınılmaz olurdu. Halk arasında çocukları melekler korur diye bir söylem vardır ya galiba bunda bir doğruluk payı var gibiydi. Yoksa çürük merteklerin arasından en az üç metre aşağıda oturan üç kadın ve ortada bulunan değirmen taşına doğru düşeceğim de hiç kimseye bir şey olmayacak. Bu gerçek bir mucize olsa gerekti.
Böyle çok düşmeler yaşadım. Bu düşmelerden, bacağımın kırılması hariç çok fazla bir zarar görmedim ama yerden en çok bir metre yükseklikteki bir harman duvarının üzerinde yürürken, dengesiz bir şekilde yere düştüğümde, kafamın tepe noktasına yakın bir yerinde oluşan derin yaranın kalıcı izi, tüm gelecek yaşamımı olumsuz yönde etkiledi. Bu küçük yara o günden sonraki yaşamımda kişiliğimin en belirleyici unsuru haline geldi. Yara oldukça derindi. O günün koşullarında doktor, hemşire ilaç diye kavramlar henüz bizim gündemimize girmemişti. Kafamdaki yara halk arasında koca karı ilacı denilen kulaktan duyma bir takım otlarla iyileştirilmeye çalışıldı. İyileşmesi hem çok uzun sürdü hem de yaranın yerinde doğru dürüst saç çıkmadı. Saçlar kısa kesildiğinde yaranın izi görülüyor bu da çocuklar arasında alay konusu ediliyordu. Çocuk olmama rağmen bu alaylı sözler ve alaylı bakışlar, iç dünyamda büyük yıkıntılara neden oluyordu. Alay edenlerle çoğu kez kavga ederek kendimi korumaya çalışıyorsam da sözlerinin ruhumu delici etkisine engel olamıyordum. Bu yaşadıklarım sürekli kendimi savunmada tutma psikolojisi geliştirdi. Artık herkesle yakınlık, arkadaşlık ve dostluk kuramıyordum. Çocukluk arkadaşlarım arasında çok seçici davranmaya başladım. Bu arada bana en yakın olanlar, benim gibi başkalarının alaylarına konu olan, herhangi bir eksiklikleri ya da fiziki kusurları olan çocuklardı. Bu çocuklarla bir dayanışma içine girmiştik. Bizim oyun grubumuz hep aynı kişilerden oluşuyor, başkalarını zorunlu olmadıkça oyunlarımıza katmıyorduk. Bu şekilde yürüyen çocukluk ilişkilerim yaşım ilerledikçe de aynen devam etti. Daima seçici oldum. Başkalarıyla ilişki kurma, diyaloga girme konularında fazla bir gelişme sağlayamadım. Kısacası bilimsel olarak söylersem kişiliğim bu yüzden içe dönük bir yapıda oluştu. Bu içe dönüklük gelişmeseydi, hayatımı çok daha farklı yaşayabilirdim.
Köyde hayat güzeldi,ya da başka yerlerin yaşam biçimi hakkında bir bilgimiz olmadığı için bize tatlı geliyordu. Köy yaşamının neresi güzeldi derseniz, en önde gelen güzelliği, insanlar arasında görülen sevgi, saygı ve dayanışmaya verilen önceliklerdi diyebilirim. Köylüler asla bir karşılık beklemeden birbirlerine yardım etmekten büyük zevk alıyorlardı. Örneğin çalışma hayatının en yoğun olduğu orak ayında, tarlasının hasadını bitiren aile, herhangi bir talep olmamasına rağmen hep birlikte komşunun tarlasına geçer, akşama kadar onlara yardım ederdi. Bu yardımlaşmalarla komşuluk ilişkileri daha da pekişir, her aile, sanki diğer tüm ailelerle kan bağı varmış kadar akrabalık duygusu taşırdı. Ekin mi biçiliyor, hep beraber biçilir, yığın yapılacaksa hep beraber yapılır, ekin harmana taşınacaksa gene birlikte taşınırdı. Kime ne yardım gerekiyorsa o yapılırdı. Ayrıca köyde tüm acılar paylaşılır, sevinçlere ortak olunurdu. Hele kış geceleri yok mu, tam bir masal dünyasına dönüşürdü.
Köyümüzde çok güzel masal anlatıcılar vardı. Doksan yaşlarında bir ebemiz vardı ki kış boyu masallarını dinlemekten dört köşe olurduk. Aşık Garip mi dersin, Aslı ile Kerem mi, Yusuf ile Züleyha mı istersin, Köroğlu mu, hepsini türküleriyle ve türkülerini de kişilerin ağzından melodileri ile birlikte anlatırdı. Bu kadar masalı, efsaneyi, türküyü o yaşta nasıl aklında tuttuğuna hala şaşarım. Hazreti Ali’nin cenklerini, Zaloğlu Rüstem’in yiğitliklerini, Eba Müslim’in Mervan’la mücadelesini öyle güzel anlatırdı ki dinleyen herkes, kendini anlatılan öykünün içinde bulur, kahramanlardan birinin yerine kendini koyar, öylesine bir heyecanla nerede olduğunu dahi unutarak sabahlara kadar mest olurdu.
Büyükler çoğu kez ayrı bir odada sohbet toplantıları yaparlardı. Topluca yapılan ibadetlerden sonra güzel okuyucuların seslendirdiği yiğitlik destanlarını dinlerlerdi. Büyüklerin türlü örneklemelerle anlattığı insanlık derslerini dinlemek başlı başına bir kültür aktarımı olarak ortaya serilirdi. Bu toplantılarda en küçük bir kişisel çıkar söz konusu olamazdı. Çoğu kez oturulan ev sahibinin yükünü azaltmak ve fazla yük olmamak için, gelenler yemeklerini birlikte getirirler, değişik evlerden gelen yemeklerin ortaya konması ile oturmalara bir piknik çeşnisi katılırdı. Yemekler öyle etli, butlu, köfteli, salatalı olmazdı ama her ne olursa olsun, yiyenlere çok tatlı gelirdi. Yemeklerden çoğu ya bulgurlu çeşitler ya da çörek türlerinden olsa da yiyenlerin ağzındaki huzur tadı herkeste baklava börek tadı bırakırdı. Öylesine gülerek, eğlenerek, zevk alarak yenildiği için yemeklerin tadından çeşidinden çok yenen grubun ağız tadı önemliydi. Zaten orada bulunanların asıl amacı yemek yemek değil, bir arada olabilmekti. Yemek bunun için sadece bir araçtı. Ve bu araç, daima amacı gerçekleştirmede çok etkiliydi.
Köy halkının tamamına yakınının ekonomik durumu birbirine benziyordu. Köyde zengin olduğu söylenen yalnızca iki aile vardı. Bunlardan biri sürekli şehirde oturur, sadece yaz aylarında, ortakçılardan payına düşeni almak ve biraz da değişik bir hava solumak üzere, çoğu kez de ağustos ayında köydeki konağına gelirdi. Köydeki konağına diyorum evi o günün koşullarında gerçek bir konaktı. Köydeki çatısı kiremitli olan iki evden biri bu aileye yani Topçuoğlu ailesine aitti. Topçuoğlu ailesinin köye geliş gidişleri biz çocuklar için önemli bir olaydı. Köyde başka hiç kimsede olmayan ve görkemli atların çektiği faytonla köye bir girişleri olurdu ki biz bu gelenleri masallardaki kral ailesi zannederdik. Baba Topçuoğlunun başında siyah bir fötr şapka, hanım sultanın sırtında köy kadınlarından hiç birine giymek nasip olmayan güzellikte parlak kumaştan yapılmış elbise, kızlarının ve erkek çocuklarının sırtında bakmalara doyamadığımız güzellikte giysiler olurdu. Her yıl her nasılsa bu ailenin gelişi önceden haber alınır, köyün işsiz tüm insanları tarafından izlenirdi. Hele çocuklar faytonun arkasından koşarken içinde oturanlara büyük bir imrenle bakarlardı. Bizler için bu adamlar erişilmez birer varlıklardı. Onların her hareketleri ve her sözleri bizim için dikkatle izlenmesi gereken şeylerdi. Köyde kaldıkları yaklaşık bir ay süresince biz çocukların en büyük eğlencesi, bu aileyi uzaktan seyretmek ve bir yolu bulunabilirse, iki kelimecik olsun, onlarla konuşabilmekti.
Köyün zengin olduğu düşünülen öteki ailesi, köydeki ikinci kiremit çatılı evin sahipleriydi. Bunların bizim ailelerden çok fazla bir ayrıcalığı yoktu. Yalnızca tarlalarının çokluğu, gelirlerinin iyi olduğu anlatılırdı. Yoksa onlar da köyde oturur, köy yaşamına aynı ölçüde katılırlardı. Gene de kısa bir süre sonra tarımda kullandıkları öküzlerin yerine at arabası almaları ile diğer köy ailelerinin hepsinden zengin oldukları daha iyi ortaya çıktı.
At arabası ile ilk tanışmamız önemli bir olaydı. Hasan Kâhya’ların aldığı at arabası köy önü denilen yerde halkın incelemesine sunulmuştu. Tabi inceleme sonrasında beklenen, at arabasına sahip olmanın kendilerine itibar kazandırması idi. Hemen hemen köyün her ailesinden birer yetişkin ve en az ikişer çocuk at arabasının çevresinde toplanmış bir masal yaratığına bakarcasına saatlerce bakmışlardı. Arabanın kağnıya benzemeyen tekerleği, atların sırtındaki koşum takımı, gene atların gözlerinin iki yanını görmesine engel gibi duran gözlüğe benzer ayrıntılar ilgi ile gözlemlendi. Herkesin içinde böyle bir koşuma sahip olma isteği çığ gibi büyüdü. Atları seyrederken, benim aklıma takılan ise, Hızır’ın Aşık Garip’i Tebriz’de atının terkisine bindirip, “ kapa gözünü, aç gözünü” aralığında Tiflis’e uçurduğu at bunlardan biri olabilir miydi, sorusuydu. Öyle ya hikâyede anlatılan da sonuçta bir attı işte. Eğer o atın kanatları var idiyse bunu da masal anlatıcının belirtmesi gerekirdi ki anımsadığım kadarı ile masalcı ebem böyle bir ayrıntıdan hiç söz etmemişti.
Ben dokuz çocuklu ailenin sekizincisi olarak dünyaya geldiğimi daha önce söylemiştim ya bu bakımdan babamın gençliğini bilmem olanaksız. Anımsadığım,-en fazla kırklı yaşlarıydı- kadarıyla babam orta boylu, geniş bedenli ve biraz pehlivan yapılı biriydi. Görünüşüne bakılırsa pehlivana benzerdi de güreş tuttuğuna dair hiçbir bilgiye ulaşamadım. Yani babam pehlivan değildi. Son yıllara kadar kendini işine adamış, gücü kuvveti yerinde, çalışkan, sabırlı, sevecen ama sevgisini açıkça ortaya koyamayan biri olarak anımsıyorum. Siyah ve hafifçe kırlaşmış gür sakalı onu, olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Çok konuşmaz ama yerinde konuşurdu. Kimseyi kırmamaya büyük özen gösterirdi. Hayvanlara bile kötü davranmaz, kötü davrananlara da engel olmaya çalışırdı. Ailemize ait olan hayvanlara daha sıcak yaklaşırdı. Hiç unutmam, bizim bir Mıcık adında irice bir öküzümüz vardı. Babam ne zaman Mıcık’la bir iş yapsa iş bitiminde öküzü gözlerinden öper, okşar öyle salıverirdi. Aslında Mıcık oldukça yaramaz bir hayvandı. Ağabeyimin acil işleri çıktığında, ara sıra yaptığım çobanlık esnasında Mıcık’ın nasıl yaramazlıklar yaptığına tanık oluyordum. Bu öküz, galiba adam gibi düşünme yeteneğine sahipti. Diğer hayvanlarla birlikte otlarken ara sıra size göz ucuyla bakar, bir fırsatını bulur bulmaz ekinlere koşardı. Yani zararlık yapmaya giderdi. Eğer henüz ekinlere ulaşamadan farkına varır da “Mıcık geri dön!” diye bağırırsanız uslu bir çocuk gibi geri dönerdi.
Bir gün gene çobanlığa çıkmıştım. Önümde sekiz on kadar hayvanla uygun ortamlı otlakta bekliyordum. Babam yaklaşık iki yüz metre uzaktaki tarlada ekin biçiyordu. Birden “Mıcık!” diye seslendiğini duydum. Mıcık benimle aynı anda babama baktı. Babam bir daha seslendi.” Mıcık, gel oğlum!” Mıcık birden otlamayı bıraktı ve ekili tarlaların ortasından hızlı adımlarla babama doğru gitti. Ben inanmaz gözlerle arkasından bakakaldım. Mıcık içinden geçtiği ekinlerden bir sap bile koparmadan doğruca babamın yanına gitti. Babam gülerek ve büyük bir sevgi ile Mıcık’ı karşıladı. Gözlerinden öptükten sonra biçtiği ekinlerden bir tutamını Mıcık’a uzattı. Mıcık, uysal bir kedi gibi uzatılan ekini aldı ve yavaş yavaş çiğnemeye başladı. Bu anı, bir insanla bir hayvan arasında bile ne denli sıcak sevgi bağlarının oluşabileceğine dair, kesin bir kanı olarak belleğime kazınmıştı.
Babam, nedense hiçbir zaman beni adımla çağırmazdı. Ona göre benim adım “hoca” idi. Hocalığı nereden aldığımı, nereden kazandığımı bilmesem de bu adla çağırılmak benim de hoşuma giderdi. Zamanla başkaları da beni hoca diye çağırmaya başladılar. Şimdi düşünüyorum da babam benim öğretmen olmamı istediği için mi, yoksa öğretmen olacağımı hissettiği için mi bana hoca lakabını takmıştı, bir türlü öğrenme şansım olmadı. Zira babam hayattayken bu soruyu sormak hiç aklıma gelmedi. Keşke bunu sormayı akıl edebilseydim de şimdi aklıma takılan bu sorunun yanıtını önceden öğrenmiş olsaydım diye hayıflanıyorum.
Bizim ailede en şanslı çocuk bendim. Beş tane ağabeyim olduğu için asla ağır işler bana bırakılmadı. Ayrıca başkalarıyla olan sorunlarımda, arkadaşlarla olan kavgalarımda beş koruyucumun olması da işin en güzel yanını oluşturuyordu. Ne zaman bir yardıma gereksinim duysam ağabeylerimden biri mutlaka yardıma koşardı.
Benimle sekiz iken benden üç yıl sonra dokuza çıkan çocuk sayısına bakarak, ağır tarım işçiliği yaparak evlerinin geçinimini sağlamaya çalışan ana-baba, bu kadar çocuğa nasıl bakıp büyütebildiler diye hayret içinde kalanlara, önce şunu söylemeliyim ki, ilk çocuklarının arkasından sıralanan diğer çocukların hiçbirini ana-baba büyütmemişti. Her çocuk, kendinden sonra doğan kardeşini büyütme görevini üstlenmiş; böylece dokuz kardeş, birincisi hariç, hep birbirlerine bakıp büyüterek bu günlere gelmişlerdi. Bana da küçük ablamın baktığını çok iyi anımsıyorum. Ayrıca benden üç yıl sonra doğan kız kardeşimi de ben büyüttüm. Kıvırcık sarı saçları ve yeşile çalan göz rengi ile çok tatlı bir bebek olan kız kardeşim, tıpkı yeni doğan bir maymunun annesinin sırtından hiç inmediği gibi o da benim sırtımdan inmeden büyüdü. Öyle ki arkadaşlarla seksek oynarken, çizgi taşı oynarken asla sırtımdan inmezdi. Ben de onunla birlikte zıplamak zorunda kaldığımdan oyunlarda daima yenilmek ve ebe olmak da bana düşerdi.
Çocukluğumda sakar biri değildim ama biraz safça bir kişiliğe sahiptim. Bu saflığımdan yararlanan büyüklerimin bazen oyuncağı durumuna düşer, sonradan durumu kavrayınca da üzülürdüm.
Ağabeylerimden ikisi her bahar tarla sürme işi ile, yani nadas işi ile ilgilenirlerdi. Sıra ile geceleri öküzlerin karnını doyurduktan sonra sabah erkenden tarla sürme işine başlarlar, bana da azıklarını taşımak düşerdi. Annem tarlaya gidecek yiyecek ve içecekleri bir heybeye yerleştirdikten sonra heybeyi eşeğin sırtına atar, beni de bindirdikten sonra uğurlardı. Eşek benim özel taşıt aracım gibiydi. Sırtında öyle rahat ederdim ki bazen yan biner, bazen bağdaş kurar bazen da Nasrettin Hoca’ya öykünerek ters otururdum. Eşek hızlı gitmiş, yavaş gitmiş, hiç fark etmezdi. Eşeğin sırtındayken kendimi bir odada oturuyormuşum gibi rahat hissederdim. Tarlaya ulaştığımda henüz tarlanın sınırında iken heybeyi nereye indirmem gerektiğini bağırarak ağabeylerime sorardım. Tarlada saban tutarak yorulan ve biraz eğlenmek isteyen ağabeylerimden biri, önce tarlanın bir köşesini işaret eder o tarafa yönelirdim. Tam söyledikleri noktaya varınca bu kez tam ters köşeye gitmemi isterlerdi. Ben eşeğin sırtından inmeden, bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelirken, onların kahkahalarla güldüklerini duyduktan sonra, benimle eğlendiklerini anlar, olduğum yerde beklerdim O zaman yanlarına gelmemi söyleyerek bu oyunu bitirirlerdi.
Dokuz- on yaşlarında ya var ya yoktum. Çobanlık yapan ağabeyimin bir başka işe gitmesi gerektiği için o gün hayvanları benim otlatmam istendi. Ben zaten böyle işlerin bana verilmesinden yanaydım; zira bir işe yaradığımı bilmek bana güven veriyordu. Gene de tek başıma gitmemin doğru olmadığını düşünen babam, akrabalardan birinin yanına katılmamı istedi. Bu akraba benden en az altı yaş daha büyüktü. Birlikte yola koyulduk. Ben hayvanları nerede otlatacağımızı, nerelerde vakit geçireceğimizi bilmiyordum. Niyazi ne derse onun sözünü bir emir eri gibi yerine getiriyordum. Yolda birkaç kişi daha bize katıldı. Hem hayvanların sayısı hem çoban sayısı arttı. Öğleye kadar çeşitli kesimlerde hayvanları otlattıktan sonra öğle yemeği arasında hem hayvanları suladık, hem de birkaç saat dinlenerek aşırı sıcakların etkisinin azalmasını bekledik. Öğleden sonra ekili tarlalar arasında, tarlalardan bıraktırılan yaklaşık elli altmış metre genişliğindeki sığır yolundan Aşılık mevkiine doğru ilerledik. Aşılık tepesi, bizim köyle bir başka komşu köy arazisini birbirinden ayıran kızıl topraklı bir tepeydi. Tepenin bazı yerleri düz kayalıklardan bir bölümü de otlaklardan oluşuyordu. Hayvanları tepeye çıkardıktan sonra bizimle birlikte olan yaşça benden büyük çobanlar bir araya toplandılar ve sohbete başladılar. Niyazi, benden tepenin arka yüzündeki ekili tarlaların kıyısına gitmemi ve hayvanların ekinlere girmesini engellememi istedi. Tek başıma tepenin arka yüzüne ilerledim. Ekili alanın kıyısındaki düz bir taşın üzerine oturdum. Buradan komşu köyün evleri çok rahat görülebiliyordu. Bir süre çevreyi seyrettikten sonra oturduğum boz taşın üzerinde yürüyen kırmızı renkli küçücük böceklerle oynamaya başladım. Böcekleri birbirleriyle yarıştırıyor, birbirleriyle kavga ettiriyor sonra da ayırıyordum. Böyle ne kadar zaman geçtiğini farkında olmadım ama bir süre sonra uykum geldi. Hayvanlar kendi hallerinde otluyorlardı. Ekinlere uzaktılar. Göz kapaklarımın kapanmasına daha fazla engel olamadım, uyumuşum. Bir ara gözlerimi açtım, güneş kocaman kırmızı bir tepsi gibi ufkun üzerinde kaybolmak üzereydi. Çevrede hiçbir anormal durum yoktu. Tekrar uykuya daldım. Uyandığımda her taraf zifiri karanlıktı. Şaşkın şaşkın etrafıma bakındım. Nerede olduğumu anımsamaya çalıştım. Karşıda çok uzaklarda yıldızlar gibi parlayan zayıf ışıklar görünüyordu. O ışıkların komşu köy evlerinden yansıdığını düşündüm. Çoban arkadaşlarıma bağırmaya başladım. Kimse ses vermiyordu. Zaten şimdiye kadar burada beklemelerinin imkânsız olduğunu biliyordum. Buna rağmen içimde hiçbir korku ve tasa yoktu. Tek düşündüğüm köyümüzü kolayca bulabilecek miydim? Yerimden doğruldum, değneğimi sıkıca kavradım ve komşu köyü tam arkama alacak şekilde ilerlemeye başladım. Önümü çok iyi göremesem de iri taşları ve çalıları seçebiliyordum. Birkaç kez düşme tehlikesi atlattıysam da düşmeden ekili alana ulaştım. Ekinlerin boyları benim boyumdan daha uzundu. Bu uzunluktaki ekinlerin arasında yürümek oldukça zor olabilirdi ama bunun da kolayını buldum. Değneği iki ucundan yatay bir şekilde tutarak kollarımın uzunluğunca ileriye uzattım ve ekinlerin önümde yatmalarını sağlamaya çalıştım. Bu yürümemi oldukça kolaylaştırdı. Mümkün olduğunca hızlı yürümeye çalışıyordum. Yarım saat kadar yürüdükten sonra ekili alanı geride bırakmayı başardım. Bundan sonrası kolaydı. Bulunduğum yerin bizim köyün harman yerleri olarak kullandıkları düzlük olduğunu anladığımda kendime daha çok bir güven duygusu geldi. Artık köyü kolayca bulabilirdim. Çok geçmeden köy tarafındaki tepenin eteklerinde, ellerinde gemici fanusları olan bir takım insanların bana doğru gelmekte olduklarını gördüm. Durup dinledim; Büyük ağabeyim avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle benim adımı bağırıyordu. Ben de onlara karşılık verdim. Kısa bir süre sonra orta bir yerlerde buluştuk. Ağabeylerim en az on kişilik bir arama grubu oluşturarak beni aramaya çıkmışlardı. Beni sevgi ile bağırlarına bastılar. Bu olaydan sonra çok uzun bir süre bana çobanlık görevi vermediler. Tekrar çobanlık yapmak istediğimi söylediğimde babam bana,“hoca çobanlık sana göre bir iş değil, sen başka işlere bak” diyordu.
Beş ağabeyimden hiçbiri bilinen ve herkes tarafından uygulanan yöntemlerle evlenemediler. En büyük ağabeyim askerden döner dönmez çok kısa süre önce eşi öldüğü için biricik kızı ile dul kalan bir bayana iç güvesi oldu. İki numaramız harmancılık, yani azaplık yaptığı evin kızını kaçırdı. Üçüncü olan, en büyük ağabeyimizin üvey kızı ile evlendi. Dört numara bir başkasına aşık olduğu halde askerden yeni gelen biricik evladı öldüğü için gelini ile yapayalnız kalan zengin bir adamın evine iç güveyisi girdi. Beşinci ise benim büyüğüm olan kız kardeşimin nişanlısının bacısı ile takas edilerek evlendirildi.
Gelirimiz az giderimiz çok olduğundan istesek de evlenmeler normal şartlarla olamazdı. Çünkü köyde henüz başlık parası geleneği devam ediyordu. Başlık parası verecek, gelin getireceğimiz kızlara takı alacak paramız yoktu. Takıyı bırak doğru düzgün elbise bile alamazdık. Hele ev eşyası gibi farklı şeyler almayı aklımıza bile getirmemiz olanaksızdı. Bu durumda beş kardeşin hiç sorun yaşamadan evlenmesinin nedeni aile üyelerimizin tüm köy halkınca takdir edilmesi olabilirdi. Neden takdir edildiğimize gelince, bir kere hepimiz uysal insanlardık. Kimse ile davamız yoktu. Bazı kazak insanlar gibi kadın erkek işi diye ayırım yapmadan her işe koşmayı alışkanlık haline getirmiştik. Büyüklerimize daima saygılı davranır, yardıma muhtaç olan herkese yardıma koşmayı bir görev sayardık. Alçak gönüllü ve azla yetinmeyi bilen bir yapımız vardı. Bayanlara daima değer verir, onların isteklerini yapmaktan asla gocunmazdık. Tüm bu özellikler elbette bize ana babadan geçen özelliklerdi. Bu aile yapımız yaşamımızın her döneminde bize kolaylıklar sağlamaktaydı. İşte bu yüzden yoksul olsak da ailemize gelin olmak isteyen ya da kızını bizim aileye gelin vermek isteyen çok aile vardı.
En büyük ağabeyim evlendikten bir yıl sonra şehre taşındı. Dul kalan eşinin eski eşinden intikal eden arazisi oldukça çoktu. Bunlardan birkaçını satarak şehirden bir ev aldılar. Evi nereden almalı diye kimselere sormadığı ve kendisinin de bu konuda bir deneyimi olmadığı için aldığı ev, şehrin en köhne yerinde, kalenin eteklerine yaslanmış, oldukça eski, üç katlı bir evdi. Evin bulunduğu sokak şehrin merkezi bir yerinde olmasına rağmen her nedense çok da itibar edilen bir semt değildi. Ancak okuma yazması bile olmayan ağabeyim, bu olumsuzlukları önemsemedi. Tarlayı sattı, evini aldı, onun için önemli olan buydu.
Büyük ağabeyimin, şehirden ev almış olmasının en çok benim yaşamımı etkileyeceğini o tarihlerde ben elbette bilemezdim. Ama gerçek şu ki, şehirden alınan ev, benim gelecekteki yaşam haritamın çizilmesinde en büyük etken oldu.
Ağabeyimle üçüncü evliliğini yapmış olan yengemin bir süre sonra çocuk sahibi olamayacağı anlaşılınca yengem tüm çocuk sevgisini bana yöneltti. Ben henüz üç dört yaşlarında,ailede kimsenin çok fazla ilgilenmediği,adeta kendi kendine ot gibi büyüyen bir çocuktum. Benimle ilgilenilmemesinin özel bir nedeni yoktu ama ben çocuk aklımla, bir yıl önce son beşik bir kız kardeşin aileye katılmış olmasının bana olan ilgiyi yok ettiğini düşünüyordum. Belki de bu düşüncemde de haklıydım. Nitekim yeni doğan kız kardeşim kıvırcık sarı saçları ve yeşile çalan ela gözleriyle herkesin sevgisini üzerine çekmeyi hak ediyor gibiydi. Bana karşı ilgi gösterilmemesinden çok fazla alınganlık yaptığımı söyleyemem. Nedense bu durumdan çok etkilenmiyordum. Hatta kucağa ve sırta alınacak kadar gelişen kız kardeşime ağabeylik yapmak,onu sırtımda taşımaktan zevk alıyordum. Bir yaşını geçtikten sonra sırtımdan hiç inmez olan kardeşimle yapışık ikizler gibi dolaşır olmuştuk. Hatta seksek oynarken bile sırtımdan inmek istemez ben de onunla birlikte hoplardım.
Büyük ağabeyimin şehre taşınması benim yaşamımın akışını değiştirdi diyorum ya gerçekten de henüz dört yaşında iken şehri görebilen birkaç şanslı köy çocuğundan biri olmayı da buna borçluyum. Çünkü köyümüzde ancak yetişkinler şehre gidebilirdi. O da yılda topu topu en çok birkaç kez. Yani harman sonu hasat tamamlandıktan sonra, şehirde kurulan asırlık panayırdan evlerinin yıllık gereksinimlerini almak üzere şehre giderlerdi. Bu iş için tahıl torbaları akşamdan kağnılara yüklenir, gece yarılarında yola çıkılırdı. Şehre genellikle ailenin en beceriklilerinden bir erkek bir kadın gönderilirdi. Çünkü hem götürdükleri tahılı iyi bir fiyata satabilsinler,hem de alınacak şeylerin en iyisini en ucuza alabilsinler istenirdi. Köy halkından erkekler askerlik için zamanı gelince zorunlu olarak şehre giderlerdi ama kadınların belki de yarıdan çoğu yaşamlarında bir kez olsun şehir yüzü görmeden bu dünyayı terk ederlerdi. İşte şehri görebilmek bu yüzden bizim için çok önemliydi. Ben de bu yüzden kendimi çok şanslı sayıyordum.
Tüm köy çocukları mı benim gibi düşünürdü bilmiyorum ama ben, şehrin evlerinin,yollarının,dükkanlarının rengârenk olduğunu hayal ederdim. Şehri, büyük masalcı ebemizin bize anlattığı masallarda geçen renk renk ışıklarla donatılmış yerler olarak düşünürdüm. Gerçekten şehrin her yeri ışıl ışıl renkli miydi acaba? Bunu ancak ilk kez şehre gittiğimde anlayabilecektim.
Bir hasat sonu şehirde oturan yengemle ağabeyim tarlalarından elde ettikleri ürünleri köyün tek traktörünü kiralayarak şehre götürmeye hazırlandılar. Beni kendi öz çocuğu gibi sevip şımartan yengemden beni de şehre götürmelerini istedim,hiç düşünmeden zevkle kabul etti. Bunu duymak beni havalara uçurdu. Şehre hareket edeceğimiz gecenin sabahını zor ettim. O sabah erkenden uyandığımda şehre götürülecek ürünler torbalarla kapı önüne yanaştırılmış traktörün vagonuna yükleniyordu. Sessizce çalışanları izlerken içimde bir meltemin esintilerini duyuyordum.
Saat sekiz civarında yola koyulduk. O zamanlar bir çocuğun traktöre binerek şehre gitmesi hiç alışık olmadığımız bir olaydı. Yani çocuk ölümcül hasta değilse asla şehir yüzü göremezdi. Zaten köye traktör geleli henüz altı ay gibi kısa bir zaman geçmişti ki bu tarihten önce traktörün adını bile bilmiyorduk.
Traktör vagonunun ortalarında bir yerde ,tahıl torbalarının üzerinde oldukça çukurlaşmış bir alana oturmuştum.Yengem hem beni düşmeye karşı korumak hem de bana olan sevgisini ifade etmek üzere elimden tutmuştu. Traktörün gürültüsünden konuşulanları anlamak çok zor olduğundan kimse zorunlu olmadıkça konuşmak istemiyordu. Ben kendimi rüyada gibi hissediyordum. Sanki uçuyormuşuz gibi bir duygu içerisinde,düşlerimde gördüğüm uçmalarla şimdi yaşamakta olduğumuz gerçek durumu karşılaştırıyor, hemen hemen aynı heyecanı duyuyordum. Traktör atlardan bile hızlı gidiyordu. Arkasında tamamen tahıl torbaları ile dolmuş vagonu nasıl çektiğini anlamak benim için çok zordu. Yanımdaki yetişkinlerin de zaman zaman dile getirdikleri şey traktörün bunca güce nasıl sahip olduğu idi. Düşünüyorlar,konuşuyorlar bu konuya bir açıklık getiremiyorlardı.
Güneş tam tepemize geldiğinde o güne kadar duymadığımız bir şiddette gümleme sesi ile irkildik. Ne olduğunu anlamadığımız bu patlama yüreğimizi ağzımıza getirmişti. Traktör aniden durdu ve sürücüsü kaba bir küfür savurdu. Onun kendi kendine konuşur gibi yaptığı yakınmalardan vagon lastiklerinden birinin patladığını anladık. Aşağı inmemiz gerekiyormuş, hep birlikte indik. Traktörün sahibi uzun bir zaman patlayan tekerle uğraştı. Kimsede saat yoktu ama en az iki saatten daha fazla zaman geçtiği kesindi. Lastik tamiri tamamlanınca tekrar eski yerlerimizi aldık. Traktör, arkasında yoğun bir toz bulutu bırakarak yola koyuldu. Herkes gene kendilerini farklı şeyler düşünmeye yönlendirerek bir an önce bu yolculuğun bitmesini diledi.
Şehre ulaşıncaya kadar iki kez daha lastik patladı ve her defasında lastik tamiri bir öncekinden daha uzun sürdü.Akşam karanlığı her tarafı sarıp kuşlar böcekler bile yuvalarına çekildikten çok daha sonra şehrin ışıkları göründü. Işıkların nereden yayıldığını ve neden bu kadar uzaktan bile gökteki yıldızlardan daha parlak göründüklerini anlayamıyordum. Aslında bu ışıkların dışarıda ne işi vardı onu da bilmiyordum. Hem dışarıdaki ışıklar neden sönmeden yanmaya devam ediyorlardı ki? Benim bildiğim akşam karanlığında dışarıya çıkılacaksa fanuslar yakılır ve elde taşınırdı. Gördüğüm kadarı ile uzaktan bile olsa şehirden yansıyan ışıklar, sabit bir yerlerde duruyorlardı. Yani sokaklarda gezen insanların taşıdığı fanuslara benzemiyorlardı. Bu kadar ilginç şeylerle karşılaşmak beni giderek daha çok heyecanlandırıyordu. Nasıl olsa birazdan o ışıkların yanlarına varacaktık. O zaman nasıl olduklarını anlayabilirdim. Biraz sabretmem gerektiğine karar verdim.
Şehrin kenarındaki ilk sokağa ulaştığımızda hayretim daha da arttı. Zira uzaktan gördüğüm ışıkların birer direğe bağlı olarak durduklarını gördüm. Direklerin tepelerine yakın bir yere bağlı duran ışıkların üzerlerinde yuvarlak birer şapkaları vardı. Işıklar rüzgardan hiç etkilenmiyordu. Oysa hafifte olsa bir rüzgar esiyordu. Köyümüzde geceleri elimizde taşıdığımız fenerler az çok rüzgardan etkilenir ve alevi camın içinde oynaşır dururdu. Oysa bu ışıklar küçük cam kafeslerinin içinde hiç oynamadan yanmaya devam ediyorlardı.
Şehrin içlerine doğru ilerledikçe evlerin güzelliği ve dükkânların cam duvarlarından yansıyan renk renk ışıkların çekiciliği beni adeta büyülemişti. Sanki bir başka dünyaya gitmiş, türlü türlü ışıklar saçan sokaklarda yolunu kaybetmiş bir masal kahramanıydım. Bu kadar farklı renkler nereden yansıyordu? Bunlar nasıl ışıklardı böyle, bir türlü anlayamıyordum. Masalcı ebemin anlattığı masallarda da şehirler böylesine renkliydi. O şehirlerin evleri de böylesine güzeldi. Buranın da bir kralı var mı acaba, diye düşünmekten kendimi alamadım. Eğer bir kralı varsa mutlaka bir de prensesi olmalıydı,değil mi?İçimden, “vardır,vardır” diye düşündüm. “Olmaz olur mu? Prensesi de vardır,prensi de. Belki ileride ben de onlarla karşılaşırım”
Traktör ağabeyimin evlerinin önünde duvara iyice yaklaşarak durdu. Sabaha kadar burada durması gerekiyormuş. Sabah erkenden buğday pazarına gidilecekmiş. Yolcuların hepsi de o akşam bizim konuğumuz olacaklardı. Yengem kendileri ile birlikte gelen köylülerimizin gecelemek üzere hanlara gitmesine izin vermedi. “haydin, haydin,” dedi. “Bizim ev hepimize yeter. Bir gece için sizi başka yere göndermem. Haydi herkes içeri girsin.” Zaten köylülerin de yengemden bekledikleri buydu galiba. Kimse itiraz etmedi. Hep birlikte, ağabeyimin kocaman bir anahtarla açtığı, çift kanatlı kapıdan içeri girdik.
Çift kanatlı kapı bir bahçeye açıldı. Ev, o güne kadar görmediğim kadar büyük ve heybetli göründü. Üç katlı, önünde ayrıca tek kattan oluşan toprak damlı bölmeleri olan ahşap bir evdi. Yengem dış kapının önündeki sokak lambasının aydınlattığı loş ışıktan yararlanarak önden yürüyordu. Tahta basamaklı merdivenlerden ulaştığı birinci katta bir düğmeye basarak ışık yaktı. “İşe bak” dedim, “bu nasıl iş böyle? Bir düğmeye bas,çıt,ışık yansın,oh ne güzel be!”
Çok geçmeden en üst kattaki odada,herkes özenle döşenmiş sedirlere kurulu olduğu halde çaylarını yudumlamaya başladılar. Çay yudumlamak o günlerde ancak zenginlere özgü bir işti. Demek “ağabeyimle yengem de zenginmiş,” diye düşünmekten kendimi alamadım. Çaylar içildi,sohbetler edildi, yengem diğer odalara yer yatakları açtı. Sıra yatmaya geldi. Ben ağabeyimle yengemin kaldığı odanın sedirine serilen küçük bir yatakta uyuyacaktım.Herkes yatağa uzandı. Odanın tam ortasında asılı duran ışık gözümü rahatsız ediyordu. “Yenge şu ışık gözümü alıyor,artık söndürsek,” dedim. Bana ağabeyim cevap verdi. “Sen yüksektesin,oradan üfle de sönsün” dedi.Ayağa kalktım,ışığa bir hayli yaklaşmıştım. Gücümün geldiğince şiddetle üfledim. Işıkta en küçük bir oynaşma bile olmadı. Bir daha üfledim,yok,sönmüyordu. Ağabeyimle yengem katıla katıla gülüyorlardı. Onların benim beceriksizliğime güldüklerini sanıyor,etkili olabilmek için havalara hoplayarak tekrar tekrar üflüyordum. Işık bana mısın demiyordu. Kendi kendime kızmaya başladım. Bir ışığı söndürememek beni utandırıyordu. Yengem sonunda dayanamadı. “Oğlum o üfleyerek sönecek bir ışık değil, bu elektrik öyle sönmez. Bak yan taraftaki duvarda beyaz bir düğme var,onu çevir, ışık söner” dedi. Kafamın üzerine yakın duran düğmeyi gördüm. Elimi uzattım. “Dikkat et” dedi ağabeyim,hala gülüyordu. “Elin cereyana kapılmasın” Korktum, “öyleyse ben elleyemem,siz söndürün” diyerek kendimi yatağa attım. Yengem kalktı, önce bana bir öpücük kondurdu,sonra düğmeyi çevirdi. “Çıt” diye duyulan sesle birlikte ortalık zifiri karanlığa büründü. Daha ilk günde benimle böyle alay etmelerine çok kızmıştım ama yengemin sıcak yaklaşımı beni sakinleştirdi. Yorgundum, çok geçmeden tatlı bir uykunun kucağına atladım.
Bin dokuz yüz ellili yıllar başladığında köy halkından dışarı görmüşler aralarında konuşurken, büyük şehirlerde radyo diye bir alet olduğunu, bu aletin Ankara’da konuşulan her şeyi anında her yere duyurduğunu söylüyorlardı. Dinleyenlerin kimi bu söylenenlere inanıyor kimi ise gülüp geçiyordu. Gülüp geçenler böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağına kesin olarak inandıkları için,anlatan kişinin kendileri ile dalga geçtiğini düşünüyorlardı. Bu söylentiler bazen ateşli tartışmalara da neden oluyor, radyo denen aletin varlığını kabul edenlerle etmeyenler arasındaki tartışma sonunda kavgaya kadar uzayabiliyordu. Böyle bir alet vardır,yoktur derken bir gün köy muhtarı Deli Halil’in bir radyo aldığını duyduk. Köy halkı akın akın muhtarın evine koştular. Biz çocuklar geri kalır mıyız? Büyüklerin aralarına sıkışarak,bacaklarının arasından geçerek adının radyo olduğunu öğrendiğimiz aleti görmeye gidiyorduk. Bizim ailenin muhtarla uzaktan da olsa bir akrabalığı vardı. Bu nedenle radyoyu herkesten önce görme fırsatını yakaladım.Babamla birlikte muhtarın evine gittik. Ev tıklım tıklım insan dolu olmasına rağmen bir köşede kendimize bir yer bulduk. Herkes gözlerini odanın tavanına yakın bir yükseklikte duvarda asılı duran kocaman bir sandığa gözlerini dikmiş,sessizce bekliyorlardı. Halil emmi bir sandalyede bacak bacak üstüne atmış,elinde kehribar taşlı tespihi olduğu halde odada oturanlara bir şeyler anlatıyordu. Onlar konuşadursun ben de o sandığı dikkatle imcelemeye başladım. Sandık annemin çeyiz sandığı kadar olmasa da onun yarısı kadar vardı. Yanları, alt tabanı ve üst tarafı pırıl pırıl parlayan bir tahtadan yapılmış gibiydi. Önünün yarısı beyaz bir kumaş geriye kalanı da galiba renkli camdan oluşuyordu. Cam bölmenin alt tarafında biri diğerlerinden büyük olan üç yuvarlak düğme yer alıyordu. Sandığın yanında kol kadar kalın üç tane makaraya benzeyen yuvarlak birşeyler vardı. Bu nesnelerin tepelerine bağlı olan iki renkli ip sandığın içine giriyordu. Kendi kendime “Radyo denen alet bu olmalı,çünkü daha önce bu sandığa benzeyen şey yoktu,onu ilk kez görüyorum” dedim. Tam bunları düşünürken Muhtar Halil Emmi yeleğinin cebinde asılı duran köstekli saatini vakur bir edayla çıkarıp düğmesine basarak kapağını açtı ve baktıktan sonra “ajans saati yakın artık radyoyu açayım da ajansı dinleyelim” dedi. Ortalık daha da sessizleşti. Odada yalnızca sinek vızıltıları duyuluyordu. Oturduğu sandalyeyi duvara asılı duran sandığın altına yaklaştırdıktan sonra üzerine çıktı ve küçük düğmelerden birini çevirdi. “Çıt” sesi ile birlikte sandıktan çatırtılar gelmeye başladı. Odada bulunan herkesin yüzünde biraz merak biraz da korku benzeri bir ifade vardı. Sandıktan gelen çatırtılar giderek azaldı ve yerini hışırtıya bıraktı. Muhtar, “lambalar kızıyor,birazdan sesleri duyarsınız,” diye bir açıklamada bulundu. Gerçekten de az sonra tok bir ses konuşmaya başladı. “Sayın dinleyiciler,Başbakanımız Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanımız Celal Bayar çeşitli incelemelerde bulunmak üzere bu gün İstanbul’a gidecekler…” Herkes şaşkın bir yüz ifadesi ile gözlerini sandığa çivilemiş bir durumda konuşulanları dinliyorlardı. Ben konuşulanları iyi anlayamıyordum ama o sandığın içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu konuşan adam nasıl biriydi ki bu küçücük sandığa sığabiliyordu. Benim bile sığamayacağımı tahmin ettiğim sandığın içine kocaman adam nasıl sığmıştı? Herkes hayretle konuşmaları dinliyordu. Uzun bir süre sadece radyo konuştu biz dinledik. Yaklaşık yarım saat sonra haberler sona erdi. Arkasından yurttan sesler programı başladı. Bir takım adamlar topluca türkü söylüyorlardı. Ağızlarımız bir karış açık olduğu halde bir süre daha oturduk. Sonunda Muhtar, “bu kadar radyo dinlemek yeter komşular,bataryası biter sonra” diyerek radyoyu kapattı. Ben odadan dışarı çıkarken hala, türkü söyleyen bu kadar insanın radyoya nasıl sığabildiklerini düşünüyordum.
Radyoyu ilk kez böyle tanıdıktan kısa bir süre sonra da pikapla tanıştık.Bu kez oldukça gelir düzeyi iyi olan bir ailenin iki delikanlısından birisi nerede gördüyse pikap denen bir alet görmüş. Bakmış çok güzel türküler çığırıyor,alacak parası da var.O saat pikap almaya karar vermiş. Evleri köyün tam ortasında ve köyün tek içme suyu sağlanan çeşmesinin yanında olan Durmuş, pikabın ses veren cihazlarını evlerinin tavana yakın olan en yüksek yerine bağlatmış,pikabının sesini son ayar açmış,tüm köye müzik ziyafeti vermeye başlamıştı. Köylüler “bu da nesi, bizim köyde bu kadar güzel saz çalıp türkü çağıran biri olmadığına göre bu ses nereden geliyor?” diyerek sesin kaynağını bulmaya koştular. Tabi biz çocuklar da büyüklerden az meraklı değildik elbet. Biz de sesin nereden geldiğini dikkatle dinleyerek köy ortasında toplandık. Ses o kadar yüksekti ki köyün her tarafından duyulabiliyordu. Toplanan köy halkı sesin yerini keşfetmekte gecikmedi. Zaten Durmuş evlerinin penceresinden dışarı sarkmış insanların pikabına gösterdiği ilginin keyfini çıkarıyordu. Toplanan insanlardan bazıları övüne övüne, pikap denen türkü çığırıcı aleti daha önce bir yerlerde gördüklerini söylüyorlardı. Artık köye radyodan sonra bir de pikap gelince yaşam bir hayli ilginçleşti. İnsanlar her fırsatta ya muhtarın evinde ya da Durmuş’un evinde toplanıyorlardı. Çoğu kez de evlerin çevresine oturularak pikap ya da radyo dinleniyordu. Artık herkesin gönlünde bu aletlere sahip olmanın arzusu vardı.
Bizim köy ilçe merkezine tamı tamına yirmi yedi kilometre uzaklıkta. Bunu ancak şimdi kesin olarak söyleyebiliyorum, çünkü çocukluğumda böyle bir ölçünün olduğundan sadece benim değil, köyde hiç kimsenin haberi yoktu.Köyümüzün ilçe merkezine bu kadar uzaklıkta olmasının köy halkının yaşamına olumsuz yönde katkıları vardı. Bir kere zorunlu olmadıkça kimse ilçeye gidemiyordu.Zorunlu gitme durumu ortaya çıkınca da bin bir güçlükle gidilebiliyordu.Çoğu zaman yaya olarak gidilir ve ancak beş altı saatte ve sıkı bir tempolu yürüyüşle şehre ulaşılırdı. Eğer satmak üzere herhangi bir ürün götürülecekse komşulardan ödünç birkaç eşek alınır, kendi eşeklerini de bunlara katarak ürünler eşeklere yüklenir ve öyle gidilirdi. Bu durumlarda yol daha da uzardı,zira sırtında taşıma güçlerinin fazlası yüklerle eşeklerin yirmi yedi kilometre yol gitmeleri kolay bir iş değildi. Şehre gidip gelmek böylesine zor ve adeta bir işkence gibiyken çocukların,gençlerin,yaşlıların şehre gitmeleri hayalden öteye geçemezdi.Hele kış mevsimi gelince, köy tam bir yalnızlığa,ulaşımsızlığa sürüklenirdi. Zaman zaman yüksekliği metrelerle ifade edilecek ölçüde yoğun yağan kar, ulaşımı aylarca imkânsız hale getirirdi. Bir kış sezonu boyunca, yani en az üç ay köy halkı hiçbir yere gidemez,köyden dışarı adımını atamazdı.Bu üç aylık dönemde köye uğrayan sadece deva kervanları olurdu.Deve kervanları Çekerek ilçesi ile bizim ilçe arasındaki tek ulaşım aracı olurdu. Dünyadan hiçbir haber alınamayan kış aylarında, mola vermek ve dinlenmek amacıyla köyümüze uğramak zorunda olan bu kervanlar da olmasa, köy tümden yok olacak bir felaketle karşılaşsa bile kimsenin haberi olmayacaktı.Yalnızlık,yoksulluk,yoksunluk,hastalık salgınları ile kendi olanakları ile savaşmaya alışkın olan halkın bu durumdan bir şikayeti yoktu. Bu kendi kendine yetebilme,zorluklara katlanabilme ve sorunlarını kendi kendine çözebilmeye yönelik içe dönük durum, yapılması planlanan Ankara yolunun köyümüzden geçeceği haberi alınıncaya kadar devam etti.
Bir yıl kadar önce, köyümüzün yaklaşık üç yüz metre güneyinden geçen çekerek karayolunda, birtakım tas kafalı adamların ölçüm yapmalarının görülmesi ile umutlar arttı;köy halkı, “galiba bu yol çilesinden kurtulacağız” demeye başladı. Ölçüm yaptıklarını söyleyen adamlar öyle inandırıcı konuşuyorlardı ki kimsede kuşku bırakmıyorlardı.Aradan bir yıl geçmesine rağmen köy halkı bir gün mutlaka yol yapımına başlanacağı umudunu asla yitirmedi ve sonunda işin doğruluğu da ortaya çıktı.
Köy halkının işlerinin olmadığı zamanlarda ya da önemli bir konu görüşüleceği sıralarda toplandıkları üç önemli yerden biri olan köy önünde, beş altı yetişkinin oturup sohbet ettikleri bir gün, o güne kadar hiç kimsenin görmediği acayip üç araçla birileri çıkageldi.Arabalardan birinde iki kişi diğerlerinde sadece sürücüler vardı. Söğütlerin koyu gölgesinde oturan köylüler, yanlarına yaklaşan konuklara saygı gereği, oturdukları su arkının taş duvarları üzerinden kalkarak gelenleri karşıladılar. Karşılıklı selamlaşma ve hal hatır sormanın ardından içlerinden biri buraya gelmelerinin nedenini açıkladı. “Uzun zamandır yapımı planlanan Ankara yolunun yapımına en kısa zamanda başlayacağız.Bu arada sizin köylülere de iş çıktı. Dileyen herkes,kadın, erkek,çoluk çocuk ayırımı olmadan yol yapımında çalışabilecek. Bu ilk iş olarak bu konuyu açıklığa kavuşturmak için geldik. Köy halkını bir araya toplamak mümkün mü? Köylülerden biri “hemen muhtar Mahmut dayıya haber verelim,köy halkını burada toplasın,” dedi. Oturan köylülerden en genç olanı fırlayıp gitti. Aradan çok geçmeden muhtar ile köy kiziri birlikte geldiler. Kısa bir konuşmanın ardından kizir en yakındaki kayalık tepeye çıktı ve her evden birer kişinin hemen köy önünde toplanmasını, sesinin olanca gücünü kullanarak köye duyurdu. Kizirin tiz sesi öyle bir gür çıkıyordu ki değil bizim köyün halkı yakın köylerden bile duyulduğu muhakkaktı. On beş dakika geçmeden her evden en az birer kişi köy önünde toplanmıştı. Yol yapımında yetkili olduğu her halinden belli olan genç adam oturduğu taşın üzerine çıkarak konuşmaya başladı. “Arkadaşlar bu gün size bir müjde getidik.Ankara yolunun yapımına hemen başlamak istiyoruz.Ankara yolu demek sizin köy yolu demek,çünkü yol sizin arazilerin içinden geçecek.Daha önce sanıyorum kimin tarlasından yol geçecekse istimlak bedeli devletçe kendilerine ödenmiştir sanıyorum. Şimdi yol yapımında çalışacak insanlar gerek.Elbette bu işi sizin yapmanızı tercih ediyoruz. Böylece hem siz para kazanırsınız hem de biz başka yerlerden işçi aramak zorunda kalmayız. Ne dersiniz? Bu yol işinde çalışmak ister misiniz?” Ne demekti bu işte çalışır mısınız?Elbette çalışırlardı.Hem de canlarına minnet. Aslında bu yol işi köylüye can simidi gibiydi. Çünkü bu yıl ürün beklediklerinden çok az çıkmış,gelecek yazı nasıl getireceklerini kara kara düşünür olmuşlardı. Şimdi önemli bir işleri kalmamıştı.Hasat mevsimi çoktan bitmiş, boş durmak istemeyen işgüzarlar tarla taşlarını ayıklama ile oyalanmaya çalışıyorlardı. Şimdi kendilerine gelir getirecek böyle bir çıkmış olmasına nasıl sevinmesinlerdi? Daha gelen adam iş teklif eder etmez ağızları kulaklarına vardı.İçlerindeki sevinci gelenlere göstermekten utanmasalar ellerine zil takıp oynayabilirlerdi. Gene de ağırbaşlı ve vakur bir eda ile adamı dinlemeyi yeğlediler.
“Günlük çalışma ücretini biz kişi başına iki buçuk lira olarak tespit ettik.” Diye sözlerini sürdüren adam, ardından getirdiği öneri ile köylüyü daha çok sevindirdi. “İsteyen olursa, yani tüm ailece çalışmak isteyenler çıkarsa onlara kabala iş verebiliriz.Yapacakları her bir metre yol için on lira ödemeyi düşünüyoruz.” Bu teklif köylüye ballı börek gibi tatlı geldi.Her aile çalışabilir durumda olan fertleri ile el birliği içerisinde,kağnısını,at arabasını da çalıştırarak günde dört metreden fazla yol yapabilirlerdi. En az dört metre yol yapsalar bile bir günlük alacakları kırk lira ederdi ki, bu paraya bir işçi yirmi gün çalışıyordu. Bu gün duydukları her şey köy halkını fazlası ile mutlu etti. Konuşmalar bittiğinde misafirleri ağırlamak üzere kollarından yakalayabilenler, kendilerini şanslı sayarak evlerinin yolunu tutarken, diğerleri bu güzel haberleri aile bireyleri ile paylaşmak için evlerine koştular.
Konuklardan birini de ağabeyim bizim eve doğru götürürken hızla arkalarından yürüdüm. Bize giden adam oldukça kilolu,kırmızı suratlı ve kaba bıyıklı biriydi. Her söze gülüyormuş gibi sürekli dişlerini gösteriyor ve çoğu kez de kahkahalar atıyordu. Konuşkan ve başkalarıyla kolay ilişki kurabilen bir yapısı olduğu kesindi. Evimizin tek odadan oluşan çardağının yüksek sedirine sanki padişah koltuğuna kurulurcasına rahat oturdu. Aile fertleriyle kırk yıldır tanışıyormuş gibi rahat konuşuyor,gülüyor,güldürüyor ve şakalaşıyordu. Küçük kız kardeşim yeni gelen adamı hiç yadırgamadan en yakınına sokularak incelemeye çalışıyordu. Bu adamın hoşuna gitmiş olmalı ki sarı kıvırcık saçları ve yeşile çalan ela gözleri ile masum masum kendisini izleyen kız kardeşimi kucağına aldı. “Adın ne senin melek kızım?” dedi. Kardeşim aslında tanımadığı insanlara çok çabuk yaklaşmazdı ama her nedense bu kaba görünümlü adamdan hiç kaçınmadığı gibi eskiden beri tanıdığı biriymiş gibi ona gülücüklerle karşılık veriyordu. Kısa sürede ahbaplığı ilerlettiler. Adam meğerse çocuk hasreti çekiyormuş. Uzun zamandır evli olduğu halde çocukları olamamış. Bu yüzden tüm çocuklara aşırı bir sevgisi varmış. Bizim evde kaldığı birkaç saatlik zaman diliminde kız kardeşim adamın kucağından hiç inmedi. Gitme zamanı geldiğinde adının Mehmet olduğunu ve arabası ile yol işlerinde çalıştığını öğrendiğimiz adam kucağından inmek istemeyen kardeşimi arabasına kadar da kucağında taşıdı. Ben bir adım arkalarından onları izlerken, aslında onların ilişkilerini kıskanıyor, benimle değil de sürekli kız kardeşimle ilgilenen bu adama içten içe kızıyordum. Ancak arabasının yanına ulaştığımızda durum değişti. Kız kardeşimi arabasına bindirince ben de söylenmeden arabaya atladım. Arabanın adı ünimakmış. Bu ad arabanın markası mıydı, yoksa tipine verilen bir isim mi idi bilmiyorum. Acayip bir görünümü vardı. Tekerlekleri çok büyüktü. Kapalı bir alanı yoktu. Sürücü yeri de açıktaydı ve vagonu ile motorun bulunduğu ön kaportası bitişikti. Biz kız kardeşimle vagonda çevreye toplanan diğer köy çocuklarına caka satıyorduk. Böyle bir arabaya binmek her çocuğa kısmet olmayacak bir ayrıcalıktı. Nitekim adamlar köyden ayrılırken, Mehmet Amca bizi köyün çıkışına kadar da arabası ile götürdükten sonra koşarak geri döndüğümüzde, bizi hasetle bekleyen çocuklara, arabaya binmenin güzelliğini ballandıra ballandıra anlattığımızda, her birinin ağızları birer karış bizi dinlemelerinden sonsuz bir zevk aldığımızı çok iyi anımsıyorum.
Ankara yolunun yapımına ertesi gün değilse bile o hafta başlandı. Kimi günlük ücret karşılığı çalışırken bazı aileler toptan ya da yöre deyimi ile kabala çalışmayı tercih etmişti.Günlükçüler başlarındaki takım çavuşunun gözetiminde ayrı bir yerde kabalacılar ise kendilerine ayrılan bölgelerde çalışmaktaydılar. Kabala çalışmayı seçenler tüm çalışabilecek aile fertleri ile birlikte atları arabaları ya da öküz kağnıları ile çalışıyorlardı. Birkaç günün ardından görüldü ki bu yol işi köy halkına çok iyi bir gelir kaynağı oluyordu.Bu yüzden herkes canla başla çalışmaktaydı. Kabala çalışmanın getirisi daha fazlaydı çünkü ailenin çocukları bile güçleri oranında yol yapımında görev alıyorlardı. En azından atların ve öküzlerin yönlendirilmesinde, hayvanların boş zamanlarda kontrol edilmesinde,sulanmaları ve doyurulmalarında yardımcı olmaktaydılar.
Yol yapımında yakalanan hızlı ilerleme işverenleri de mutlu ediyordu. Yüzlerindeki gülümseme hiç eksik olmuyor,köylülerle konuşuyor,şakalaşıyor ve sıcak bir iletişim kurmanın zevki yüz ifadelerinden açıkça anlaşılabiliyordu. Köyümüzün komşu köyle olan arazi sınırından başlayan çalışmalar yaklaşık beş altı kilometrelik bir aralıkta sürmekteydi. Her köy halkına, istiyorsa kendi bölgelerindeki yol yapımını öncelikle yüklenebilme hakkı verilmiş, böylece yol güzergâhındaki köy halkları arasında bir tatsızlığa yol açılmasının önüne geçilmesi amaçlanmış olmalıydı.Bu iyi düşünülmüş bir uygulamaydı zira eğer bir köy sınırları içerisinde kalan bölgedeki yol yapımına başka köylerden işçiler getirilseydi bazı tatsızlıkların yaşanması kaçınılmaz olacaktı. Bu yönden uygulama adildi ve hiçbir tatsızlığa yol açmadan sürdürülmekteydi. Sonradan başka köylerin alanında açığa çıkan iş gücü eksikliği yakın köy halklarından sağlanarak, yakın köy komşulukları daha da pekiştirilmişti.
Biz çocuklara da bu yol yapımında fazlası ile iş düştü. Yaşları uygun olanlar,bedensel gelişimi güçlü çocuklar, kabala iş alımı yapan ailelerde büyükleri ile birlikte kazma kürek salladılar. Benim gibi henüz ağır işlerde görev alamayacak kadar küçük ya da bedensel gelişimi geri olanlar ise çalışan aile fertlerinin suyunu ve yemeğini taşıyarak, bu işte bizde varız diyebildiler. Herkes güzel bir birlikteliğin, birlikte iş yapmakta olmanın mutluluğunun tadını doya doya çıkarmaktaydılar. Bu çalışma süresince köy halkı, hem boş zamanlarını değerlendirdi hem de iyi bir gelir elde ederek, tarımda döneminin ilk adımlarını atabilecek ekonomik bir güç elde etti. Köy arazisi içerisinden geçen yol işi yaklaşık bir yıl sürdü. Köydeki tarımsal çalışmalara sıra geldiğinde, aile bireyleri aralarında iş bölümü yaparak, bir kısmı yol işinde çalışmaya devam ederken, diğer kısmı da kendi işlerinin peşine düştü. Her yıl yapılan çalışmalar gene yerine getirildi ama, önceki yıllarda yapılanlar ile aradaki tek fark, iş gücü bölünmesinin yol açtığı işlerin, daha uzun zamana yayılarak tamamlanması oldu ki, bunun da önemli bir soruna yol açtığı söylenemez.
Bin dokuz yüz elli dört yılında ilkokula başladım.Henüz yaşım ilkokula başlamak için uygun değildi ama ailem nedense bir yıl önce başlamamı uygun görmüştü. Benimle birlikte bizim aileden iki kişi daha okula devam ediyordu. Bunlardan biri her sınıfı ikileyerek atlayan en küçük ağabeyim ile benim büyüğüm olan ablamdı. Ablam ders konusunda fena sayılmazdı da ağabeyim akşama kadar kara sabanla çift sürmeyi okula gitmeye yeğlediğini açıkça söylüyor hem de her sınıfı çift dikiş gitmesi ile bu tercihini ortaya koyuyordu. Ailemizden aynı okula üç kişinin aynı anda gitme durumunda olması en çok da benim işime yarıyordu.Çünkü ders konularında çoğu kez onlardan yardım alıyordum hem de diğer çocuklarla aramızda sorunlar çıktığında beni savunacak iki kişinin olmasından dolayı kendimi daha güvende hissediyordum. Gerçi aynı aileden birkaç öğrenci olması yalnızca bize özgü bir durum değildi ama ben gene de bu durumdan çok memnundum.
Okula başladığım ilk yıl okulumuzda sadece bir öğretmen vardı ve o da bizim köylüydü. Köy içinde rastladığımızda amca,dayı diye hitap ettiğimiz adam okulda bizim öğretmenimizdi. Ayrıca anne tarafından akrabamızdı. Aynı yıl öğretmenin kızı da okula başlamıştı. Öğretmenin kızı elbette tüm birinci sınıf öğrencilerinin olduğu gibi benim de her davranışını hasetle izlediğim biriydi.Onun sınıftaki başarısından dolayı babasından aldığı her taktir sözünü kendim için de duyabilmek için olağanüstü bir çaba harcıyordum. Bu rekabet benim sınıfta en iyiler arasında olmamı sağlıyor, zaman zaman öğretmenin bana yönelik sarf ettiği bir aferin sözcüğü benim çalışma ve daha çok başarılı olma azmimi kamçılıyordu.Birinci dönemin sonuna doğru okuma yazmayı ilk öğrenen öğrenci olduğum da öğretmenin kızı Meral, bana duyduğu kıskançlıktan dolayı sürekli benimle uğraşır oldu. Durup dururken üzerime yürüyor,oyunlarda mızıkçılık yapıyor,yaptığı kaba hareketlere karşı çıktığımda derhal babasına şikayet ediyordu. Ben bu durumu fazla önemsememeye çalışıyordum. Nasıl olsa sınıfta en iyi bendim. Öğretmen çoğu kez beni, durumu geri olan arkadaşlara öğretmen tayin ediyor,onlara da okuma yazma öğretmem için beni görevlendiriyordu.O ilk yıl sınıfı pek iyi ile geçerek ailemin de gurur kaynağı oldum. Okula başlamadan çok önceleri, bana hoca diye hitap eden babam bıyık altından gülümseyerek, çevresindekilere bu çocuğa neden hoca dediğimi anladınız mı diye hava atıyordu. Bu da beni elbette çok mutlu ediyordu.
Okula başladığım ilk yıldan aklımda kalan en önemli olaylardan biri de, o yılın kış mevsiminde evlerin damları boyunca yağan kardı. O kış öylesine çok kar yağmıştı ki, en az bir ay boyunca okula ya büyüklerimizin sırtında taşınarak ya da eşeklere bindirilerek gidip gelebildik. Köy evleri kardan görünmez oldu. Herhangi bir komşu evine giderken,hiç yola gerek kalmadan damdan dama ve karların üzerinde yürüyerek ulaşmak mümkün oluyordu. Evlerin dışında yer alan tuvaletlere giderken, bir kişinin sığabileceği kadar dar açılabilmiş patikada,üzerimize kar yığınları düşecek korkusu ile irkiliyorduk. İlçe ile olan ulaşım tamamen kesilmişti. Köyümüzden hiç kimse ne başka bir köye ne de ilçeye gitmeye cesaret edebiliyordu. Dünya ile bağı kopan köyümüzün bir başka talihsizliği de, o kış mevsiminde çocuklar arasında, büyük bir kızamık ve boğmaca hastalıklarının salgın halini almasıydı. Aylarca süren bu hastalıklardan çok sayıda çocuk yaşamını yitirdi. Köyümüze ne bir doktor gelebildi ne de bir doğum ebesi. Doğum yapan anne adaylarına yardım eden kişi her zamanki gibi köyün yerlisi bir yaşlı nine idi. Bu köy ebesinin yardımlarının yetersiz kaldığı birkaç genç anne adayı da o kış yaşama veda etti. Tüm bu zor yaşam koşulları tüm köy halkınca olağan sayıldığı için kimse kaderine küsmedi.Büyüklerinden duydukları sabır sonunun selamet olacağı inancı ile ve ne gelirse gelsin hep Allahın taktiri olarak algılandığından, köy yaşamı olağan sınırları içerisinde ilkbahara kadar sürdü.
İkinci sınıf olarak yeni bir öğretim yılına başladığında okulumuzda iki önemli değişiklik vardı. Bunlardan ilki ve en önemlisi önceki öğretmenimizin okulumuzdan başka bir köy okuluna atanmasıydı. Onun yerine üç çocuklu genç bir öğretmen gelmişti. Önceki öğretmenimizin başka okula atanmış olmasının benim açımdan önemi,kızı Meral’in artık bana rakip olamayacağı idi. Ama aslında ben Meral’le okul yılları boyunca rakip olmayı çok isterdim. Çünkü biz Meral’le her ne kadar derslerde rakip olsak da ders dışı ilişkilerimizde iyi anlaşıyorduk. Oyunlarda hep aynı takımda olmaya özen gösteriyor ve genellikle de diğer takımları yenebiliyorduk. Ayrıca meral ile olan ilişkilerimin kendimi öğretmenime daha yakın hissetmeme neden olduğu için bundan zevk alıyordum.Bu duruma yol açan da elbette Meral’in öğretmen kızı olmasıydı.
Yeni gelen öğretmenimize çabuk alıştık ama henüz okula devam edemeyecek kadar küçük olan çocuklarının şımarıklığı beni rahatsız ediyordu. Okul öğrencilerince,yeni gelen öğretmenin çocuklarına gösterilen ilginin,benim derslerde üstün başarı sağlayarak elde ettiğim ilgiyi gölgelediğini hissediyor ve bu duruma üzülüyordum.Hele en büyük oğlu Zahir’in yaptığı şımarıklar beni çileden çıkarıyordu.Çocuk bazen öylesine baş edilemez bir hale geliyordu ki babasından korkmasam,içimden evire çevire dövmek geliyordu. Çünkü bazen eline geçirdiği çubukla çevresindeki herkese saldırıyor,neremize geldiğini hiç umursamadan bizi kırbaçlıyordu. Arkadaşlarım canlarının çok yanmış olmasını bile sineye çekiyorlar ve eminim, içlerinden ağlamak geldiği halde çocuğa şirin görünmek için,gözlerinden süzülen gözyaşlarına rağmen, yüzlerinde yalaka bir sırıtış sergiliyorlardı. Bu bana göre haksızlıktı ve buna karşı onurlu bir duruş sergilenmeliydi.Ben böyle düşünsem de benimle aynı düşünceye sahip çok az arkadaşım olduğunu görüyordum. Bu durumda, öğretmen çocuklarının bulunduğu alandan uzak kalmaya dikkat ederek,daima kişisel tavrımı koymaya çalıştım.
Her ne kadar çocukları ile iyi anlaşamasak da yeni gelen öğretmene,derslerde gösterdiğim başarı ile, kendimi tanıtmayı kısa sürede başardım. Derslerde yakaladığım başarı ile ,tüm çocukların ilgisini ve taktirini kazanmış olmakla, ders dışı ilişkilerimde yitirdiğim ilgi kaybını telafi ediyordum. Bu durum, daha önce nedenini anlattığım ve beni içe dönük kişiliğe iten (bana göre) bedensel kusurumun yarattığı maneviyat yıkımını azaltıyordu.Yani derslerde yakaladığım başarı ile kendi kendimi ödünlemeye çalışıyordum. (Bu son cümlede kullandığım ‘ödünleme’ sözcüğünün ne anlama geldiğini, öğretmen okulunda gördüğümüz psikoloji derslerinde öğrendiğim için, şimdi bilinçli olarak kullandım. Bu sözcük, daha açık bir ifade ile, kişinin bir konuda duyduğu eksikliği, bir başka alanda yakaladığı başarı ile telafi etmeye çalışması olarak tanımlanabilir.)
Yeni öğretmen ile aynı günlerde köyümüze bir başka memur daha atanmıştı:Bankacı. Köylü dilinde adı bankacı olan bu meslek adamının asıl işinin, Tarım Kredi Kooperatifi memurluğu olduğunu yıllar sonra öğrendim.Okulların eğitim yılına başladığı eylül ayı ortalarında göreve başlayan bankacının adı Ömer idi. Bizim köyde hiç Ömer adı kullanılmadığı gibi bu ad ile anılmanın yörede ve bilhassa bizim gibi alevi inancına mensup insanlar arasında bir hakaret gibi algılanması tartışmasız bir gerçekti.Zira Peygamberin amcasının oğlu ve Allahın aslanı lakaplı Hazreti Ali ve onun evlatlarına haksızlık yapanların başında, Ali’den önce Bekir’in halifeliğini destekleyen Ömer de vardı. O yüzden aleviler asla çocuklarına Ömer,Osman,Bekir adlarını koymazlardı.Hatta bu adı taşıyan insanların nasıl toplum içerisinde bu adlarla kendilerini tanıttıklarına şaşar kalırlardı. Şimdi bizim köyün de bir Ömer’i olmuştu ve köy halkına isimler üzerinden iyi bir şakalaşma yolu açılmıştı.
Bankacı Ömer’in köye gelişini bu kadar net bir şekilde anımsamamın nedeni onun adının Ömer oluşu asla değildi. O günleri bir daha ömür boyu çıkmamasına belleğime kazıyan asıl neden, Ömer ailesinin en büyük kızları Şükran’ın benimle aynı yaşta olması ve aynı sınıfta okuyor olmamızdı.Bankacı ailesinin köyümüze taşınması elbette başlı başına önemli bir olaydı ama, aradan elli küsur yıl geçmiş olmasına rağmen,o günleri daha dün gibi anımsamamın asıl nedeni Şükran’ın, Bankacı Ömer’in kızı olmasının yanında aramıza katılan bu kızın hem güzel,hem zeki,hem kibar tavırlı ve bunlardan daha önemli olarak da bana köylü arkadaşlarımdan daha yakın davranmasıydı. Şükran’la çok çabuk arkadaş olduk. Bensiz hiçbir oyuna katılmayan Şükran’a giderek daha çok minnet duydum ve daha çok bağlandım. Ayrıca Şükran aramızdan ayrılan Meral gibi çalışkan ve başarılı bir çocuk olduğu için daima birbirimizi gözetmeye ve destek olmaya başlamıştık. Meral ile aramızdaki rekabet kıskançlığa neden olduğu için iyi bir arkadaşlık ilişkisi kurmamız mümkün olamamıştı. Ama Şükran’la okul bitinceye kadar çok iyi iki arkadaş olarak kalmayı başardık.
İlkokulu,hiçbir sorunla karşılaşmadan, beş yılda, yani normal süresi içerisinde ve ablamla birlikte tamamladım. İlkokuldan sonra ortaokula devam edebilmemi, benim adıma yaşanan bazı güzel olayların tam o sıralarda meydana gelmiş olmasına ve henüz ortaokulun ikinci sınıfında iken ebediyen yitirdiğim sevgili yengemin, beni bir evlat gibi sahiplenmesine borçluyum.
Ben henüz ilkokula başlama yaşına bile gelmeden, büyük ağabeyim ile yengem ilçeye taşınmaya karar vererek derhal uygulamaya geçmeselerdi, ortaokulun yüzünü bile göremezdim. Zira ailemizin bir ev kiralayarak beni ortaokula gönderme şansları hiç yoktu.Hiçbir zaman da olamazdı.Çünkü ailemizin sahip olduğu toprak kalabalık nüfusuna yeterli değildi. Tarlalarımız kıraç ve verimsizdi. Çoğu kez yıl boyu süren çalışıp çabalamalara karşın elde edilen ürün, bir yıl boyunca karnımızı bile doyurmaya yetmez, ilkbaharın son döneminde ekmeklik buğdayımız bittiğinden, varlıklı ailelerden hasat sonu geri verilmek üzere ödünç buğday, arpa aldığımız olurdu. Bu kadar kıt kanaat geçinmek durumunda olan ailem beni nasıl okula gönderebilirdi? O zaman ben bu durumun elbette farkında değildim. Ancak çocukluğumu düşündüğümde o zaman yaşanan gerçekleri ancak şimdi doğru bir şekilde değerlendirebilmekteyim.
Siz hiç tokalı çarık gördünüz mü? Belki tokasız ve sıradan yapılan çarıkları da görmemişsinizdir. Ben her ikisini de gördüm,kısa bir süre de olsa giydim ve bir kez giydikten sonra ömür boyu bir daha giymemeye de kendi kendime söz verdim.
Şimdiki çocuklar,gençler çarık sözcüğünün ne anlama geldiğini bile bilmezler.Ben hemen tanıtayım: Çarık hayvan derisinden elle dikilen basit bir ayakkabı türüdür. Her türlü hayvanın derisinden yapılabilir ancak her hayvan derisinin bir dayanma gücü ve buna bağlı olarak da kullanım ömrü vardır. Çarığın en uzun ömürlüsü sığır derisinden yapılanıdır.En kalını manda derisi olmasına karşın ömrü sığır dersininkinden daha azdır. En çok bulunanı ve ucuz olanı eşek derisinden olur. Neden ucuzdur derseniz hemen belirteyim,ölmüş eşeğin derisine kimse değer vermez de ondan.Eşek derisinden yapılan çarığın ömrü çok kısadır.
Ben çarığı henüz ilkokula başlamadan önce giymeye zorlandım.Bir gün şehirden dönen ağabeyim bana aldığı süslü tokalı çarığı ortaya koyarak, ‘giy bakalım, ayağına uyacak mı?’diye sorduğunda üzüntüden taş kesildim.Neden mi? Nedenini tam olarak ben de düşünemiyordum ama içimde çarığa karşı aşırı bir tedirginlik vardı. Hiçbir zaman çarık giyebileceğim aklıma gelmemişti. ‘Bre çocuk, sen hangi ortamda büyüdün de çarığa bu kadar karşısın?’diyebilirsiniz.Çok haklısınız,ben Ankara’da, İstanbul’da ya da Paris’te büyümedim ama içimde çarığa karşı bir alerji vardı. Bunun nedenini ben de bilmiyorum;ancak tahminen şunu söylemem mümkün:Aslında deriden yapılan çarık sağlıklı bir giyecek olmasına rağmen galiba ben çarığı köye ve köylüye özgü bir giyecek olduğu için giymek istemiyordum.Çarık giyersem köyden ve köylülükten kurtulamayacağım hissine kapılıyordum.Oysa ben okumayı çok seviyordum.Okuyabildiğim ya da okuma fırsatı yakalayabildiğim sürece çok okumak ve köy dışındaki büyük kentlerde yaşamak istiyordum.Benim bu tür duygu ve düşüncelerimden kendimden başka hiç kimsenin haberi yoktu. Nitekim süslü çarıkları sevinerek giyeceğimi ve kendisine minnet duyacağımı zanneden ağabeyim ve ailemin diğer üyeleri benim aniden gözyaşlarına boğulmam karşısında ne olduğunu anlayamadılar. O günlerde değil tokalı çarığı,eşek derisinden bile olsa yeni bir çarığa sahip olabilmelerini, aşırı sevinme nedeni sayan köy ortamında, benim gösterdiğim tepkiyi anlamanın kolay olmadığı açıktı.Ama ben başkaydım,çarık giymek istemiyordum. Nitekim bana uzatılan çarığı almadığım gibi ağlayarak dışarı fırladım. Kimse neden böyle davrandığımı bilmiyordu,anlamıyordu.Nereden bilsinler,ben bile bu davranışımın nedenini bilmiyordum. Ağlaya ağlaya köyün doğusunda yükselen sarp kayalığa tırmandım. Çoğu kez yaptığım gibi,kayalığın en üst noktasına yakın bir yerdeki küçük mağarama sığındım ve doyasıya ağlayarak içimi boşalttım.Akşam karanlığı çökene kadar da eve geri dönmedim. Ailemden kimse arkama düşmedi. Bu çocuk nereye kayboldu diye merak bile etmediler. Çünkü nereye gittiğimi çok iyi biliyorlardı. Benim sığınma evimin kayalıkta olduğunun farkındaydılar.Akşam eve döndüğümde hiçbir şey olmamış gibi ortalık sakindi.Kimse bana bir daha çarık lafı etmedi.Ve ben kendime verdiğim söze sadık kalarak bu güne kadar hiç çarık giymedim. Şimdi içimde bir kuşku var. Acaba diyorum, o günlerde ailemin diğer üyeleri gibi, ben de çarık giyse miydim?
Çarık giymemiş olmamı, büyük ağabeyimin eşi sevgili yengeme borçlu olduğumu söylemeliyim. Bana çarık alındığı ve giymem istendiği günü,kısa bir süre önce ilçeye taşınan yengeme anlatmışlar. Bir öğle üzeri evimizin arkasındaki (setende) bulgur dövme taşı üzerinde arkadaşlarımla oyun oynarken eve çağırıldım. Çocuğu olmadığı için beni kendi çocuğu yerine koyan sevgili yengemi görünce koşarak kendisine sarıldım ve hoş geldin öpücüğü kondurdum. Yüzü her zamankinden daha güleç ve ışıl ışıldı. Bir süre sonra odanın duvarına dayalı çantasından kağıda sarılı bir paket çıkararak bana uzattı. Merakla yüzüne baktım. ‘Haydi aç bakalım,beğenecek misin?’ dedi. Kağıdı yırtarcasına açtım,içinden sarı renkli,pırıl pırıl parlayan bir çift sarı naylon çizme çıkmaz mı? Dünyayı tümüyle bana verselerdi ancak bu kadar sevinebilirdim.En az üç kez olduğum yerde havaya fırladım. Kucağıma aldığım çizmelerle evin çevresini koşarak defalarca dolandım.Oyun arkadaşlarım ne olduğunu ve neden koştuğumu bilmeden arkamdan yetişmeye çalışıyorlardı. Sonunda yoruldum ve setenin yanındaki duvarın dibine oturdum. Oyun arkadaşlarım merakla etrafımı sardılar. Gururla çizmemi gösterdim;hepsinin ağzı bir karış açık kaldı.İlk defa bir naylon çizme görüyorduk. Naylon sözcüğünü kısa bir süre önce, gençler arasında söylenen manilerde duymuştuk ama nasıl bir şey olduğunu düşünemiyorduk. Bir maninin son iki dizesi şöyleydi. “ Evlenmeyin bekârlar, naylon kızlar çıkacak” Demek naylon dene şey buymuş.Naylon kız çıkar mı çıkmaz mı bilmem ama naylon çizmeler,naylon ayakkabılar,naylon ev eşyaları kısa sürede tüm yaşamımıza girdi.
O gece çizmelerimi kucağımdan ayırmadım.Giymeye bile kıyamıyordum. Bu çizmeleri giyerek eskitmektense, ayaklarımın altlarının paralanmasını tercih ederdim. Nasıl olsa yırtılan ayak derisi kendiliğinden yenilenebiliyordu, benim sarı çizmelerime bir şey olursa ben ne yapardım? Yer yatağımda çizmelerime sarılı bir şekilde sabahladım. Rüyamda bile çizmelerime kimselerin dokunmasına izin vermedim. Artık ben çarık giymeyecektim. Çünkü bana evladı gibi değer veren bir yengem vardı.
Şimdinin gençleri, eminim bağbozumu nedir,bilmezler. Ben size anlatayım; bağ bozumu ürün dermektir,üzüm toplamaktır,bahçelerdeki son meyvelerin değerlendirilmesidir. Bağbozumu eylül ayında başlar ekim sonuna kadar hatta kasım ayının sonuna kadar devam eder. Tarlada,bağda,bahçede ne varsa,kar kış bastırmadan evlere taşınır. Bu işler sırasında köylü bayram eder,güler,eğlenir,son ürünleri değerlendirmenin tadını doya doya çıkarır.
Bizim üzüm bağı köyün kuzeyinde yükselen kayalığın eteğinde ve heme bitişiğinde yer alır.Aslında bağ yeri kayalıktan büyük emeklerle kazanılmış topraklardır.Zira bizim bağın ne tapusu vardı ne de ip kayıtı. Ailece yapılan zorlu çalışmalar sonucu kayalığın yerli olmayan taşları temizlenerek duvar yapımında kullanılmış,yerli kayaların bir kısmı ortalarda birer süs gibi bırakılmış;yani isteyerek bırakılmamış,yerlerinden çıkarılma imkanı olmadığı için oralarda kalmışlar.
Bağımızın toprağının büyük bir bölümünün toprağı tarım yapmaya uygun olmayan çorak bir yapıda.Bu çorak toprağın verimli hale getirilmesi için çok çalışılmış,çok emek harcanmış.Önce en az bir metre derinliğinde baştan başa kazılmış,daha sonra başka yerlerden verimli toprak taşınarak karıştırılmış daha sonra da bolca hayvan gübresi atılmış.Ancak böyle verim elde edilebilmiş.Ama şu bir gerçek ki elde edilen sonuç bu çalışmalara değmiş. İşlenen toprağa dikilen asma çubuklarından birkaç yıl sonra beklenenin üzerinde verim sağlanınca yüzler gülmüş. Şimdi köyün en güzel ve en leziz üzümleri bizim bağdan elde ediliyor.Sırtını kuzeye dayamış olan bağın güney yakası tamamen açık olduğundan güneş, üzümleri birer kehribar gibi kızartmakta ve tadına tat katmakta.
Bizim köyün pekmezi pek meşhurdur.Çevrenin en iyi pekmezi, en iyi üzüm ekşisi,en iyi üzüm rakısı ve en iyi üzüm sirkesi bizim köyde yapılır.Üzümden elde edilen yiyecekler yoksul köylünün can simidi gibidir. Pekmez çok iyi bir enerji kaynağı olduğundan, insanları kışın soğuklarından, hastalıklarından korur. Evde sıcak yemek olmadığı zaman en iyi yiyecek pekmezdir,ekşidir, pestildir, kömedir. Köme ne derseniz hemen söyleyeyim; üzüm sucuğuna bizim yörede köme denir. Üzüm şırası, nişasta ve cevizle yapılan besin değeri yüksek bir yiyecektir. Evde pekmez olduğu sürece yemek aramaya gerek kalmaz. Bir tas pekmez ile bir tas yoğurt yan yana geldi mi en güzel yemek olur.
Köy yerinde üzüm davara benzer. Hani davarın eti, sütü, yoğurdu, peyniri, yünü, derisi ve hatta pisliği bile gübre olarak değerlendirilir ya, üzüm de buna benzer. Üzümün kendisi iyi bir meyvedir, pekmezi yapılır, ekşisi, şarabı, sirkesi ve rakısı yapılır. Tüm bunların dışında her bahar kesilen asma kolları yakacak olarak kullanılır. Bu yüzden köylerde bağcılık vazgeçilmez bir tarım alanıdır.
Tahıl tarımının sona erdiği, kışlık hazırlıkların büyük ölçüde yapıldığı sonbaharda bağbozumuna sıra gelir. Önce üzümün ezileceği ve işleneceği mekânların temizliği yapılır. Şinavat (ağaçtan oyularak yapılmış olan çok büyük tekne) gözden geçirilerek çatlağı, patlağı onarılır. Tandırlar yeniden düzenlenir. Ocak taşları yenilenir, havalandırma tünelleri onarılır. Üzümleri taşımak için komşulardan büyük sepetler temin edilir. Ve ailenin akrabalarına, çok yakın komşularına haber verilerek birer ikişer yardımcı göndermeleri istenir. Bağbozumu bir tür bayram olduğu için tüm gençler bu işe istek duyarlar. Zira bağbozumuna katılan bekâr gençler karşılıklı olarak evlenecekleri kişileri tanıma, seçme ve ön görüşme yapabilme fırsatı bulacaklarını düşünürler. Gerçekten de gençlerin birbirlerini en iyi tanıma yerleri buralardır.
Bir sabah bağbozumuna katılacak insanlar topluca yola koyulurlar. Genç kızlarla erkekler en önde, diğerleri daha gerilerden onları izleyerek yol alırlar.Bizim bağ köyün hemen yanı başında olduğundan yaya gidilir. Uzak bağlara at arabaları ve kağnılarla gitmek adettir. Bağın çevresi altta taş duvarlar ve üzeri dikenlerle çevrili olduğundan hayvanların girmesine ve çocukların atlamasına izin vermez.Tek giriş vardır o da özellikle gizlenmiş gibi düzenlenmiştir; zira sanki bağa hiç girilmeyecekmiş gibi yatay uzatılmış ağaçların üzeri gene dikenlerle kapatıldığı için bağ sahibinden başkası asıl girişin neresi olduğunu kolay kolay bulamaz. Bu kötü niyetli kişilere karşı bir önlemdir.
Bağ girişi bağ sahibi tarafından açıldıktan sonra içeri girilir. Asma çubukları eşit aralıklarla boydan boya uzanmaktadır. Birbirlerini tanımayı amaçlayan gençler bu sıralarda yan yana gelmeye özen gösterirler. Hiç kimse bu yaklaşımlara zorluk çıkarmaz, tam tersine kolaylaştırmaya çalışırlar. İki kişiye bir sele verilir. Asma çubuklarından koparılan üzümler selelere doldurulur, dolan seleler de ortalarda bir yerlerde tutulan büyük sepetlere boşaltılır. Üzüm toplama sırasında maniler okunur, türküler çağırılır. Zaman zaman asma dallarında gençlerin elleri birbiriyle buluşur ve gençler arasında, ileride tomurcuklanacak olan sevgi tohumları ekilir. Güle eğlene işler sürer gider.
Bunları nereden mi biliyorum? Tüm bunları birebir yaşadım da ondan biliyorum. Yıllar önce, bu güne kadar süren mutlu bir evliliğin temellerini bizim bağda ve gene bir bağbozumu sırasında atmıştım. Okul yıllarında köyde bulunamadığım için tanıma fırsatı bulamadığım sevgili eşimle ilk kez böyle bir ortamda bir araya gelmiş ve daha önce anlatmış olduğum gibi, ilk sevgi filizlerini asmalar altında birleşen ellerimizde oluşan yüksek voltajlı elektriklenmelerle yeşertmiştik.
Üzümler yaklaşık yetmiş beş, seksen kiloluk sepetlerde toplandıktan sonra kağnılara ya da at arabalarına yüklenir evlere öyle taşınır. Evlerin bu işler için düzenlenmiş alt kat odalarından birindeki şinavatlara yakın bir konumda depolanır. Şinavat, üzümlerin ezilerek şıra haline getirildiği, genellikle sert yapılı ağaçların oyulmasıyla ya da betondan oluşturulan teknelere verilen addır. Betondan çok ağaç olanlar tercih edilir, zira üzümlerin ezilmesi sırasında kum, taş, toprak gibi yabancı nesnelerin şıra içine karışma olasılığı, beton teknelerde daha fazladır.
Pekmez yapımı zordur, çok emek ister. Üzümler ezilir, süzülür, leğenlere doldurulur, pekmez toprağı ile birlikte bir taşım kaynatılır, soğumaya bırakılır ve tekrar süzüldükten sonra, koyu bir kıvama gelinceye kadar tekrar kaynatılır ki bu işlemler günler alır. Şıranın aslı pekmez olur, ikinci kalite yani sulu olanı sirkeye süzülür, son olarak kalan posalar rakı yapımı için bir yerde mayalanmaya bırakılır. Pekmezler üç türlüdür: Sulu pekmez, yani az kıvamlı olanı siyah olarak tüketilir; koyu kıvamlı olanı beyazlatılarak daha da koyulaştırılıp sertleştirilmezse, kısa sürede özelliğini kaybeder, bozulur. Bu koyu pekmezin beyazlatılmış ve sertliği artırılmış türüne, pekmezin uğradığı çırpma işleminden ötürü, halk arasında “çalma pekmez adı verilmiştir.
Beyaz pekmezin hası ilçe merkezinde yapılır. Zile’de yapılanı o kadar beyaz ve o kadar sert olur ki, bu pekmezi ilk kez görenler, bunun pekmez olduğuna asla inanmazlar.Bu yüzden beyaz pekmezin bir adı da Zile Pekmezi dir. İlçemizin en ünlü ürününden biri pekmez, diğeri leblebidir.
Pekmezlerin kaynatılma işleminin ardından sıra rakı yapımına gelir. Rakı, köyde adına rakı imbiği denilen basit bir yöntemle, mayalanan üzüm şırasının alkolü damıtılarak elde edilir. Hemen hemen bağı olan herkes üzümün son kalıntısı olan posayı (ki adına köyümüzde cibre denir) rakı yaparak değerlendirir. Çıkarılan rakının fazlası satılır, bir kısmı da uzun kış gecelerinde sohbetleri koyulaştırma aracı olarak, köy halkı tarafından tüketilir. Şimdi diyeceksiniz ki rakı içmek günah değil mi? Bizim köy alevi inancına sahiptir. Bizim inancımıza göre rakı içmek kesin olarak yasak kapsamına girmez ancak bazı kuralları vardır. Örneğin bir kişi, evinin geçinimini en iyi şekilde sağlayamayacak ölçüde bir gelire sahip de buna rağmen rakı içiyorsa bu hem günah, hem ayıp hem de haramdır. Gene bir insan, rakı içince bilincini kaybederek çevresine en küçük bir rahatsızlık veriyorsa bu da haram ve günahtır. Bunun dışında rakıyı sohbeti artırma aracı olarak, arkadaşlıkları, dostlukları pekiştirmeye yönelik olarak içiyor da hiç kimseye en küçük bir zararı dokunmuyorsa, bu kişilerin rakı içmesinde hiçbir sakınca yoktur diye değerlendirilir. Bu değerlendirmeler çerçevesinde, düğünde, bayramda, ya da konuk ağırlarken, kadın erkek ayırımı olmadan, bizim köyde rakı içilmesinin sakıncası yoktur.
Bu rakı konusunu kapatmadan önce rakı ile ilgili ilginç bir anımı anlatmak isterim: Öğretmen okulu birinci sınıfta iken, ilk yarıyılın sonunda tatilimi geçirmek üzere köye gelmiştim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, evimize hoş geldin ziyaretine gelenlerin olmadığı bir akşam, annemler komşulara gitmiş, evde yengem ve benden iki yaş büyük olan ablamla kalmıştık. Bu ablamla sanki ikiz çocuklar gibiydik. Zaten abla diye hitap etmek yerine adını söylemeyi tercih ediyordum. Çocukluğumuzdan beri birbirimizle iki kedi yavrusu gibi boğuşarak, oynaşarak, kavga ederek bu günlere gelmiştik. Her ne kadar ara sıra kavga etsek de asla birbirimize küsmez, kısa bir süre sonra eski davranışlarımızı tekrar etmeye başlardık. Kısaca Cemile ile çok iyi iki arkadaştık.
O akşam bir süre sohbet ettik. Ben okulu anlattım, dinlediler. Konuşacak fazla bir şeyimizin kalmadığını düşündüğümüz bir anda Cemile, “birer bardak rakı içmek ister misin” diye sordu, ben de “olur” dedim. Rakıyı yaptıklarında koyacak yeterli şişe bulamadıkları için çoğu kez büyük küplere doldurur, ağızlarını sıkıca kapatırlardı. Cemile aşağı kattaki ekmek evinde bekletilen küplerden bir tas rakı doldurup geldi. Bacaklarımızı uzatmış bir halde, yer minderlerine rahat bir konumda oturarak, Cemile’nin tepsi içerisine sıraladığı çay bardaklarındaki rakımızı yudumlamaya başladık. Hem rakı yudumluyor hem de eskiden olduğu gibi şakalaşmayı sürdürüyorduk. Bir süre sonra Cemile’nin tavırlarının değiştiğini anladım. Rakı oldukça etkilemiş gibiydi. Artık içme işine bir son vermemizi önerdim. Buna itiraz etti ve kendisinin sarhoş olmadığını ve kolay kolay da sarhoş olmayacağını söyledi. Yengem alaylı bir ifadeyle “Cemile sarhoş olmaz, çay bardağı değil tasla içse gene bir şey olmaz” dedi. Cemile bu söz üzerine daha da coştu. Oysa yüzü kıpkırmızı olmuş, damarlarında dolaşan kan kılcal damarlara kadar hücum ederek derisinin dışına doğru akın etmişti. Cemile rakıdan çok fena etkilenmişti. “Artık içmeyelim” dememe fırsat kalmadı; ortada duran tası aldığı gibi susuz rakıyı kafasına dikti ve ben daha fazla içmesine engel olmak için ellerine sarılıncaya kadar bir hayli içti. Bir anda yengem ileri atılarak tası elinden aldı ve karşı duvarda duran kaplığın en üst rafına koydu. Bu kez Cemile benim üzerime atladı. “ Ben seni yenerim” diyor başka bir şey demiyordu. “Evet sen beni yenersin” desem de durmadan güreş yapmaya çalışıyordu. Artık buna sessiz kalamazdım. Bir süre sonra annemler komşu ziyaretinden döndüklerinde bizi bu şekilde görmelerini istemiyordum. Bunun tek yolu da Cemile’yi kısa sürede yormak, pes ettirmek ve yatağına uzanmasını sağlamaktı. İki usta pehlivan gibi birbirimize saldırdık. Alt alta, üst üste yuvarlanıyorduk. Ortalık darmadağın olmuştu. Yengem uzak bir köşede gülerek bizi izliyordu. Elimden geldiğince Cemile’yi yormaya çalıştım, yaklaşık yarım saat boğuştuktan sonra nihayet yenildiğini kabul etmek zorunda kaldı. İkimiz de kan ter içinde kalmıştık. Yorgunluktan ve rakının etkisinden Cemile’nin gözleri kapanmaya başladı. Sonunda yatağına yatmaya razı oldu. Yengem soyunmasına yardım etti. Yatağına uzanır uzanmaz da derin bir uykuya daldı. Annemlere yakalanmadan bu durumu atlattığımız için seviniyordum. Hava almak için kendimi dışarı attım.
Bağbozumunun benim yaşamımda önemli bir yeri vardır. Zira sevgili eşimle ilk aşk kıvılcımlarımız bir bağbozumu sırasında oluştu.
Bin dokuz yüz altmış sekiz yılının, Eylül ayının son haftasında bizim bağın üzümlerinin toplanmasına karar verilmişti. Her zaman yerine getirmek durumunda olduğumuz ön hazırlıklar tamamlanmış, kimlerin çağrılacağı tespit edilmişti. Yaklaşık iki yıldır köye geldiğim her yaz döneminde ailemin, evlenmem için bana önerdiği kızı ilk kez bu bağbozumu sırasında yakından görebilecektim. Aslında daha önceden birkaç kez yolda izde karşılaşmıştık ama hiçbir zaman evleneceğim bir kız olarak bakmamıştım. Ancak güzel bir kız olduğunu daha ilk gördüğüm gün kabul etmiştim. O zamanlar hem kızın yaşının küçük olduğu, hem de henüz kendimi evlenmeye hazır hissetmediğim için alıcı gözlerle incelememiştim. Aradan geçen birkaç yılın bu genç kızı daha da güzelleştirdiği ve sadece kendi köyümüzde değil çevre köylerde bile güzelliği ile, terbiyeliliği ile ve çalışkanlığı ile ünlendiği anlatılıyordu. Bu genç kızı bana en çok öneren ve özelliklerini saymakla bitiremeyenlerin başında, aynı zamanda benim yengem olan teyzesi, büyük ablam ve küçük kız kardeşim geliyordu. Bunlarla ne zaman sohbet etmeye başlasak ilk konuyu bu genç kızın güzelliği, özelliği oluyordu. Bana o kadar çok anlatılmıştı ki neredeyse kızı görmeden aşık olmuştum. Artık yakından görmek ve tanımak istiyordum. İşte o yılın bağbozumu bu ortamı sağlayacaktı.
Sabahın erken saatlerinde kalabalık grubumuz bağın en üst köşesinde asma sıraları arasındaki yerlerini alırken özellikle bu genç kızla yan yana olmaya özen gösterdim. Sanıyorum o da aynı şeyi arzuluyordu. Bu davranışımızın bağbozumuna katılan diğer genç kızları kıskandırdığını anlayabiliyordum. Zira daha ilk üzüm salkımlarını koparmaya başlarken söylenen alaylı sözler bunu açıkça ortaya koyuyordu. İçimden, “benimle evlenmek isteyen başka kızlar da var. Bunlar beni gerçekten yakışıklı buldukları ve sevdikleri için mi, yoksa öğretmen olmamın kendilerine iyi bir gelecek sağlayabileceğini düşündükleri için mi bana ilgi gösteriyorlar” diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Bağbozumuna gelen kızların sanki bir düğüne gidiyorlarmış gibi en güzel giysilerini giymiş olmalarının özel bir anlamı olmalıydı. Her birinin sırtında özel günlerde giyilebilecek yenilikte elbiseler vardı. Benim ilgi alanıma giren Miyase de çok özel olmasa da güzel giyinmeye özen göstermişti. Sırtında Bordoya yakın koyu renkli ve iri çiçekli bir entari, başında çok güzel oyalarla süslenmiş bir yemeni vardı. Yemenisinin gösterişli oyalarını alnının kenarlarından geçirerek uçlarını kafasının arkasında ustaca birleştirmişti. Yuvarlak ve kusursuz yüz hatları olduğu gibi açığa çıkmıştı. Kalın siyah kaşları, doğallığı bozulmamış bir durumda, yuvarlak ve siyaha yakın gözbebekleri ile son derece uyumluydu. Yanakları –belki de içinde kopan heyecan fırtınasının etkisi ile olsa gerek- makyajla boyanmışçasına pembeydi. Teni pürüzsüzdü. Entarisinin hafifçe açılmış yakasının arasından görünen gerdanı, oğul balı duruluğundaydı ve insanda sanki dikkatlice bakıldığında arkası bile görülebilecekmiş hissi uyandırıyordu. Küçük ve biçimli burnu yüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Dudakları ne kalın ne inceydi. Ağzı bir ressam tarafından sanki fırça ile üzerinde çok çalışılarak şekillendirilmişti. Gülüşü bir harikaydı. Bu kadar uyumlu bir yüze, uyumlu bir bedene sahip bu genç kızı, nasıl olup da şimdiye kadar yakından tanımadığıma şaştım. Yanımızdaki diğer genç kızlar bir anda kafamdan silindi. Dikkatimi kendilerinden yana çekmek için, birisinin yaptığı şakalar, diğerinin salkım koparırken asma altından, kazara olmuşçasına elime değme çabaları, bir başkasının gözlerinde beliren davetkâr anlamların hiçbiri umurumda değildi. Çünkü ben hayat arkadaşımı bulmuştum. Gözüm sadece o an değil, ömrüm boyunca bir başkasına bakmamaya söz vermişti. İçimde yükselen sevgi topu boğazımı yakmaya başladı. Asmalar arasında üzüm toplayarak ilerlerken, Miyase’nin zaman zaman dokunan parmaklarından ellerime geçen elektrik tüm damarlarımda ateş olup akıyordu. Artık diğer genç kızlar beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. O gün akşamın olmasını hiç istemedim ama olmasına da elbette engel olamadım. Akşamın alaca karanlığı hafiften bağın ve tüm köyün üzerine çökerken dolan üzüm sepetlerinin kağnılara taşıma işi de sona erdi. Üzüm toplamaya gelenlerin her birine ayrılan hediyelik sele sele üzümler sahiplerine dağıtıldıktan sonra evlere doğru yollandık. O an hiç yorgunluk hissetmiyordum. Yol sapağına kadar Miyase ve diğer kızlarla yürüdük. Ayrılacağımız an tekrar göz göze geldiğimizde ileride eşim olacak kıza son kez dikkatlice baktım. Gerçekten çok güzeldi. Hiçbir yerinde en küçük eleştiri konusu olacak bir tarafı yoktu. Anlamlı bakışlarımızla o gün aynı doğrultuda bir karara vardığımızı ve galiba aynı duyguları paylaşmakta olduğumuzu karşılıklı olarak onayladık. Bu olanların ikimizin arasında bir sır olduğunu sanmıyorum, zira diğer genç kızların soğuyan tavırlarından her şeyin farkında olduklarını anlamak mümkündü. İyi akşamlar dilekleri ile ayrılırken yüzünde beliren gülümseme bir güneş gibi içime doldu. Bir kez daha kendi kendime “hayat arkadaşımı buldum” dedim.
Bir kız çocuğu ile genç yaşında dul kalan Emine hanım’la evlenen en büyük ağabeyim, bin dokuz yüz elli üç yılında ilçe merkezine taşınmasaydı ben, ilkokuldan sonra asla başka okullara devam edemezdim. Çünkü çok nüfuslu ailemizin elde ettiği gelir, ancak kıt kanaat karnımızı doyurabiliyordu. Hatta bazı yıllar, ilkbaharda yiyecek buğday bile kalmadığı için, hayvan yemi olarak üretilen arpadan yapılan ekmeği yemek zorunda kalıyorduk. Arpa unundan yapılan ekmek taş gibi sert, boz renkli ve dokunmadan dağılacak kadar özsüz oluyordu. Nasıl olduğu bizim için önemli değildi, arpa ekmeğini bulmuş olmaya binlerce kez şükrediyorduk; çünkü bunu bile bulamayanların başkalarından ekmeklik arpa, buğday dilendiğine çok tanıklığımız vardı. Bu ekonomik koşullar içinde köyümüzden sadece iki çocuk ortaokula devam etmekte idi ve bu çocuklar köyün en varlıklı ailelerine mensuptular. Ben, ağabeyimin ilçeye taşınmış olması ve yengemin ikinci bir çocuğa sahip olmak için yanıp tutuştuğu halde, bu isteğini gerçekleştirememesinden ötürü, beni kendi oğluymuş gibi sahiplenip bağrına basması ile köyün üçüncü şanslı çocuğu olarak ortaokula başladım.
Yengem benim her şeyimle doğrudan ilgileniyordu. Okula kayıt işlemleri, gerekli ders araç gereçlerinin alımı, okul kıyafetleri temini gibi işlerde yanımdaki tek insan o idi. Ağabeyimin başında kavak yelleri esiyordu, zira benim varlığımla yokluğumdan haberi bile yok gibiydi.
Evimiz kalenin eteğinde,şehrin en eski yerleşim bölgelerinden birinde yer alıyordu. Sokak sakinlerinin büyük bir çoğunluğu şehrin yerli ailelerinden oluşuyordu.Sokak sakinleri arasında sıcak bir komşuluk ilişkisinin dışında gözlemlediğim hiçbir anormal durum yoktu. Herkes komşuluk ilişkilerinde gereken nezaket kurallarına uyum konusunda azami özeni göstermekteydi.
Okulum tarihi kalenin tepesinde yer alıyordu. Evden okula giderken tepeye uzanan bir keçi yolundan tırmanıyordum. Çocukluğun verdiği enerji ile adeta bir duvar gibi yükselen kaleye tırmanmak bana hiç zor gelmiyordu. Zaten tırmanacağım yolun uzunluğu en çok yüz metre kadardı. Sırtımda çanta ile hiç zorlanmadan her gün gidip gelmek bana müthiş bir zevk veriyordu. Akşamları okul çıkışında eve dönerken keçi yolunun başladığı noktada kayak yapabileceğim bir parça kumaş ya da tahta parçası bulabilirsem, üzerine oturduğum gibi kendimi dik yokuştan aşağı bırakıveriyordum. Durabildiğim en yakın yer evimizin kaleye yaslı olan kuzey duvarıydı. Bu iş karda kaymak kadar eğlenceli olduğu için çoğu kez eve kayarak iniyordum. Kayarak inmenin tek kötü yanı elbisemin kirlenme olasılı idi ki, yengemin hoşgörüsüne sığınarak, bunu da göze alabiliyordum.
Okula iyi başladım. Derslere gereken ilgiyi gösterdiğim için başarılı olacağım konusunda hiçbir kuşkum yoktu. Okumayı ve okulu seviyordum. Benim ilk yılda başarılı olmam ailem açısından da önem taşıyordu; ancak ne yazık ki bazen gelecek kendi isteğimiz doğrultusunda şekillenmiyor. Nitekim derslerin en çok yoğunlaştığı aralık ayında ağır bir hastalığa yakalandım. Her tarafım ağrıyor, durmadan ve boğulurcasına öksürüyordum. O zaman eczanelerden ilaç almak ya da doktora gitmek sık rastlanılan bir davranış olmadığı için günlerce okuldan uzak kaldım. Haftalar boyunca yataktan çıkamaz hale gelmiştim. Göz kapaklarım şişmiş, sesim kısılmış, boğazımdan bir şey geçmez olmuştu. Öksürük nöbetleri artık beni boğuyordu. Zaman zaman nefes alamaz bir durumda kalıyor, adeta bir horoz gibi ötüyordum.
Hastalığım ağabeyimin umurunda bile değildi. Yengem bildiği ya da duyduğu her yolla beni iyileştirmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu. Öksürüğe karşı çeşit çeşit otlar kaynatıyor, ağrılarıma kül suyu içiriyordu. Yaklaşık iki ay geçtikten sonra bu şekilde iyileşemeyeceğim anlaşılınca yengem elimden tutarak beni devlet hastanesine götürdü. Hastane bizim evden yüz elli metre ilerideydi. O güne kadar neden hastaneye götürmeyi akıl etmedi bilmiyorum ama götürmediğine ve bunu akıl edemediğine içten içe seviniyordum, zira bana iğne yapılmasından çok korkuyordum. Nitekim doktor muayene ettikten sonra boğmaca ve zatürre teşhisi koyunca, korktuğum iğnelerden kaçamayacağımı anladım. İlk iğneyi aynı gün hastanede yaptılar. Doktor durumumun ciddi olduğunu ve iyi bir tedaviye ihtiyacım olduğunu söyledikten sonra iğne olmadan iyileşemeyeceğimi açıkça anlamıştım. İlk iğneden sonra da şimdiye kadar neden korktuğuma bir türlü anlam veremedim. Sonra düşündüm ki beni korkutan şey iğnenin acıtma olasılığı değil, ilkokul yıllarında sınıflarda aşı yapılırken, bazı arkadaşlarımızın aşı olmaya bile aşırı tepki göstermeleri ve ortalığı velveleye vermiş olmalarıydı.
Doktorun verdiği iğnelerin yarısı bile bitmeden, yani hastaneye gittiğimiz günün beş gün sonrası tamamen iyileştim. Bu güne kadar doktora gitmediğim için boşu boşuna çektiğim ağrılar ve acıları düşününce ne kadar hata ettiğimi anlamıştım. Ne yazık ki doktora gitmemek benim suçum değildi ama bunun sonucunda uğradığım zararı kabullenmek de bana düşmüştü. Yaklaşık iki ay kadar derslerden uzak kalmanın cezasını o yıl sınıfta kalarak elbette ben ödedim.
Yengem ikinci yıl bana daha çok zaman ayırır oldu. Geçen yılın başarısızlığında kendisinin de büyük payı olduğunu kabul ediyordu. Hastalandığım ilk günlerde doktora götürmemiş olmasının nelere mal olduğunu çok iyi anlamıştı. Bu hatasının bedeli benim bir yılıma mal olmuştu ve yengem bu durumun bir daha asla tekrarlanmaması için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı görünüyordu. Okulların açıldığı ilk günden itibaren okul yönetimi ile iyi bir diyalog başlatarak, benim başarıma engel olabilecek her olay ya da nedeni önlemeyi amaçlıyordu. Artık her adımım yengemin kontrolü altında atılacaktı. Bu ilgisi beni daha çok çalışmaya yöneltti. Artık derslerden başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordum. Bu tutumumuz daha eğitim döneminin ilk günlerinden itibaren meyvesini vermeye başladı. Girdiğim her sınavdan başarılı notlar aldım.
Ağabeyim tam bir işkolik olmuştu. Evle, yengemle, benimle hiç mi hiç ilgilenmiyordu. O’nun yaşamı işinden ibaretti. Neden bizlere bu kadar duyarsız olduğunu ben anlamıyordum ama yengem de bu durumdan hiç de hoşnut değildi. Ağabeyimin bu davranışı yengemde bir fikri saplantı haline getirmişti; o da çocuğu olmadığı için eşinin kendinden giderek uzaklaştığını ve başka kadınlara yöneldiğini düşünmesiydi.Bu düşüncesinde hiç de haksız olmadığını çok geçmeden anladığımda, çaresizliğin verdiği karamsarlıkla ağabeyimden nefret etmeye başladığımı çok iyi anımsıyorum.
Daha önce sık sık tanık olduğum yengemin karın ağrıları, o yılın son çeyreğinde dayanılmaz bir hal almıştı. Sancısı başladığında ellerini iki yumruk halinde karnına bastırıyor, ağlamamak için dişlerini dudaklarına gömüyor buna rağmen bazen de gözyaşlarına engel olamıyordu. Bana gerçek bir anne gibi davranan sevgili yengemin bu durumları beni aşırı derecede endişelendiriyor, ne yapacağımı bilemediğim o anlar, onun yerine ben o ağrıları çekmeyi diliyordum. Elbette böyle düşünmem onun ağrılarını hafifletmiyordu ama çevresinde çaresizce dönmekte olduğumu görmek galiba çekmekte olduğu acısına dayanma gücünü artırıyordu.
Bir cumartesi akşam üzeri gene şiddetli bir ağrı, yengemi perişan etmeye başladı. O günlerde ilçeye ilk defa bir kadın hastalıkları uzmanının gelmiş olduğu söyleniyordu. Yengem bir an yüzüme baktı ve “oğlum haydi beni doktora götür” dedi. Kısa bir sürede giyinip hazırlandık ve doktorun evinin yolunu tuttuk. Zira doktor evinin bir odasını muayenehane olarak kullanıyordu. Yaklaşık bir saat sonra doktorun yanından ayrılırken yengemin ağrıları dinmişti ama yüzündeki tuhaf ifadenin ne anlama geldiğini bir türlü yorumlayamıyordum. Bir süre sessizce yol aldıktan sonra konuştu. “Oğlum zaman geçirmeden ameliyat olmam gerekiyormuş. Karnımda büyük bir ur varmış” dedi. Urun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum ama ameliyat sözcüğü beni endişelendirdi. Yengem her zamankinden daha sevecen bir yüz ifadesi ile bana bakarak yürüyordu. İçinden ne gibi düşünceler geçtiğini tahmin etmeye çalışırken bana bir şeyler anlatmak istiyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Evimize yaklaştığımızda, “ bak oğlum” dedi. “Artık bu ağrılarla yaşayacak gücüm kalmadı. Ayrıca urun vücudumun her tarafına yayılma tehlikesi de varmış. Ben en kısa sürede ameliyat olmaya gideceğim. Elbette ameliyat olmak kolay bir iş değil. Bazı riskleri olduğu da kesin. Buna rağmen ameliyat olmaktan da ölmekten de korkmuyorum. Beni düşündüren en önemli konu sensin. Ameliyat sırasında eğer bana bir şey olursa ağabeyin yeniden evlenecektir; o zaman yeni gelen yengen seni kabul edecek mi, sana bu evde barınma şansı verecek mi, işte bundan emin değilim. Benim ölecek olmama değil, senin zor durumda kalma olasılığına çok üzülüyorum. Okuyamamandan ve geleceğini karartmaya neden olmaktan korkuyorum.” Bu konuşmalar beni çok derinden yaralıyordu. Konuşmasına engel olmak istiyordum ama boğazıma sanki bir yumruk sokulmuştu ve sesim bir türlü çıkmıyordu. Evin dış kapısından içeri girer girmez yengeme sarıldım ve “yenge neden böyle konuşuyorsun? Sana hiçbir şey olmayacak. Ameliyat olup bu dertten kurtulacaksın ve birlikte çok uzun yıllar geçireceğiz” dedim. Gülümsemeye çalışarak yüzüme baktı ve “inşallah yavrum, inşallah” dedi.
Yengemin durumu ağabeyimi ya çok fazla etkilememişti, ya da bize karşı soğukkanlı davranmak istediği için öyle görünmeyi tercih ediyordu. Gene de ameliyat için gerekli parayı temin etmek ve çalıştığı iş yerinden izin almak gibi işler için yoğun çaba harcayarak bir hafta içinde hazırlıkların tamamlandığını söyledi. Öncelikle benim yanımda kalması için köyden annem çağırıldı. Alt katta oturan kiracılara gerekli açıklamalar yapıldı ve ihtiyaç duyduğumuzda bize yardımcı olmaları istendi. Yengem o hafta sonu yakın arkadaşı birkaç bayanla hamama giderek hastaneye tertemiz olarak yatmak istedi. Ve pazartesi sabahı erkenden kendisini uğurlamaya gelen insanlarla tek tek helalleştikten sonra yola çıktılar.
O zamanlar telefon yoktu. Vardı da yaygın değildi; her evde ya da her iş yerinde bulunmazdı. Elle çevirmeli ve bir merkezden bağlanma sırası alınarak çok güçlükle yapılan telefon görüşmelerini de zorunlu olmadıkça kimse kullanmazdı. Elbette bizim gibi dar gelirli ailelerin telefon sahibi olmaları hayal bile edilemez. O yüzden yengemler il merkezine gittikleri zaman bir hafta boyunca hiçbir haber alamadık. Hastaneye yattı mı, ameliyat oldu mu, durumu nasıldır, bilmeden geçen bir hafta bana yıllar kadar uzun geldi. Nihayet hafta sonu ağabeyim çıkageldi. Ameliyatın başarılı geçtiğini ve yengemin durumunun gayet iyi olduğunu söyledi, sevindik. Bir hafta on gün kadar hastanede kalacakmış, bunun için yedek giyecek, para ve iş yerinden bir hafta daha izin alması gerekiyormuş. Cumartesi bu işleri tamamlarsa ertesi gün geri gidecekmiş; nitekim Pazar günü akşama doğru Tokat’a geri döndü.
İçimiz rahatlamıştı. Yengemin hastalıktan kurtulmuş olması beni çok sevindiriyordu. Bir süredir derslere yoğunlaştıramadığım ilgimi tekrar kazanarak okuluma istekle gider oldum.
Çarşamba günü okuldan döndükten sonra bir süre oyun oynamak ve ders yorgunluğunu atmak üzere evimizin girişindeki bahçe kapısının eşiğine oturdum, benimle oynayacak arkadaşlar beklemeye başladım. Saat üç otuz sularıydı. Bizim sokağın çarşı yönünden uzun bir landrover cip bana doğru gelmekteydi. O zamanlar fazla araba olmadığı için her türlü motorlu taşıt ilgimizi çekebiliyordu. Dikkat ettim, arabanın üzerinde uzunca bir sandık vardı. Benim önümden geçip gideceğini düşünürken tam bizim kapının önünde duvara yaklaşarak durdu. Bu kez daha dikkatle baktım, cipin ön koltuğunda oturan ağabeyimi gördüm,içim cız etti. Araba durduğu halde aşağı inmemesinin nedenini anlamaya çalışırken şoför sağ tarafa geçerek ağabeyimin kolundan tuttu ve onu inmeye zorladı. Ağabeyim heykel gibi hareketsizdi ve ağlayan gözleri kan çanağına dönmüştü. Durumu ancak o zaman kavrayabildim. “Yengem” diye çığlık atarak ağlamaya başladım. Bu arada komşular arabanın çevresini sarmışlardı. Ne konuştular, ne dediler hiç anlayamadım. Dünyam başıma yıkılmıştı. Çok geçmeden annem ve birkaç kişinin arabaya binmesinin ardından arabanın hareket ettiğini gördüm. Arabanın arkasından çığlık atarak koşmak istedim ama birileri bana engel oldu. Kollarımdan tutup beni içeri soktular.
Çocukluk ve ilk gençlik dönemimin sonu böyle geldi. O güne kadar yaşadığım zamanın ne kadar mutlu geçtiğini o günden sonra yaşadığım deneyimlerden sonra daha iyi anladım.
Yengemin ölümünden yirmi gün geçmeden yeni eş arayışları başladı. Çocuk aklımla bile bu kadar acı bir olayın ardından hemen yeni bir eş aramaya başlanmasının yanlışlığını anlayabiliyor ve bu duruma içten içe isyan ediyordum. Bana düşüncemi soran mı vardı ki, değerli bir varlığı yitirmenin acısının az da olsa hafiflemesi için belli bir zaman geçmesini beklemelerini isteyebileyim. Elbette hayır, ne benim fikrimi sordular ne de sormadıkları fikrimi açıkladığımda bana itibar ettiler. Her zaman olduğu gibi bildiklerini okudular ve yengemin ölümünün üzerinden geçen otuz yedinci gün, bir Perşembe akşamı, ağabeyimi ilçe merkezinde oturan bir ailenin dul bir kızı ile nişanladılar.
Düğün dernek yapılmadı. “Gelin dul,damat dul, düğüne ne gerek var?” denildi ve yeni yenge bir akşam,üç beş kişinin katılımıyla bizim eve getirildi. Benim ortaokul yıllarımın kara günleri de böyle başladı.
Yeni yenge ilk evliliğinin altıncı ayında ilk eşinden ayrılan on sekiz- yirmi yaşlarında genç bir bayandı. Ağabeyimle aralarında yaklaşık on yaş fark vardı. Ufak tefek görünümlü ve minyon tipliydi. İlk günler bana iyi davrandı. Sanki ölen yengemin bıraktığı yerden bana sahip çıkacak ve okulu başarı ile tamamlamamı sağlayacak gibi görünüyordu. İlk günlerde bende böyle bir izlenim bırakması geleceğe ümitle bakmama yarıyordu. Ancak bu güzel günler tez bitti. Halk arasında söylenen biçimi ile yengem ile aramızdaki cicim ayları kısa bir süre sonra yerini sıçım aylarına bıraktı.
Yeni yengenin bir temizlik hastası olduğunu anladığımda önce fazla önemsemedim. Temizlikte aşırılığın zararı olmaz diye düşünüyordum. Hafta sonları evi tepeden tırnağa silip süpürüyor, tavanları ve tabanları bezlerle ova ova ağartmaya çalışıyorduk. Ne yazık ki bu kadar uğraşarak temizlediğimiz odalara girip oturmak, ders çalışmak, bize yasaklandı. Temizlenen odaları uzaktan seyreder olduk. Artık evin sadece giriş salonunu. odunluğun betonla kaplanmış damını ve bahçeyi kullanabiliyorduk. Temizlediğimiz odalar sanki bir mabedin gizemli bölümleri gibi perdeleri bile sıkı sıkıya kapalı bir halde bir sonraki temizlenme gününü bekliyordu. Olan bitenden önceleri çok fazla etkilenmedim. Temizlik işlerinin baş rol oyuncusu bendim ama bundan yakınmamam gerektiğini düşünüyordum. Odaların eşyalarını toplamak,onları dışarıya taşımak,tavanların siyaha dönüşmüş ters tavan tahtalarını sabunlu su ile silmek,taban tahtalarını kazırcasına ovuşturarak temizlemek,tahta merdivenleri,salon yüklüğünün tozunu attırmak benim işimdi.Odunluğu düzenleyerek süpürmek,bahçeye çeki düzen vermek de bana aitti.Bu işleri ben yapıyorsam yengen ne yapıyor diyebilirsiniz. Bu üç katlı,eski ahşap evin işi hiç bitmedi,asla bitmez arkadaş. Ben bu kaba işlerle uğraşırken bahçeye çamaşır kazanını kurup su ısıtmak, hafta boyu biriken çamaşırları yıkamak, kirli olsun ya da olmasın perdeleri, kilimleri ortaya döküp temizlemeye çalışmak gibi bitmez tükenmez işlerle de O ilgileniyordu. Bu kadar temizlik düşkünü olmak güzel olmaya güzeldi de ne yazık ki bu temizlenen eşyaları kullanmamıza asla izin yoktu. Ev tertemiz temizlenecek ama biz kıyıda köşede, damda, sofada, bahçede yaşamak zorunda kalacaktık. Tüm bunlara çabuk alıştık. Ancak giderek bana yönelik mengene hareketi devam etmeyi sürdürdü. Önce akşamları ders çalışırken elektriği fazla kullandığım için fırça yemeye başladım. Daha sonra Çamaşırlarımı çok kirlettiğim, eve tozlu topraklı ayakkabılarla döndüğüm, ev işlerine zaman ayırmak istemediğim gibi şikâyetler aldı başını gitti. Öyle bir zaman geldi ki evdeki gölgem bile yeni yengeyi rahatsız eder oldu. Çok yemek yiyormuşum, suyu fazla harcıyormuşum, bahçeyi işlemeye heves etmiyormuşum, bazı emirler karşısında yavaş davranıyormuşum… Benim bu evde bulunmamdan kaynaklanan olumsuzlukları say say bitmez. Zaten bir insan ya da bir eşya, gözden çıkarıldı mı onun kusursuz hiçbir yönü olamaz. Ben de anladım ki bu evde gözden çıkarıldım. Ancak ölen sevgili yengeme verdiğim sözün gereğini yerine getirmem gerektiğini de asla unutmuyordum. Her ne kadar güç koşullarda kalırsam kalayım, ben bu okulu bitirmeliydim. Kendimi her türlü güçlüğü çekmeye zorlamayı sürdürecektim.
Ortaokulu güç bela bitirdim bitirmesine de beni en çok yaralayan ve gururumu kıran olaylardan yalnızca birini kısaca anlatırsam neler yaşadığım hakkında az çok bir fikir sahibi olabileceğinizi düşünüyorum:
Son sınıfta, okulumuzun bitmesine kısa bir süre kala sınıf arkadaşlarımızla aramızda bir piknik yapmaya karar verdik.Herkes hafta içinde gerekli hazırlıklarını yapacak ve Pazar günü bağlar semtindeki uygun bir gölgelikte eğlenecektik.Bu piknik bir tür okula ve arkadaşlara veda eğlencesi olacaktı.
Herkes gibi ben de cep harçlığımdan biriktirdiğim üç beş kuruşla bir şeyler almayı düşündüm.Hafta ortası olmasına rağmen hafta sonunda yengemin bana izin vermesini garantilemek için yapılması gereken ev işlerinin tümünü eksiksiz yapmaya çalıştım.Yani cumartesi ve pazara herhangi bir iş kalmamasını istiyordum.Çünkü iş olursa bana asla izin çıkmayacağından emindim.
Cumartesi günü yengem evin baştan başa temizlenmesi gerektiğini söyledi.Hiç sesimi çıkarmadım,hatta içten içe sevindim.Zira işi cumartesi bitirdik mi ertesi gün benim pikniğe gitmem konusunda sorun yaşamazdım. Elbette ben böyle düşünerek o gün yapılması gereken işleri her zamankinden daha çok dikkat ve titizlikle yaptıysam da yengemin boş bir inatla beni pikniğe göndermeyeceğini bilemezdim.
Sabahtan akşama kadar canım çıkarcasına çalıştım. Önce tüm eşyaları dışarı çıkararak odaları boşalttım.Sabunlu su ile önce tavanı sonra tabanları sildim.Tavan ve taban tahtaları onlarca yılın eskitmesi ile simsiyah olmuşlardı ve ben onları her hafta sabunlu su ile silsem de asla beyazlanmıyorlardı,beyazlanmayacaklardı;ama ben bunu elbette yengeme kabul ettiremezdim. Odalardan sonra sıra merdivenlere geldi.Tahta merdivenleri de aynı titizlikle sildim.Eşyaları tek tek yerlerine yerleştirdim. Bahçeyi düzenledim,odunluğu temizledikten sonra odunları birer birer istifledim. Benim yapmam gereken işler bitince de çamaşır yıkayan yengeme yardım ederek bir an önce bitirmesini sağladım. Akşam olduğunda her taraf pırıl pırıldı ve yorgunluktan ölüyordum.
Yatmadan önce yengemin yanına yaklaştım ve en kibar ve en nazik kelimeleri seçmeye özen göstererek ve biraz da ses tonuma duygu ekleyerek yarınki piknik için izin istedim. “Olmaz!” diye öyle bir bağırdı ki korkudan iki adım geri çekildim. “Yorgunluktan geberdim,yarında bir sürü iş var,sen ne pikniğinden bahsediyorsun?Biz ekmek sen piknik derdindesin,öyle yağma yok efendi,gavurun ekmeğini yiyen kılıcını sallar.Bizim evden yiyecek içecek,yatacaksın sonra da iş dedin mi kaçacaksın öyle mi,asla bir yere gidemezsin,şimdi beni rahat bırak, git yerine zıbar da sabah erken kalkıp işe koyul.” Dondum kaldım. Bu evin ne işi kaldığını bir türlü anlayamıyordum.Bana göre yapılması gereken her iş fazlasıyla yapılmıştı.Acaba yarına hangi iş kalmıştı bilmiyordum. Ağzımı açmaya korktum ve “sabah ola hayır ola,belki sabah gitmeme razı olur”, diyerek kendimi yatağa attım.
Sabah erken kalktım. Her tarafım dayak yemiş gibi sızlıyordu. Yengem henüz kalkmamıştı,ona yaranmak içi hemen çaydanlığı gaz ocağına oturtarak kahvaltı hazırlığına başladım.Az sonra esneyerek yengem yanıma yaklaştı.” Bu gün odunluktaki odunları kes,sobalık yap,tekrar yerlerine istifle” dedi. “Günaydın yengeciğim” dedim,sırıtarak ve biraz da yaltaklanarak. “Bu gün bana izin ver arkadaşlarıma katılayım,odunları gelecek hafta sonu keserim.Nasıl olsa şimdilik bir ihtiyacımız yok” dedim. “Ne demek ihtiyacımız yok,oduna her zaman ihtiyacımız var.Gaz biterse yemeği nerede yapıyoruz?Kuzinede odun yanmıyor mu? Piknik lafını bir daha duymayayım,yoksa sana zırnık yok bu evde.Bildiğin yere gidersin,anladın mı?” Baktım ki akşamdan beri yengemin düşüncesinde hiçbir değişiklik yok,kendi kendime “şu odunları da çabucak kesersem belki bana izin verir” dedim.Hemen aşağı koştum. Odunluktaki odunları kapı önüne çıkardım ve hızlı bir şekilde kesmeye başladım.Kahvaltıya bile gitmedim.Saat ona doğru kesme işi bitti. Tam o sırada bizim sokak kapısı aralandı ve arkadaşlarımdan ikisinin başı uzandı.” Haydi kardeşim,ne duruyorsun,biz hazırlandık seni bekliyoruz,sen daha hazırlanmamışsın bile” Bu sırada merdivenlerden aşağı inmekte olan yengem benim cevap vermeme fırsat vermeden bağırdı.” Defolun lan,tembeller,nereye gidiyorsanız defolup gidin,o hiçbir yere gidemez. Çocukların üzerlerine doğru hızlanarak yürüdü.Arkadaşlarım neye uğradıklarını şaşırdılar ve birden gözden kayboldular.Belli ki onlarda korkmuşlardı. Artık pikniğe gitme ümidim kalmamıştı.Olduğum yere çöktüm ama bir kere daha şansımı denemekten edemedim.Yalvaran bir sesle yengemi yumuşatmaya çalıştım.”Yenge ne olur,üç dört yıldır beraber olduğumuz arkadaşlardan ayrılacağım.Onlarla son kez bir arada olmak ve birlikte eğlenmek istiyorum. Ne olur,bana bu gün izin ver, sonra her istediğin işi gece bile olsa yapmaya söz veriyorum.” Gözleri kudurmuş gibi duran yengem öyle bir üzerime geldi ki adeta yerime çivilenip kaldım.Ne kadar aşağılayıcı söz varsa, onurumu kıracak ne kadar söz bulabildiyse tümünü aralıksız sıraladı.Hiç sesimi çıkaramadım.Nasıl çıkarabilirdim ki?Okulun bitmesine bir aydan kısa bir zaman kalmıştı ve ben bu bir aylık sürede bu evde kalmak zorundaydım.Başka bir seçeneğim yoktu. Ama öyle bir onurum kırılmıştı ki kısa bir süre önce şehre taşınan beş kız çocuğu sahibi ağabeyim aklıma geldi. İçimden,” belki okulun bu son bir ayını onlarda kalabilirim” diye düşündüm.Ağır ağır yerimden kalkarak yukarı çıktım.Ne kadar kitabım defterim ve giyeceğim varsa üç numaralı ağabeyimin, askerlikten dönerken getirdiği ve bana hediye ettiği tahta bavuluma doldurdum.Çıldırmış gibi bağıran yengeme aldırmadan kaldırım taşı döşeli sokağa çıktım.
Şimdi bile yani aradan tam yaklaşık yarım asır geçmesine rağmen, o günü anımsadığımda yoksulluğa,sahipsizliğe ve çaresizliğe isyan ediyorum ve de içimden hala ağlamak geliyor.
Elimde boşu bile oldukça ağır olan tahta bavulu taşımakta zorlanarak ve gözlerim içten içe akan gözyaşlarının bulanıklaştırdığı görme alanı ortasında ağır ağır ilerledim. Adımlarım ileri doğru yol alırken aklım, “acaba hata mı ediyorum?” ikilemi ile beni geri dönmem için ikna etmeye çalışıyordu. Ayaklarım kırılan onurumun emri ile iki adım ileri gidiyor,aklım bu kararımın yanlışlığında ısrar ederek şimdiye kadar barındığım büyük ağabeyimin evine geri dönmem gerektiğini söylüyordu.Böylece iki ileri bir geri,şehre bir ay önce taşınan ağabeyimin kiralık evine ulaştım. Ev üç katlı eski bir ahşap evdi. Bakımsızlıktan dış sıvaları tamamen olmasa da büyük çoğunluğu dökülmüş,yer hareketleri ve temelsizliğin verdiği kırılganlıkla yarılan duvarlar arasında görünen ve ilk bakışta çürümüşlüğü tüm çıplaklığı ile görülen ahşap pencerelerden bazılarının camlarının kırık olduğu fark ediliyordu. Evden, sokaktan,çevreden yükselen tam bir yoksulluk türküsünün çığlıkları yükseliyordu.Kapının önünde bir süre “acaba geri dönsem mi?” diye düşündüm. Aklım “olmaz,bu gün geri dönmek olmaz,” dedi,içeri girdim.
Birinci kata uzanan ve her basılınca tozla beraber hemen kırılıp dağılıverecekmiş gibi olan tahta basamaklardan,taşıdığım bavulun ağırlığından ötürü güçlükle ilerledim. İçerisi yeteri kadar aydınlık değildi.Kırılan pencere camlarının yerine bezler gerildiği için güneş ışığı yeteri kadar odaları aydınlatamıyordu. Odaya girdiğimde gördüğüm manzara tüylerimi ürpertti. Odanın ortasında duran yer yer delinmiş bir mısır koçanından örülen hasırın iki tarafında serili yer yataklarının üzerinde, birbirleriyle boğuşan beş kız yeğenim ortalığı tozu dumana katmışlardı. Anneleri aldırmaz bir tavırla olanları seyrediyordu. Beni fark ettiklerinde çocuklar sakinleşerek bulundukları yere oturdular. Yengem elimde tuttuğum bavulun ne anlama geldiğini anlamış olmalıydı. “Oooo… buyur evladım buyur.Hoş geldin,sefalar getirdin. Biz de bu gün acaba bize bir misafir gelmeyecek mi diye dertte kalmıştık. Çok şükür yiyecek içecek gani gani. Ağabeyin milyonlar kazanıyor. Bak şu odamıza,bak şu yeğenlerinin haline. Hepsi yemekten içmekten nasıl da semirmiş değil mi? Gel çocuğum gel,kapıda dikilme,geç şöyle baş köşeye otur.Ne canın isterse hiç çekinmeden söyle.Bal mı yersin,börek mi, çörek mi?” Kızlar kikir kikir gülüştüler. Annelerinin bu sözleri hoşlarına gitmişti. İçlerinde sadece bu gülüşmelere katılmadı. Yaşı hemen hemen benim yaşıma denk olan ve köyde birlikte oyunlar oynadığımız büyük yeğenim, “anne…niye böyle diyorsun?Elbette bize gelecek,bu bizim emmimiz değil mi?” dedi. Annesi, “tabi tabi,bu sizin küçük emminiz,gelsin canım,ben de zaten biraz şaka yapmak istedim,ne var bunda? Geç oğlum geç, istediğin yere otur.” Dedi.
Gerçekten bu evden yoksulluk fışkırıyordu. Doğru dürüst üzerinde oturulacak minder bile yoktu. Belki de ortada duran her yeri lime lime olmuş yataklar bu yüzden toplanmıyordu. Ortalar boş kalmasın,çocuklar toprak zeminde oturmak zorunda kalmasınlar diye. Ben bunlara yük olamazdım.Bu kadar güç koşullar içerisinde yaşam mücadelesi veren akrabalarıma zarar vermek yerine okulun biteceği şu son bir ay içerisinde o güne kadar barındığım büyük ağabeyimin evinde kalmam gerektiğini çok iyi anladım. Büyük ağabeyimin ekonomik durumu iyi sayılırdı. Ölen ilk eşinden yüklü bir arazi kalmıştı.Hem kendinin iyi bir işi vardı, hem de araziden elde ettiği ürünleri satarak rahat geçiniyordu. Kesin olarak geri dönmem gerektiğine karar verdim.İçimden “akşam üzerine kadar burada zaman geçireyim,sonra geri dönerim.Nasıl olsa o zamana kadar yengemin kızgınlığı geçer. Ağabeyimde eve gelir,beni korur.” Diye geçirdim.
Oturduğum yerden yeğenlerime baktım. İçinde bulundukları yoksulluğun farkında bile değillerdi. Onlar adına içim acıdı.
Ortaokulu bin dokuz yüz altmış üç yılının haziran döneminde iyi derece ile bitirdim. Benim elimden tutarak gelecek yaşamımın şekillenmesinde en büyük paya sahip olan, kendi çocuğu gibi üzerime titreyerek bana okuma olanağı sağlayan ve gidebildiğim yere kadar mutlaka okumamı öğütleyen sevgili ve de rahmetli yengemin, bu sonucu görememesinin burukluğunu kalbimde hissederek ortaokul diplomamı aldım. Şimdi yengeme verdiğim sözün ikinci adımı başlıyordu.Kendimi tümüyle bu yöne odakladım.
Ortaokuldan sonra farklı okuma seçenekleri vardı. Örneğin düz liseye devam edebilirdim.O yıllarda ilçemizde lise seviyesinde okul olmadığı için il merkezindeki liseye gidilmesi gerekiyordu ki benim böyle bir şansım yok denecek kadar azdı.Çünkü köydeki ailemin başından belalar,aksilikler,terslikler hiç eksik olmuyordu. Ben henüz ortaokulun ikinci sınıfında iken başlarına yıkılacak kadar eski ve nüfusa göre yetersiz olan ev yıkılarak yenilenme çalışması başlatılmıştı. O yıl tarlalardan elde edilen ürünlerden gülen yüzlerin desteği ile başlanan ev inşaatının bitmesine az bir zaman kala, aileye ait tüm büyükbaş hayvanlar bir gecede çalınmıştı. Hayvanlar bulunamadığı gibi arama çalışmaları için de bir hayli masraf yapıldığı için ailenin geçinim durumu eskiyi de aratır olmuştu.Tarlaları işlemek için iki çift öküz,sütünü sağıp yararlanabilmek içinde birkaç baş inek alınması gerekiyordu. Bunları alacak para da yoktu, zira ev inşaatı elde avuçta ne var ne yoksa alıp götürmüştü. Komşuların yardımları olmasa o yıl ailemiz açlıktan ölebilirdi.Durum böyle iken ben nasıl il merkezindeki lisede okuyabilirdim? Lisede okumak için ev kiralamak,içini yaşanabilecek kadar düzenlemek gerekiyordu.Böyle bir şey benim için düşünülemeyecek kadar uzak bir eylemdi.O yüzden yatılı devlet okullarını tercih etmem gerekiyordu,ben de şansımı bu yönde aramaya yoğunlaştırdım.
Ortaokulu bitirdiğimiz yıl,il merkezinde bulunan yatılı ilk öğretmen okulunun yenilenen bina inşaatı, öğrenci kabul edebilecek kadar tamamlanmış ve yatılı öğrenci kayıt kapasitesi ilk defa o yıl dört yüze çıkarılmıştı. Bu bizim için bulunmaz bir fırsattı.Elbette mezun olanların çoğunluğu gibi ben de sınavlara katılmak üzere kayıt başvurusunda bulundum. Yazılı sınav sonuçlarının açıklandığı günün ertesi günü yani üç eylülde, Eskişehir’deki hava astsubay okulunun giriş sınavlarına katılmak üzere tek başıma yola çıktım.Bu yola çıkış da ayrı bir öykülenmeyi gerektirdiği için anlatmadan geçemeyeceğim.
O yıllarda ilçemizden yurdun değişik illerine doğrudan ulaşım olanağı yoktu.Önce Ankara’ya gidilmesi oradan da istenilen yöne tekrar devam edilmesi gerekiyordu. Yaşım henüz on dörttü ve ben o yıla kadar ilçemizden başka hiçbir yere tek başıma yolculuk etmemiştim.Bu yüzden yolculuk beni korkutuyordu. Zaten büyüklerimizden dinlediğimiz yolculuk öyküleri,büyük şehirlere yapacağımız yolculuklardan korkmamız gerektiği şeklindeki ön yargıyı içimize işlemişti. Anlatıldığına göre büyük şehirlerde çok sayıda dolandırıcı, hırsız, üçkâğıtçı, katil insanlar varmış. Yabancıları, bakışlarından, yürüyüşlerinden ve davranışlarından ilk bakışta anlama yeteneğine sahip olan bu kötü insanların yapamayacağı hiç bir kötülük yokmuş. On dört yaşıma kadar bu tür onlarca öykü dinlemiş biri olarak tek başıma uzun bir yolculuğa çıkarken, sanıyorum korkmakta ne kadar haklı olduğum anlaşılmıştır.
İlk aksilik ilçeden Ankara’ya gideceğim otobüsün hareket saatini kaçırmamla başladı.
Üç eylül sabah saat altı otuz otobüsüne bilet almıştım. Amacım Ankara’ya gündüz yolculuk ederek geçtiğimiz yerleri görmek ve tanımaktı. Ancak yolculuk heyecanı o gece sabaha kadar uykusuz kalmama neden olmuş,sabah uyandığımda ise saatin altıyı on geçmekte olduğunu görünce dünyam başıma ters dönmüştü. Ne kadar çabuk giyindim,ne kadar yollarda koştumsa da garaja ancak saat yediye on kala ulaşabildim. Elbette otobüs on dakika beni bekledikten sonra hareket etmişti. Hırsımdan çılgına dönsem de yapılacak bir şey yoktu ve ben akşam otobüsü ile gidebilecektim. İşin kötüsü garajdaki görevlinin, zaten az olan harçlığımla aldığım bilet parasının yandığını söylemesiydi. Yalvardım yakardım ve tam bilet parasının yarısına akşam otobüsü için yeni bir bilet almayı başardım. Arabayı kaçırdığımı evdekilere bildirmemek ve bir daha kaçırabileceğim korkusu ile o günün tamamını garajda geçirdim. Akşam saat yedide araba yolcu almaya başlar başlamaz ilk binen ben oldum.
Bana verilen koltuk arabanın en arka sıralarındaydı ve bana göre bunun hiçbir önemi yoktu.Benim koltuğa yerleşmemden kısa bir süre sonra, elbisesi lime lime olmuş ve büyük olasılıkla büyük şehirlere iş aramak üzere giden orta yaşlı, saçı sakalı uzamış biri gelip yanıma oturdu. Ankara’ya kadar bu adamla kol kola gidecektik.
Otobüs hareket ettiğinde içerimde efil efil bir rüzgar esti. Hayatımda ilk defa yaşadığım il sınırlarının dışına çıkacaktım;hem de tek başıma. Tek başıma diyorum zira o yıllarda benim yaşımda olan çok az sayıda çocuk böyle bir deneyim yaşamıştır.Bir düşünsenize Tokat nere, Eskişehir nere? Yaşım henüz on dört. O zamana kadar askerlik dışında il dışına çıkabilen insan sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Ve ben cebimde çok sınırlı harçlıkla bilinmeyene doğru yol alıyorum.Bu durumda içimde farklı düşüncelerin oluşturduğu esintilerin olması son derece doğal değil mi?
Ben gezmeyi seviyorum;yeni yerler görmeyi,yeni adet ve törelerin yaşandığı çevreleri tanımaya can atıyorum.Arabanın en arka koltuğunda,yanımda oturan hırpani kılıklı uyuyan adamın omzuma düşen başından korunmaya çalışarak dışarıyı seyrediyorum. Yollarda insanlar,yaşlı genç,çoluk çocuk evlerinin yollarını tutmuşlar, alay alay ilerliyorlar. Yanlarından geçerken görüyoruz ki aralarında bize gülenler,el sallayanlar,duymadığımız sözlerle bizimle iletişim kurmaya çalışanlar var. Kimi eşeğe binmiş, sanki evindeymiş, kuş tüyü minderde oturuyormuş gibi rahat; kiminin sırtında ot demeti sarılı,kiminin elinde yol boyu topladığı başaklardan yaptığı ekin destesi.Aralarında sohbet ederek,maniler,türküler söyleyerek evlerine dönüyorlar. Güneş tepelerin üzerinden ha gitti ha gidecek gibi.Ufuk hepten kırmızıya boyanmış.Dağların mor gölgeleri giderek evreni karanlığa doğru sürüklemekte. Tarlalarından evlerine dönen yorgun insanlar ağır ağır ilerliyorlar ve biz hızla aralarından geçip gidiyoruz.
Bana göre içinde türlü türlü gizemler saklayan ve belki de bana birtakım sürprizler hazırlayan geleceğe doğru hızla yol alırken daldığım masal dünyasından, otobüsün iç aydınlatma lambalarının yanması ile gerçek yaşama dönüyorum. Dışarıda fazla uzak olmayan bir yerlerde ışıl ışıl bir mekan önünde otobüsler sıra sıra.Bizimki de çok geçmeden bu sıraya dahil oluyor.Muavin,”sayın yolcular otobüsünüz yarım saat ihtiyaç ve yemek molası vermiştir,arabadan ayrılırken lütfen değerli eşyalarınızı yanınıza alınız.” Diye yolcuları uyarıyor. Yolcular aceleci davranışlarla arabadan inerlerken ben oturduğum koltuktan hiç kıpırdamıyorum.Benim arabadan inmem için bir neden yok ki.Tuvalet ihtiyacı hissetmiyorum.Acıkan karnımı lokantaya girerek doyuracak kadar param da yok.Zaten çantamda bir iki dürüm yufkam hazır.Acıkırsam oturduğum yerde karnımı doyurabilirim. Hareketsizce bekliyorum.Arabadan inmeyen başka yolcularda var. Çevreyi incelemeyi sürdürüyorum.
Bizim otobüsün yanı başında duran otobüsün ön sırasında oturan iki bayan dikkatimi çekiyor.Biri genç diğeri orta yaşlı.Orta yaşlı olanla göz göze geliyoruz;yüzünde bir tebessüm beliriyor.Yüzüne dikkatle bakıyorum,bir tuhaflık var gibi. Gözleri küçük ve derince.Bakışlarında insanı rahatsız eden bir anlam var.Nedenini düşünüyorum;bu bakışlardaki beni rahatsız eden şey ne olabilir diye sorgulama yapıyorum.Bir an bakışları ile ta kafamın arkasını,hatta benim beynimin içini tarıyormuş hissine kapılıyorum ve birden gözlerimi kaçırıyorum.Ama bu bayanda beni çeken bir farklılık var.İlle de bakmam gerek.Gözlerimi başka tarafa çevirmişim gibi yaparak çaktırmadan gene o bayanı izlemeyi sürdürüyorum.Oturduğu koltuğun yan tarafındaki askıda duran çantasından bir paket sigara çıkarıyor.İnce ve rujlu dudakları arasına kıstırdığı sigarayı havalı bir şekilde ateşliyor.Sigaranın ucundaki kor uzun bir süre parlamaya devam ediyor.Belli ki kadın sigarayı içmiyor,adeta somuruyor.Sonra uzun,ince ojeli tırnaklarla süslenmiş parmakları ile sigarayı zarif bir şekilde dudakları arasından alıyor.İçimden, şimdi ağzından bacadan çıkar gibi duman çıkacak diye düşünüyorum.Hayret,hiç bir duman belirtisi yok.Neredeyse bir çekişte yarıya inen sigaranın dumanını içine hapsetmiş bırakmıyor.Bu nasıl olabilir, anlamıyorum.Bu arada kadının da beni yan gözlerle izlediğini hissediyorum.Bir daha sigaraya asılıyor,sigara bitti bitecek ama gene ağzından burnundan en küçük bir duman çıkmıyor.Bir kez daha bayanla gözlerimiz aynı noktada buluşuyor.Yüzünde gene biraz önceki soğuk ve insanı rahatsız eden bir gülümseme var.İçimde bir ürperti hissediyorum ve nedenini bilmediğim bir korku iliklerime işliyor.Bir an önce buradan uzaklaşmam gerektiğini düşünüyorum.Yol çantamı kaptığım gibi aşağı inerek insanların arasına karışıyorum.
İnsanlar yığın yığın lokantaya ve çay salonuna girip çıkıyorlar.Lokantanın ışıklı panosuna bakıyorum;SUNGURLU DAĞ TESİSLERİ yazılı.Demek burası Sungurlu.Adını coğrafya derslerinden anımsıyorum,Çorum’un bir ilçesi.Benim lokantaya ya da çay salonuna girme şansım yok,zira cebimde yolculuğuma yetip yetmeyeceğinden bile kuşku duyduğum az bir para var; onu da çaldırmamak için gömleğimin iç tarafına dikilen gizli cepte taşıyorum.
Susamışım.Çevrede parasız içebileceğim su var mı diye bakındım.İnsanlardan bazıları dinlenme tesislerinin sol tarafına doğru akın akın gidip geliyorlardı.Merak ettim, ben de o taraf doğru yürüdüm.Tesislerin çevresini saran yaklaşık altmış santim yüksekliğindeki taş duvarın bir yerindeki, iki oluklu bir çeşmeden gürül gürül su akıyordu. Adamlar kadınlı erkekli sıraya girmiş,kimi elini yüzünü yıkıyor,kimi avuçları ile su içiyor, kimi de elinde taşıdığı cam şişeye su doldurarak geri çekiliyordu. En arkada ben de sıraya girdim.Sıramın gelmesi için uzun süre beklememe gerek yok diye düşünmüştüm ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı.Adamların bazıları çeşme önünü boşu boşuna işgal ediyor,yüzünü yıkadıktan sonra saçına başına çekidüzen vermeye uğraşıyordu.Bu saygısızca davranışa kimseden de bir tepki gelmediği için sırada çok yavaş bir ilerleme oluyordu.
Ne kadar beklediğimi tam olarak bilmiyorum ama sonunda bana da sıra geldi.Ben diğerleri gibi su başında oyalanmadım,elimi çabucak yıkadıktan sonra üç avuç su içerek geri çekildim.Zaten istesem de duramazdım çünkü arabayı kaçırmaktan korkuyordum.Acele acele arabamızın bulunduğu yöne yürüdüm.Arabayı yerinde değildi.Yanlış bir yere mi geldim diye düşünürken içimde yükselen panik havası bilincimi bulanıklaştırdı.Sağa sola koştum, bizim otobüsü bir türlü göremedim.Tesislerin ana yola çıkış kapısına doğru ilerleyen otobüse baktım.İçim cızz etti.Benim otobüs gidiyordu.Çılgın gibi bağırarak arkasından koştum.Aramızda oldukça uzun bir mesafe vardı. Benim sesimi duymalarına olanak olmadığını düşünemiyordum.Öylesine hızlı koşuyordum ki yüz metre hız koşusuna bu şartlarda katılsam mutlaka birinci olurdum.Ben otobüse ulaşamadan araba ana yola çıktı ve üç farklı homurtu ile vites değiştirerek hızını artırdı.Otobüse yetişmekten başka hiçbir şey düşünemediğim için karşı karşıya olduğum tehlikenin farkına varmadan ana yola fırladım ve koşmaya devam ettim.O sırada karşı yönden ya da gecenin karanlığında arkamdan gelecek arabaların altında kalma olasılığını düşünecek bilinç berraklığına sahip değildim.Hem son hızla koşuyor hem de var gücümle bağırıyordum.Gözlerimden akan yaşlar görme alanımı daraltıyor yarı kör durumda koşmaya devam ediyordum. Otobüs giderek benden uzaklaşıyordu.Artık ulaşabilme şansımın kalmadığını gördükçe yüksek sesle ağlamayı sürdürüyordum.Tam ümidimi hepten kaybetme noktasına geldiğimde çok iyi ıslık çalabildiğim aklıma geldi.Bir anda yol ortasında çakılıp kalarak ciğerlerimi hava ile doldurdum.Parmaklarımı iki çatal şeklinde ağzıma sokarak tüm gücümle ıslık çaldım.Gecenin karanlığında ıslık sesi yakın dağlarda yankılandı.Üçüncü kez ıslığa asıldığımda giden arabanın arka stop lambalarının yandığını ve yavaşlar gibi olduğunu gördüm.İçim umutla doldu ve yeniden koşmaya başladım.Araba durmuştu.Benim ıslığımı mı duydular yoksa muavin yolcu sayısında eksiklik olduğunun farkına mı vardı, bilmiyorum ama araba durmuştu.Yanına ulaştığımda muavin “nerede kaldın be,atla çabuk”diye çıkıştı. Hiç önemsemedim bu tavrını,arabaya uçarcasına girdim. Yanımda oturan adam hala uyuyordu.Sessizce yanına oturdum,araba yeniden hareket ederken bazı yolcuların bana acıyarak baktıklarını hissettim.Artık hiçbir şeyin önemi yoktu.Olanları unutarak rahat bir nefes aldım ve rahat koltuğa daha çok gömüldüm.Artık daha ileriyi düşleyebilirdim.
Bu anlattıklarım, böyle bir zaman diliminde ,benim bulunduğum yaşta ve içinde bulunduğum maddi ve manevi koşullarda yaşamamış olanlar için çok anlamlı ve çok anlatılmaya değer olaylar gibi gelebilir.Ancak soğanın acısını yiyenler değil doğrayanlar bilir derler ya benimki de o hesap.Ne güç koşullarda,ne gibi zorluklar altında yolculuk ettiğimi de bu deneyimi yaşayanlar bilir.
Sabah yakındı.Doğu ufkunun gri aydınlığı arkasında yükselen kızıllıkla birleşince günün ağarmakta olduğu görülebiliyordu.Ben bu zamanı daha öncede yaşadığım için gecenin sona ermekte olduğunu açıkça biliyordum.Gene de tan vaktinin serinliğinde dışarıda zaman geçirmek hiç de kolay değildi.Hele eylül ayının başladığı ve gecelerin soğumakta olduğu göz önüne alındığında dışarıda zaman geçirmenin güçlüğü daha iyi anlaşılabilirdi.Bana masal dünyası gibi gelen ışıklı Ankara otogarında yer alan otobüs yazıhanelerinin önlerinde bir aşağı bir yukarı gidip gelerek sabahı bekledim.
Yazıhanelerin camlarında yazılı il adlarını okuyarak gideceğim şehri aradım.Birkaçında ESKİŞEHİR yazıyordu ama hangisini tercih etmem gerektiğine bir türlü karar veremiyordum.Aynı yerden üçüncü kez geçerken yazıhanenin birinin kapısı açıldı ve dışarı çıkan orta yaşlı bir adam, “nereye gideceksin delikanlı?Gel içeri, yardımcı olalım.” Dedi.Çekingen bir tavırla “Eskişehir’e gideceğim,” dedim. “Gel öyleyse,” dedi. “Saat sekizde arabamız Eskişehir’e hareket edecek.En erken hareket eden araba bizim firmanın arabası.”Adamın yüzüne dikkatle baktım.Güvenli biri gibi geldi.Arkasından içeri yürüdüm.Yazıhanenin ortasına yakın duran yüksek masaya benzer nesnenin arkasındaki gence,” bak bu arkadaş Eskişehir’e gidecekmiş,saat sekiz arabasına bir bilet kes,” dedi.
Yazıhanede sabahlamak zor olmasa da zaman zaman beni bunaltan uyku ataklarına güçlükle karşı koydum.Uyumak beni korkutuyordu.Uyuduğum anda birilerinin bana her türlü kötülüğü yapabileceği endişesinden bir türlü kutulamıyordum.Bu yüzden satın sekizini beklemek işkence gibi geldi.
Eskişehir’e gidecek olan otobüs tam saat sekize on beş kala yazıhanenin önüne yanaştı.Benden başka yolcuya benzer hiç kimsenin olmaması içimdeki korkuyu büsbütün alevlendirdi.Kocaman araba yalnız benimle yola çıkabilir miydi?Dışarı çıkıp arabanın ön kapısına yakın konumda beklerken beni yazıhaneye buyur eden adam,” haydi bin bakalım ,birazdan araba hareket edecek,” dedi.Arabanın içine içimden atamadığım bir ürperti ile girdim ve bilette yazılı olan üç numaralı koltuğa oturdum.Koltuk en ön sırada sürücünün hemen arkasındaydı.Kuşku dolu bakışlarla çevreyi izlemeye devam ettim.
Saat tam sekizde araba hareket etti.Bir kaç ileri geri gidip geldikten sonra bir sıkıntıdan kurtulmuş gibi hızlandı ve şehrin içerisinde yol almaya başladı.Araba da benden başka hiç yolcu yoktu.İçimden hala türlü türlü senaryolar üretiyordum.Nasıl olurda bu kocaman otobüs bir yolcu ile yola koyulurdu, bunu aklım almıyordu.Ama kocaman Ankara şehrinin bitmeyecek gibi görünen cadde ve sokaklarını geride bırakıp şehirler arası bir yolda “Eskişehir” levhasını görünceye kadar içimdeki kuşkuyu bir türlü atamadım.Ancak o yazıyı okuduğumda gerçekten Eskişehir’e doğru yol almakta olduğumuza inanarak rahatladım.
Yol boyunca uğradığımız yerleşim birimlerinden arabaya binen yolcu sayısı on beşi geçmedi.Ancak Polatlı girişinde arabaya binen ilk üç yolcu bana sonsuz bir rahatlama bağışladı.En sonunda tüm kalbimle doğru yol üzerinde ilerlediğimize inandım.
Saat on bir otuz civarında Eskişehir’e ulaştık.Muavine,”beni hava alanına en yakın bir yerde indirir misini?” dedim.Henüz şehrin ilk sokaklarından ilerlerken araba durdu ve beni indirdiler.Muavin, “bak bu yoldan doğruca yürü,yirmi dakika sonra askeri hava alanı önüne çıkar” dedi.Teşekkür ederek gösterdiği yöne doğru yürüdüm.
Bunları neden bu kadar uzun ve ayrıntılı anlatmak istiyorum biliyor musunuz? Bin dokuz yüz altmış üç yılının memleket manzarasının önemli detaylarını sonraki kuşakların öğrenebilmesi için.Çoğu zaman yaşlılar gençlere bir şeyler anlatırken “bizim zamanımızda…” diye söze başlarlar ya ben bizim zamanımızın genel bir görünümünü yansıtarak, sonraki kuşakların bizden farklı nelere sahip olduklarının bilincine varmalarını istiyorum.Böylece içinde bulundukları ortamın, zaman zaman kafalarında canlanan kötümser olmalarını gerektirecek kadar sorunlu olduğu düşüncesine kapılmamalarını istiyorum.
Yaşam denilen olguda geriye doğru işlemeyen tek şey,zamanla birlikte ileriye doğru gelişimin engellenemeyeceği gerçeğidir.İnsanlar her ne kadar içinde yaşadıkları koşulların asla değişmediği ve değişmeyeceği gibi yanlış bir kanıya kapılsalar da bu asla doğru bir kanı değildir.İnsanlık bazen küçük adımlarla bazen da dev adımlarla daima ileriye doğru yürümektedir.Belki küçük duraklamalar yaşanabilir,bağnaz ve tutucu bir takım grupların ilerlemeye karşı tavır almaları sonucu ilerleme yavaşlayabilir ama asla durmaz ve durdurulamaz.Ancak zaman denen kavramın çok kısa bir bölümüne tanıklık eden insanlar durumu öyle algılama gafletine düşerler.Bu yanılgı da elbette gerçeği değiştiremez.
Oldukça geniş caddede dalgın ve düşünceli bir tavırla ilerlerken ortalığı yıkarcasına şiddetli bir devinim ve gürültü ile kendime geldim.Ani bir hareketle yukarı doğru baktığımda peş peşe üç dört tane savaş uçağının evlerin çatısına değercesine alçaktan uçup gittiklerini gördüm.Bu görüntü benim tüm hayallerimin yeniden ortaya dökülmesine neden oldu,zira burada bulunmamın en önemli nedeni uçaklara karşı duyduğum aşırı ilgi idi.Adımlarımı sıklaştırdım.Demiryolu ile kara yolunun kesiştiği noktadan sola doğru ilerlediğimde askeri hava alanının nizamiye kapısını gördüm.Galiba aradığım yeri bulmuştum.
Askeri birliğin kapısının karşılarında bir yerde, ne zamandan, kimlerden kaldığı ve neden hala bir harabe durumunda bırakıldığı, yarısı yıkılmış duvarın üzerine tırmanarak oturdum.Buradan askeri birliğin kapısından içeri giren ve çıkanları rahatlıkla görebiliyordum.Savaş uçakları ikişerli üçerli gruplar halinde askeri üsse doğru yaklaşıyor,iniş takımlarını açıyor,sanki piste iniyormuş gibi ilerledikten sonra tekrar havalanıyorlardı.Buradan uçağı kullanan pilotları açıkça görmek mümkündü.Arka arkaya bu görüntülerle gelip giden uçakların neden böyle yaptıklarını düşünürken, dört eylül tarihinin Eskişehir’in düşman işgalinden kurtuluş günü olduğunu anımsadım.Şehrin kurtuluş şenliklerine katılan uçakların gösterileri durmadan devam ediyordu.Kendimi öylesine kaptırmıştım ki güçlü bir sesin bana seslendiğini duyduğumda kısa bir şaşkınlık geçirdim.Önümden geçmekte olan subaylardan bir tanesi eli ile kendisine yaklaşmamı istiyordu.Duvardan atlayarak saygılı bir şekilde yaklaştım.Subay, “Yarın ki sınav için mi geldin?” diye sordu. “Evet efendim,” dedim. “Nerelisin?”, “Tokat’lıyım”.Burada görev yapan tanıdığın birileri var mı?”, “yok.” Dedim. “Baban ne iş yapar?”, “Çiftçi komutanım.” “Ne kadar toprağınız var?”,”Yetmiş seksen dönüm kadar.” “Oğlum buraya boşuna gelmişsin.Sınava on beş bin öğrenci başvurmuş,alacakları yedi yüz elli kişi.Senin gibilerin hiç şansı yok.Madem ki buraya kadar masraf edip geldin,öyleyse git kalacağın yere,Atatürk ilke ve inkılaplarını gözden geçir.Burada boşu boşuna zaman geçirme” dedi.Sonra arkadaşlarının arkasından yetişmek için hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı.
Bu konuşma zaten olmayan moralimi sıfıra indirdi.Subay hiç şansımın olmadığını söylüyorsa bir bildiği vardı elbette.Ama umut dünyası işte,gelmeyecektim de ne kazanacaktım?Buraya gelmek için bana verilen yetmiş beş lirayı gözden çıkaramazsam, neden şansımı denemediğim için ömür boyu pişmanlık mı duymaz mıydım?Aslında buraya hareket etmeden saatler önce öğretmen okulunun yazılı sınavını kazandığımı öğrenmiştim.Daha sonra sözlü sınav yapılacak ve son elemeler olacaktı.Yani o okula girmemin yüzde yüz garantisi yoktu.Ayrıca benim hayalimde uçmak vardı.Orta okulun ilk yılında yakalandığım hastalık nedeniyle okulu zorunlu olarak bir yıl uzatmış olmasaydım, askeri lise sınavlarına katılarak Hava Harp Okuluna girebilmeyi ve pilot olmayı hedeflemiştim.Bu mümkün olmayınca hava astsubay okuluna girerek uçaklara yakın olmak istedim.Sınavı kazanırım ya da kaybederim ama en azından idealimi gerçekleştirmek için gereken çabayı göstermiş olacağımdan ileride gönlüm rahat ederdi.
Moralim bozuk, gönlümden geçen düşünceler karma karışık olarak bilmediğim bu şehrin içlerine doğru ağır adımlarla ilerlerken, arkamdan yetişen bir fayton tam yanıbaşımda durdu.Atların gemlerini sıkı sıkıya tutan adam “atla delikanlı,ben de şehre gidiyorum.” Dedi.Kuşku ile adamı süzdüm.Yüzünde babacan bir ifade vardı.Gene de ani karar vermekte zorlanıyordum. “Sağol amca” diyerek geçiştirmek istedim. “Gel oğlum, senden para pul isteyen yok.Gel yanıma otur,belli ki buraların yabancısısın,haydi çekinme atla.” Deyince arabaya tırmanarak sürücünün yanına oturdum. “Benim de senin yaşlarında çocuklarım var.Yarın ki sınava oğlum da katılacak.Allah yardımcınız olsun ama sınava katılacak öğrenci sayısı çok farzlaymış diyorlar.” Adamı dinler gibi görünsem de içimde korku vardı.Beni dolandırmak mı istiyor, diye düşündüğüm için ne söylediğini anlayamıyor, bir takım mırıltılarla yanıt veriyor gibi ve de onu dinliyor gibi yapıyordum. Yol uzadıkça uzadı.Yaya olarak devam etmiş olsaydım galiba karanlık basmadan şehir merkezine gelemezmişim.Ana caddelerin kesiştiği dört yol ağzına yakın bir yerden arka sokağa girdik. Oldukça körfez görünen bir aralıkta yükselen pembe renkli ve üç katlı bir binanın önünde durduk.Adam içeriye doğru seslendi.Binadan çıkan gence, “bak sana bir müşteri getirdim,yarınki sınav için gelmiş,rahat edeceği bir oda ver.”dedi.Otel görevlisi olduğu belli olan genç, “ merak etme Sadun Amca, bunun gibi bir sürü müşterimiz var.Hepsi de sınava gelmiş.Onların yanına veriririm.” Diye yanıtladı.Arabadan aşağı atlarken bu iyi yürekli adama teşekkür ettim ve otel görevlisinin arkasından içeri girdim.
Gerçekten de otelde farklı ilerden sınava girmek için gelmiş çok sayıda aday vardı.Tokatlı değil ama Amasyalı bir grubun yanına yerleştim.Onlar da hemşerim sayılırdı.Kısa sürede kaynaştık.Kısa bir dinlenmenin ardından çarşıya çıktık.Porsuk Çayı şehrin tam ortasından geçiyormuş.Akarsuyun her iki yanı yüksek taş duvarlarla sınırlanmış ve etrafı yeşillendirilmişti.Salkım söğütlerin dalları durgun akan suya değecek kadar uzamış,sanki çevreye bir güzellik sağlaması için özellikle ırmak kıyısına yerleştirilmişlerdi.Akarsu şehrin bu kesiminde göl kadar durgun görünüyor,ara ara kıyılara bağlanmış küçük kayıkları kiralayan bir takım insanların ırmakta ilerledikleri görülüyordu.
Akşam olduğu için yanan farklı renklerdeki ampüllerden yansıyan ışıklar çevreye bir masal havası katıyor,beni bir rüya alemine doğru sürüklüyorlardı.Yeni tanıştığım arkadaşlarla ne tarafa doğru gittiğimize bakmadan yol alıyorduk.Irmağın geliş yönünde bir müddet ilerledikten sonra bir parka ulaştık.Park o kadar düzenli ve o kadar güzel dekore edilmişti ki bakmaya doyamıyor her noktasını zihnime kazımaya çalışıyordum.Ağaçlar altına yerleştirilen masalarda her yaştan insanlar oturuyordu.Parkın orta yerlerine yakın bir konumda gene ağaçlardan oluşturulan sahnede çalınmaya hazır saz aletleri duruyordu.Belli ki burada canlı müzik yapılıyor,gelen insanlara unutamayacakları bir gece geçirmeleri için çalışılıyordu.
Arkadaşlarla parkın ücra bir köşesinde kendimize boş bir masa bularak oturduk.İsteklerimizi soran garsona birer çay ısmarladık.Konu şehrin ve parkın güzelliği olmak üzere uzun uzun sohbet ettikten sonra söz ertesi gün yapılacak sınava geldi.Benim beynimde çok çelişkili fikirler dolaşıyor,askeri birliğin önünde subayın söylediği sözlerden sonra bu sınava girip girmeme konusunda kesin bir karara varamıyordum.Aslında benim kişiliğimin askeri disiplini kaldıracak kadar güçlü olmadığını kabul edecek kadar gerçekçiydim.Ortaokul yıllarında karşılaştığım aşırı sıkıntılı dönemden sonra bir de askerliğin doğasından kaynaklanan disiplinli yaşamı kaldıracak gücüm yoktu.Sadece uçaklara yakın olmak için bir ömür boyu sıkıntıya girmek, çok akıllıca gelmiyordu.Öğretmen olmak benim yapıma daha uygundu.En iyisi bu geceyi geçirdikten sonra sabah erkenden memlekete geri dönmekti.Yok, yok,boşu boşuna sınav stresi çekmemeliydim.O an kesin kararımı verdim.Sınava girmeyecektim.
Ben bunları düşünüp önemli bir karar almışken Amasyalı bir arkadaşım bulamadığı sınav giriş kartı için dövünmekteydi.Bu kadar zorlukları aşıp çok arzu ettiği astsubaylık için büyük bir fırsat yakalamışken, sınav belgesini nasıl olup da kaybettiğine yanıp tutuşuyordu.Bu yakınmalar sırasında ben de önemli bir karar almıştım.O an bu kararımı yanımdakilerle paylaşmak ve mümkünse,sınava girmeyi çok isteyen arkadaşa sınav giriş belgemi vererek yıkılan umutlarını yeniden yeşertmek istedim. “Belgeyi kaybetmiş olmana üzülmene gerek yok,” dedim. “Eğer üzerindeki kimlik bilgilerimi anlaşılamayacak bir biçimde değiştirebilirseniz benim sınav belgemi kullanabilirsiniz” Kuşku ile yüzüme baktı. Şaka yaptığımı sanıyor gibiydi.Ağzında bir şeyler geveledi,şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilemez bir haldeydi. Sonunda kendini toparladı, “ siz sınava girmeyecek misiniz? Nasıl olur, bu kadar yol geldikten ve bunca masraf yaptıktan sonra neden böyle bir karar aldınız?” “Sen bunlarla kafanı yorma” dedim. “Kararım kesin ve sınava girmeyeceğim.” Cebimden sınav giriş kartını çıkararak arkadaşa uzattığımda birlikte oturduğumuz arkadaşlar bana inanamaz gözlerle bakmaktaydılar.Ben aldığım kararın iç huzuru ve aldırmaz bir tavırla çayımı keyifle yudumlamaya başladım.
Uzun süre parkta oturduktan sonra caddelerde tur attık.Şehrin ana caddelerini adım adım gezdik.Saat ona doğru otele döndüğümüzde oldukça yorulmuştuk.Sabah erken ve dinç olarak uyanmak gerektiğini idrak eden arkadaşlar sessizce odalarına çekildiler.
Sabah sınava gitmek üzere hazırlanan arkadaşlarla birlikte oteli terk ettim.O akşam tanıdığım arkadaşlara bol şanslar dileyerek veda ederken sınav giriş belgesi verdiğim Amasyalı astsubay adayı, tekrar tekrar teşekkür etme gereği duyuyordu. “İnşallah kazanırsınız,”diyerek yanlarından ayrıldım.Bir saat sonra bir otobüsün orta koltuklarından birinde Ankara’ya doğru yol alırken, on beş gün sonra gireceğim öğretmen okulunun sözlü sınavlarını kazanmamın hem kendim hem de ailem için şart düşünüyordum.
Öğretmen okulunun sözlü sınav tarihinden bir gün önce Tokat’a gitmek için sözleştiğimiz iki arkadaşımla birlikte yola çıktık.İlçeden ayrıldıktan yaklaşık on dakika sonra Erdoğan, “sınav giriş belgeleriniz yanınızda mı?” diye sordu.Bekir’inki yanındaymış,ben almamıştım. “Belgeye gerek var mıydı, bilmiyorum ama belgemin nerede olduğunu bile bilmiyordum.Bir kaç gün önceden tüm aramalarıma rağmen belgeyi bulamamıştım.Aslında belge sorulacağına ihtimal vermiyordum,çünkü ilk sınavı kazananların listesi belliydi ve ona göre sınava alınacaktık.Ama Erdoğan’ın bu konuyu dile getirmesi kafamda bir kuşkuya yol açtı. Daha önce Eskişehir’de yaşadığım olayın tekrarını bu kez mağdur taraf olarak yeniden yaşıyordum. “Belge isterler” diye dayatan Erdoğan’a mantıklı bir itiraz yöneltemeyince arabayı durdurdum. “Ben geri dönerek belgeyi bulmalıyım” dedim.Şehirden yaklaşık on kilometre uzakta arabadan indim.
Eylül ayının ortalarında olmamıza rağmen hava, ağustosta olduğu gibi yakıcı bir sıcaklıkla kafamda boza pişirmeye başlasa da mümkün olan en kısa zamanda, eve ulaşarak belgeyi bulmalı ve akşam olmadan Tokat’a geri dönmeliydim.Stabilize yolun en sağından hızlı hızlı yürümeye devam ediyor,arada bir arkadan gelebilecek bir aracın gürültüsünü duyma ümidi ile kulak kabartıyordum.Yol boyunca uzanan tarlalarda insanlar yılın son ürünlerini hasat etmekle meşguldüler.Gözüm bastığım topraktan yükselen toz bulutunu seyrederken bir an önce şehre ulaşabilmek için Turhal yönünden bir araç gelmesi için dua ediyordum.Bir kaç kilometre yol aldıktan sonra arkamda bir tekerlek sesi duydum.Gelen bir at arabası idi ve araba tepeleme saman doluydu.Arabaya binme şansım olmayabilir diye düşünürken arabanın sürücüsü atları yavaşlatarak oturduğu yerden yana çekildi ve” atla” dedi.Çevik bir hareketle yanına sıçradım,atları tekrar hızlandırdı.Arabanın demir tekerlekleri kasisli yolda dönerken her sarsıntıda tepeme saman yağıyor,terli yakamdan boynuma dolan saman tozu, müthiş bir kaşıntıya neden oluyordu.Yarım saat sonra şehre ulaştığımızda arabadan inerken beni görenlerin tanımayacağı kadar toz ve toprağa bulandığımdan emindim.
Evi didik didik etmeme rağmen sınav giriş belgemi bulamadım.İşte o zaman Eskişehir de belgesini kaybeden çocuğun hangi duyguları tattığını daha iyi anlıyordum.Akşam yakındı ve bir an önce yola çıkmalıydım.Zira yarına kalırsam sınava girme şansımı hepten yitirebilirdim.Koşar adımlarla araba garajına gittim ve karanlık basmak üzereyken ancak Tokat’a ulaştım.
Sözlü sınavda kimlik dışında belge sormadılar.Zaten kapıda ilk sınavı kazanıp sözlü sınava girmeye hak kazananların listesi asılıydı.Sınav salonunun kapısına yakın bir yerdeki asılı listenin yirmi dokuzuncu sırasında adımı buldum.Her aday sınav salonunda değişik sürelerde kalıyorsa da en çok kalma rekoru on bir dakika ile Bekir’in oldu.Bekir’in müziğe olan yeteneğini keşfeden öğretmenler ondan şarkı söylemesini istemişler,o da zevkle iki şarkı okumuş.Bekir’den sonra ben salona girdim. O sırada öğretmenlerden biri dışarı çıktı. Bana fazla bir şey sormadılar.Kendimi tanıtmamı ve sınıfın karşı duvarına kadar gidip gelmemi söylediler,sonra “çıkabilirsin” denilince ben de bir şey anlamadan dışarı çıktım.Erdoğan öğlen sonuna kalmıştı.Öğle aralığında Tokat’ın meşhur saat kulesinin yanında yer alan Behzat Camisinin avlusundaki şadırvanda simitle karnımızı doyurduk. Öğleden sonra Erdoğan’ın sınava girmesini bekledik.Zile’ye gene hep birlikte gitmeye karar vermiştik.Saat ikide sınava giren Erdoğan kısa bir süre sonra dışarı çıktı. O da sınavdan bir şey anlamamıştı.Ders dışı birkaç sorudan sonra bir şarkı okumasını istemişler o da sınavı kazanıp okula kayıt yaptırınca şarkı söylemeye söz vermiş.Öğretmenler bu konuşmadan sonra gülerek Erdoğan’ı dışarı almışlar.
Sınava girdiğimiz bin dokuz yüz altmış üç yılının eylül ayında, inşaatı bitme aşamasına gelen yeni okul binasının artan kapasitesi bizim için iyi bir şanstı.Zira o güne kadar yetersiz olan eski okul binasında en çok yüz elli yatılı barındırılırken bu yıl bu sayı dört yüz olarak belirlenmişti.Bu durum o yıl sınava katılanların kazanma şanslarını artırmıştı.Nitekim sözlü sınava katılan beş yüz öğrencinin sadece yüz tanesi elenmiş diğerleri okula kayıt yaptırmaya hak kazanmıştı. Sınavı kazanan bu dört yüz kişi içinde birlikte sınava girdiğimiz ben dahil üç arkadaşım da vardı.
Bu öğretim yılına özgü olmak üzere birinci sınıfa kayıt yaptıracak olanların,o yıl hizmete giren okul binasının bazı eksikliklerinin tamamlanabilmesi için okulların açılmasından on beş gün sonra okula gelmeleri istenmişti.Bu yüzden birinci sınıf öğrencileri derslere ekim ayının ortalarında başlayabileceklerdi.Ben de küçük yaşlardan itibaren çok iyi arkadaş olduğum,çok iyi anlaşabildiğim Erdoğan ile ekimin ilk haftasında okula kayıt yaptırmak üzere yola çıktık.
Şehre ulaştığımızda, kayıt yaptıracağımız okulun önünden geçen yolun ana yolla kesişen sapağında arabadan indik. Buradan okula kadar olan yaklaşık bir kilometrelik mesafeyi yaya olarak alacaktık. Saat on altıya geliyordu. Henüz çalışma saatinin bitmesine yaklaşık bir saatten daha fazla bir zaman vardı. Hızlı hareket edersek herhangi bir sorun yaşamadan kayıt yaptırabileceğimizi düşündük. Taşımak zorunda olduğumuz çantalarımız bu kadar hantal ve ağır olmasa, bu yolu on dakikada yürüyebilirdik ama elimdeki sarı renkli tahta bavul, özellikle benim hızlı yol almamı engelliyordu. Erdoğan, bir doksanlık boyu ile benden çok daha fazla güçlü kuvvetliydi. Bana ayak uydurmak için yavaş hareket etmek zorunda olmasa, okula çok çabuk ulaşabilirdi; ancak beni yarı yolda bırakıp gitmiyordu. Gitmek istemiyordu zira Erdoğan’la ilkokul yıllarından beri iki kardeş kadar birbirimize yakındık. İyi anlaşıyorduk. Boylarımız uymasa da huylarımız uyardı. Aslında huylarımız yani kişiliklerimiz de birbirinden farklıydı da,birimizin eksiğini diğerimiz tamamladığı için, çok iyi anlaşıyorduk. Bu yüzden asla beni arkada bırakıp gitmeyi düşünemezdi. Bundan adım gibi emindim. Ben O’nun ne zaman ve nasıl düşünmekte olduğunu anlayabilirdim. Şimdi bir adım önümde ilerlerken, uzun bacaklarıyla bir an önce okula ulaşmaya can atsa da, bana ayak uydurabilmek için kendini zorladığından adım gibi emindim.
Okulun giriş merdivenlerine ulaştığımızda nefes nefese kalmıştım. Güz güneşinin akşamüstü sıcağında, ağır bir yükle bu denli hızlı hareket etmek, tüm vücudumu terden sırılsıklam etmişti. İç çamaşırlarım tenime yapışmış, alnımda ve yanaklarımda terden derecikler oluşmuştu. Erdoğan benden rahat görünüyordu. Merdivenleri tırmandık. Cam kapıdan içeri adım atmak üzereyken bizi, kolunda kırmızı bir şerit olan genç bir görevli karşıladı. Gülümsüyordu. “Hoş geldiniz arkadaşlar, sanırım kayıt için geldiniz, değil mi?” diye sordu. İkimiz birden, “evet” diye yanıtladık. “Çantalarınızı açar mısınız? Bir görelim, eksiğiniz var mı?”dedi. Kapının devamı gibi duran cam bölmenin önünde çantalarımızı açtık. Görevli, çantalarımızdakileri tek tek inceledi. “Bazı eksikleriniz var, onları temin edin gelin. Daha sonra kayıt yaptırırsınız.” Dedi. Neler almamız gerektiğini küçük birer kâğıda yazarak elimize tutuşturdu. Kâğıtlara çabucak göz attık. Almamız gereken bir sürü şey sıralamıştı; birer takım eşofman, ikişer adet yüz havlusu, ikişer kat iç çamaşırı, çorap, mendil…Erdoğan’la göz göze geldik. Biz her ihtiyacımızın devlet tarafından karşılanacağını sanıyorduk. Yatılı okulun anlamı bizce buydu. Demek ki yanılmışız. Yatılı da olsa bazı gereksinimleri kendimizin karşılaması lazımmış. Evden ayrılmadan önce durumu bilseydik elbette daha hazırlıklı gelebilirdik. Ayrıca bize harçlık diye verilen paralar bu listede yer alan eşyaları almamıza yetecek miydi, onu da bilmiyorduk. Ama yapacak fazla bir seçenek olmadığının da farkındaydık. Bunları almamız gerekiyorsa bir yolunu bulup alacaktık. Zaman kaybetmenin bir anlamı yoktu. Her geçen dakika bizim aleyhimizeydi. Bir an önce işe koyulmalıydık. Görevliye, “çantalarımız burada kalabilir mi? “diye sorduk. Geniş salondan yukarı katlara çıkılan merdiven altını gösterdi. “Çantalarınızı kilitleyin, buraya bırakabilirsiniz.”dedi. Sonra da, “Bu gün kayıt yaptırmak istiyorsanız geç kalmayın; saat beşte kayıt işine son veriliyor.”diye uyarıda bulundu.
Şehri çok iyi tanımıyorduk. İhtiyaçlarımızı nerelerden temin edeceğimiz konusunda en küçük bir fikrimiz yoktu. Gecekondu evlerinin önünden geçen tozlu yoldan koşarcasına şehre doğru ilerledik. Ana caddede önümüze çıkan ilk insana, listede yer alan eşyaları nereden alabileceğimizi sorduk. Adam uzun uzun yolu tarif etti. Söylediği yeri az çok tahmin edebiliyordum. Şehrin ortasından geçen tek caddesinin dışında, bu yola paralel uzanan birkaç yan yol daha vardı. Bize tarif edilen dükkânlar, tepesinde tarihi kalenin bulunduğu yalçın kayalığın altından geçen ve adının Sulu Sokak olduğunu sonradan öğrendiğimiz yol üzerindeydi. Kale şehrin her noktasından görülebilecek bir yükseklikte olduğu için, başka birilerine sormadan söylenen yere ulaşmamız zor olmadı. Girdiğimiz manifaturacıya listelerimizi uzattık.
Listeyi eline alan adamın hiç acelesi yoktu. Neden acelesi olsundu ki? Acelesi olan bizlerdik. Adam her zamanki davranışlarını sergiliyordu. Bu da gayet normaldi. Dükkânın değişik raflarından aldığı eşyaları tezgâhın üzerine iki öbek yaptı. Listede yer alan her şeyi verip vermediğini kontrol ettikten sonra hesap yapmaya koyuldu. Sonunda benim aldıklarımın yirmi dokuz lira, Erdoğan’ınkilerin ise otuz üç lira tuttuğunu söyledi. Erdoğan’ın ne hissettiğini o an bilmiyorum ama ben, içimde bir yerlerimin yırtıldığını hissettim. Yüreğim hop etti. Cebimde zaten otuz lira vardı. Bunun tamamını vermem isteniyordu. Başka ihtiyaçlar da çıkarsa ben ne yapacaktım? Ama şimdi daha sonra karşılaşacağım sorunlar için farklı seçenekler üretecek durumda değildim. Öncelikli sorunumuz okula kayıt olmaktı. Kayıt olmak için de bunların alınması gerekiyorsa alınacaktı. Ellerim titreyerek cebimdeki olanca paramı adama uzattım. Bir lira geri verdi. Erdoğan da aldıklarının ücretini ödedi, son hızla okula doğru yürüdük.
Her ne kadar hızlı hareket etmeye çalıştık ve yolları hep koşarak kat etmeye çalıştıysak da, okula ancak saat on altı kırk sekizde ulaşabildik. Görevli bizi gene kapıda karşıladı. Alnımızdan ve yanaklarımızdan ter akıyordu. Gömleklerimizin koltuk altları terden ıslanmıştı. Aldıklarımıza bakması için nöbetçi öğrenciye uzattık. Söylenenleri almış olduğumuzdan emin bir tavrı vardı. Çok dikkat etmeden elimizdekilere şöyle bir göz attı. “ Evet, eksiklerinizi tamamlamışsınız ama ne yazık ki bu gün mesai bitti. Görevli öğretmenler az önce kayıt işine son verdiler. Yarın sabah erkenden gelirseniz ilk sırada kayıt yaptırabilirsiniz.”dedi.Bu sözleri duyduğumda bacaklarım yorgun bedenimin ağırlığını daha fazla taşımamak için isyan bayrağını çekti. Vücudum pelte gibi yere yığılmak üzereydi. Düşer gibi merdivenlere çöktüm. Saat henüz on yediye on iki varken, neden kayıt işine son verildiğini sormak geçti içimden, ama soramadım. Kafamdan geçen düşünceleri dile getiremedim. Sorsaydım ne değişirdi, bilmiyorum. Herhalde kayıt yaptıracağım okulun öğretmenlerine, görevlerini neden on iki dakika önce terk ettiklerini sorma hakkım da yoktu.
Erdoğan’da yanıma oturdu. Okulun genel giriş kapısının önüne oturduğumuz için kayıtlı öğrenciler yanımızdan geçerken bizi meraklı bakışlarla izliyorlardı. Bir süre konuşmadan oturduk. İçimizdeki duyguların karmaşıklığı bizi sessiz olmaya zorluyordu. Önümüzde güzel bir manzara vardı. Bahçelerin içerisine serpilmiş gibi duran evlerin batıya dönük pencerelerinin camları, batmakta olan güneşin ışığında altın plakalara benziyorlardı. Bu manzarayı izlerken bilincimin açıldığını hissettim. Bulunduğumuz durumu değerlendirerek, yaklaşan akşamı nasıl geçireceğimiz konusunda gerçekçi bir değerlendirme yapmamız gerektiğini anımsadım. Üzülmenin, yakınmanın, ağlamanın, sızlamanın hiçbir yararı olamazdı. Sessizliği ilk olarak ben bozdum. “Ne yapacağız? Geceyi nerede ve nasıl geçireceğiz, düşündün mü?”dedim. Erdoğan daha dışa dönük, ve benden daha pozitif düşünce üretmeye yatkın biriydi. “Elbet bir şeyler yaparız, takma kafanı,”dedi. Yüzüne baktım, yüzünde belli belirsiz bir alaycılık vardı. Erdoğan çoğu kez yaptığı gibi işi gene alaya alma kolaycılığına kaçmıştı. İçinde bulunduğumuz çıkmazı umursamıyor gibiydi. “Benim bir lira dışında hiç param kalmadı, otele gidemeyiz, tanıdığımız birileri de yok. Geceyi nerede geçireceğiz? “diye konuşmamı sürdürdüm. “Benim de en fazla üç buçuk liram var. Evet, paralı bir otele gidemeyiz ama bedava bir otel bulabiliriz.”dedi. “Bedava otel olur mu? Kim bizi bedava otelde yatırır?” dedim. “ Bahçe otelleri var ya, orada parasız kalabiliriz.” Diye yanıtladı. Yüzündeki alaycı tebessüm gülmeye dönüştü. İçimden bu gamsızlığına kızmak geliyordu ama Erdoğan’a kızamıyordum. Bir açıklama yapmasını bekledim. “Yahu arkadaşım sen köy çocuğusun, hiç mi tarlada bahçede yatmadın? Bir geceden ne çıkar?” Çenesiyle karşıdaki bahçeleri gösterdi. “Gireriz şunlardan birine, sabahlarız. Bir geceyi hiç uyumadan geçirsek ne kaybederiz? Rahata ermek için bazı güçlüklere katlanmak gerek. Bir geceden bir şey çıkmaz. Sen bu işi bana bırak.” “Ah Erdoğan, sen ne geniş düşünceli birisin be kardeşim! İyi ki yanımda sen varsın. Şimdi yanımda sen değil de benim gibi karamsar biri olsaydı karşı karşıya olduğumuz bu sorun her halde bizi yer ve bitirirdi. Sen çok yaşa emi!” İçimden tamı tamına bu düşünceler geçiyordu ama bunları Erdoğan’a söyleyemedim.
Eylül ayının üçüncü haftasındaydık. Günler bir hayli kısalmıştı. Saat beş buçuğa kadar okul önünde oturup dinlendik. Güneş, okulun hemen yanı başından yükselen tepenin üzerinde yok olmak üzereyken ayaklandık. Ne yapacaksak ona göre davranmalıydık. Gecekonduların önünden geçen yolu ikinci kez ters yönde adımlamaya başladık. Bu kez ilk gelişlerimiz gibi acelemiz yoktu. Sahilde geziye çıkmış avare turistler gibi ağır adımlarla yürüdük. Keşke her adım aralığı en az on dakikalık bir zamanı alıp götürseydi. O zaman yüz adımda ertesi günün sabahını bulur, kayıt zamanına geliverirdik. Ne yazık ki zaman kendi bildiğinden bir salise bile şaşmadan akıp gidiyordu. Bir saat önce asla geçmesini istemediğimiz zamanın şimdi çok çabuk geçmesini dilemek hiçbir gerçeği değiştirmiyordu.
Elimdeki bavulumu taşımakta zorlanıyordum. Bavulum neden bu kadar ağırdı? “Yanlışlıkla içerisine gereksiz bir şeyler doldurmuş olabilir miyim?” diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Ya da açlık, susuzluk ve çöken moralim yüzünden mi çantam bana bu kadar ağır geliyordu? Her ne olursa olsun, dinlenmeye ihtiyacım vardı. Acele etmemizi gerektiren bir neden olmadığına göre, istediğimiz yerde ve istediğimiz kadar durup dinlenebilirdik. Nitekim yol üzerindeki mahalle bakkalının önünde mola verdik. Erdoğan, “ver bakalım kalan paranı, buradan yiyecek bir şeyler alalım.”dedi. Cebimdeki son lirayı, hazine bağışlıyormuş gibi uzattım. “Sen bavulları bekle!” dedi. Tahta bavulumun üzerine oturdum. Erdoğan bakkaldan çıkıncaya kadar dinlenecektim. Geri döndüğünde ne aldığını sormaya bile gerek görmedim, tekrar ana yola doğru yürüdük.
Elimizde çantalar olduğu halde ana cadde boyunca bir aşağı bir yukarı, uzun bir süre gidip geldik. Kayıt yaptırmaya yetişmek için kendimizi paralarcasına hızlı hareket ederken, ışık hızı ile akıp giden zaman, bir an önce çekip gitmesini beklediğimiz şu anda, bir türlü geçmek bilmiyordu. Alaca karanlığın bir örtü gibi kentin üzerine çöktüğü anı beklemek, bizim için adeta bir işkenceydi. Kollarım ve bacaklarım daha fazla hareket etmemek için isyan etmek üzereyken beklediğimiz an geldi. Ortalığın yeterince sakinleştiği ve karanlığın renkli bir tül gibi bizi sarmaladığı kanaatine varınca, yol boyu gidiş gelişler sırasında tespit ettiğimiz bahçelere doğru yürüdük. Seçtiğimiz bahçe bizi bir gecelik konuk edecekti. Ana yolun üzerinde yer alan benzin istasyonunun yanından sağa saptık. Bu kesimde evler aralıklı olduğu için insanlara rastlama olasılığı daha az görünüyordu. Yan yolun her iki tarafında bahçeler ve bu bahçelere ait yüksek kerpiç duvarlar uzayıp gidiyordu. Benzinlikten iki yüz metre kadar ileride duvarının bir bölümü yıkık olan bahçenin önünde durduk. Burası gecelemeyi planladığımız yerdi. Ortalık neredeyse tamamen kararmıştı. Yanan sokak lambalarının zayıf ışığı da yeterli aydınlatmayı sağlayamıyordu. Bu durumun bizim işimizi kolaylaştıracağını düşünüyorduk. Erdoğan uzun boyunun avantajı ile yıkık duvardan içeri bir göz attı. Yakın çevrede birilerinin olup olmadığını öğrenmeye çalıştı. Ortalığa derin bir sessizlik hakimdi. Akşam ortaya çıkan hafif rüzgârın etkisiyle oluşan ağaç yapraklarının hafif hışırtısı dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Daha fazla bekleyemezdik. Bulunduğumuz yoldan her an birileri geçebilirdi. Önce Erdoğan duvardan içeri atladı. “Bavulları uzat!” dedi. Sıra ile çantaları uzattım. Benim duvardan atlamam çok kolay olmadı. Yorgun olan kollarımla duvara tırmanmaya çalıştım. Çaresizliğin verdiği güçle son bir hamle yaparak duvarın üzerine çıkmayı başardım. Elbisemin toz toprak içerisinde kaldığından şüphe yoktu ama şu anda elbisemin kirleneceği gibi titizlenmeleri düşünecek durumda değildim. Erdoğan çantaları bahçenin içlerine doğru taşırken kendimi yavaştan aşağı bıraktım. Ayaklarımı toprağa dengeli basamadığım için yere yuvarlandım. Toprak yoğun bir şekilde otlarla kaplıydı. Ayağa kalktım ve hayal meyal görebildiğim Erdoğan’a doğru ilerledim.
Bahçenin içerisi dışarıdan daha çok karanlıktı. Yüksek duvarlar şehirden ve sokak lambalarından yansıyacak olan ışığı büyük ölçüde engelliyordu. Gene de az çok çevremizi görebiliyorduk. Bahçe de lahana ekiliydi. Erken gelişen ve satılığa gelen lahanalar kesilmiş olduğundan yerleri boş kalmıştı. Bahçenin her tarafına serpilmiş, aralıklı meyve ağaçları göze çarpıyordu. Ortalara yakın bir konumdaki büyük ağacın altına oturduk. Ağacın altındaki kurumuş otlar sanki bizim için özellikle toplanmıştı. El yordamı ile otları daha çok bir araya getirerek, kendimize uygun oturma yerleri yaptık. Ortam umduğumuzdan daha iyiydi. Burada bir gece geçirmenin hiç de düşündüğümüz gibi zor geçmeyeceğine kanaat getirdik. Şimdi gönül rahatlığı ile aç karnımızı doyurabilirdik. Erdoğan, bakkaldan son kalan paralarımızla aldığı yiyecek torbasını açtı. İki ekmek, iki yüz gram peynir ve iki kutu meyve suyu ile bir paket sigarayı ortamızdaki bavulun üzerine dizdi. Birer ekmeğin arasına iki eşit parçaya böldüğümüz peyniri yerleştirip iştahla yedik. Sabahtan beri aç olduğumuz için birer ekmek az bile geldi. Ne yazık ki bu kadarla yetinmek zorundaydık. Babamız fırıncı değildi ya!
Henüz akşamın erken saatleriydi. Şimdiden burada oturup sabahın olmasını beklemek elbette çok zor olacaktı. Bir şeyler yapmalı, bir yerlere giderek zaman geçirmeliydik. Cebimizde sinemaya gidecek kadar paramız olsa çok kolay geçerdi zaman. Girerdik bir sinema salonuna, en az on ikiye kadar sıcak sıcak otururduk. Ya da bir kahvehanede hem sıcak çaylarımızı yudumlar hem de tavla oynardık. Şimdi bunların hiç birini yapamazdık, çünkü paramız yoktu. Ben sadece benim param kalmadı sanıyordum. Meğer Erdoğan’ın parası da bitmiş. Keşke O’nun parası bari olsaydı ama yoktu işte. Şimdi zaman geçirmek için başka yollar düşünmeliydik. Bizde tam bunu düşündük: Yollar. Bizim yapabileceğimiz sadece yollarla arkadaşlık etmekti. Çıkacaktık bu karanlık ortamdan, kendimizi yollara vuracaktık. Yollar kalabalıktı, en azından şimdilik. Cebinde dilediği gibi harcayabileceği parası olanlar, bir süre yolları adımladıktan sonra ya bir sinemaya gideceklerdi ya da bir kahvehaneye. Bu arada biz gelip geçenleri seyretmekle yetinecektik. Ne zamana kadar sürerdi bu seyretme oyunu? Onu bacaklarımıza sormamız gerekecekti. Ne zaman yorulduklarını ve artık bedenlerimizi taşıyamayacaklarını belli ederlerse o zamana kadar yolları arşınlamaya devam edecektik. Bavulları kuru otların altına gizledik. Dolan midemizde yoğunlaşan enerji tüketimi, soğumakta olan havanın etkisini daha çok duyumsamamıza neden oluyordu. Yani yavaştan yavaştan bir üşümenin ürpertisi bedenimi yokluyordu. Hareket etmeliydik. Girdiğimiz yıkık duvarın gediğinden kontrollü olarak dışarıya çıktık.
Saatler, saatler, saatler…Saatlerce yolları adımladık. Şehre geldiğimiz ilk gün, şehrin ana caddelerinin kaldırımlarında, ayaklarımızın değmediği bir karışlık yer kalmamacasına yürüdük. Dolan sinemalar boşaldı. İzledikleri filmleri eleştirerek evlerine gitmekte olan insanları imrenerek yolcu ettik. Kahvehanelerde oyun oynayarak zaman geçirenler saat on ikiye doğru yuvalarına dönmek üzere caddelerde son kez boy gösterdiler. Dost ziyaretlerinin tatlı sohbetlerine daldıkları için zamanın hızla akıp gittiğini geç fark eden aileler, aceleci adımlarla evlerine dönerlerken, sokaklar kedilere, köpeklere, gece bekçilerine ve ne yazık ki bir de Erdoğan’la ikimize kaldı. Bizim de artık bahçe sarayımıza dönme zamanı gelmişti. Daha fazla buralarda kalarak gece bekçilerinin dikkatini çekmemeliydik. Öyle bir durum ortaya çıkarsa geceyi karakolda geçirmekte vardı. En iyisi kimseye çaktırmadan yuvamıza dönmekti. Ağır aksak bahçemize döndük.
Ceviz ağacı gibi büyümüş, dal budak salmış elma ağacının kalın gövdesine sırtımızı yasladık. Yorulan bacaklarımızı dinlendirmek için, evimizde olduğu gibi sere serpe uzattık. Erdoğan’ın bir ekmekten vazgeçme pahasına, akşam bakkaldan aldığı bir paket sigarayı yolları adımlarken bitirmiştik. Çok sigara içmekten midelerimiz kazınıyordu;acıkmıştık. Şimdi birer lokma bile yiyecek olsaydı açlığımızı yatıştırırdık ama yiyeceğin kırıntısı bile yoktu. Erdoğan’ın mide şikâyeti benimkinden çok daha fazlaydı. Gövde yapısına bakılırsa, O’nun benden iki kat fazla yemesi gerekirken, akşam yiyecekleri eşit paylaşmıştık. Bu yüzden tam doymayan midesi şimdi isyan halindeydi. Daha önceden de mide rahatsızlığının olduğunu biliyordum. Şimdi iki elini yumruk yaparak midesine bastırmış bir durumda, kazınmasına engel olmaya çalışıyordu. Erdoğan acı içerisinde kıvrandıkça üzülüyordum ama elimden de bir şey gelmiyordu. O’nun sorununu giderecek olan tek şey bir lokma yiyecekti. Bu ortamda da yiyecek bulmak olanaksızdı. Erdoğan ne yaptıysa da ağrısı geçmiyordu. Bahçede yiyecek olarak lahana vardı. Bir parça yerse rahatlayabilirdi. Karanlığa alışan gözlerimizle çevreyi az çok görebiliyorduk. Oturduğumuz yere en yakın olan lahanaya uzanarak ortasını açtım. Beyaz yapraklarından bir parça koparıp Erdoğan’a uzattım. “Şundan bir parça yersen faydası olabilir.”dedim. İtiraz etmeden aldı ve yedi. Bir süre sonra rahatladığını söyledi. Sevindim, ancak bu sevincim uzun sürmedi. Ağrı, çok geçmeden daha şiddetli başladı. Aklıma ağaçlar geldi. Elma bulabilirsem Erdoğan’ın midesine iyi geleceğini düşündüm. Ses çıkarmamaya özen göstererek yanımızdaki ağaca tırmandım. Ağaçlara tırmanmaya alışıktım. Hiç zorlanmadan yukarılara çıktım. Elma göremiyordum. Elimi rastgele dallarda gezdirdim. Sonunda meyveli bir dal bulmuştum. Bulabildiğim elmaları ceplerime doldurduktan sonra dikkatle aşağı indim. Erdoğan iki dizi üzerinde namaz kılar gibi oturmuş ağlamamak için dişlerini sıkıyordu. Elmaları uzattım. Boş midesini elma ile doldurmaya başladı.
Elma Erdoğan’ın midesinin ağrısını az çok yatıştırmıştı. Arkadaşıma yardım edebildiğime sevindim. Ancak bu kez başka bir sorun ortaya çıktı. Zaman gece yarısını çoktan geçmiş, hava iyice soğumuştu. İkimiz de üşüyorduk. Ben üşüdüğümü geç fark etmiş olmalıyım ki konuşurken dişlerimin birbirine vurduğunu hissettim. Akşam bir ara kesilir gibi olan rüzgâr, şimdi daha serin ve daha güçlü esiyordu. Soğuğa karşı önlem almalıydık. Donmadan sabaha çıksak bile hastalanacağımız kesin gibiydi. Henüz uyuma ihtiyacı duymuyorduk. Belki sabaha kadar da uyumadan oturabilirdik ama soğuk fena halde canımızı acıtmaya başladı. Bahçelerde sabahlamayı düşündüğümüzde güz mevsiminin gece soğuklarını hesaba katmamıştık. Ayrıca yediğimiz soğuk elma içimizi üşütmüştü. İkimiz birden titrediğimizi itiraf ettik. Erdoğan, “böyle olmayacak, hareket etmezsek donarız. Kalk, uygun bir yerde yürüyelim,” dedi. Yürüyebileceğimiz en uygun yer bahçe duvarlarının önlerindeki boşluktu. Başka yerde yürümek tehlikeli olurdu. Bir yerlere takılıp düşebilirdik. Bahçenin yol tarafı bu iş için uygundu. Duvarın önünden geçen kuru su arkının içinde, mümkün olduğu kadar hızlı bir tempo ile yürümeye başladık.
Bahçeyi boydan boya en az on kez yürüdükten sonra ısınabildik. Yürümeyi bıraktığımızda tekrar üşümeye başlayacağımız kesindi. Buna karşı çantalarımızda bulunan ne kadar giyecek varsa üst üste giyindik. Bedenimiz ısınınca üzerimize bir ağırlık çöktü. Galiba uykumuz geliyordu. Yatacak yer hazırlığına giriştik. Yakınımızda ne kadar kuru ot varsa toplayıp ikiye böldük. Bir yatak gibi kalınca düzledikten sonra sırt sırta vererek uzandık. Çantaları iki yönde, rüzgâra karşı koruyucu kalkan gibi önümüze yerleştirerek rüzgârın üşütücü etkisini en aza indirmiştik. Bulunduğumuz ortamın güçlüğünü kafamdan atmaya çalışıyordum. Kendimi evimizde, her zaman zevkle uyuduğum yatağımda farz ettim. Şu an gerçekten de önemli bir problem yok gibiydi. Olumlu düşüncelere yönelmek yorgun bedenimi gevşetti. Yavaştan gözlerime bir ağırlığın çöktüğünü hissettim. Bu uykunun ilk adımı olmalıydı, uyumuşum.
Ne kadar zaman geçti tam olarak bilmiyorum ama uyandığımda tüm bedenimin kazık gibi kaskatı olduğunu hissettim. Uzun uğraşlarla ısındıktan sonra uyumamız hiç de iyi olmamıştı. Uyku sırasında savunmasız kalan vücudumuz soğuktan donmak üzereydi. Elbisemin hafifçe ıslak olduğunu görünce telaşlandım. Yağmur yağmış olabilir miydi? Üzerimizde büyük bir çadır gibi duran ağacın yaprakları arasından yıldız görebildiğime göre hava açık olmalı diye düşündüm. Bir süre hareket etmekte zorlandım. Güçlükle doğrulup Erdoğan’a baktım. Aralıklı nefes alışı hala onun derin bir uykuda olduğunu belli ediyordu. Yavaşça sırtına dokunarak uyandırmaya çalıştım. Bir iki kez sarstığım halde uyanmıyordu. İçime bir kuşku girdi. Donmuş olabilir miydi? Paniğe kapılmak üzereydim. Daha güçlü sarsarken “Erdoğan uyan, donacağız.”diye adeta bağırdım. Sıçrayarak kendine geldi. Şaşkın şaşkın çevreye bakındı. Nerede olduğunu unutmuş gibiydi. Belki de kendini evlerinde sıcacık yatağında sanıyordu. Sonunda bilinci açıldı.
Yattığı yerden doğruldu. “Üüüüfff!... donmuşuz yahu. Bu ıslaklık da ne böyle?”dedi. Yağmur yağmadığına göre yoğun bir çiy düştüğünü anlamıştım. Yakınımızdan geçen Yeşilırmak’tan, gün boyu havaya yükselen nem, gece çiy olarak geri toprağa düşmekteydi. Bu ıslaklığın başka bir açıklaması yoktu. Gerçekten çok üşümüştük. Tüm vücudumuz zangır zangır titriyordu. Kalkıp olduğumuz yerde zıplamaya başladık. Ancak böyle yaparsak yani hareket edersek ısınabilirdik. Uzun bir süre harekete devam ettikten sonra titrememiz geçti. Artık uyumak gibi bir yanlışlığa düşmeyecektik. Ne kadar zor olursa olsun sabaha kadar oturmaya karar verdik. Aksi halde sabahın olmasını bir daha göremeyebilirdik. Erdoğan, bir anda kendini büyük bir karamsarlığa kaptırdı. Birilerine kızıyor, içinde olduğumuz duruma kahrediyor ve ortalığa hakaretler yağdırıyordu. Yaptıklarına karşı çıkmak istemedim. “İçini boşaltması iyi gelir,” diye düşündüm. Yaptığı küfürlerin kimseye bir zararı yoktu. İçinde biriken zehri en zararsız olan yere, bilmediğimiz birilerine ait olan lahana tarlasına boşaltıyordu. Sakinleşinceye kadar sesimi çıkarmadım. Sonunda sakinleşti. “Kime kızıyorsun? Bu duruma düşmemize birileri neden olmadı ki. Kendi hatalarımız yüzünden bunları yaşıyoruz. Eğer dün memleketten çok daha erken yola çıkmış olsaydık, akşam olmadan okula kayıt yaptırabilirdik. Kendi yaptığımız hatalar bizi bu duruma düşürdü. Sonradan bunu değiştirmek de elimizde değildi.”dedim. Erdoğan bir süre suskun kaldı. Daha sonra, “niye ve kime kızıyorum diye merak ediyorsun, değil mi? “diye konuşmaya başladı. “Ben aileme kızıyorum. Yok yoksul değiliz. Paramız pulumuz var. Bir piknik yemeğine harcanan paranın, bana buraya gelirken verdikleri harçlığın üç beş katı olduğunu çok iyi biliyorum. Öyle iken neden bu durumlara düşürüldüm? Aile büyüklerimin her olasılığa karşı bana daha çok para vermeleri gerekmez miydi?. Evlerimizden uzakta bir zorlukla karşılaşabileceğimizi düşünmeleri gerekmez miydi? Bilmediğimiz, tanımadığımız bir ortamda kimden yardım bekleyecektik? Bize kim yardım edebilirdi? Cebimizde bol para olsaydı, bunları yaşamak zorunda kalır mıydık? Ben senin ailenin maddi durumunu bilemem. Belki olmadığı için az para ile göndermek zorunda kalmışlardır ama bizim ailenin yediği önünde, yemediği arkasında. Yani hiçbir maddi sıkıntımız yok. Durum böyleyken neden ben bunları yaşamak zorunda bırakılıyorum? İşte beni üzen ve kahreden konu bu,”diyerek konuşmasını tamamladı. Bu anlattıklarına karşı ben ne diyebilirdim ki? Eğer maddi durumları gerçekten söylediği gibi ise, kızmakta yerden göğe kadar haklı değil miydi? Ben aileme kızamıyordum. Zira verebileceklerinin en azamisini vererek yolcu etmişlerdi. Hatta verdikleri bu otuz lirayı da köydeki bankacıdan borç aldıklarını gözlerimle gördüm. O yüzden ben kimseyi ne suçlayabilirim, ne de kızabilirim. Yaşadıklarımız olması gerekendi demesem de asıl hatanın kendimizde olduğunu düşünüyordum. Bir gün önce yola erken çıkmış olsaydık bunları asla yaşamazdık. Olanlar olduğuna göre bu konularla ğraşmanın hiçbir yararı olamazdı. Biz geleceğe bakmalıydık. Bundan sonra bir daha böyle bir durumla karşılaşmamak için yaşadıklarımızdan ders almalıydık. “Boş ver şimdi bunları, düşünme.” Dedim. “Bak batı ufku aydınlanıyor. Sabahın olması yakın. Sıkıntılar geride kalmak üzere. Bir an önce buradan çıkmalıyız. Geç kalırsak birileri ile karşılaşabiliriz. Artık tekrar caddelere çıkma zamanı geldi. Haydi çıkalım buradan, yürürsek üşümekten de kurtuluruz.” Üşümemek için fazladan giyindiklerimizi çıkarıp çantalara yerleştirdik. Girdiğimiz yerden sokağa çıktık. Bahçeden ağır adımlarla uzaklaşırken, içimden, bir gece bizi konuk ettiği için lahana tarlasına sessizce teşekkür ettim.
Şehrin ana caddesinde, bir aşağı bir yukarı yürüyerek, sabahın olmasını beklerken, bizi gelecekte nelerin beklediğinin düşlerini kurduk. Erdoğan’ın ne düşündüğünü tam olarak bilemem ama ben, yaşadığımız tüm güçlüklere rağmen gelecekten umutluydum. Önümüzde yeni açılacak olan yaşam kulvarında,çekmekte olduğumuz bu sıkıntıları asla aratmayacak günler göreceğimize yürekten inanıyordum. Bu inançla sabahı yakaladık. Güneşin ufku önce kızıla, sonra sarıya boyadığını, ardından boğazı sıkılarak nefessiz kalan bir insanın moraran suratına benzeyerek yükseldiğini, daha sonra da yeryüzünü sarıp sarmalayan sevecen bir sıcaklığa büründüğünü adım adım izledik. Saat sekize yirmi kala okula doğru yürürken, çektiğimiz sıkıntıların izlerini geçmişe gömerek huzuru yakalamaya çalıştık.
Kayıt sırasının ilki elbette bizimdi. Bizden başka sabahın gelmesini özlemle bekleyen başka birileri var mıydı ki kayıt önceliğini alabilsinler. Kayıtta bir sorun çıkmadı. Henüz sabahın dokuzu olmadan okulun kayıtlı öğrencileri listesine adımız yazıldı. Bir gün önceki nöbetçi öğrenci değişmişti. Kayıttan hemen sonra önümüze düşerek, okulun en üst koridoruna sıralanmış çelik kasalardan, bize ayrılmış olanını gösterdi. İki bölmeli dolabın bir gözü bana, diğeri Erdoğan’a ait olacaktı. Anahtarları bize uzatan nöbetçi, “eşyalarınızı düzenli olarak bu dolaplara yerleştirirsiniz. Dolaplarınız her zaman düzenli ve tertipli olmalı. Zaman zaman okul yönetimi dolapları denetler. İçerisinde okulca yasak olan hiçbir şey bulundurmamaya özen göstermelisiniz. Haydi, hayırlı uğurlu olsun.” Diyerek yanımızdan ayrılırken unutmuş gibi geri döndü ve, “bu gün okulda size yemek çıkmayacak. Yeni kayıt yaptıran öğrenciler bir gün sonrasının yemek listesine yazılırlar. Bu gün istediğiniz yerden karnınızı doyurabilirsiniz.”dedi. Çantaların içindekileri dolabımıza yerleştirmeye başladık. Nöbetçinin son sözleri bir kez daha çekeceğimiz bazı sıkıntılar olacağının ipuçlarını veriyordu. Açıkçası bizim bu gün aç kalmaya mahkûm olduğumuzu anladık. Bunun üstesinden nasıl geleceğimiz henüz belli değildi; ancak dün akşamdan beri aç olan karnımızda, alarm zilleri çalmaya başlamıştı bile.
Okulumuzun yeni binasında eğitim ve öğretime başlamasının üzerinden bir hafta geçmişti. İkinci ve üçüncü sınıf öğrencileri ile kayıtlarını en son bir gün önce yaptıranlar, yemeklerini okul binasının en alt katındaki yemekhanede yerlerken Erdoğan’la ikimiz, dün akşamdan beri aç olan midelerimizin isyan gürültülerine aldırmamaya çalışarak, üç çeşit yemekle adeta kendilerine ziyafet çekmekte olan arkadaşları, dışarıdan, pencerenin önünden, ciğerciyi seyreden kediler gibi yalanarak izliyorduk. Ben açlığa Erdoğan’dan daha çok dayanıklıydım. Çünkü O’ durmadan midesinden şikâyet ediyor ve elini karnından bir an olsun çekemiyordu. O gün de akşama kadar açlığımızı önemsemeden geçirdik. Zaten başka çare yoktu. Kimden bir lokma ekmek ya da karnımızı doyurmak üzere para isteyebilirdik? Hiç kimseyi tanımıyorduk. Karnımızı doyuracak başka bir yol da aklımıza gelmedi. Akşam yemek saati oluncaya kadar sorun olmayan açlığımız, öğrenciler ilk etüt saati sonunda yemekhaneye inerlerken, dayanılmaz boyutlarda yeniden alevlendi. Erdoğan mide ağrısından neredeyse ağlayacak kadar rahatsızdı. Benim de zaman zaman başım dönüyor, gözlerimin önü kararıyor, bilinç bulanıklığı yaşıyordum. Bir şeyler yapmalıydık. Boş midemizi oyalayacak yiyecek bir şeyler bulmalıydık. Yiyeceği nereden ve nasıl temin edebileceğimizi bilmiyorduk. Bilinçli mi yoksa bilinçsiz bir şekilde ayaklarımızın zoraki iteklemesiyle mi gittik, tam farkında değilim ama, kendimizi bir anda yemekhanenin önünde, pencerelere yakın bir konumda bulduk. Açık pencerelerden nefis yemek kokuları geliyordu. Ortalığı çatal kaşık sesleri kaplamıştı. Çocuklar gene neşe içerisinde ve güle oynaya yemeklerini yiyorlardı. Yemek sonuna kadar olduğumuz yerden ayrılmadık. Yemek kokuları içimize baygınlık veriyordu. Yemekhane boşaldığında masaların üzerinde kalan ekmek kırıntıları, bizi dayanılmaz bir şekilde kendine çekmeye başladı. Erdoğan’la göz göze geldik. Aynı şeyi düşündüğümüzden hiç kuşkum yoktu. Hiç konuşmasak da ne yapmamız gerektiğine bir anda karar verdik. Son öğrenci yemekhaneden dışarı çıkar çıkmaz içeriye koştuk. Masaların üzerinde bulabildiğimiz ekmek parçalarını göz açıp kapayıncaya kadar topladık. Tam o anda yemekhane görevlileri geldiler. Temizliğe başlayacaklardı. Ne yaptığımızı mutlaka görmüşlerdi. Ancak durumumuzu anlamış olmalıydılar, zira acıyan gözlerle bize bakıyorlardı. Toplayabildiğimiz ekmekler ceketlerin altına saklı olduğu halde dışarı fırladık. Bizi kimsenin görmeyeceği, bakışlarıyla rahatsız edemeyecekleri uzak bir köşe seçmeliydik. Yüz metre ileriden geçen su kanalına doğru koştuk. Çevrede kimseler yoktu. Derinliği iki metreyi bulan susuz kanalın içine atladık. Burası çok güvenli gibiydi. Koltuk altına sıkıştırdığımız ekmekleri büyük bir iştahla yemeye başladık. Hayatımda yediğim en lezzetli katıksız ekmek buydu. Sanki kuzu döner yer gibi zevkle yiyordum. Bir daha ömrüm boyunca bulabildiğim en küçük ekmek parçasına bile küçümser bir tavırla bakamayacağımdan emindim. Boş midemi ekmekle doldurmak beni rahatlatmıştı. Giderek lokmaları daha özenle çiğnemeye başladım. Artık yarını beklemek zor olmayacaktı. Bu akşam okul yemeğinden yararlanamayacağımız son akşamdı ve biz az çok karnımızı doyurmuştuk. Kalan son ekmek parçasını ağzımda dolaştırırken, içine düştüğümüz acı durumdan ötürü, boğazıma doğru yükselen ağlama isteğimi bastırmakta zorlanıyordum. Bir an nefes alamaz oldum. Şiddetli bir öksürükle birlikte gözlerimden yağmur gibi yaşlar boşaldı. Boş boş yüzüme bakan Erdoğan’ın akan gözyaşlarımı görmemesi için kafamı başka tarafa çevirdim. Çünkü içinde bulunduğumuz sıkıntılı ortamı daha da zorlaştırmak istemiyordum.
Yeni okuluma çok çabuk alıştım. Ortaokul yıllarında yanında kaldığım, büyük ağabeyimin evinde, zaman zaman katlanmak zorunda kaldığım aşağılayıcı söz ve davranışlarla burada karşılaşmadığım için, kısa sürede yatılı okulun tertip ve düzen gerektiren yaşamını sevmeye başladım. Okulumuzda, benimle aynı koşulları ve devletin sağladığı olanakları eşit paylaşan dört yüz öğrenci vardı. Ben bu okulun her şeyini beğeniyordum. Binanın fiziki özellikleri, çevre düzeni ve konumu çok güzeldi. Çıkarılan yemekler bana göre harika idi. İçimizdeki bazı nazlı çocukların savladıkları gibi, ‘annemin yemekleri burada çıkarılanlardan çok daha güzeldi’ iddiasında hiç bulunmadım. En azından böyle bir düşünce üretmenin bize bu olanağı sağlayanlara karşı bir nankörlük olacağına inanıyordum. Okula başladığımızın daha ilk günlerinde, birkaç çeşit farklı desenli ve kaliteli kumaşlardan, kendi zevkimize göre seçtiklerimizin, anlaşmalı terzilere diktirilmesi ile sırtım ilk kez doğru düzgün bir takım elbise gördü. İlk defa beni kış soğuklarından koruyacak yün palto giyebilme mutluluğuna eriştim. O güne kadar özlemini çekerek sahiplenmek istediğim ne varsa hemen hemen tümüne sahip oldum. Banyo havlusundan iç çamaşırlarına, çoraptan kravata kadar her gereksinimimiz okulca karşılandı. Bize kalan tek sorumluluk ders çalışmak ve başarılı olmaktı. Bunu da yapmamak olamazdı.
Okul arasında olağanüstü bir kaynaşma vardı.Bunu okul yönetimine , bilinçli öğretmenlerine ve bize kazandırılan olumlu davranışlara borçluyduk. Aynı ana babadan doğma kardeşler ancak bu kadar birbirlerine sevgi ve saygı ile yaklaşabilirlerdi. İkinci ve üçüncü sınıfta okuyanlar alt sınıftakilere tam bir ağabeylik yapıyorlar, alt sınıftakiler de büyüklerine asla saygıda kusur etmiyorlardı. Hele son sınıf öğrencileri tam birer öğretmen edası taşıyorlardı.
Okulda beni sıkıntıya sokan tek sorun hiç paramın olmaması idi. Okula gelirken ailemin cebime koyduğu otuz lirayı daha ilk gün, kayıt sırasında bulundurulması zorunlu olan bir takım gereksinimleri temin etmek için harcadığımdan beş kuruş param kalmamıştı. Aradan uzunca bir zaman geçmeden ailemden para isteyemezdim, çünkü beni okula yolcu ederlerken verdikleri otuz lirayı da başkalarından borç aldıklarını biliyordum. Aslında paraya çok fazla ihtiyaç duymuyordum. Hafta sonu çarşıya çıkmazsam, başkaları gibi sinemaya gitmezsem, çay, simit istemezsem, pek ala beş parasız yaşayabilirdim. Zaten bunları yapmamın olanaksız olduğunu bildiğimden anında tümünden vazgeçtim. Böylece ilk yarıyıl tatiline kadar ailemden hiç para istemedim. Yaklaşan yarıyıl tatiline giderken yol parası yapmak üzere, ailemden ilk kez istediğim para tam zamanında geldi.
Birinci dönem sonunda aldığım karnemden memnundum. Sadece fizik dersim zayıftı. Bu dersin zayıf olması da çok doğal sayılırdı, zira öğrencilerin ancak yüzde beşi geçer not alabilmişti. Bunun nedeninin o dersin öğretmeninden kaynaklandığını okul yönetimi de dahil herkes biliyordu. Yıl sonunda bu dersten de geçer not alacağımdan kuşkum yoktu. Gönül rahatlığı ile memlekete gidebilirdim. Yaklaşık dört aydır ayrı kaldığım ailemi özlemiştim. Tatilin ilk günü köyümün yolunu tuttum.
Köyümüzün çevresi tam bir çember biçiminde yükselen kayalıklarla kaplıdır. Büyüklerimiz, burasının henüz sürekli yerleşim alanı seçilmeden önce, yörede yaşayanların hayvancılıkla geçindiği yıllarda, soğuk ve karlı kışların geçirildiği kışlak olarak tercih edildiğini anlatırlardı. Köyün kurulu olduğu alana kuzey, doğu ve batı yönlerinden ulaşım olanağı yok gibidir. Sadece güney yönünde iki çıkış yolu vardır; biri köyün tam karşısından Ankara yoluna çıkar; Benim yürümeyi tercih ettiğim yol ise diğerine göre daha uzun ve dolambaçlı idi. Birbirinden bıçakla kesilmiş gibi ikiye ayrılmış iki yalçın kayalığın arasından geçen derenin kıvrımlarını izleyen yoldan köye ulaşmayı seviyorum. Bu yolun eşsiz bir manzarası vardır. Bir tarafında nazlı nazlı akan derenin, insanın içini bir müzik gibi saran suyunun sesi, diğer tarafta boz kayaların arasından fışkıran çayırlar ve çeşit çeşit çiçeklerin renk armonisi; bunlar bana çok çekici geliyordu. İçinde bulunduğumuz şubat ayı ile hiç de uyumlu olmayan parlak güneş ışığı altında köye doğru yol alırken, yolun batı yakasını kuşatan kayalığın dar toprak örtüsünden fışkıran taze çimenleri bile özlediğimi duyumsuyordum. Henüz yaprak çıkarmayan dikenli çalılıkların arasından görülen mor menekşeleri uzaktan severek yürüdüm. Zamanı geçmekte olan kar çiğdemleri boyunlarını bükmüşlerdi. Bu çiğdemlerin ikinci adının öksüz çiğdem olmasının nedeni, bu boynu bükük görünümlerinden mi ileri geliyordu, bilmiyorum. Bu çiğdemlerden birkaç tanesini koparıp ceketin yaka cebine soktum. Haftalar öncesinin ayazlı gecelerinin donarak kabarttığı yumuşak topraklara basarak yürümek bana sonsuz bir zevk veriyordu. En küçük ayrıntılarına kadar bana tanıdık gelen kayalara tek tek selam vererek yol alıyordum. Boz renkli, düz ve köklü kayaların arasından yeni fışkıran, açık yeşil renkli çayırlar arasından, boy göstermeye çalışan, toplu iğne başı kadar küçük mavi kır çiçeklerine bayılıyordum. Üzerlerine basıp ezmekten korkarak yaklaştığım bu çiçeklere, içimden eğilip birer öpücük kondurmak geliyordu. Bu çiçeklerle ve kayalığın her bir parçalarıyla kim bilir kaç kez buluştuk. Kaç kez aralarında saklambaç oynadık? Şu ilerideki yalçın kayanın ortalarına yakın bir yerde duran ve çıkılması büyük bir cesaret ve beceri gerektiren mağarasına, şiddetli bahar yağmurlarından korunmak üzere kaç kez tırmandığımı hatırlamıyorum bile. Bazen salt kendimi dinlemek üzere o mağaraya girdiğim de olurdu. Hani peygamberimize bir mağarada vahiy gelmiş derler ya, burada bana da vahiy geleceğini düşündüğümü anımsıyorum. Çocukluk işte, her mağarada vahiy gelmeyeceğini ve herkesin peygamber seçilemeyeceğini nereden akıl edebilirdim? Her an üzerime yıkılacakmış gibi duran yalçın kayalığı geçince evimiz göründü. Yol boyu uzanan tarlalığın kenarını çevreleyen söğüt ağaçlarının henüz yapraklanmamış dalları arasından, evin önünde birilerinin oturduğunu görebiliyordum. Çok geçmeden onların da beni fark ettikleri yaşadıkları hareketlilikten anlaşılıyordu. Son söğüt ağacını da geride bıraktığım anda küçük kız kardeşim, kollarını açarak bana doğru koştu. Yol ortasında birbirimize sarıldık ve uzun süre birbirimizden ayrılamadık.
Ben evin önüne ulaşıncaya kadar kapı önünde toplanan aile fertleriyle tek tek kucaklaştım. Sevgisini dışa vurmakta zorlanan babamın yüzüne yansıyan gurur gözlerimi yaşarttı. Tüm ailemin benimle gurur duyduklarının farkındaydım. Çünkü köyümüzün, bir meslek okulunda okuyan ilk çocuğu bendim. Bu haklı gururu boşa çıkarmamak için kendi kendime bir kez daha söz verdim.
Akşam yakındı. Hep birlikte eve girdik. Aradan çok fazla zaman geçmeden benim geldiğimi duyan akrabaların bizim eve doluşacağından adım gibi emindim. İçimden ‘Katılmaktan sonsuz bir zevk aldığım kış gecelerinden biri daha başlamak üzere,’ diye geçirdim. Kendimi çok mutlu hissediyordum. Mutlu olmam için de her koşul vardı. Şimdi bu anın tadını almaya bakmalıydım.
Akşam tam da benim düşlediğim gibi başladı, gelişti ve büyük bir neşe içerisinde, gecenin çok geç saatlerinde son buldu. Bu kadar geç yatınca, elbette ertesi sabah geç kalktım. Penceremden odaya dolan güneş ışıkları, bu günün de en az bir önceki kadar güzel olacağının müjdecisi gibiydi. Yataktan neşe içinde kalktım. Gördüğüm herkese ‘günaydın’ dedim. Herkes kahvaltısını yapmıştı. Bana özel olarak hazırlanan kahvaltı bir tepsi içerisinde önüme getirildi. Tere yağı ile kızartılmış çökelekli yufka mis gibi kokuyordu. Her şey öyle güzeldi ki içimi kaplayan mutluluğun bitmesini asla istemiyordum. Ancak çoğu zaman, bir şeyi çok istemek sonradan olacakları fazla etkilemiyordu. Nitekim yanıma yaklaşan annemin, yavaş ve üzüntüsünü dışa vuran bir ses tonu ile, “Mustafa’nın hastalığını duydun mu?” diye sorması, mutluluğun verdiği büyülü ortamı bir anda sona erdirdi. Dikkatle yüzüne baktım; bana ciddi bir şeyler anlatmak ister gibiydi. “Evet,” dedim. “Hasta olduğunu duymuştum, nasıl oldu, henüz iyileşmedi mi?” Annem bir süre konuşamadı. Boğazını temizlemek ister gibi birkaç kez öksürdü. Ağlama refleksini bastırmak istediği zaman böyle yaptığını biliyordum. Mustafa, annemin akrabalarından birinin çocuğu idi. Onun da ötesinde, ortaokul yılları boyunca birlikte olduğum en yakın arkadaşımdı. Birazcık kendisini toparlayan annem “Yok,” dedi. “Mustafa iyileşemedi; durumu hiç iyi değil. İstersen Mustafa’yı ziyaret et. “Elbette ziyaretine gideceğim anne, biliyorsun Mustafa benim en yakın arkadaşım.” Diye yanıt verdim. Mustafa’nın çok hasta olduğunu duymak içimi dolduran mutluluğun tümünü aldı, götürdü. Ağzımın içerisinde zehir gibi bir acılık hissettim. Zevkle başladığım kahvaltıyı yarıda bıraktım; zira lokmalar, tıkanan boğazıma dizildi, kaldı. Hemen Mustafa’yı görmeliydim. Köyün batı yakasındaki evlerine doğru giderken, elim boş olmasın diye, yolumun üzerinde bulunan köyün tek bakkalından, bir paket bisküvi aldım.
Çok eğimli bir zemin üzerinde yer alan arkadaşımın iki katlı evleri, köyün en büyük ve en güzel evlerinden biriydi. Ahşap binanın her iki katına da farklı yönlerden olmak kaydıyla, toprak seviyesinden girebilme olanağı vardı. Ben ön taraftaki iki kanatlı büyük kapıdan eve girdim. İkinci kata ulaşılmayı sağlayan tahta basamaklı eski merdivenleri tırmanırken içeridekileri rahatsız etmemek üzere, ses çıkarmadan dikkatle ilerledim. Oturduklarını tahmin ettiğim odanın önüne varıncaya kadar hiç kimse ile karşılaşmadım. Evde anlamlı olduğunu düşündüğüm derin bir sessizlik vardı. Kapıya iki kez yavaşça vurduktan sonra içeri girdim. Odanın içerisi yarı karanlıktı. Küçük yan pencereden vuran ışık odayı yeteri kadar aydınlatamıyordu. Dışarının parlak ışığından sonra girdiğim odanın loş ortamında, uzunca bir zaman kimlerin olduğunu göremedim. Gözlerim odanın ışığına uyum sağladığında, pencere tarafındaki tahta sedirin üzerinde serili duran yatağı fark ettim. Yatağın hemen yanı başında Mustafa’nın babası ile annesi oturmaktaydılar. Odanın ortasına kurulu sobanın yarı aralık duran kapağının arasından yansıyan kızılımsı ışık demeti, karşı duvarda kalın bir çizgi oluşturmuştu. İlk bakışta sedirdeki yatağın boş olduğunu zannettim. Gözlerim Mustafa’yı aradı. Arkadaşımın babasının elinde kuran olduğunu tahmin ettiğim bir kitap vardı. Birilerini rahatsız etmekten çekinir gibi çok alçak bir ses tonuyla, “hoş geldin” dediler. Kalkmalarına fırsat vermeden ellerini öptüm ve sonra da yatağa dikkatle baktım. Boş gibi duran yatakta yatan biri vardı. Bana tanıdık gelmeyen adama doğru eğildim. Bu sırada Sadık amca “bak Mustafa arkadaşın geldi,” dedi. “Yataktaki adam gözlerini güçlükle aralamaya çalıştı. Göz kapaklarının arasından o çok iyi tanıdığım bir çift mavi göz ortaya çıktı. Görmekte zorlanıyormuş gibi çevreye boş boş bakındı. Sonunda bakışlarını yüzüme odakladı. İnanmayan bir ifade ile bakıyordu. Yüzünde bir sevincin ve gülümsemenin izleri ortaya çıktı. Olduğum yerde donup kalmıştım. Hareket edecek, bir iki kelime konuşacak gücü kendimde bulamıyordum. Kafamın içini dolduran korku iliklerime kadar işlemişti. İçimden, “tanrım bu adamlar bana soğuk bir şaka mı yapıyorlar?” diye geçiriyordum. Yataktaki adam arkadaşım Mustafa olabilir miydi? Ayakta duracak gücüm kalmamıştı. Yavaşça yatağın başucuna çöktüm. Mustafa olduğu söylenen hasta, kolunu yorganın üzerinden kaydırarak bana doğru yaklaştırıyordu. Kuru bir tahtaya benzeyen elleri korkarak tuttum. Buz gibi olan eller sanki kırılıp dökülecek gibiydi. Aklım karma karışıktı. Yatakta yatan kişinin Mustafa olduğunu bir türlü kabullenemiyordum. Benim canım arkadaşım Mustafa’ya ait olan o tabak gibi surat, uzadığında bukle bukle olan o sarı saçlar, bir pehlivan kadar güçlü beden neredeydi? Yatakta yatan kişinin sadece gözleri Mustafa’ya ait olabilirdi. Mustafa olduğu söylenen kişinin kafasında saç yerine kıpkırmızı bir deri görünüyordu. Yuvarlak yüzü upuzun olmuştu. Çenesinde kırmızıya çalan kızıllıkta, seyrek sakallar uzamıştı. Geniş omuzların ve güçlü kolların yerinde yeller esiyordu. Eğer karşımda yatan Mustafa ise birkaç ay içerisinde eriyip akmıştı. Güzel mavi gözlerini tanımasam hiç kimse bu canlının Mustafa olduğuna beni ikna edemezdi.
İçimde büyüyen korku dehşete dönüşüyordu. Benliğimi saran korku dolu duygularıma gem vurmaya çalışarak, sevgimi en iyi yansıtacak şekilde ellerini tuttum. “Nasılsın Mustafa?” dedim. Bu da sorulacak soru muydu yani? Ama gördüklerim karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum. Aklıma gelen de herkesin, karşılıklı olarak, nezaketen birbirlerine sordukları bir soruydu işte. Yoksa nasıl olduğunu görmüyor muydum? Nasıl olduğu apaçık ortada değil miydi? Bana sözle yanıt vermesini boşuna bekledim. Çünkü uzun zamandan beri konuşma yeteneğini kaybetmiş; hem sesi çıkmıyormuş hem de konuşacak gücü yokmuş. Önceleri yani konuşamadığı ilk zamanlar isteklerini yazarak anlatıyormuş. Daha sonra ellerini de kullanamaz hale gelmiş. Artık duygularını göz kapaklarını kullanarak ifade etmeye çalışıyormuş. Benim anlamsız soruma da gözleri ile yanıt vermeye çalıştığını anladım. Deste kirpikli göz kapaklarını “iyiyim” der gibi açıp kapattı.
Dikkatle yüzüne bakıyordum. Mustafa’nın yüzü hem beni korkutuyor, hem de kendimi yüzüne bakmaktan alıkoyamıyordum. Büyülenmiş gibiydim. Gözlerinin kenarlarında belli belirsiz bir ıslaklık olduğunu fark ettim. Galiba ağlıyordu. İçimi bir ateş topu kapladı. Bağıra bağıra ağlamak isteğime güçlükle engel oluyordum. Bir şeyler söyleyerek O’nu teselli etmek istiyor ama ne diyeceğime bir türlü karar veremiyordum. Sonun da “Üzülme canım kardeşim, bu günler mutlaka geçecek ve iyileşeceksin. Bu sıkıntılı günleri hiç yaşamamış gibi olacaksın. Seninle gene güreş tutacağız ama beni gene yeneceğini şimdiden kabul ediyorum. Moralini bozma. İnşallah gelecek yıl sen de benim okulumu kazanacaksın. Biz gene birlikte okuyacağız.” Buna benzer sözler sıralarken içimden bu söylediklerime kendim de inanmıyordum. Zaten Mustafa iyileşeceğine olan inancını çoktan yitirmiş gibiydi. Derin bir nefes aldı. Bu sırada burnuma müthiş bir koku geldi. O güne kadar hiç tanımadığım bir kokuydu bu. Sadık Amca kuran okumaya başladı. Bir süre hiç konuşmadan oturdum. Okunan ayetlerin Mustafa’ya bir yararı var mıydı, bilmiyorum. Ancak kısa bir süre sonra Mustafa’nın gözleri kapandı, çevre ile olan tüm bağları koptu. Babası O’nun daldığını anlayınca kitabı bir kenara bıraktı. Alçak bir sesle, “uzun zamandır böyle dalıp dalıp gidiyor.”dedi. Bazen saatlerce uyanmadığı için yaşayıp yaşamadığından bile kuşku duyuyorlarmış. Bilincinin açık olduğu bu kısacık anlar bile O’nu çok yoruyormuş. Bir aydan daha uzun bir süredir boğazından bir lokma yiyecek geçmemiş. Sadece birkaç yudum su içebiliyormuş.
Mustafa’nın bedeni o kadar küçülmüştü ki yatakta varlığı ile yokluğu belli değildi. Yorgandan dışarıda duran kafası görünmese yatakta bir insanın olduğunu kimse anlayamazdı. Yorgan dümdüz duruyordu. Bu dalgın halde uyurken, yarı aralık olan göz kapaklarının arasından bakıyor gibi duran gözleri bana rahatsızlık veriyordu. Bunaldığımı hissettim. Canım arkadaşımı bu halde görmek dünyamı alt üst etmişti. Bu ortamda daha fazla kalamayacağımı anladım. Mustafa’nın ne zaman kendine geleceği belli değildi. Geçmiş olsun dileklerimi bir kez daha yineleyerek oradan ayrıldım.
O gün akşama kadar Mustafa’dan başka bir şey düşünemedim. Aklımda fikrimde O vardı. Başka bir konu düşünemiyordum. Yaşama sevincini yitirmiş ve adeta bir uyurgezer olmuştum. Kapalı ortamlar beni boğuyordu. Sanki birileri boğazımı sıkıyor, rahat nefes almamı engelliyordu. Açık havada dolaşmak istedim. İlkbaharı anımsatan ılık havanın yeşerttiği çayırlarla süslü kayalığa tırmandım. Kaya Boğazı’nın doruğunda sert bir rüzgâr vardı. Serin esen poyrazdan kendimi korumak için yüksek bir kayanın kuytusuna oturdum ve sırtımı taşa yasladım. Burada rüzgârın etkisini hissetmiyordum. Derin düşüncelere daldım. Çocuk aklımla tüm yaşamı sorgulamaya başladım. Doğayı, varlığı, yokluğu, hastalığı ve sağlığı düşündüm. Yaşamak zorunda olduğumuz olayların nedenlerini aradım. En çok da Mustafa ile yaşadığımız üç yılı hayal ettim. Üç yıl boyunca hemen hemen her gün bir arada olduk. Bir gün bile görüşmesek birbirimizi özlüyorduk.
Mustafa’nın hastalık belirtilerinin ortaya çıkması ortaokul üçüncü sınıfın ikinci yarısına rastlıyordu. Nisan ayının ilk hafta sonu arkadaşlarla yaptığımız piknikte güreş turnuvası düzenlemiştik. Mustafa iyi güreşiyordu. Okulda onu yenecek biri henüz çıkmamıştı. O gün sıra ile tutuştuğu en az beş altı arkadaşı yendikten sonra bir sonraki ile güreşirken kendi oyununun kurbanı olmuş ve ense üzeri yere düşmüştü. Bu çok tehlikeli düşme sonunda bir süre hareket edememiş daha sonraki günlerde hep boynunun ağrıdığından yakınmıştı. Okulun son günlerinde artan şikâyetleri yüzünden okulu bırakmak zorunda kalmış, benimle birlikte gireceği yatılı okullar sınavına da girememişti. Bu O’nu çok üzmüştü. O günlerde rahatsızlığının basit bir boğaz ağrısı ya da bir incinme olduğu sanılıyordu. Kanser sözcüğünü henüz hiç duymamıştık. Tanı ve tedavi yöntemleri hakkında bir şey bilinmiyordu. O yüzden Mustafa’ya uzun bir süre antibiyotik tedavisi uygulanmış, bundan da olumlu bir yanıt alınamamıştı. Bu durum ayrıca önemli ölçüde zaman kaybına neden olmuştu. Verilen tüm ilaçlardan sonra bir iyileşme olmayınca uzun bir zaman sonra Ankara’ya gidilmiş ve gerçek o zaman anlaşılabilmişti. Muayene eden profesör, hastalığın tüm vücuda yayıldığını, konuşamama riskini göze alırlarsa gene de ameliyat edebileceğini söylemiş, ancak bunu da Mustafa istememişti. O zaman tıp bilimi bu hastalığın tedavisi konusunda çok başarılı değildi. Yapılan ilaçlı tedavi ne yazık ki olumlu bir sonuç vermemiş, sonunda Mustafa bu noktaya gelmişti. Gördüğüm kadarı ile Mustafa’nın yaşama şansı yok diye düşünüyordum. Bu kanıya varmış olmamı kendi acımasızlığıma versem de gerçeklerden kaçınma olanağı yoktu. Bu noktada gene içimdeki ateş harlandı, göğsüme doğru bir yalım yükseldi. Oturduğum yerden fırlayıp ayağa kalktım.
Güneş batı ufkunda kaybolmak üzereydi. Akşam olduğunun farkında bile olmamıştım. İçimden her şeye isyan etmek geçiyordu. Akşama kadar sorgulamama rağmen kafamdan geçen binlerce sorunun hiç birine yanıt bulamamıştım. Nerede olduğumun ve nerelere basarak yürüdüğümün farkında olmadan geçen bir günün ardından eve döndüm. Eve ulaştığımda alaca karanlık çökmüştü. Ortalıkta tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Ailem benim ne durumda ve nasıl duygular içerisinde olduğumu bildiği için o güne ait hiçbir şey soran olmadı. Sağırlar, dilsizler oyunu oynar gibi kimse de konuşma isteği yoktu. Ortaya konulan yer sofrasının başında toplandık ama hiçbir şey yiyecek durumda değildim. Ağzıma aldığım bir lokmayı uzun süre çiğnedikten sonra güçlükle yutabildim. Baktım ki yiyemeyeceğim, sofranın başından kalktım.
Yemek çok kısa sürdü. Ortalık çabucak toplandı. Herkeste inadına bir suskunluk vardı. Odanın kapısına vuruldu; komşu gençlerden biri içeriye girmeden beni bankacının çağırdığını söyledi. “Birazdan geliyorum,”dedim. Köyde Tarım Kredi Kooperatifine banka diyordu. Kooperatif memuru hesap işlerinin yoğun olduğu zamanlar benim yardım etmemi isterdi. Yılsonu bilançosunun çıkarılması oldukça zordu. O zamanlar dijital hesap makineleri olmadığı için tüm hesaplamalar kalemle yapılıyordu. İkimiz tüm ortakların yıllık hesaplarını tek tek hesaplıyor ve defteri kebire kaydediyorduk. Ben kooperatife gitmek üzere ayağa kalktığımda annem, “biz komşulara gideceğiz, istersen işin bitince sen de oraya gel,” dedi. “Tamam,”dedim, “yedek anahtarı yanıma alayım, ne yapacağıma daha sonra karar veririm,”
Dışarıda zifiri karanlık vardı. Ay ışığının olmadığı geceler, köyde hayat daha da zor oluyordu. Çünkü gece yürümek için elde bir ışık kaynağı yoksa, her an düşme riski ile ya da bir yerlere toslama tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordunuz. Çünkü gözünüz bir parça karanlığa uyum sağlayıncaya kadar, hiçbir şey görme olanağı yoktu. Bir süre bastığım yerleri görmeden yürüdüm. Arada kalan ikinci evi geçtikten sonra kooperatif odasının penceresinden dışarı vuran parlak lüks ışığının aydınlattığı bölgeden daha güvenli adımlarla ilerledim.
Bekir ağabey çoğu zaman olduğu gibi yalnız çalışıyordu. Kara kaplı kocaman defterler masanın üzerine yığılmıştı. Sadece ikisi açıktı. İçeriye girdiğimde Bekir Ağabey, “buyur hoca, hoş geldin,”diyerek elini uzattı. Yaşı benden bir hayli büyüktü. Saygı ile elini sıktım ve yanında duran boş sandalyeye oturdum. Kısa bir hal hatır sorgusundan sonra çalışmaya başladık. Günlük hesap defterlerindeki bilgilerin doğruluğunu bir de ben kontrol ettikten sonra O’na söylüyordum. Bekir Ağabey de defteri kebire, yani asıl deftere işliyordu. Aralıksız uzun bir süre çalıştıktan sonra sık sık hata yapmaya başladık. Bu dikkatimizin dağıldığının işaretiydi. Ara verme zamanı gelmişti. İşi bıraktık. İçten bir gülüşle teşekkür etti. “Daha sonra devam ederiz, bu akşamlık bu kadar çalışma yeter,”dedi. Kalktım; iyi akşamlar dileyerek oradan ayrılırken beni kapıya kadar uğurladı.
Parlak lüks ışığı ortamından gecenin zifiri karanlığına çıkmak bende körlük etkisi yaptı. Bir süre gözümün karanlığa uyum sağlamasını bekledim. Bastığım yerleri değilse bile karşıma çıkacak engelleri bari görmeliydim. Yavaş ve dikkatli adımlarla eve döndüm.
Tek katlı ahşap evimizin doğu ve batı yönünde olmak üzere iki giriş kapısı vardı. Doğu yönündeki çift kanatlı kapıyı daha az kullanıyorduk. Batıda yer alan tek kapı daha çok işimize yarıyordu, çünkü komşu evleri bu taraftaydı. Evin önüne ulaştığımda zerzeye takılı kilidi güçlükle açarak içeri girdim. Oturma odasında kısık bırakılmış lambanın yanında yer alan çerçevesiz, küçük pencereden sızan zayıf ışık, hole loş bir aydınlık veriyordu. Kapıyı içeriden kilitlemek için yapılmış olan ağaç sürgüye dokunmadan odaya yürüdüm. Nasıl olsa birazdan annemler komşu ziyaretinden döneceklerdi. Sıkıca kapatmaya, kapıyı sürgülemeye gerek görmedim. Kısık yanan lambanın fitilini yükselttim; oda koyu sarı ışıkla aydınlandı. Tahta sedire yataklar serilmişti. Birinin üzerine oturdum. Kafam tümüyle Mustafa’nın hayali ile doluydu. Gündüz yaptığım ziyaretin ardından bir an bile aklımdan çıkaramadığım ürkütücü görüntüyü düşününce içimde bir ürperti oluştu. Bu ürküntüyü içerimden atma ümidi ile orta direkte asılı duran mandolinimi alıp tellerinde gezinmeye başladım. Hangi melodiyi seslendirdiğimin ayırtına varmadan, parmaklarım perdelerde dolaşırken, gözlerim karşımdaki gaz lambasının koyu sarı alevine odaklanmış bir halde, Mustafa’yı düşünmeye devam ediyordum. Mustafa’nın yataktaki hali kafamda canlandığında korktuğumu hissettim. Kendi kendime, “Mustafa o haliyle şu anda odaya girse ben ne yaparım acaba?” diye düşündüm. “Buyur canım kardeşim, ne iyi ettin de geldin, diyemem herhalde. Bu korkuyla elimdeki mandolini kafasına geçiririm.” Ne inanılmaz bir durumdu bu! En çok sevdiğim arkadaşımın hayali beni korkutuyordu.
Evimizin dış kapısına vurulduğunu duydum. Kapıyı içeriden sürgülememiştim. Gelen her kimse kapıyı iter ve içeri girebilirdi. “Girin, kapı açık,” diye seslendim. Kapı açıldı ve içeriye birileri girdi. Ağabeyimle küçük kız kardeşimin konuşma sesleri geliyordu. Ayak sesleri oturduğum kapının önüne kadar geldi. Aile fertlerimin içeri girmelerini bekledim. Sesler birden kesildi. Gözlerim meraklı bakışlarla kapıya çivilenmiş olduğu halde bir süre bekledim. Uzunca bir zaman geçmesine karşılık odaya giren olmadı. “Bizimkiler bana şaka yapacaklar herhalde” dedim. Kalktığım yerden kapıya yaklaştım. Dikkatle dışarıyı dinledim, çıt çıkmıyordu. Hızla kapıyı açıp dışarı baktım. Bizimkilerle karşılaşacağımı beklerken hiç kimsenin olmadığını görmek beni şaşırttı. Gaz lambasını elime alarak hole çıktım. Dış kapının tamamen kapalı ve arkadan sürgülendiğini fark ettim. Oysa ben kapıyı tam kapatmadığım gibi sürgüsünü de sürmemiştim. “Akıllarınca bizimkiler beni korkutacaklar” dedim. Elimde lamba olduğu halde odaları tek tek dolaşmaya başladım. Misafir odası ile ambar odasında kimsecikler yoktu. Ahıra da baktım, orada da kimse yoktu. İki oda arasından dışarıya açık olan balkondan aşağı atlamış olamazlardı; çünkü yüksekliği üç metreyi bulan bu yükseklikten ağabeyimle kız kardeşim atlasa bile annemle yengem asla atlayamazlardı. Bu durumda geriye tek olasılık kalıyordu; hayal görmüş olmak. Bu sonuca ulaşmak içimi öncekinden daha büyük bir korku ile doldurdu. Soğuk soğuk terlediğimi hissettim. Hızla odaya geri döndüm. Lambanın fitilini biraz daha yükselttim. Tekrar eski yerime oturdum. Kafamın içini dolduran kötü düşüncelerden kurtulmak için mandolinin tellerine kırarcasına vurdum. Aklıma gelen bir türküyü mırıldanmaya başladım. Korkaklar gece mezarlıktan geçerken korkularından ıslık çalarmış ya ben de odamızda bir türkü tutturdum. Aradan yaklaşık yarım saat geçtikten sonra dış kapıya bir daha vuruldu. Kapı önünü gören yan pencereyi açarak dışarı baktım; gelen bizimkilerdi. İçimdeki korku bir anda dağıldı, yerini bir sevinç aldı. Lambayı elime almadan kapıyı açmak için hole koştum.
Hiçbir şey olmamış gibi sakin duruyordum. Ne zaman eve geldiğimi sordular, “biraz önce” dedim. Yüzlerine dikkatle bakıyordum. Hala içimde bir kuşku vardı. Biraz önce beni korkutmak isteyenler bunlar olabilir miydi? Bunu açıklığa kavuşturmam gerekiyordu. “Siz yarım saat önce gelip beni korkutmaya çalışmadınız mı?” diye sordum. Hepsinin yüzünde bir şaşkınlığın izleri belirdi. Hayır, onlar asla böyle bir şey yapmamışlardı. Sözle ifade etmeseler bile yüzlerinden bu açıkça okunuyordu. Giderek annemin yüz ifadesi endişeye dönüştü. Neler yaşadığımı umursamaz bir eda ile anlattım. Annem, “oğlum iyi ki sen onlara kapıyı açmamışsın. Seni cinler korkutmuş” dedi. Benim cine periye hiç inancım yoktu. Gene de yaşadığım bu olaydan sonra eski inançlarımı devam ettirebilecek miydim, bilmiyorum. Zoraki gülümsedim. “Ne cini anne? Benim böyle hurafelere inanmadığımı bilmiyor musun?” dedim. Sonra konuyu değiştirmek için komşuda neler yaptıklarını sordum.
Ertesi sabah yataktan kalktığımda evin içerisinde tuhaf bir sessizlik olduğunu hissettim. Kimse konuşmak istemiyor gibiydi. Ortalıkta ablam ve yengemden başkası görünmüyordu. Büyüklerin nerede olduklarını sordum. Yengem güçlükle konuştu: “Mustafa” dedi. Bir süre konuşamadı. Gözleri ağlamaklıydı. Bir süre sustuktan sonra “ölmüş” diyebildi. Belli ki cenazeye gitmişlerdi. Başımdan aşağı bir kova buzlu su dökülmüş gibi irkildim. Beynim uyuştu, gözlerimin önü karardı. Bayılacak gibiydim. Boğazıma düğümlenen hıçkırıklara daha fazla engel olamadım; sessiz sessiz ağladım. Canım arkadaşım Mustafa akşamdan ölmüştü. Dün ziyaretine gittiğimde son kez vedalaştığımızın farkında olmadan görüşmüşüz. Ölmek için sanki benim gelmemi bekliyormuş. Bedenimin yarısını kaybetmiş gibiydim. Tatilin geri kalanından hiç zevk almadan on beş günü tamamladım. Tatil bittiğinde sanki ikinci evime gidiyormuşum gibi sevinçliydim. Okula gider gitmez Mustafa’yı aklımdan çıkarabilmek için tüm dikkatimi derslere verdim.
İkinci dönemin ilk Beden Eğitimi dersine katılmak istemedim. Başım ağrıyordu ve koşacak, zıplayacak halim yoktu. Öğretmenden izin aldıktan sonra sınıfa gittim; pencereden arkadaşlarımı izlemeye başladım. Bir süre sonra uykum geldi. Rahatsızlığımın verdiği yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Elimi yüzümü yıkamak için lavaboya gittim. Lavabolarla tuvaletler aynı bölümde yer alıyordu. Buraya kadar gelmişken tuvalet ihtiyacımı da gidermek üzere kabine girdim. İdrarımı yapmak üzere çömeldiğimde gözlerim, kabin kapısının altından içeriye uzanan iki el parmağına takıldı. Birileri çoğu zaman yaptıkları gibi bana şaka yapıyor diye düşündüm. Ancak gördüğüm parmakların kime ait olduğu kafamda bir şimşek gibi çaktı. Bu parmaklar yarıyıl tatilinde ölen arkadaşım Mustafa’ya aitti. Doğal olarak böyle bir olasılık yoktu. Ölen birine ait olan parmakların burada ne işi vardı? Aklım ve mantığım böyle derken gördüklerim beni ikileme sürüklüyordu. Mustafa’nın el parmaklarını nerede olsa tanırım. Küt ve kalın parmaklarının eklem yerleri etlidir. Şu anda kabinin altından içeriye uzanan parmaklar da aynen bu özelliklere sahipti. Kafamda bilimsellikle metafizik çarpışırken, bedenimi bir ateş topu sarmaya başladı.Yavaştan terlediğimi hissettim.Yere çömeldim. İşaret parmağı ile orta parmağa daha yakından baktım. Bu parmakların yaklaşık on beş- yirmi gün önce ölen arkadaşıma ait olduklarından hiç kuşkum yoktu. Ancak bu fikri kabul edersem akıldan zorum olduğunu da bilmeliydim. Bilincimi açmak ve sağlıklı düşünmek zorundaydım. Aksi halde işin içinden akıl yolu ile çıkmam mümkün olmayabilirdi. Düşündüklerimi bir kenara bıraktım; Doğal olanı ya da olması gerekeni kabul etmeliydim. Mustafa’nın parmaklarına tıpatıp benzeyen bu parmaklar kuşkusuz okuldan bir arkadaşa aitti ve bana bu arkadaş şaka yapmak istiyordu. Ben de bu yönde davranmalıydım. “Arkadaşım lütfen beni rahatsız etme.” Diye dışarıya seslendim. “Tuvalette bari şaka yapmayın.” Bir ses ya da bir hareket bekledim. Ortalıkta çıt yoktu. Birileri olsa bu sessizlikte nefes alışlarını bile duyabilirdim. Korkunç bir hal almaya başlayan sessizlik aynen sürüyordu. Yeni bir atakla parmakların sahibinin canını acıtmayı düşündüm. İki parmağı tutarak tüm gücümle sıktım. Parmaklar taş gibi sert ve buz gibi soğuktu. Gene ses seda çıkmadı. Giderek kızmaya başlamıştım. Kapının alt kenarına yapışık duran parmaklar yerden üç santimetre kadar yüksekte durumlarını koruyorlardı. Bu kez parmakların üzerine ayağımla basarak tüm ağırlığımı verdim. Normal koşullarda bu iki parmağın yere değmesi ve ezilecek duruma gelmesi gerekirdi. Oysa yerlerinden bile oynatamamıştım. Bunu görmek bende bir korku atağına neden oldu. Tam bir ruhsal panik içerisine yuvarlanmaktaydım. Bu tuvalet kabininde bir dakika daha durursam aklımı oynatabilirdim. Ani bir hareketle kapıyı açıp dışarı fırladım. Karşıma kim çıkarsa çıksın suratının ortasına bir yumruk savuracaktım. Dışarıda hiç kimse yoktu. Lavaboların bulunduğu alana koştum, orası da boştu. Son bir ümitle dershanelerin sıralandığı koridora koştum. Birilerini görmek, gördüklerimin bir gerçek olmasını düşündürecek bir canlı ile karşılaşmak istiyordum. Koridorlarda tam bir sessizlik vardı. Yalnızca ara sıra en yakın dershanede ders veren öğretmenin sesi duyuluyordu. Bu demek oluyordu ki bana şaka yapan bir canlı değil, ölen arkadaşım Mustafa’nın ta kendisiydi. Ya da bu olasılık bilimsel gerçeklere uymayacağına göre, bilincimin bana bir oyun oynamakta olduğunu kabul etmeliydim. Bu sonuca ulaşmak bedenimdeki tüylerin birer mızrak gibi dikilmesine neden oldu. Bir an önce buradan uzaklaşmalıydım. Arkama bakmadan merdivenlerden aşağı koştum.
Yarıyıl tatilinden okuluma geri döndüm. Kısa bir tatil süresince, ailemle bir arada olduktan sonra okuluma dönmüş olmak, asla bana üzüntü vermiyordu. Aksine çok sevdiğim okuluma, arkadaşlarıma ve öğretmenlerime kavuşmaktan büyük mutluluk duyuyordum.
Okulda yatılı okuyordum. Yatılı olmasam zaten okuma şansım olamazdı. Dar gelirli ailem, il merkezinde ayrı bir ev kiralayarak beni okutacak maddi güce sahip değildi. İyi ki yatılı okul icat edilmişti. Yoksa benim gibi köy çocuklarının okuma şansı sıfır olurdu.
Yatılı okulun yaşam koşullarına öylesine alıştım ki tatiller bana sıkıcı gelmeye başladı. Tatillerin bir an önce bitmesini istiyorum. Okul ortamı çok güzeldi. Dört yüz yatılı öğrenci bir arada, aynı binada ve eşit koşullarda yaşıyorduk. Hepimiz kardeş gibi birbirimize saygılıydık. Bir üst sınıfta olan ağabeylerimiz bize gerçek birer ağabey gibi davranıyorlardı. Okul yöneticilerimiz ve öğretmenlerimiz, aile büyüklerimiz kadar, belki onlardan bile anlayışlı ve koruyucu davranıyorlar ve asla bizden sevgilerini esirgemiyorlardı. Hele emeklisi yaklaşan bir okul müdürümüz vardı, babadan farksızdı. Bu kadar öğrenci bir arada olmasına karşın, arkadaşlar arasında, bu güne dek, birbiri ile kavga edecek kadar ters düşen hiçbir tartışmaya tanık olmadım.
Okumayı seviyordum. Derslerden arta kalan zamanlarda, okulumuzun zengin kütüphanesinden dışarı çıkmak istemiyordum. O kadar çok kitap okuyordum ki geçen yıl okulun en çok kitap okuyan öğrencisi seçilerek ödül aldım. Ben ödül almak için değil, sevdiğim için çok okuyordum. Aradığım kitapları bu kadar yakınımda ve kolayca bulabilmek,zaten benim için başlı başına bir ödül. Bu arada yazmaya da başlamıştım. Aslında ortaokuldan itibaren bazı yazma çalışmalarım olmuştu. Ancak buraya geldikten sonra katıldığım öykü yarışmalarında derece almak, beni daha çok yazmaya yöneltti. Hem şiir, hem öykü, hem de günlük yazıyordum. Yazmak benim için vazgeçilmez ve harika bir uğraştı.
Okulumuzda her akşam iki saatlik etüt çalışması vardı. Bir saati akşam yemeğinden önce, ikinci saati yemekten sonraydı. Bu iki saati ne şekilde değerlendirecekleri tamamen öğrencilerin isteğine bırakılmıştı. Yani ne tür bir çalışma yapmak istiyorlarsa onu yapabilirler;öğrenci ister ödevini yapar, ister ertesi günün derslerine çalışır, isterse roman okurdu. Ben bu saatlerde zamanın çoğunu hikaye ve roman okumaya ayırırdım.
Yarı yıl tatilinden döndüğümüz o akşam, birinci etüdün sonunda, her tatil dönüşü olduğu gibi, ilk akşam yemeğini dışarıda yemek üzere şehre dağıldık. Yemekler okulda bulunan öğrenci sayısına göre çıkarıldığı için, tatile giden öğrenciler, okula döndüklerinin ikinci gününden itibaren yemek hakkına sahip olurlardı. Yani bu akşam okulda yemek yeme hakkımız olmadığı için, herkes istediği yerde ve istediği şekilde karnını doyuracaktı. Nasıl olsa cebimizde az çok paramız vardı. Lokantaya da gidebilirdik, ayak üstü hazır yiyeceklerle de karnımızı doyurabilirdik. En çok tercih edileni ise, hem okula yakınlığından hem de ucuza geldiğinden, gecekonduların önündeki, bakkaldan alınacak hazır yiyeceklerle karın doyurmaktı. Her ne kadar şu an cebimde yeterli param var ise de ben lokantayı tercih etmiyordum. Bunun nedeni, paramı idareli kullanarak, dar gelirli aileme daha fazla yük olmak istemediğimdi. O akşam da genellikle yaptığımız gibi arkadaşım Adil’le, alacağımız ekmek ve tahin helvası ile karnımızı doyurmak üzere bakkalın yolunu tuttuk.
Bakkalın önünde yiyecek almak isteyenler uzunca bir kuyruk oluşturmuşlardı. Herkes gibi sıramız geldiğinde ekmek, zeytin ve bir miktarda tahin helvası aldık. Kış mevsiminin kısa günlerinden biri daha sona ermiş,ve karanlık bastırmıştı. Hava oldukça soğuktu. Ya okul bahçesinin kuytu bir köşesinde ya da askeriyenin önünden geçen yolun kenarındaki dar parkta, soğuktan titreyerek karnımızı doyuracaktık. Neresinin bizim için daha uygun olacağını düşünürken aklıma daha parlak bir fikir geldi. Kiralık ev tutarak lisede okuyan arkadaşlarımız vardı. O arkadaşların hangisine gitsek evinde yemeğimizi rahatça yiyebilirdik. Adil de bu düşünceme katılınca doğruca, kale dibinde oturan üç liseli arkadaşın kaldıkları eve yollandık.
Arkadaşlarımızın kaldığı ev doruğunda tarihi kalenin yer aldığı yalçın kayalığın altına gizlenmiş gibiydi. Ev yeri kayaların kesilmesi ile kazanılmış hissi veriyordu. Evin üzerinde yükselen devasa kayalardan kopabilecek bir parça ahşap evi bir anda yerle bir edebilirdi. Çevresinden oldukça yüksek bir konumda bulunan evin, görünen tek cephesinden, şehrin büyük bir kesimini görmek mümkündü.
İki etüt arası bir saatti. Bu bir saatlik zaman zarfında yemeklerimizi yemeli ve derse yetişmeliydik. Hızlı adımlarla kısa sürede ulaştığımız evin kapısını Ali açtı. “Oooo… buyurun, buyurun, tam zamanında geldiniz. Biz de yemeğe başlamak üzereydik.” Dedi. Oturdukları odanın tabanından yaklaşık kırk santimetre yüksekliği olan sedire sofra kurulmuş, tabağın tam orta yerine de bir şişe küçük ‘yeni rakı’ konulmuştu. Henüz bir lokma bile almamış oldukları dolu rakı bardaklarından anlaşılabiliyordu. Diğer iki arkadaşımız Haydar ile Hüseyin de büyük bir coşku ile karşıladılar. Onlar da tatilden bu gün dönmüş olmalılardı. Ceplerinde yeterli paraları olduğu sofradan belliydi. Sofrada hem yiyecek çeşidi bol hem de rakı vardı. Hep birlikte sofranın çevresine yerleştik. Konuk olduğumuz için Adil ile ikimize sedirde yer gösterdiler. Tam pencere önünde bir yere oturdum. Hoş geldin adına üçü birden rakı bardaklarını bize ikram etmek istediler. Adil rakı kullanmadığını söyledi. Meğer şarapları da varmış. Sedirin altından üç şişe şarap ortaya sürüldü. Artık Adil’in itiraz etme şansı da gitmişti. İlk doldurdukları üç bardak rakıyı aç karnıma birer birer içerken, gösterdikleri nezakete teşekkür etmeyi de ihmal etmedim. Zamanımızın dar olduğunu, bir an önce karnımızı doyurup okula döneceğimizi bildirdik. Ortalıkta ne varsa kısa zamanda silip süpürdük. Beş delikanlıya yemek dayanır mıydı? Bu arada rakı ve şarap da bitmişti. Saate baktım, dersin başlamasına on beş dakika vardı. “ İzninizle biz gitmek zorundayız. Yemek için çok teşekkür ederim. Haydi Adil, kalkıyoruz.”dedim. Arkadaşlardan itiraz sesleri yükseldi. Sabah gitmemizi önerdiler. İçkili olarak okula gitmek gerçekten bizim için büyük bir riskti. Ama bunu düşünecek ve sağlıklı bir karar verecek durumda değildim. Adil’de aynı düşüncede olduğunu söyledi ama ben ısrarla gitmemiz gerektiğinde inat ettim.
Ben buraya geldiğimizden beri yerimden hiç kalkmamıştım. Rakının beni ne derece etkilediğini bilmiyordum. Sanki hiç içmemiş kadar kendimi rahattım. Oysa oturduğum yerden kalkmaya çalıştığım an gerçekle yüz yüze geldim. İçki beni etkilemek sözcüğünün masumluğu ile anlatılamayacak kadar çok etkilemişti. Aldığım alkol aklımı başımdan almış, nerede olduğumu unutturmuştu. Çevremle olan iletişimim tamamen kopmuş, kendi iç dünyamda silinip gitmiştim. Küçük bir sofra çevresinde birlikte oturduğumuz arkadaşlarımın nerede, nasıl ve ne durumda olduklarından hiç haberim olmayacak kadar uçmuştum. Nitekim ayağa kalkmak üzere adım attığımda tepe takla gittim. Odanın ortasında tam bir takla atarak kapıya kadar yuvarlandım. Çok güçlü bir elin beni bir top gibi fırlatıp attığını zannettim. Benliğimi terk edip gitmiş olan bilincimi aradım, darmadağınık olmuş odada. Gözlerime takılan manzara bana yabancıydı. Zira çevremde o ana kadar hiç görmediğim şeyler görüyordum. Odanın ortasında neredeyse tavana kadar yükselen yataklar vardı. Yatakların çevresine uzanmış insanların kim olduklarını tanımıyordum. Tamamen bana yabancı gelen bu yaratıklar hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu görüntüler bile beni çok etkilemedi. Hala aklımda saplantı haline gelmiş olan tek düşünce, bir an önce okula gitmem gerektiği idi. Adil’in yardımı ile ayağa kalkarak, güçlükle kapıyı aralayıp dışarı çıktım.
Çok meyilli yolda düşmeden yürüyebilmek için kol kola girdik. Kollarımızı öylesine birbirine kenetlemiştik ki adeta tek beden gibi hareket ediyorduk. Buna rağmen geniş arka sokakta ilerlerken bile, yol boyu yükselen evlerin duvarlarına çarpmaktan kurtulamıyorduk. Duvara her çarptığımızda bu işe şaşırıp kalıyordum. Bu kadar geniş yolda, duvarlara neden çarptığımızı bir türlü anlayamıyor, yaşamakta olduğumuz bu duruma içimden kahkahalarla gülmek geçiyordu. Adı ‘sulu sokak’ bu olan yolun ortasında, her zaman, nereden geldiği belli olmayan, bir su akıntısı olurdu. Yolda doğru ilerleyebilmek için suyu ortamıza alsak ta bir süre sonra, gene duvara çarpmaktan kurtulamıyorduk. Tüm dikkatimize rağmen caddede doğru yürüyemedik ama sonunda, gecekonduların önünden geçen tozlu yola ulaştık. Tam bu noktada okul binası gözüme devasa bir transatlantik gibi göründü. Dört katlı binanın tüm ışıkları yanıyordu. Okulumuzun uzaktan ne kadar harika göründüğünü düşündüm. Bu düşüncemi Adil’le de paylaşmak için, “ Okulumuz ne kadar güzel görünüyor, değil mi? Ama neden dalgaya tutulmuş bir gemi gibi sallandığını anlayamıyorum.” Dedim. Sonra da “Bu denli sallanmasının sebebi sence ne olabilir?” diye ısrarla sordum. Adil hiç bırakmadığı kolumu biraz daha sıktı. “Arkadaşım biraz kendine gel, okul sallanmıyor, sallanan sensin. Neredeyse kafan yere çarpacak. Ayaklarınla kafan yer değişiyor, farkında değil misin? Biraz sonra içeri girdiğimizde böyle yürürsen korkarım okuldan atılmamıza sebep olacaksın. Bu kadar içmenin ne gereği vardı? Madem bu kadar çok etkileniyorsun, içme şu zıkkımı. Lütfen ya kendini toparla ya da okula gitmekten vazgeçelim.”dedi. “Korkma, ben iyiyim. Okulun kapısından girdiğimiz anda çivi gibi duracağımdan emin ol.”diye karşılık verdim. Aslında kendimi iyi hissetmiyordum. Bilincim açık değildi. Bir rüyada yaşıyormuşum gibi geliyordu. Gördüğüm her şeyi gerçeklerle hiç alakası olmayan, hayal ürünlerinden ibaret sanıyordum
Okulun giriş merdivenlerine ulaştığımızda saat sekizi çeyrek geçiyordu. Saatin kaç olduğuna bakan elbette Adil’di. Ben değil saati, kolumu bile görecek durumda değildim. Buna rağmen binadan içeri girerken ses yapmamak için, ayakkabılarımızı çıkarıp elimize almamızın iyi olacağını nasıl akıl edebildim, bilmiyorum. Sınıfımız ikinci katta yer alıyordu. Ayakkabılarımız elimizde olduğu halde, salonu hızla geçerek, ikinci kata çıkan merdivenleri bir kedi sessizliği ile tırmandık. İkinci katın sahanlığında bir an durup koridorun boş olup olmadığına baktık. Ortalarda kimsecikler yoktu. Sanki okulda canlı bir kul bile yoktu. En küçük bir gürültü ya da ses duyulmuyordu. Aynı dikkatle sınıfın kapısına ulaştığımızda ayakkabılarımızı tekrar giydik. Sınıf arkadaşlarımız her zaman olduğu gibi sessizce ders çalışıyorlardı. Kapının açılma sesine kulak kabartarak bir an bize baktılar, sonra herkes işine daldı. İçerisi çok sıcaktı. Kaloriferlerin tam kapasite ile çalıştığı belliydi. Pencere tarafındaki sıramıza yürüdük. Önce Adil oturmak üzere oturakla sıra arasına girmek istedi. Tam o anda ayağı nereye takıldı ise yere düştü. Ben zaten ona tutunarak ayakta duruyordum. Onun düşmesi ile ben de O’nun üzerine kapaklandım. Tüm arkadaşların gözleri bir kez daha bize çevrildi. Oyun yaptığımızı sanarak, gülüştüler. Hiç renk vermeden yerimize oturduk. Adının bile ne olduğunu okuyamadığım bir kitap çıkararak önüme koydum. Kafamı dik tutmakta zorlanıyordum. Dirseklerimle masadan destek alarak kafamı iki elimle sıkıştırdım. Önümüzde oturan arkadaşa yoklamanın yapılıp yapılmadığını sordum; henüz yapılmadığını söyledi. Rahatladık. Aradan on dakika geçmeden sınıfın kapısı açıldı, nöbetçi öğretmen ile nöbetçi öğrenci içeri girdiler. Öğretmen sınıf başkanımıza “öğrenci mevcudu tamam mı?” diye sordu. Başkan, “evet hocam, tamam,”karşılığını verdi. Ellerindeki kağıda birer işaret koyduktan sonra çıktılar.
İşin en zor tarafını kazasız belasız atlatmıştık. Sınıfta oturma gücümü yitirme noktasına doğru yaklaştığımı hissediyordum. İçerinin sıcağı alkolün üzerimdeki etkisini artırmıştı. Başım dönüyor, içerim bulanıyor, gözlerimin önü kararıyordu. Artık çevrede ne olup bittiğini bile göremiyor ve anlayamıyordum. Birilerinde yardım istemeliydim. En çok samimi olduğum Mustafa ‘ya seslenmek üzere döndüğümde içimin bulantısına engel olamadım. Sıranın altına içimi boşaltıverdim. Bir anda tüm sınıfın karıştığını duyabiliyordum. Arkadaşlarım çevremde toplanmışlar ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Birileri kollarımdan tutarak lavaboya doğru sürüklemeye başladılar. Ayaklarım felç olmuş gibiydi. Yere basamıyordum. Lavaboda kimler elimi yüzümü yıkadı, kimler su içirmeye çalıştı bilmiyorum. Bilmiyorum, çünkü bilincim yok olduğu gibi gözlerim de görmez olmuştu. Uzun bir süre beni kendime getirmek için uğraştılar. Midemi tamamen boşaltıncaya kadar kendime gelemedim. Soğuk su ile kafamı yıkamaları ile bir azcık kendime gelebilmiş olmalıyım ki, “Mustafa beni yatağıma götürün.” diyebildim. Gene cansız bir bedeni taşıyormuş gibi iki kişinin arasında sürüklenerek yatakhaneye taşındığımı, sonra da elbiselerimle birlikte, alt katta bulunan ranzama yatırıldığımı hayal meyal anımsayabiliyorum. Yatağa yatar yatmaz kendimden geçmişim.
Uyandığımda, daha doğrusu kendime geldiğimde gece yarısını çoktan geçmişti. Elbisemle yattığımı görünce acele soyunarak pijamalarımı giydim. Üst ranzada yatmakta olan Adil’e baktım, uyuyordu. Sarsarak uyandırdım. O’da elbise ile yatmıştı. Kalktı, sessizce “nasılsın?” diye sordu. “ İyiyim,” dedim. Nöbetçi öğrencinin dağıttığı nevresimler yatakların üzerinde duruyordu. “Nevresimleri takalım” dedim. Kimseyi rahatsız etmemeye çalışarak nevresimleri taktık. Adil,” ne büyük bir hata yaptık, farkında mısın?” diye sordu. Gerçekten çok büyük bir hata yaptığımızı biliyordum. Hayatımıza mal olacak böyle büyük bir yanlışlıkta en büyük pay bende olduğu için arkadaşımdan özür diledim. “Özür dilemek neyi değiştirir arkadaşım?” dedi. “Akşamki halimizle yakalansaydık, ikimizin birden hayatı kaymıştı. İyi ki çok iyi dostlarımız var. Akşam yaptıklarımızın izlerini büyük çabalarla öğretmenden gizlemeyi başarmışlar. Bu hatamızdan ucuz kurtulmamızı arkadaşlara borçluyuz. Asıl onlara teşekkür etmeliyiz.” Dedi. Çok haklı olduğunu biliyordum. Bir daha asla böyle bir yanlışlığa izin vermeyeceğime hem Adil’e, hem de kendi kendime verdim.
Daha fazla söze gerek yoktu. Yaptığımız eylem nitelik açısından kötü ama zararsız atlatılan bir gençlik hatası olduğu için, iyi bir deneyim yaşadığımız konusunda birleştik. Artık rahatça uyuyabilirdik. Yataklarımıza uzandık.
Yaşamak durumunda kaldığım bu olaylar, anlaşılacağı üzere, hayatımın o günden sonraki temel akışının en belirgin başlangıcını oluşturmaktadır.Yani benim geri kalan yaşam çizgimin,yaşam standardımın,sosyal ve ekonomik yapılanmamın belirleyici olacağı, meslek kazanma eğitiminin ilk adımının atıldığı günün öyküsüdür.O ilk günden, okuldan mezun olduğum güne kadar geçen üç yıl içerisinde ömür boyu unutulması olanaksız acı ve tatlı, çok sayıda anılarım oldu.Bunların hiçbirini bu çalışmalar içerisinde anlatmak istemiyorum. Okul anılarımı ayrı bir çalışma konusu yapmayı planlıyorum.Ancak madem ki okula girişimin ilk adımını oldukça ayrıntılı bir şekilde anlattım, bir orta yerlerden, bir de en son günü anlatırsam, arada kalan üç yılın içini okuyucular kendi okul deneyimine dayalı anılarla doldurabildiklerinde, ortaya daha güzel bir tablo çıkabilir diye düşünüyorum.Şimdi sıra okul yaşamımın ortalarından anlatacağım bir olayın benim gelecekteki yaşamımı ne ölçüde etkilediğini ve belki de çok farklı kulvarda seyredecek bir ömrü, bir anda, nasıl çok farklı bir akış çizgisine yönelttiğini göreceksiniz.
Küçük yaşta geçirdiğim bir kaza sonucu kafamda oluşan küçücük bir yara yerinin saçsız kalmasından sonra, arkadaşlarım arasında karşılaştığım alaycı tavırların ruhumda yarattığı travmayı derslerde, bilhassa edebiyat dalında elde ettiğim başarılarla telafi etme yoluna girmişken, aynı konuda uğradığım haksızlığın gelecek yaşamıma nasıl olumsuz etki yaptığının öyküsünü anlatmak istiyorum.
Ortaokul ikinci sınıftan itibaren Türkçe derslerinde yazdığım kompozisyonlarla öğretmenimin dikkatini çekmeyi başarmıştım.Hemen her yazdığım öykü okul gazetelerinde yer almaya başlayınca diğer öğretmenler tarafından da taktir edilmeye ve bunun sonucu olarak hoş olmayan yaşam kırıntılarının yarattığı içe dönük kişiliğimin, karamsarlığımın, tedirginliğimin yerini, kendine güven ve yaşama daha olumlu bakma yaklaşımının doldurduğunu hissediyordum.Bu olumlu havayı asla yitirmemek ve daha da geliştirmek için, başarabildiğim edebiyat dalından sonuna kadar yararlanmak gerektiğini anladığımdan yazma işine dört elle sarılmıştım.Nitekim öğretmen okulunun ilk haftalarından itibaren bu özelliğimle edebiyat öğretmenimin beğenisini kazanmayı başardım.Okullar arasında açılan tüm yazma yarışmalarında öğretmen okulunun en önde gelen temsilcisi bendim.
Bin dokuz yüz altmış beş yılının nisan ayında sonuçlanmak üzere, tüm orta dereceli okullar arasında açılan yazma yarışmasına, edebiyat öğretmenimizin önerisi üzerine bir öykü göndererek katıldım.Yarışmaya katılma tarihinin sona ermesinden yaklaşık on beş yirmi gün sonra, okul idaresince her öğrenciden istenen vesikalık fotoğraf çekimi için Niksarlı Hüseyin arkadaşımla çarşıya çıktık.Valilik binasının yan tarafındaki sokakta sıralanan fotoğrafçılardan birine girdik.Fotoğrafçı kırk beş elli yaşlarında, düzgün giyimli güler yüzlü bir adamdı.O yıllarda her okul, öğrencilerinin giymek zorunda oldukları şapkalarının şerit renkleri ile tanınıyordu.Bizim öğretmen okulunun şerit rengi eflatun idi.Dükkana girdiğimizde “hoş geldiniz çocuklar” diyen fotoğrafçı,şapkalarımızın şeritlerine bakarak hangi okul öğrencisi olduğumuzu anlamış olduğunu yansıtan bir tavırla, “size okulunuzdan bir öğrenciyi soracağım,Bilal Bengü’yü tanıyor musunuz?” dedi.Böyle bir soruyu hiç beklemediğimiz için şaşkınlıkla birbirimizin yüzüne baktık.Benden önce Hüseyin konuştu: “Evet tanıyorum,ne için sorduğunuzu öğrenebilir miyim?”Adam yüzüne yayılan bir taktir ifadesi ile söze başladı.” Ben ilimizin Cumhuriyet Gazetesi temsilcisiyim ve yazı yarışmalarında genellikle jüri üyeliği de yaparım. Halk Evi’nin yapmış olduğu son yazı yarışmalarında da görev aldım.Sizin okuldan öykü dalında katılan Bilal Bengü’nün yazdığı öykü beni çok etkiledi ve çok beğendim.Henüz sonuçları açıklanma aşamasına gelinmedi ama arkadaşınız öykü dalında okulunuza bir birincilik kazandırdı.Bu yüzden arkadaşınızla tanışmak ve tebrik etmek isterim.” Hüseyin bu sözleri duyunca gülerek bana baktı,sonra da fotoğrafçıya döndü. “Öyleyse tanışın abi,Bilal Bengü işte bu arkadaş,” dedi.Fotoğrafçı yarı inanmaz yarı şaşkın bakışlarla, bir an beni süzdü, “gerçekten mi? Çok memnun oldum arkadaşım ve seni tüm içtenliğimle tebrik ederim” diyerek elimi sıktı.Bu arada bize oturmamız için ısrar etti.Nasıl olsa zamanımız vardı,oturduk.Elbette bunları duymak,hele de saygın bir gazetenin bir temsilcisinin ağzından övgü dolu sözler işitmek çok hoşuma gitti,beni onurlandırdı.İçimde yükselen sevinç ve gurur dalgasını dışa vurmaktan çekinerek, sakin tavrımı sürdürmeye özen gösterdim.Fotoğrafçı uzun bir süre benim yazdığım öyküden paragraflar dile getirerek yazı üzerindeki olumlu eleştirilerini sıraladı.Adamın benim öykümü benden daha iyi bir şekilde anımsamasını şaşkınlık ve biraz da takdirle karşılıyordum.Aynı zamanda gerçekten öyküden etkilenmiş olduğunu,böyle olmasa bu kadar ayrıntılı olarak anımsayamayacağını düşünüyordum.Uzunca bir süre sohbet ettik.En sonunda adam,” asla yazma işini boşlama,mutlaka bu yönde çalışmalarını sürdür,geleceğimizin bir Reşat Nuri’si olabilecek birisin.Öykülerin ve belki de ileride yazacağın romanlarla ülkemizi uluslar arasında sen temsil edersin.” Diyerek bizi uğurladı.
Aradan beş on gün geçtikten sonra bir hafta sonu, yazı yarışmasının sonuçlarının açıklanacağı ve dereceye girenlere ödüllerinin verileceği duyuruldu.Ben öykü yarışmasında birinci olduğum konusunu arkadaşlara duyurmak istemedim ama arkadaşım Hüseyin, tüm karşı çıkmalarıma rağmen fotoğrafçıda yaşadıklarımızı arkadaşlarımıza anlatmış.Bir hafta içerisinde neredeyse tüm okulumuz bu durumu öğrenmişti.Ödül töreninin yapılacağı duyurulunca katılım beklenenden çok fazla oldu.Başta okul müdürümüz ve edebiyat öğretmenimiz olmak üzere diğer öğretmenler ve öğrencilerin büyük bir bölümü, ödül töreninin yapılacağı kapalı spor salonunda yerlerini almışlardı.Kapalı spor salonu tamamen doluydu.Erken gelmemize rağmen ancak salonun ortalarında yer alabildik.İl yönetiminde görevli üst düzey personel ile bazı saygın davetliler vali ile birlikte en ön sırada oturuyorlardı.Salonu dolduran kalabalıkta nereden kaynaklandığını tam olarak anlayamadığım bir heyecan dalgasının olduğunu hissediyordum.Herkes bir an önce ödül törenin başlamasını bekliyordu. Saat yedide tüm gözler elinde bir mikrofonla sahneye çıkan görevliye çevrildi.Bu kişinin o gecenin ödül törenini yönetecek sunucu olduğu anlaşılıyordu. “Sayın valim,sayın misafirler,sayın okul müdürlerim…” diye konuşmaya başladığında salondan çıt çıkmıyordu.Oldukça uzun bir açılış konuşması yaptıktan sonra gecenin konusu olan ödül törenine geçti.İlk olarak öykü dalında derece alanlar açıklanacaktı. “ Halk Evi’nin öncülüğünde düzenlenen yazma yarışmalarında ilk olarak öykü dalında derece alanları açıklıyorum.” Bu sırada yarışmayı kazandığımı daha önceden öğrenmiş olmama rağmen kalbimin gümbür gümbür atmasına engel olamıyor,birincilik ödülünü aldıktan sonra, sahneden inmeden, törene katılanlara neler söylemem gerektiğini tasarlamaya çalışıyordum.Sunucu, “öykü dalında birinciliğe layık görülen çalışmanın sahibi..,” derken,çevremde toplanan arkadaşlarım, beni alkışlamak üzere ayağa kalkmışlar, adımın okunmasını bekliyorlardı. Sunucu heyecanı artırmak için olsa gerek sözlerini tekrarladı. “Öykü dalında birinciliği Gazi Osman Paşa Lisesi’nden Mehmet Yardımcı isimli arkadaşımız kazanmıştır;ödülünü sayın valimin elinden almak üzere kendisini sahneye davet ediyorum. Bir anda pelte gibi koltuğa yığıldım.İçimi kor gibi yakan ateş kulaklarımdan ve gözlerimden dışarı fışkırıyordu.Kim ne söylüyor,kim ne yapıyor hiç farkında değildim.Kendimi derin bir kuyuya düşüyormuş gibi hissediyordum.İçimden bir ses, “kaç,burada durma, bir an önce buradan uzaklaş!” diyor ama ben, uyuşan bedenime söz geçiremediğim için bir türlü yerimden kalkamıyordum.Çevremde toplanan arkadaşların ne durumda olduklarının farkında değildim.Mehmet Yardımcı ile tanışıyorduk.O da bizim ilçedendi.Daha önce yapılan yazı yarışmalarında da ön sıralarda yer aldığımız için birbirimize rakiptik.O, Lise’nin ben ise Öğretmen Okulu’nun temsilcisi idik.Bu kez de rollerimiz aynı idi.Ama bu kez öylesine büyük bir hayal kırıklığına uğradım ki karşılaştığım travmanın bundan sonraki yaşamımda nelere yol açabileceğini düşünemiyordum.
Salonda yaşananları izleyemediğim için ne olup bittiğini anlayamadım.Bir ara kollarımdan tutan birilerinin beni ayağa kalkmaya zorladığını hissettim.Niçin kalkmam isteniyordu acaba?Boş boş çevreme bakındım.Birileri, “haydi seni sahneye çağırıyorlar,ne duruyorsun,ikincilik ödülünü al,” diye beni itekleyerek kalabalığın arasından zorla sahneye çıkardılar.Salondaki güçlü alkışlar bana birer tokat gibi geliyordu.Zorlanarak çıktığım sahneden, bana söylenenleri duymadan,kucağıma ödül olarak tutuşturulan bir koli kitabı aldıktan sonra, herhangi bir söz söylemeden yerime geri döndüm.Artık salonda oturamayacağımı biliyordum.Çünkü salonda bulunanların bana acıyarak bakmalarını istemiyordum.Belki acıma diye bir şey söz konusu bile değildi ama, bana yönelen bakışları ben öyle algılıyordum.Kararlı bir şekilde yerimden kalkarak dışarı yöneldim.En yakın arkadaşlarım beni yalnız bırakmamak için, benimle birlikte salonu terk ettiler.
Dışarısı oldukça soğuk olmasına rağmen içimdeki ateş beni terletiyordu.En yakın dostlarımı hayal kırıklığına uğrattığımı düşünüyor, bu yüzden daha büyük bir acı duyuyordum.Bu olaydan sonra okuldan mezun oluncaya kadar, hiçbir yazı yarışmasına katılmayacağıma kendi kendime ant içtim.Bu yüzden uzun bir süre yazmaya ara verdim.
Elbette ilk fırsatta yaşanan bu olayların baş sorumlusu olan fotoğrafçıdan hesap sormalıydım.Haftanın ilk gün dersleri sona erer ermez, Hüseyin ile birlikte soluğu Cumhuriyet Gazetesi il temsilcisi olan fotoğrafçının dükkanında aldık.Durumu o bizden daha iyi kavradığı için üzgün olduğunu belli eden bir tavırla yaşananlara açıklık getirmeye çalıştı.Yazı değerlendirme kurulu ilk yapılan toplantıda benim öykümü birinciliğe layık görmüş.Ancak daha sonra diğer yazıları değerlendirmek üzere toplandıklarında öykü dalında yeniden bir değerlendirme teklifi yapılmış ve kendisi ile birlikte birkaç jüri üyesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen,Mehmet Yardımcı’nın öyküsü ikincilikten birinciliğe benimki de doğal olarak ikinciliğe değer görülerek gerekli değişiklik yapılmış.Bu değişiklik için ilgili lise müdürlüğünden aşırı bir baskı olduğu yönünde duyumlar aldığını belirten adam, bunun emeğe çok büyük bir saygısızlık ve haksızlık olduğunu ancak, bu haksızlığı önlemeye gücünün yetmediğini söyleyerek benim gönlümü almaya çalıştı.En sonunda “bu jüri üyeliğinden derhal ayrıldım ve bir daha böyle yarışmalarda görev almamaya kendi kendime söz verdim” dedi.Olan olmuştu ve yaşanan olayın geriye dönüşü yoktu.Az da olsa rahatlamış olarak oradan ayrıldık.
Her ne kadar önemsemez görünsem de, yaşadığım bu olayın, gelecek yaşamımda, çok büyük belirleyici etken olarak yerini almasına engel olamadım.
Acemi bir yatılı okul öğrencisi olarak girdiğim üç yıllık ilk öğretmen okulundan yirmi altı haziran bin dokuz yüz altmış altı günü, idealist genç bir öğretmen olarak mezun oldum.İşte o son günün öyküsü:
Üç yıl önce hizmete giren yeni okul binasının ilk mezunları olacağımız için, o yılın mezuniyet törenlerine özel bir önem verilmekteydi. Birçok bölümünün yapımı devam etmekte olan binanın ikinci katı, tören için seçilmişti. Çok geniş olan salonun henüz kapı ve pencereleri yoktu. Aslında burası salon da değildi. İç bölümlenmesi yapılmamış ve kaba inşaat halindeki bu alan, kısa süre öncesine kadar, dört yüz yatılı öğrenciye yatakhane olarak hizmet vermekteydi. Son sınıf öğrencilerinin, yıl boyu Resim-İş derslerinde yaptıkları süs gereçlerinin tümü kullanılmış olmasına karşın, tören salonuna en küçük bir sevimlilik katamamıştı. Ne yazık ki bu aşamada başka uygun bir alan bulunamadığı için tören burada yapılmak zorundaydı.
Ortaya koyacağımız etkinliklerin, tüm yaşam boyu belleklerden çıkmayacak olaylardan biri haline getirebilmesi için, her öğrenci, üzerine düşen sorumluluğu, en iyi şekilde yerine getirmiş olmanın haklı gururunu taşıyordu. Öğretim yılı boyunca üretilen süsleme gereçleri ile salonun her köşesi donatıldı. Henüz ince sıvası bile yapılmamış olan kaba beton direkler arasına gerilen, renk renk kâğıt zincirler ve değişik şekillerdeki balonlarla ortamın soğuk görünüşü yumuşatılmaya çalışıldı. Konuşmacılar için yüksek bir kürsü hazırlandı. Törene katılacak resmi davetliler ile katılması olası öğrenci velileri için sınıflardan oturaklar getirildi. Tören için gerekli olan her şey hazır duruma getirilmişti.
Okuldan mezun olacak öğretmen adaylarından maddi durumu uygun olanlar, bu özel günde giyinmek üzere yeni takım elbiseler diktirmişlerdi. Erkek öğrenciler, koyu renk takım elbiselerinin içine açık renk birer gömlek giyerek, boyunlarına günün modasına uygun desenli kravatlar takmışlardı. Yüzlerinde artık yetişkin birer insan olduklarını anlatan ciddi ifadelerle törendeki yerlerini almaya hazırlanıyorlardı. Kızlar ise her zamankinden daha özenli ve biraz da süslü giyinmişlerdi. Dikkat edilince belli belirsiz makyaj yaptıkları anlaşılabiliyordu. Her biri kendi zevklerine uygun olarak, güzel kokular sürünmüşlerdi. Birçoğunun, üç yıl boyunca ciddi anlamda arkadaşlık ilişkilerine girdikleri erkek arkadaşlarına, daha güzel ve daha çekici görünmek istemeleri çok doğaldı. Çünkü yaşamlarının bir dönemine damgasını vuran, okul yıllarının sona ereceği bugün, ya ömür boyu birlikte olmak, ya da –belki- bir daha asla bir araya gelmemek gibi, birbirine taban tabana zıt, iki önemli seçenek aşamasında olduklarının bilincindeydiler. Çok özenli giyinmelerinin, makyaj yapmalarının, koku sürünmelerinin altında yatan gerçek neden bu olsa gerekti.
Çocuklarının bu mutlu günlerinde, yanlarında bulunma olanağına sahip anne-babalar, kendi gençliklerinden de bir şeyler bulmayı ümit ettikleri bu törene, en az çocukları kadar özenle hazırlanmışlardı. Ellerinde gururla taşıdıkları çiçekleri okul yöneticilerine sunmaktaydılar. Benim gibi, yalnız bu gün değil, tüm okul yaşamı boyunca bir kez olsun, okula aileleri ile birlikte gelebilme olanağı bulamamış gençlerin, mutluluklarını gölgelediklerinin asla farkına varmadan, erkekler en görkemli, bayanlar ise en ince ve en zarif tavırlarıyla kendilerine ayrılan yerlere oturuyorlardı.
Artık kişiliğimin bir parçası haline geldiğini fark ettiğim huzursuzluk, mesleki yaşamımın başlangıcı olacak bu mutlu günümde gene yakama yapışmıştı. Öğretmen okuluna başlamadan çok önceki dönemlerden kaynaklanan ve türlü nedenlere dayalı olarak benliğime egemen olan içe dönük yapım, etkisini bu gün de davranışlarıma yansıtmaktaydı. Herkesin şen şakrak ve sevinçli olduğu şu anda, duyumsamakta olduğum tedirginlik, hiçbir zaman aile desteğini arkamda hissetmemekten kaynaklanıyor olabilir miydi? Küçük yaşlardan itibaren, kendi kendime yetmek zorunda bırakılmam mıydı, beni böyle davranışlar sergilemeye zorlayan? Ortaokul yılları ve daha sonrasında, özlemini çektiğim halde, en doğal gereksinimlerimi bile karşılayamazken, başkalarına hiçbir sorunum olmadığı imajı vermek zorunda olduğum yanılgısına saplanmam mıydı, duygularıma yön veren? Ya da bu ve buna benzer olguların bütünü müydü, sahip olduğum kapalı kutu kişiliğimi pekiştiren etmenler? Tam olarak analiz edemesem de birçok konuda, diğer insanlardan bir hayli farklı olduğum gerçeğinin bilicindeydim. Örneğin gerçek duygularımı dışarıya yansıtmamak için, daima yüzümde çelik bir maske ile dolaşmayı tercih ediyordum. Böyle görünmem, çevremdeki insanlarda çok kibirli olduğum yargısına neden oluyordu. Bu türlü yargılanmak benim de işime geliyordu. Kendi kendime, “varsın çevremdekiler hakkımda böyle düşünsünler, yeter ki gerçek duygularım açığa çıkmasın,” diyordum.
Bugün yapılacak olan özel gündemli toplantı ve eğlencelerden oldum olası sıkılıyordum. İçe dönük sakin yapım, beni yalnızlığa sürüklüyordu. Hele bu gün yapılması zorunlu görülen tören ortamından köşe bucak kaçmak istiyordum. Şu anda bu duygularım doruk seviyedeydi. Salonda beklemenin benim için bir anlamı yoktu. Çoğu zaman yaptığım gibi, içinde bulunmaktan her zaman mutluluk duyduğum doğaya sığınmak istedim. Kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak dışarı çıktım.
Hava çok güzeldi. Ilık ve iç gıcıklayıcı hafif bir rüzgâr esiyordu. Ağaçların yaprakları, rüzgârın etkisiyle, sakin bir deniz yüzeyi gibi hafif hafif dalgalanıyordu. Takvim yapraklarının otuz Haziranı gösterdiği bu günde, böylesine ferah bir havanın olması harika bir olaydı. Yaz güneşinin boğuculuğu ve yakıcılığından eser yoktu. Doğa, bizim bu özel günümüze bir katkıda bulunmak istiyor gibiydi. Okulumuzun yaklaşık yüz metre ilerisinden başlayan bahçeler, göz alıcı yeşilin her tonunu, izleyenlerin daha doğrusu benim gibi doğa tutkunlarının beğenisine sunuyordu. Okul binasının önü, adeta iyi düzenlenmiş bir parkı andırıyordu. Özenle biçimlendirilmiş çimenler arasındaki beyaz çakıl taşı döşeli dar yolların, çok hoş bir görünümü vardı. Çayırların çevrelediği geniş boşluklara oturaklar yerleştirilmişti. Simetri gözetilerek dikilmiş olan çam ağaçlarının geniş dalları, bu oturakların üzerini birer şemsiye gibi gölgelemekteydi.
Pazar ilçesine giden ve büyük sulama kanalını izleyen geniş yolda yürümek istedim. Okul binasının önündeki merdivenlerden sola dönerek aşağı indim. Teraslama yolu ile oluşturulan düzlükten ikinci bir merdivenle parka ulaşılıyordu. Bu dik basamaklı merdivenlerin yan tarafındaki çam ağacının altında, birkaç kişinin ayaküstü sohbet ettikleri görülüyordu. Çoğu kez yaptığım gibi, kendi iç dünyama odaklandığım için, yakın çevredekilere bile dikkat etmeden yanlarından geçtim. Tam yola inmek üzereyken arkamdan birilerinin bana seslendiğini duydum. “Ne o edebiyatçı bey, nereye böyle, selamsız sabahsız?” Sesin nereden geldiğini anlamak için dönüp baktım. Biraz önce yanlarından geçtiğim gruptan seslenildiğini anladım. Aramızda bir hayli mesafe vardı. Geri dönsem mi, dönmesem mi diye ikirciklenirken, içlerinden birinin, “dalgın yazar bugün çok duygulandı galiba, rahat bırakalım da biraz tek başına kalsın.” Dediğini duydum. Dikkatimi bu gruba odakladım; gülüyorlardı. Alaylı bir gülüştü bu, aldırmadım. Bu tür şakalara alışıktım. Zaman zaman şiirler, öyküler yazardım okul gazetelerine. Birkaç kez de okul adına katıldığım yarışmalarda ödül kazanmıştım, öykü dalında. Bu yüzden arkadaşlarım bana, ya edebiyatçı ya da yazar efendi diye takılırlardı. İleride beni iyi bir yazar olarak görmek istediklerini söylerlerdi. Tabi bunlar yarı şaka yarı ciddi olarak söylenen sözlerdi. Çok çok önemsemez, güler geçerdim. Ben hep çok okur, çok düşünür ve az konuşurdum. Okumak benim için hava kadar, su kadar vazgeçilmez bir gereksinimdi. Her gün en az iki saatimi okul kütüphanesinde geçirmekten büyük keyif alırdım. Bazı günler, normal ders saatlerinin sonunda, gündüzlü okuyan arkadaşlar evlerine, yatılılar ise okul bahçesine ya da şehir içerisine giderlerken ben, oturduğum sıradan kalkmadan bir roman çıkarır, okumaya başlardım. O zaman arkadaşlarım, “sakın burada sabahlama, olur mu? Sonra popon oturağa yapışır, bir daha yerinden hiç kalkamazsın.” Diye şakalaşırlardı.
Ben okuma-yazma tutkunu bir öğrenciydim. Beni bu alana yönelten neden yalnızca önceden kazandığım okuma-yazma zevki değildi. En önde gelen neden, farklı zevklere ve hobilere yönelmemi sağlayacak maddi olanaklardan yoksun olmamdı. Özlemini çektiğim ve sahip olmayı arzuladığım halde, bir türlü gerçekleştirme olanağı bulamadığım etkinliklerden duyduğum eksikliği, okuma-yazma yolu ile telafi etme yolunu seçmiştim. Sebepler her ne olursa olsun, maddi ve manevi eksiklerimi okumaya yönelerek ödünleme yolunu seçmiş olmaktan son derece mutluluk duyuyordum. Çünkü bana mutluluk veren okuma ve yazma tutkusu sonunda, kişiliğimin bir parçası haline gelmişti.
Ben yoksul bir çiftçi ailenin çocuğuydum. Ailem bana yılda elli lira bile harçlık gönderecek maddi olanağa sahip değildi. Dokuz çocuklu bir anne-baba ile, on bir kişiden oluşan ailemizin yıllık kazancı son derece azdı. Yetersiz ve verimsiz arazimizden, ilkel tarım yöntemleri ile elde ettiği ürünler, hiçbir zaman ailemizin gereksinimlerini karşılayabilecek bir düzeyde olmuyordu. Buna karşılık bana, payıma düşenden fazlasını ayırmaya kalksalar da o günün koşullarında, gönderilen harçlık, zorunlu ihtiyaçlarımı karşılamaktan bile çok uzaktı. Tüm bu olumsuzluklar beni okula ve okumaya daha çok bağlıyordu. Zorunlu olmadıkça asla çarşıya çıkmıyordum. Birçok arkadaşlarımın yaptığı gibi sinemaya gidemiyor, canımın çektiği yiyecekleri yiyemiyor ve okuldan verilen giyecekler dışında herhangi bir giyecek alamıyordum. Kahvehanelerin önünden bile geçemiyordum. Cumartesi akşamları, ceplerinde yeterli parası olan öğrenciler, kendilerini şehrin caddelerine attıklarında ben, en sevgili dostlarım haline gelen kitaplarımın arasına dalıyordum. Galiba benim yaptığım deve kuşunun yaptığını uygulamaktı. Kafamı kitaplara gömerek, sorunlarımdan kurtulduğum varsayımına dayanan bir yöntemdi. Bu davranış, belki kendimi aldatmaktan öte bir yol değildi ama bu durumu değiştirebilecek başka bir çıkış yolu da aklıma gelmiyordu.
Tutkusuz bir insan olduğumu söyleyemem. Belki normal sınırların bile ötesinde bir tutku ile her şeye sahip olma arzusuyla dopdoluydum; ancak bu duygularımı bastırmak ve köreltmek için büyük bir çaba harcıyordum. Duygularımın dışa vurmasını asla istemiyordum. Bunu başarabilmenin en kolay yolu da binlerce sayfalık kitaplar arasında yitip gitmekti. Ben de tam bunu yapıyordum işte. Tutkularımı içimde yaratacağım öykü kahramanlarının sırtına yükleyerek, onların kişiliğinde yaşamaya yönelme eğilimi, beni yazmaya da yönlendirdi. Bu yolu çok sevdim. Hani şeker özlemiyle yanıp tutuşan bir çocuk, düşünde kendini her türlü tatlı ile dolu bir pastanede görerek avunur ya, işte ben de kendimi yarattığım hayali kahramanlarla özdeşleştirerek ödünleme yolunu seçmiştim.
Gerçek yaşamla arama ne kadar mesafe koyduğumun farkında değildim. Bilincim beni yaşadığımız dünyaya geri döndürdüğünde, bana seslenen arkadaş grubuna doğru yürüdüm. Dört kız ile bir erkekten oluşan arkadaş topluluğu beni alaylı bakışlarla karşıladılar. Aralarında uzun zamandır bana karşı özel bir ilgisinin olduğunu sezinlediğim Gülhan’da vardı. Diğerlerinin alaylı ve sulu şakalarına pek katılmasa da yüzünde anlamlı bir gülümseme vardı. Grup içindeki erkek arkadaşı tanımıyordum. Gülhan, “kardeşim Orhan,” diyerek tanıttı. Elimi uzattım, “tokalaştık. “Niye buradasınız?” diye sordum. “İçeride işiniz yok mu? Gelen konuklara yardımcı olmanız gerekmiyor mu?” Yanıtlar Ayşe’den geldi. “Aman boş ver, gelenlerle ilgilenecek çok arkadaşımız var. Bize iş düşürmezler; hem bizim yakınlarımızdan gelen yok.” Gülhan’ın kardeşini gösterdim. “İşte sizin de bir konuğunuz var, O’nu iyi bir yere yerleştirirsiniz.” Dedim. “Ben içeride beklemek istemiyorum,” dedi, Orhan. “Dışarıda sizlerle olmak daha iyi. Zamanı gelince hep birlikte içeri gireriz.” Gülhan, “nereye gidiyordun?” diye sordu. “Hiiç, sıkıldım,” dedim. “Şöyle kanal boyu biraz yürümek istedim.” “İyi ya,” dedi Elif, “birlikte yürümeye ne dersiniz? Nasıl olsa törenin başlama saatine bir hayli zaman var.” Ayşe’de aynı fikirdeydi. “Burada ağaç gibi dikilmekten iyidir. Haydi yürüyelim.”Dedi, yürüdük.
Pazar yolu bomboştu. Zaten buradan çok fazla araç geçmezdi. Hoş, geçecek araç da yoktu ya. Yolun ilerisinde birkaç kişilik öğrenci kümeleri göze çarpıyordu. Sessizce yol aldık bir zaman. Askeri lojmanların önünden kanal kıyısına inen dar yola saptık. Kanal ağzına kadar su ile doluydu. Tarım arazilerinin sulama mevsimi geldiği için kanal hep dolu dolu akardı. Ayşe, “oturalım mı?” diye sordu. Kanalın kenarına yakın bir konumda oturduk. Üzerimizde bir ağırlık asılı gibiydi. Konuşmakta zorlanıyorduk. Uzun uzun akan suyu seyrettik. İlk konuşmaya başlayan gene Ayşe oldu: “Eeee, hep böyle susacak mıyız? Haydi, canlanın biraz. Belki unutuyorsunuz, son kez bir arada olduğumuzu anımsatmak isterim. Huuu…! Yazar efendi, konuş biraz da içimiz açılsın. Bizi teselli edecek bir şeyler söyle. Kısa bir süre sonra –belki- ömür boyu bir daha birbirimizi göremeyeceğimiz olasılığı içimi yakıyor.”
Gülhan’ın arada bir, göz ucu ile beni süzdüğünü sezmiştim. Kafam karmakarışıktı. Kafamın içi karşıt fikirlerin çarpıştığı arena gibiydi. Ayşe’nin haklı uyarısı bile beni kendime getiremedi. Gülhan’ı düşünüyordum. Niye ilgileniyordu bu kız benimle? Ne bulmuş olabilirdi bende? Çirkin değilsem de öyle gönül konulacak kadar da yakışıklı sayılmazdım. Neşeli değildim; esprili hiç değildim. Konuşkan biri de değildim. Kızlara, hele özellikle de Gülhan’a kur yapma anlamına gelebilecek bir davranışta bulunduğumu da sanmıyordum. Laf aramızda istesem bile bunu yapacak bir beceriye sahip değildim. Kişiliğim bu tür davranışlar sergilemeye uygun değildi. Ortaokul yıllarında yaşadığım birtakım olumsuzlukların, iç dünyamda oluşturduğu fırtınaların sonucu olarak, kişiliğime bir asalak gibi yapışan aykırılıkların, bu tür davranışlar sergilememe asla olanak tanımayacağını çok iyi biliyordum. Bu karakter yapımı iyi analiz ettiğimden karşı cinse, sadece arkadaşlık ve dostluk sınırları içerisinde bağlanabiliyordum. Bu anlattıklarımdan, benim normal bir erkeğin duygularını taşımadığım anlamı çıkarılmamalı. Benim de her genç erkek gibi sevmeye, aşık olmaya, hakkım yok muydu? Yaşamımın bu ilkbaharında, yeni açılmış kır çiçeklerinde bal özü arayan arılar gibi, dünyanın en güzel çiçekleri olarak nitelediğim genç kızlar arasında dolaşmam doğal sayılmaz mıydı? Elbette tüm bunlar benim içinde olağan duygulardı. Her türdaşımla aynı haklara sahip olduğumun bilicindeydim. Ancak tüm bu duygularımı ve sahip olduğum gençlik haklarımın yönlendireceği davranışlarımı hep bastırmaya çalışıyordum. Bu duygularımı uyandırmamayı tercih ediyordum. Çünkü ben aşırı duygusal bir kişiliğe sahiptim. Kendi ruhsal yapımın çok hassas olduğunu biliyordum. Biliyordum ki bir kez kendimi bu duygulara kaptırdım mı, mecnun gibi içerisinde kaybolup gideceğim çöller arayacağım. Bu durumun benden beklenenleri yapmamı engelleyeceğinden, sorumluluklarımı unutturacağından, düşlerini kurduğum ideallerimin gerçekleşmesine fırsat vermeyeceğinden korkuyordum. Ailemin, çevremin, ülkemin beklentilerine uygun davranamamaktan endişeleniyordum. Saydığım bu bahanelerin beni ben olarak yaşatmasına izin vermemekle doğru mu davrandım, bilemiyordum. Tüm bunları akan zaman içerisinde, daha iyi değerlendirebileceğimi sanıyordum.
Şöyle yandan baktım. Doğrudan değil, uzaklara bakıyormuşum gibi yaparak. Gülhan’ın gözleri karşımızdaki kanal suyunun, hızlı akan bir noktasına takılıp kalmıştı. Ayşe durmadan konuşuyor ve bir şeyler anlatıyordu. İçimizden hiç birimizin Ayşe’yi gerçekten dinlediğine ihtimal vermiyordum. Herkes kendi kurguladığı hayal dünyasında geziniyordu. Gülhan’a bir kez daha alıcı gözüyle baktım; güzel bir kızdı. Uzunca boylu, kara gözlü, kara kaşlıydı. Yuvarlak yüzünü çevreleyen düz ve uzun saçları omuzlarına dökülüyordu. Pürüzsüz yanaklarından sağlık fışkırıyordu. Deste kirpikleri uzun uzundu. Tam bir genç hanımdı işte. Çok erkeğin yüreğini hoplatacak kadar alımlıydı. Ben Gülhan’la ilk tanıştığımız günden itibaren, aşka dönük duyguların uyanmasına izin vermemiştim. Sıcak bir dostluktan öte bir beklentim olmamıştı. Zaman zaman içimde uyanmaya çalışan gençlik ateşini, çelik duvarlı zindanlara hapsetmeyi başarmıştım. Bundan daha fazlasına sahip olmak uğruna, şimdiye kadar yaşamakta olduğumuz sıcak ve içten dostluğumuzu gölgelemek istemiyordum. Okul yaşamımızın sonuna geldiğimiz şu günde, çok güzel ve çok özel bir dönemi noktalamak üzere olmamız, içimde aşırı bir hüzün oluşturmuyordu. Biraz da işte bu yüzden, yani ayrılık vakti geldiğinde çok fazla üzülmemek için, hiçbir kimse ile duygusal bağlantılar kurmak istememiştim. Hatta inanılmaz bile gelebilir ama şu an arkadaşlarımla yaşamakta olduğumuz sayılı dakikaların bile bir an önce sona ermesini istiyordum. Zaten çoğu zaman yalnızlık aradığım bir ortamdı. Ayrıca atanacağım bir yurt köşesinde ülkeme hizmet ederken, emeğimin karşılığı olarak kazanacağım maddi olanaklarla, şimdiye kadar çektiğim birçok sıkıntıdan kurtulabileceğim yanılgısı bana, her şeyin bir an önce olup bitmesini arzulatıyordu.
Ayşe, gene dalıp gittiğimin farkına varmıştı. Kolumdan çekiştirdi. “Yine uçtun be filozof! Ya dinle ya da konuş. Bir daha Ayşe kızı zor bulursun. İki saat sonra her şey sona erdiği zaman istediğin kadar düşünürsün. O zaman istersen ömrünün sonuna kadar düşün; ama ne olur, şimdi içinde yaşadığın anın tadını çıkarmaya bak. Törenden sonra belki bir daha asla bir araya gelmeyecek bir şekilde dağılacağız. Bak açıkça söylüyorum; beni uyarmadı deme; çünkü Ayşe’yi dinlemediğine çok pişman olacaksın.” Gülümsedim; sözleri ne kadar içten ve özellikle de ne kadar haklıydı. Gülhan’da bu konuşmalara aynen katılıyor olmalıydı. “Ayşe doğru söylüyor,” dedi. “Birkaç saat sonra her birimiz başka bir yöne savrulacağız. Belki bir daha ömür boyu birbirimizi göremeyeceğiz. Biliyor musunuz, ben birkaç yıl daha burada kalmayı çok isterdim. Tüm arkadaşlarımdan ebediyen ayrılma düşüncesi bana öyle acı veriyor ki anlatamam.” “Doğru söylüyorsun, gerçekten çok acı,” dedim. “Ama bu günleri görmek için yıllardır çalıştığımızı unutuyorsunuz. Şimdi amacımıza ulaştık işte. Bunun güzelliğini de görmemiz gerekmez mi?” Gülhan’a döndüm. “Okul yılları ne kadar uzarsa uzasın, bir gün gene sona ermeyecek mi? O zaman ayrılmayacak mıyız? Ömrümüzün tamamı bu okulda geçmeyecekti, herhalde. Her şeyin bir başlangıcı bir de sonu vardır; yaşam bu işte. Üç yıl önce ne birbirimizi tanıyorduk, ne de bu çevreyi. Bir sınav kazandık ve bu okula geldik, birbirimizi tanıdık, güzel dostluklar kurduk. Birlikte eğlendik, birlikte güldük. Birçok tatlı ve acı anılarımız oldu. Yaşamın getirdiklerini dostlarla paylaşmak gerçekten çok güzeldi. Ancak yaşamımızın bir döneminin sonuna geldik. Bu son bir başka başlangıcın önünü açacak. İleride yeni çevreler tanıyacağız, yeni arkadaşlıklar ve yeni dostluklar kuracağız. Belki onlarla aramızda farklı sevgi filizleri yeşerecek; sevecek, sevileceğiz. Sonra gene ayrılıklar ve gene hüzünler yaşanacak. İşte gerçek yaşam bu, bu döngü sürüp gidecek, taaa ki..” Sustum. Ölüme kadar diyecektim, demedim. Bu soğuk sözün ortamı daha da gereceğini düşündüm. İyi ki demedim, sözü Elif aldı. “Oooo…! Dedi. “Bizim yazar efendi üç yılda konuşamadığı kadarını üç dakikada ortaya koydu. Bu gelecek için umut verici bir gelişme.” Hep birlikte güldük. Ortamı biraz yumuşatmayı başarmıştı; saatine baktı, “sayın öğretmenler vakit tamam; haydi içeri girelim, neredeyse tören başlayacak.”dedi. Kalktık.
Elif’le Gülhan kol kola girerek önden yürüdüler. Orhan en önde tek başına gidiyordu. Ayşe ile ikimiz diğerlerini arkadan takip ediyorduk. “Koluna girebilir miyim?” dedi. Yüzümü bir ateş bastı; kızardığımı hissettim. Ayşe, herkesle çok iyi diyalog kurabilen bir arkadaştı. Bayan, erkek hiç fark etmez ne söyleyecekse, doğrudan ve sözünü hiç sakınmadan konuşurdu. Her ortamda her konuyu rahatça tartışır ve konuşulanı dinlerdi. Açık sözlülüğü ve içtenliği ile herkesin güvenini ve dostluğunu kazanmıştı. Şaşırdığımın ve dahası yüzümün kızardığının O’da farkına varmıştı. Benim yanıtımı beklemeden kolumu yakaladı. “Korkma utangaç filozof, sana aşık filan değilim. Sakın sana ilanı aşk edeceğimi zannetme.”dedi. Koluma girmişti bile. Bu rahat tavırlarına ve açık sözlerine rağmen içimdeki tedirginliği atamamıştım. İlk kez bir kız arkadaşımla böylesine yakın bir konumda bulunuyordum. İçimde esen kuşku fırtınasının etkilerini dindirmeye çalıştım. Ayşe kaldığı yerden konuşmasına devam etti: “Bak arkadaşım, o kadar kitap okuyorsun, bilgi ediniyorsun, anladık; ama yaşadığın çevreden neden bu kadar kopuksun? Niçin çevrene daha duyarlı bakmıyorsun? Evet, doğru, ben sana aşık değilim ama sana aşık olan birisi var; ve sen onu ya görmüyorsun ya da görmezden geliyorsun.” Tepkimi ölçmek üzere dikkatle yüzüme bakıyordu. Sözlerime kızıyormuşum gibi bir anlam yükleyerek “bırak artık bu soğuk şakaları,” dedim. “Konuşacak daha ciddi bir konu bulamadın mı?” Gözleri gülüyordu ama sesi çok ciddi idi: “Şaka mı, ne şakası? Oğlum şaka filan değil söylediklerim. Sana bir gerçekten söz ediyorum.” Konuşmasına ara verdi. Sözlerini dikkatle seçmeye çalışıyor gibiydi. Kısa bir duraklamadan sonra tekrar konuşmaya başladı. “Şu son dakikada durumu bilesin diye söylüyorum. Artık yeni bir döneme giriyoruz. Sanıyorum hepimiz bunun farkındayız. Şimdi bazı önemli kararlar almanın tam zamanı. İstersen alacağın bir kararla ömür boyu mutlu olabilirsin. Sana tutkun olanın kim olduğunu bilmediğini söyleme sakın. Buna beni asla inandıramazsın.” Ben Ayşe’nin hala şaka yaptığını düşünüyordum. İşin aslını itiraf etmem gerekirse, öyle olduğuna inandırarak kendimi aldatmaya çalışıyordum. “Ayşe, ne söyleyeceksen lütfen açık söyle. Bana bilmece çözdürmeye uğraşma, zira şu an bilmece çözecek durumda değilim. Bana ne anlatmaya çalışıyorsun?” O’ da bu konuyu daha fazla uzatmanın yararsız olduğunu anlamıştı. Son uyarısını yapmak ister gibi kararlı konuştu: “ Hoca efendi, kafamı kızdırma. Neden söylediklerimi anlamazdan geliyorsun? Gülhan sana tutkun ve sen bunun pek ala farkındasın.” Aslında dediği çok doğruydu. Ne demeye çalıştığının farkındaydım. İlla da açık açık söylemesini bekliyordum. Buna rağmen Ayşe’nin son sözleri içimde bir fırtınaya neden oldu. Uzun zamandan beri bilinçli olarak baskı altında tuttuğum, kendime bile itiraf etmekten kaçındığım duygularıma bir kamçı vurulmuş gibi hissettim. Yüreğim kafesteki bir kuş gibi pır pır etti. Boğazım kurudu, bir süre konuşamadım. Ayşe ciddi bakışlarla benden bir yanıt bekler gibiydi. Galiba dışarıdan tam bir buz dağı gibi algılanıyordum. Gerçek duygularımı dışa yansıtmamak için ne büyük çaba harcadığımı eminim Ayşe bile anlayamadı. Anlamaz ve aldırmaz tavrımı sürdürmeye karar verdim.” Kızım deli misin?” dedim. “Bu konuda şaka yapılır mı? Hem…,hem nereden çıktı bu tutku meselesi?” Sustum. Uzunca bir sessizlik oldu. İkimiz de bir süre kendimizi dinledik. Belki bu süre içerisinde benim aptal olduğumu düşündü. Aslında böyle düşünse bile düşündüğünü açıkça söylerdi de son dakikada beni kırmak istemiyor olmalıydı. Konuyu daha fazla uzatmanın yararlı olmayacağına karar vermiş gibiydi. Gene de şaka yolunu seçti. “Niçin biraz da bu konulara kafa yormuyorsun be oğlum? Yahu kimden ve neden çekiniyorsun? Senin bir tarafın mı eksik? Yoksa bir tahtan mı kırık? Gelecekle ilgili hiçbir planın yok mu? Evlenmek gibi, çoluk çocuk sahibi olmak gibi bir düşüncen yok mu? Ya gerçekten çok safsın, ya da saflık numarası ile bizi işletmeye çalışıyorsun.” Okulun giriş kapısına yaklaşmıştık. Kolumu bıraktı. Şimdi daha ciddi bir tavır takınmıştı. “Unutma,” dedi. “Konuş onunla, bu fırsatı kaçırma; Bir daha böyle pırlanta gibi bir kızı zor bulursun.” Elif ile Gülhan okulun girişinde bizi bekliyorlardı. Gülhan yere bakan bakışlarını yüzüme çevirdi. Gözlerinde gerçek bir sevginin derin pırıltıları vardı. İçinden geçen duyguların dışa yansımasına engel olamadığı görülüyordu. Benim gibi tam bir buz kütlesi olmayı başaramadığı açıktı. Sanıyorum Ayşe ile aramızda geçen konuşmanın içeriğini biliyordu. Gülhan’ın çok iyi biri olduğundan benim hiç kuşkum yoktu. Tüm bu yaşananlara ve Ayşe’nin dostça uyarısına karşılık, duygularımı Gülhan’la paylaşmadan buradan ayrılırsam, gerçek bir hazineyi bilerek kaybetmiş olmanın sorumluluğu tamamen bana ait olacaktı. Bir ömür boyu, bu kayıptan ötürü duyacağım pişmanlık acısını çekmeyi özgür irademle seçmiş olacaktım. Tam bu anda benliğim beynime balyoz indirdi. İçimde kıpırdanmaya başlayan sevi filizlerinin yeşermesine engel oldu. Davranışlarıma yansımak üzere olan duygularımı gene zindanlara kilitledim. Ancak yaşamakta olduğum kısa süreli ikirciklenme sırasında, gözlerimden taşan duygusal yansımaların bir anlık dalgalanmasına engel olamadım. O’da beni anladı. Yüzünde durumu olduğu gibi kabullenmenin derin hüznü belirdi; Konuşamadık.
Tören salonu tıklım tıklımdı. Kendilerine oturacak bir yer bulamayan ve ayakta beklemek zorunda kalan konukların arasından güçlükle ilerleyerek, yemin töreni için sıralanmış arkadaşlarımızın arasına katıldık. Ve tören başladı.
Saat on iki kırk üç, tören bitti. Bu cümleyi özellikle seçtim; çünkü gerçekten tam anlamı ile bitti. Neden bu tümceyi özellikle seçtiğimi açıklamak isterim: Biten yalnızca tören değildi elbette. Birçok şey aynı anda bitti. En başta bir meslek sahibi olmak için üç yıldır aldığımız eğitim süreci bitti. Üç yıldır kardeş kadar birbirimize yakınlaştığım arkadaşlarımla olan birlikteliğim bitti. Çok sevdiğim ama maddi olanaksızlıkların bana cehennem azabı çektirmesi yüzünden, artık bitmesini istediğim öğrencilik yaşamım bitti. Sevgili Gülhan’la, hiç dillendirmeden içimizde yaşattığımız sevgi tohumları, hiç yeşermeden kurudu. Kısaca ve tüm olayları kapsayacak bir deyişle belirtmek gerekirse gençliğim bitti, bugün.
Okul yaşamımın bir süre daha devam etmesi belki mümkün olabilirdi. Ne var ki eğitim enstitüsünün giriş sınavlarına başvuruda bulunurken, ailemin bana maddi destek sağlayamayacağını görmek, sınavı kazansam bile okula devam etmeyeceğim kararını çoktan verdirmişti. Oysa okumayı ne çok seviyordum. Ailemden az çok destek olabilecekleri umudunu koklayabilmiş olsaydım çok sevdiğim edebiyat dalında okumaktan geri durabilir miydim? Aç ve açık kalmayacağım kadar bir ortam yaratılabileceğini ima yoluyla bile bana sezdirselerdi, ömür boyu okumaktan ve öğrenci olmaktan asla usanmazdım. Okulu ve okumayı bu denli çok seviyordum; ama olmuyor işte. Olmaması da yaşamın bir başka gerçeği olduğundan, bu durumu kabullenmekten başka seçeneğim yoktu.
Öğretmen olmak üzere yola çıkmıştım, sonunda oldum işte. Bu amaca ulaşmış olmak neden beni umut ettiğim kadar sevindiremiyordu? Neden içim coşku ile heyecanla ve sevinçle dolup taşmıyordu? Sanıyorum, özlemi duyulan bir şeye sahip olunduğunda, bir başka şeyleri kaybediyor olmak, düşlenen mutluluğun ve sevincin yaşanmasına engel oluyordu. Şu anda içimde tanımı zor duygular vardı. Öğretmen olduğum için sevinmek varken, öğrencilik hayatımın sona ermesinden büyük bir üzüntü duyuyordum. Asıl beni üzen başka bir gerçek daha vardı: Türlü nedenlerden ötürü doya doya yaşayamadığım çocukluğumun ardından gençliğimi de yaşayamayacaktım. Öğretmen toplumun gözünde olgun insandır, örnek bir kişiliktir. Ben de öğretmen olduğuma göre, yaşım henüz on sekiz bile olmasa da, aldığım eğitim gereği topluma önder olmak zorundaydım. Çok olgun ve görmüş geçirmiş biri gibi davranmam bekleniyordu. Hata yapmak ve yanlışlık bana yakışmazdı. Yaşımın gereğine uygun davranmak, oynamak, zıplamak, eğlenmek bana göre şeyler değildi. İyi ama ben, on yedi yaşın, on sekiz ve yirmi yaşın gerektirdiği gibi yaşama hakkına neden sahip olamıyordum? İşte bunların tümü beni üzüyordu. Ayrıca elbette dostlarımdan, arkadaşlarımdan ayrılmak yüreğimi sızlatıyordu. Üç yıl boyunca aynı ailenin fertleri gibi acılarımı, sevinçlerimi paylaştığım arkadaşlarımla acaba bir daha karşılaşabilecek miydim? Tüm bunlardan başka nereye atanacağım, nasıl bir ortamla karşılaşacağım, benden beklenen hizmeti verebilecek miyim gibi onlarca sorudan, hiç birine sağlıklı bir yanıt veremediğim için, kendimi bin bilinmeyenli bir labirentte yürüyor gibi hissediyordum. Bu kadar bilinmeyenle nasıl başa çıkacaktım? Yaşam ne kadar gizemliydi böyle? Bir adım ilerisinde ne var, görmek olanaksızdı. Görmek için yaşamak gerekiyordu.
Evet, tüm bu sorunlarla nasıl başa çıkabileceğimi ancak yaşarsam görebilecektim. Yani gelecek bir zamanda, kesin tarihi belli olmayan bir zaman diliminde. Şimdi yapacağım tek şey, geçmişe bir elveda demekten ibaretti. Öyleyse tüm kalbimle elveda diyorum. Neye, kime elveda? Önce hiç yaşayamadığım çocukluğuma, sonra okuluma, arkadaşlarıma –belki- aileme, ve sonra da, bin kere yaşamayı arzu ettiğim halde asla yaşayamayacağım gençliğime elveda…
Hoş geldin yeni hayat.
Atandığım Konya’da, milli eğitim müdürlüğünü bulmak çok zor olmadı.Otobüs terminaline iner inmez öncelikle elimdeki ağır tahta bavulu bırakacak bir yer aradım.Herhangi bir tanıdık yer olmadığından en iyisi ücretli emanete bırakmaktı.Öyle yaptım.Emanetçiye,şehir merkezine nasıl gidebileceğimi sordum.Tarif etti.Dolmuşlar da çalışıyormuş.”Uzak mı?” dedim.En çok yaya olarak yarım saat çekermiş.Yürümeye karar verdim.Uzun süre otobüsün içerisinde oturmaktan bacaklarım tutulmuştu.Otobüs yazıhanelerinin önünden bana tarif edilen yöne doğru yürüdüm.
Caddeye çıktığımda ilk dikkatimi çeken şey süslü at arabaları oldu.Arabalar o kadar güzel boyanmış ve öylesine süslenmişti ki araba sandığının ensiz tahta çerçeveleri küçük birer resim sergisini andırıyordu.Yollarda motorlu taşıtlardan daha çok at arabası olduğu görülüyordu.
İlerlemekte olduğum yol boyunun,her türlü esnafın yer aldığı bir iş alanı olduğunu anladım.Bakkal,manav, manifatura dışındaki her türlü esnaf buradaydı.Yapı malzemeleri satanlar en fazla göze çarpanıydı.Araba imalathanesi,koşum takımları yapımcıları,nalburiye,ve aktarlar yolun yer iki yakasını doldurmuşlardı.Önlerindeki üç tekerlekli küçük arabalarını, gezici birer dükkan haline sokmuş olan satıcılar,taşıt trafiğini aksatacak kadar yolları işgal etmişlerdi.
Terminalden ayrılırken saat tutmuştum.Yirmi yedinci dakikada bana tarif edilen ana yola ulaştım.Bu geniş yol Konya’nın en işlek ve kalabalık yerlerinden biriydi.Yolun her iki yanında yükselen binaların tamamı iş yeriydi.Resmi binalar da bu yol üzerine sıralanmışlardı.Milli eğitim müdürlüğünü bulmakta hiç zorlanmayacağımı anladım.Ulaştığım noktada en ilginç yapı,sağ taraftaki,ortasında büyük bir havuzun yer aldığı meydanın bitişiğinde yükselen ve kartpostallardan anımsadığım yeşil kubbeli Mevlana Türbesi idi.Selçuklu mimari özelliğini yansıtan yapının görünüşü çok muhteşemdi.Heyecanlandığımı hissettim.Meydanın bir başka cephesinde büyük bir cami vardı.Meydan, çoğunluğunun yabancı turist olduğu ilk bakışta anlaşılan insanlarla dolup taşıyordu.Burada kesinlikle yabancı sayısı yerli halktan daha çoktu.Turistler,kadın erkek,çocuk kümeler halinde geziyorlardı.Başlarında beyaz fotör şapkalar,altlarında birer kısa pantolonlarla çevreyi büyük bir beğeni ve hayranlıkla izliyorlardı.Süslü at arabalarının onlara da ilginç geldiği belli oluyordu.Yanlarından geçmekte olan bir arabayı durduruyor,arabanın yan tarafında,üzerinde,önünde resim çekiniyorlardı.Mevlana Türbesi’nin önü daha çok kalabalıktı.Uzun bir kuyruk oluşmuştu.İçeriye girmek için bekledikleri anlaşılabiliyordu.Benim de içimden müzeyi gezmek geçti ama öncelikle müdürlüğü bulmam gerektiği için, bu düşüncemi daha sonra gerçekleştirmeye karar verdim.Ana caddeyi izleyerek sola döndüm.Dükkanların vitrinlerinin tamamı hediyelik eşyalarla doluydu.En çok görülen motif Mevlana resimleriydi.Kutuların üzerlerinde,yazmalarda,ağızlık ve pipolarda,gece lambalarında hep aynı motifler göze çarpıyordu.Bu eşyalar öylesine çekicilerdi ki hepsinden birer tane almamak için kendimi zor tutuyordum.İçimden “Konya’nın esnafı işini iyi biliyor,”dedim.Bu kadar çok sayıda turistin ziyaret ettiği bir kentte,gelenleri mutlaka bir şeyler almaya zorlayacak ilgi çekici düzenlemeleri yapabilmek tam bir beceriklilik isterdi.Çevrede gezinen çok sayıdaki turistlerin, dükkanlardan bir şeyler almaya çalıştıkları göz önüne alındığında, Konya esnafının bu konudaki becerikliliği rahatça anlaşılabiliyordu.
Yolda bir süre ilerledikten sonra, kapısının önünde bir turist grubuna satış yapmakta olan gence, il milli eğitim müdürlüğünün yerini sordum.Elli metre kadar ileriyi işaret ederek renginden resmi devlet dairesi olduğu anlaşılabilen yüksek bir binayı gösterdi.Saat on bire geliyordu.Yolun karşısına geçtim.Müdürlük binasına yaklaştığımda karşıdan tanıdık bir simanın gelmekte olduğunu gördüm.Meraklı gözlerle çevreyi inceliyordu.Ne güzel bir rastlantıydı.Bana doğru gelen sınıf arkadaşım Şakir’di.O’ da beni gördü.Kollarını açarak boynuma sarıldı.Burada ne aradığını sordum.Konya’ya atandığını söyledi. “Yerini öğrendin mi? “diye sordum. “Evet,belki inanmayacaksın ama aynı okula atanmışız,” dedi.Gerçekten inanmak zordu. Koşar adım,ikimiz birlikte binanın ikinci katına çıktık.Salondaki atama panosundaki listeye tekrar tekrar baktım.Evet doğruydu.Aynı köy okuluna atanmıştık.Ben müdür yetkili olarak atanmıştım.İçerimde bu sevinci doya doya yaşarken,Şakir, “dahası var,”dedi. “Bizim okuldan en az on kişi Konya’ya atanmış.Bunların da üçü bizim çalışacağımız Hadim ilçesine,ne güzel değil mi?” Gerçekten,ilk görev yerlerimize giderken böyle tanıdık birileriyle olmak insana güç ve moral veriyordu.
Günlerden Çarşamba ve temmuz ayının yirmi dokuzu idi.Nasıl davranmamız gerektiğini konuştuk.En geç yarın göreve başlamamız lazımdı.Ağustos ayı maaşını alabilmemiz buna bağlıydı.Bu bizim için önemliydi,çünkü paraya ihtiyacımız vardı.Cadde üzerinde aşağı yukarı adımlarken gene okul arkadaşlarımızdan Refik ve İbrahim’le karşılaştık.Daha sonra Yozgatlı Ahmet geldi yanımıza.Milli eğitim müdürlüğünün önü bir hayli kalabalıklaşmıştı.Ataması yeni yapılanlar bizim gibi akın akın müdürlüğe geliyorlardı.Hadim ilçesine atanan on altı öğretmen arkadaşla tanışıp kaynaştık.Akşam olmadan ilçeye ulaşmamız fikri üzerinde birleştik.Nasıl gidebileceğimizi sorduk.Hadim’e günde bir otobüs gidiyormuş.Hareket saati on birmiş.Yani bu gün gidecek olan otobüs çoktan yolu yarılamış oluyordu.Başka bir yol bulmalıydık.Hep birlikte terminale yürüdük.
Terminalde doğruca Hadim-Taşkent otobüs işletmesinin yazıhanesine gittik.Bize söylendiği gibi o günün otobüsü saat on birde gitmişti.Ertesi gün aynı saate kadar da başka bir araba yoktu.Ne yapabileceğimizi sorduk.Tek çıkar yolun otobüs kiralamak olduğu söylendi.Kabul ettik.Bir otobüs sahibi ile iki yüz yirmi liraya anlaştık.Kişi başına ödeyeceğimiz ücret yaklaşık on altı liraydı.Normal yol parasının altı lira daha fazlası olan bu parayı ödemeyi göze alamazsak ağustos maaşımızı zamanında alamayacaktık.Otobüsü kiralamak zorundaydık.Saat ikiye doğru yola çıktık.
Konya ovasını görmeyen birilerine bu ovayı anlatmak çok zor olmalı.Bu kadar düz ve geniş bir arazide bulunmak, insanda uçsuz bucaksız bir deniz ortasında olmak gibi bir duygu uyandırıyor.Hoş, ben böyle bir deniz ortamını da çok bilmem ama, daha önce izlediğim sinema filmlerinde bu duyguyu yaşatan sahneler olduğunu anımsıyordum.Bizim memlekette, Konya ovasını görenlerin anlattıklarının çok abartılı olduğunu düşünürdüm.Oysa şu an kendi gözlerimle gördüklerim o anlatılanların bile bu ovayı anlatmakta aciz kaldığını düşünmeme neden olmaktaydı.O anlatımlarda derlerdi ki,yüz metreden bir yumurtayı,kırk kilometreden bir koyunu görebilmek mümkündür.Aslında bir düzlüğü tanımlamak için iyi bir betimleme değil mi?İnanılmayacak kadar geniş ve düz olduğu bundan daha iyi nasıl anlatılabilir?
Ankara-Konya il sınırını geçtikten sonra asfalt yolun bu denli bükümsüz olması beni şaşırtmıştı.Cihanbeyli’yi geride bıraktıktan sonra sürücünün direksiyon çevirmesine,vites değiştirmesine hiç gerek kalmıyordu.Arabanın kilometre saat göstergesi yüz rakamı üzerine çivilenmiş gibi takılıp kalıyordu.Yol boyunca ne bir ağaç topluluğu vardı ne de başka bir yeşillik.Ufuk bir sis perdesi arkasına gizlenmiş,bizimle olan aralığını aynen koruyarak izlenebiliyordu.En küçük bir dağ değil,tepe değil,toprak yığını bile yoktu.Bazen yola yakın bazen uzak bir konumda kurulu toprak damlı köy evlerinde bile canlılık izine rastlanmıyordu.Köylerde bile ağaç olmaması beni çok şaşırtan bir durumdu.Coğrafya derslerinde tanımlanan bozkır teriminin, bu yöre için tam yerine oturmuş bir tanım olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum.Konya ovasının ülkemizin tahıl ambarı olarak nitelenmesi de çok doğru bir tanımlama olsa gerekti.Çünkü göz alabildiğine uzanan tarlalarda görülen yalnızca hasat sonrası kalan tahıl saplarıydı.Biçerlerden kalan uzun tahıl saplarının ortasında, uzaklardan bana taş yığınları gibi görünen nesnelerin,dinlenmeye çekilmiş koyun sürüleri olduğu, ancak yanlarına varıldığında anlaşılabiliyordu.
Konya’dan güneye doğru aynı düz arazi üzerinde yol alıyorduk.Ancak bu kesimde kuzeye göre bazı farklılıklar da yok değildi.En önemli fark,ufuk hattını bir sis perdesinin değil,hayal meyal seçilebilen dağların sınırlamakta olduğuydu.Gene bükümsüz ve düz devam eden yolun her iki yakasında, yeni dikilmiş akasya ağaçlarına rastlanıyordu.Fidanların bazıları kurumuştu.Topraktan filizlenmiş görülen zayıf çayırlar çevreye bir canlılık katabiliyordu.Yolu izleyen yapay çukurlarda yer yer su birikintileri ve sazlıklar vardı.Suların kuruduğu çıplak toprak kesimlerindeki tuza benzer beyaz oluşumlar dikkat çekiciydi.Bu beyaz örtünün kireç mi tuz mu olduğuna bir türlü karar veremedik.
Konya’dan ayrılalı bir saati aşkın bir süredir yol almamıza rağmen ufukta görülen dağ sıralarına henüz yaklaşamamıştık.İçinden geçmekte olduğumuz Çumra ilçesinin yeşilliği içimizi ferahlattı.Atandığımız Hadim ilçesi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.Çumra gibi olmasını düşledik.Herhalde çok farklı olmasa gerekti.Ne de olsa her ikisi de aynı ilin ilçeleriydi.Ne yazık ki çok yanıldığımızı anlamak için aradan fazla zaman geçmedi.Coğrafya bilgimizin yetersizliği bir şamar gibi yüzümüzde patladı.Kitaplardan edindiğimiz bilgilerle Konya ilinin, bu denli geniş,bu denli değişik bir toprak yapısına sahip olduğunu kavrayamamıştık.Hiç beklemediğimiz bu farklılık elbette bizi çok büyük hayal kırıklığına uğratacaktı.
Çumra’dan sonra güneye ilerledikçe dağlar da bize yaklaşmaya devam etti.Konya’dan ayrılışımızın üzerinden geçen iki saatin sonunda ovanın güney ucuna ulaştık.Ova ile yeni başlayacak olan yükseltilerin arasında bir sınır oluşturan akarsu,çevreye kattığı doğal güzellikleri yatağı boyunca sürükleyip,kendisi ile birlikte güneye taşıyordu.Artık Hadim’e yaklaştığımızı düşünüyorduk.Otobüsün sürücüsüne daha ne kadar yolumuz kaldığını sorduğumuzda yüzünde beliren gizemli bir gülümsemeyle karışık,yaklaşmakta olduğumuz yanıtını alıyorduk.Konya ovası artık gerilerde kalmıştı.Hafif bir meyille başlayan kayalık tepelere doğru tırmanıyorduk.Bizde derin bir hayranlık uyandıran verimli ovadan eser yoktu.Çevrede yerleşik kayalıklar arasına sıkışmış küçük tarlalar uzanıyordu.Tarlalara,gökten irili ufaklı taş yağmış gibiydi.Kayalıklar üzerinde,bodur meşe,boz ardıç,tavşan elması ve çoban ekmeğine benzer,kısa boylu ağaçlar vardı.Asfalt yol bitti.Yol bozuk ve kasisli bir köy yoluna dönüştü.Arazi yapısı önce bir platoya, sonra küçük rakımlı tepelerin ardı ardına sıralandığı oluşumlara terk ederken, yerini yüksek dağlara bırakmak üzereydi.Bu dağların,Torosları oluşturan sıradağların en iç kesimleri olduğunu tahmin edebiliyorduk.Buraları gördükçe atlaslardan öğrendiğimiz bilgilerin yetersizliği daha iyi anlaşılıyordu.Meğer daha çok öğreneceklerimiz varmış.Hadim ilçesinin Toros Dağları’nın doruklarında yer aldığını,atandığımız Afşar Köyü’nün, Konya’dan çok Akdeniz’e,Alanya’ya yakın olduğunu sonraki deneyimlerimizle öğrenebilecektik.
İl merkezinden ayrıldığımızdan itibaren, on beş kişilik genç öğretmenler grubumuzun neşesine diyecek yoktu.Sıra ile fıkralar anlatılıyor,hep birlikte kahkahalar atılıyor,sonra şarkılar türküler söyleniyordu.İlk olarak mesleki görevlerimize başlamak üzere olduğumuz bu gün,içlerimizi dolduran gurur ve heyecanı tüm çıplaklığı ile ortaya döküyor ama bunları,bizi taşıyan otobüsün dışına taşıyamıyorduk.Bizim sevincimizi, gururumuzu ve heyecanımızı paylaşan ve bizim gruptan olmayan sadece iki kişi vardı:şoför ve yardımcısı.Onlar da bizimle birlikte gülüyor,bizim söylediğimiz türkülere şarkılara eşlik ediyorlardı.Bu coşkulu sevinç saatlerce sürdü.Otobüs ovayı geride bırakıp dağlara tırmanmaya başlayınca yerini suskunluğa bıraktı.Bu suskunluğun yorgunluktan olmadığını biliyordum.Hepimizi,atandığımız yerlerin,büyüleyici Konya ovasının herhangi bir köşesinde olduğu şeklindeki ön yargının yanlış olduğunu fark etmemizden kaynaklanan hayal kırıklığı sarmıştı.Ovayı geride bırakalı bir saatten fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala yol alıyorduk.Ne kadar yolumuz kaldığını sorduğumuz otobüs sürücüsü, her defasında çenesi ile ileriyi göstererek “az kaldı” diyordu.
Toprağın yok denecek kadar az görülebildiği kızıl ve boz kayalardan oluşan düzlükte ilerlerken, birden bire önümüze çıkıveren ve dibi görünmeyen vadi,içimize korkuyu bir bıçak gibi sapladı.Hiç beklemediğimiz bir anda yolun böylesine sarp bir vadi yamacı ile kesilmesi, konuşmalara son noktayı koydu.Sessizlik orta yere kurşun bir top gibi düştü.Biz, “ne oluyor,vadinin karşısında devam ettiğini gördüğümüz yola nasıl ulaşacağız ?”deme fırsatı bulamadan,araba dik yokuştan aşağı bir kartal gibi sağaldı.Arabanın önü en az kırk beş derecelik bir açı ile aşağı eğildi.Buna rağmen hızında bir azalma olmadı.Kimimiz içerisinden, kimimiz seslice besmele çekerek,bildiği duaları okuma yarışına girdik.Ben arabanın sağ tarafında oturuyordum.Aşağı baktım.Ne vadi tabanı ne de üzerinde ilerlemekte olduğumuz yol görünüyordu.Vadinin karşı yakası yüzlerce metre yüksekliği olan kale duvarı gibi dikiliyordu.Araba ilk rastladığımız keskin bükümü hızla dönerken sola savruluyor gibi olunca, önümdeki koltuğa sıkı sıkıya sarıldım.Birkaç ağız birden “kaptan yavaş” diye bağırdılar.Şoför seslice güldü. “Yahu hocalar korkmayın,burası bizim her günkü yolumuz,canımızı tehlikeye atmayız.” Dedi.Her ne kadar korksam da bana çok ilginç gelen manzarayı zevkle izlemekten kendimi alıkoyamıyordum.Dar ve büküm büküm olan yolda araba bir sağa bir sola yatsa da bu vahşi ama vahşi olduğu kadar da güzel bulduğum harika doğanın her noktasını belleğime kazımaya çalışıyordum.Yaklaşık on dakika sonra araba, yolun son kıvrımını da geride bırakarak, meyili azalan yolu tamamladı ve vadi tabanına ulaştı.
Vadi tabanının ortasından akan derenin suyunun rengi yemyeşildi.Yatağındaki kayalardan kabaran ve kırılan sular beyaz köpükler oluşturuyordu.Bu güzel manzarayı seyretmekten büyük keyif aldığımızı tahmin eden şoför, arabayı tam dere kenarında durdurdu. “Biraz dinlenelim ve temiz hava alalım” dedi.Bir anda arabayı boşalttık.Ayağım yere değer değmez gerilen bedenimin gevşediğini duyumsadım.Bir an bacaklarımın büküleceği ve vücut ağırlığımı taşımayacağı korkusuna kapıldım.Arabaya yaslandım.Birinden yardım istemeyi düşündüm.O da ne? Çenem sanki birbirine kenetlenmiş gibiydi.Dişlerim sırım sırım sızlıyordu.Yavaş yavaş bir buz kütlesinin çözülmesine benzer biçimde kaslarımın hareketlendiğini hissettim.Tekrar hareket edebilmem için beş dakika kadar olduğum yerde bekledim.Diğer arkadaşlar dere kenarına inmişler,zümrüt yeşili su ile benliklerini kirleten korkuyu temizliyorlardı.Susan çeneleri yeniden açılmış,kaybolan neşeleri geri dönmüştü.Kendimi zorlayarak onlara katıldım.
Vadi öylesine dar ve çevresi öylesine yüksekti ki buraya nasıl inebildiğimize şaşırmamak olanaksızdı.Gökyüzü masmavi bir yol gibi tepemizde uzayıp gidiyordu.Bir kaç noktada tam ufuk çizgisinde,dağların en sivri tepelerinde toplanmış olan kat kat beyaz bulutlar, torbalara doldurulmayı bekleyen devasa pamuk yığınlarını andırıyorlardı.Seyrek ağaççıkların yer aldığı vadi yamaçlarının, sınırsız asmalıklarla yeşillendiğini fark ettik.Bu asmalıklar yakın çevrede yerleşim birimlerinin varlığına işaretti.Nitekim sürücümüz,biraz sonra tırmanacağımız yamaçta,ama henüz görünmeyen bir alanda Eğitse köyü olduğunu söyledi.Köyün bazı ilginç özelliklerini söylerken,anlattıklarının ciddi mi,şaka mı olduğundan pek emin olamadık.Anlattığına göre köy halkının büyük bir çoğunluğu,gene şoförün deyimi ile ,kafadan sakatmış.Köyün böyle bir imaj edinmesine gerekçe olarak gösterilen bir iki olay anlatmayı da ihmal etmedi.Anlattığına göre Eğiste’li birisi,şu an yanında bulunduğumuz ve derenin iki yakasını birleştiren küçük köprü üzerinden suları seyrederken yakasında asılı dikiş iğnesi dereye düşmüş.Hemen öteki yakasında duran başka bir büyük iğneye uzun bir iplik takarak dereye sallamış ve, “yavrum babanın bacağına sarılda çık oradan,”diye bağırmış.İğne sudan çıkmamış adam da bu işi günlerce devam ettirmiş.Ta ki birileri adamı tutup akıl hastanesine götürünceye kadar.Buna benzer birkaç öykü daha anlatınca biz de şoförle aynı düşünceyi paylaştık.
Bu güzel vadide piknik yapmak çok hoş olurdu ama bu iş için ne zamanımız ne de konumumuz uygundu.Her an,yolun geçmekte olduğumuz son kıvrımını, bu hızla dönemeyerek, uçuruma yuvarlanacağımızı zannettiğimiz vadi yamacından, salimen tabana inmiş olmanın verdiği ferahlığı yüreğimizde yaşayarak, arabaya bindik.Artık tırmanmaya başlayacaktık.Otobüs, yukarı doğru giderken nasıl olsa hız yapamayacağı için tehlike söz konusu olamazdı.Su yüzeyine yakın olarak uzanan köprüden geçtikten sonra başlayan tırmanma hareketine, kimsenin önem vermediği, tekrar başlayan şen şakrak konuşmalardan belli oluyordu.Güzelim Konya Ovası’nın büyülü atmosferinden uzaklaşırken içimize sinen karamsarlığı üzerimizden attıktan sonra,bize, öğrenim süremiz içerisinde kazandırılan idealist düşünce yapısının bilinç düzeyine çıkması sonucu , karşılaştığımız yeni ortama uyum sağlama belirtileri görülmeye başlıyordu.Öğretmen okulunda aldığımız eğitim etkinliklerinin en önde gelen ilkelerinden biri,yurdumuz sınırları içerisinde hangi coğrafi bölge,hangi iklim koşulları,hangi ekonomik ve sosyal yapı olursa olsun,hiçbir yılgınlığa düşmeden yapılabileceklerin en iyisini yapabilme azim ve kararlılığı kazanmış olmaktı.Her türlü koşulda,içerisinde bulunulan çevreyi daima bir adım ileri taşımak,eğitim kalitesini en üst düzeylerde tutabilmek birinci görevimizdi.Bunları anımsamak içine yuvarlanmakta olduğumuz karamsarlıkları bir anda yok etti.İç güvenimiz arttı.Kendimi güçlü hissettim.İçimden haykırmak geldi: “Savulun Toroslar,biz geliyoruz.Dünyanın güçlüklerini önümüze yığsanız,içimizde yanan meşalenin coşkun ateşi ile tümünü kar yığınları gibi eritip geçeceğiz.”
Vadinin karşı yamacını tırmanma süresi, iniş için geçen zamanın yaklaşık iki katı kadar sürdü.Doruğa ulaştığımızda karşımıza,sonu yokmuş gibi uzanan dağ manzaraları çıktı.Artık Torosların üzerindeydik.Çevremizde sıklaşan orman örtüsü doğal güzelliklere renk katıyordu.Küçük de olsa yer yer rastladığımız düzlüklerin ortasında yada yakınlarında köyler vardı.Tarlalarda henüz hasat zamanı gelmemiş olan ekinler göze çarpıyordu.Ovada çoktan sona ermiş bulunan hasat henüz burada başlamamıştı.Deniz seviyesinden binlerce metre yükseklikte yer alan bu arazide hasadın geç kalması çok doğaldı.Zaten tahıl ekili alan azdı.Olmayan tarlanın tarımının yapılamayacağı açıktı.Yöre halkının geçinim kaynaklarının ne olabileceğini düşündüm.Aklıma gelen ilk kaynak hayvancılıktı.Bu tespitin doğruluğunu,ileride,bu çevreyi tanıdıkça anlayacaktım.
Otobüs durmadan inen çıkan kıvrılan yollardan ilerlerken bizim sabırsızlığımız da artıyordu.Vakit bir hayli ilerlemişti.Yol boyunca rastladığımız köylüler, tarlalarından evlerine dönüyorlardı.Önümüze çıkan her tepeden sonra şoföre,”yolumuz daha çok mu?” diye soruyor,her defasında “az kaldı,” yanıtını alıyorduk.Uzun süren bir dolambaçtan baş aşağı döndüğümüzde Muavin, önümüze çıkan evlerin ilçeye ait olduğunu söyledi.Taş duvarlı ve toprak damlı evlerden oluşan yerleşim birimi,Hadim’in aşağı mahallesiymiş. Önünden geçmekte olduğumuz ilk evin duvarına çakılı levhada “Atatürk Bulvarı” yazıyordu.İçimden gülmek geldi.Buranın neresi bulvardı acaba?Kıyıya köşeye saçılmış gibi duran birkaç evin arasından geçen toprak yola da bulvar denebiliyormuş meğer.
İlk evleri geçtik.Küçük bir tepenin ardından ilçe merkezi göründü.Büyükçe bir köye benziyordu.Evlerin üzeri ya toprak dam yada galvanizli sacla örtülüydü. Yalnızca ana caddeye benzeyen taş döşemeli yolun, her iki yakasındaki evlerin çatıları kiremitle kapatılmıştı.Buraların resmi devlet binaları olduğu belliydi.
Otobüsten indiğimizde,yol üzerindeki kahvehaneden meraklı bakışlar bize çevrildi.Bir günde ilçeye ikinci otobüsün gelmesi ilgilerini çekmiş olmalıydı.Otobüs sürücüsü,biraz ilerideki tabelasında “Otel Toros” yazılı olan binayı gösterdi. “Hocalar orada kalabilirsiniz,başka kalacak uygun bir yer yok.”dedi.Saat altıya geliyordu.Öncelikle kalacağımız yeri ayarlamalıydık.Çantalarımızı aldık.Çevremizde toplanan üç beş kişiden biri otel sahibiymiş.Şoförün tanıştırdığı adamın ardından otele yürüdük.Binanın yan tarafında yer alan giriş kapısından ikinci kata çıktık.Otel toplam on sekiz yataklıymış.Bunlardan yedisi daha önce tutulmuş.Başka otel olup olmadığını sorduk.İlçede on yataklı bir otel daha varmış ama onunda yarısı doluymuş.Birbirimizden ayrılmak istemiyorduk. “Ne yapabiliriz?” diye sorduk.Otelci bize iki öneri sundu.Ya bazılarımız ikişer kişi olarak yatacaktık yada otelcinin evinden getireceği yer yataklarını tercih edecektik.Yer yatağına razı olduk.Çantalarımızı otel odasına bırakıp aşağı indik.Otelin giriş katı lokantaydı.Burası da otelcininmiş.Otel ile lokantanın aynı binada olması iyiydi.Otelin bitişiğinde de kahvehane vardı.Böylece ilçede bize en çok gerekli olan yerleri öğrenmiş olduk.
Otobüs otelin önünde bekliyordu.Bu gün geri dönmek zorunda olan şoför bir süre dinlendikten sonra yola çıkacaktı.Biz otel işini çözümlerken O da meraklı insanlara bizim hakkımızda bilgi vermişti.Şimdi bizimle karşılaşan insanlar daha sıcak bir tavır sergiliyorlardı.Üçerli dörderli kümeler halinde ana yolda aşağı doğru yürüdük.Otelden elli metre kadar ileride, yolun solunda ilçe milli eğitim müdürlüğünün levhası görünüyordu.Binanın önüne kadar gittik.Kimse yoktu.Caddenin bu kesiminde evler seyrekleşiyordu.Bulunduğumuz yerden ilçenin çevresini görebiliyorduk.
İlçe,üzerine yapılandığı arazinin yüksekçe bir kesimine kurulmuştu.Gene de kuzeyinde arkasını yaslandığı ormanla kaplı tepe,başına yıkılacakmış gibi sarp ve dikti.Güneye doğru göz alabildiğine uzanan dağlar insan elinden çıkmış gibi uyumlu bir tablo oluşturuyorlardı.Artık Torosların üzerinde olduğumuzdan emindik.Burada düzlük yada ova sözcükleri anlamını yitiriyordu.Burada düzlük denince akla bir tarla genişliği,ova denince en çok on tarla büyüklüğü bir arazi parçası anlaşılıyordu.Torosların tepesinde doğup büyüyen birinin ova denince Konya Ovasını kavrayabilmesini sanmak elbette hata olurdu.
Akşam lokantada ilçe eğitim müdürü ile tanıştık.Bir kaç öğretmen arkadaşı ile yemek yiyorlardı.Önlerinde bir büyük rakı şişesi duruyordu.Lokantanın ilçedeki tek içkili yer olduğunu öğrendik.Hepsi ile tek tanışarak tokalaştık .Masalarına çağırdılar,teşekkür ettik.Yandaki iki masayı birleştirerek topluca oturduk.Güzel bir sohbet ortamında geç saatlere kadar kaldık.
Otuz temmuz günü on beş arkadaşla aynı anda göreve başlatıldık.Akşam lokantada tanıştığımız ilçe eğitim müdürümüz, bize gereken her türlü kolaylığı sağlamaya çalışıyordu.Böyle sıcak karşılanmak bize iyi bir moral veriyordu.Atandığımız köylerin fiziki şartlarının zorluğu bizi çok fazla hayal kırıklığına uğratmadı.Köylerimizle ilgili ön bilgileri ayrıntılı olarak bize anlatan müdür,kendisinin de uzun yıllar köylerde çalıştığını ve bizim ne gibi güçlüklerle karşılaşabileceğimizi gayet iyi bildiğini söylüyordu.Kendisinin Hadim’li olması, çevre hakkında bu kadar geniş bilgiye sahip olmasının gerekçesini açıklıyordu.Küçük bir ilçe olan Hadim’de çalışan tüm devlet daireleri arasında, sıkı bir diyalog ve işbirliği olduğunu belirten müdürümüz, karayollarından sağlayacağı bir araçla köyleimize gönderileceğimizi söyleyince çok sevindik.Zira o yıllarda araba bulmak çok büyük bir sorundu.İlçede yalnızca bir cip bulunduğunu sonradan öğrenecektik.İlçe eğitim müdürümüzün bu yakın ilgisi bizleri rahatlattı.Müdürlüğün salonunun duvarına asılı duran haritadan çalışacağımız köyleri bulduk.Şakir ile birlikte atandığımız Afşar köyü, ilçenin en büyük köylerinden biriydi.Hatta en gelişmiş köy Afşar’mış.Ulaşım olanağı da diğer yerlere göre daha iyi durumdaymış.Aşırı kış şartları ortaya çıkmadığı sürece, yaz kış ulaşımda aksama olmazmış.Afşar ilçeye otuz,Taşkent bucağına on beş kilometre uzaklıktaydı.Toros dağlarının en yüksek yerlerinden biri olan Geyik dağının eteklerine kurulu bir köydü.Dört öğretmen kadrosu bulunuyordu.Diğer iki arkadaştan biri köyün yerlisi bir eğitmen,diğeri geçen öğretim yılı göreve başlayan yedek subay öğretmendi.Üç derslikli okulda sınıflardan iki tanesi zorunlu olarak ikili öğretim,geriye kalan üçü normal öğretim yapmak durumundaydı.Tüm bu ön bilgileri edinince şanslı olduğumuza inandım.Araba yolu dahi bulunmayan ve kilometrelerce yaya gitmek zorunda kalacak olan öğretmen arkadaşları göz önüne alınca, bu inancım daha da pekişti.
Sanki tayinimin Konya’ya çıkacağını biliyormuşum gibi, Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Edebiyat Öğretmenliği bölümüne başvuruda bulunmuştum.Okumayı ve okulu çok sevmeme rağmen,Eğitim Enstitüsünde okuyabileceğimden emin değildim.Bunun en önemli nedeni,maddi olanaksızlıktı.Öğretmen okulunu yatılı olarak okumama rağmen,ayda en fazla on beş yirmi lira olarak gelen harçlığım,üç yıl boyunca benim çok zor durumlarla karşılaşmama sebep olmuştu.Ailem yoksuldu.Bana gönderecek para temin etmekte zorlanıyorlardı.Yani ayda on beş lirayı bile bir araya getirmekte zorlandıklarını biliyordum.Oysa on beş lira, bir ay boyunca hangi ihtiyacımı karşılamaya yetebilirdi?Yatılı olmakla devlet, her ihtiyacımızı yüzde yüz karşılamıyordu ki.Örneğin biten defterimi,kalemimi ve resim iş derslerinde kullanacağım malzemelerin hiç birini devlet karşılamıyordu.Hafta sonları,şehir parkında otururken içeceğimiz bir bardak çay parasını,acıkınca alacağımız simit parasını,sinemanın bilet parasını,ayakkabı boya parasını da devletten isteme şansımız yoktu.Tıraş olmak,banyoya gitmek,mendil ve çorap almak için de para gerekiyordu.Bana ayda gelen on beş yirmi lirayı, günlere böldüğümde elli kuruş düşüyordu.Elli kuruşla günlük gereksinimleri karşılamak elbette mümkün değildi.Hele bir de sigara içiyorsam,otlakçılıktan başka sigara alma lüksüm hiç olmayacaktı.Üç yıl boyunca parasızlık yüzünden çektiğim acıları, Topçam dağlarına anlatsaydım,derdinden volkan olur patlardı.Ben sabrettim.Çektiğim sıkıntıyı kan yapıp içtiysem de, çevreme ve aileme kızılcık şerbeti içtiğimi söyledim.Ama yüksek okul öyle olmazdı.Orada bunları yapamazdım.Yatılı olayı yoktu.Yurtlarda kalabilirdim.Onun için bir miktar para ödemek zorundaydım.Yiyecek ve giyecek giderlerinin tümünü karşılamam gerekiyordu.Öğretmen okulunda, eğer devlet vermeseydi, üç yılı,orta okul yıllarında olduğu gibi, lastik ayakkabı ile geçirmek zorunda kalırdım.Öğretmen okulu mezuniyet törenlerinde giydiğim elbiseyi,devletin verdiği yirmi yedi lira donatım parası ile, en ucuzundan güçlükle temin edebilmiştim.Yaşadığım bunca acıdan sonra, iki yıllık yeni bir eğitim yaşamına,hele de büyük bir şehirdeki okulda, devam etmeyi göze alamazdım.Hiç olmazsa sınav heyecanın tadarak bir ölçüde egomu tatmin ederim düşüncesi ile sınavlara katılacaktım.Her şeye rağmen sınavı kazansam bile, okula devam etmemeye, işin başından beri kesin kararlıydım.Tayinimin Konya’ya çıkmış olması da başlı başına bir şanstı.Çünkü Selçuk Eğitim Enstitüsünün giriş sınavlarına müracaat ettiğim halde tayinim bir başka kente çıkmış olsaydı,yapmak zorunda kalacağım masraflardan kaçınarak, sınava katılmaktan elbette vaz geçecektim.Sonuçta girmeyeceğim bir okul için, bir sürü masrafı göze alamazdım.Ama şimdiki durumda fazla bir masrafa gerek kalmıyordu.Çalıştığım şehirde sınava katılacaktım.
Sınav günü sabahı, sınavın yapılacağı okulun önüne geldim.Benim gibi çok sayıda insan sınava girmek üzere buraya toplanmıştı.Eğitim Enstitüsüne girmek için çok hevesli olan birkaç öğrenci ile tanıştım.Giyim kuşamlarından ve tavırlarından hayatlarında hiç para sıkıntısı tatmadıkları belli oluyordu.O duyguyu hiç sevmesem de, o öğrencileri kıskandığımı söylemeden geçemeyeceğim.
Sınav dokuzda başladı.Sınavlar iki aşamalıydı.Birinci aşamada öğrenciler toplu halde yazılı sınava alındılar.Girilecek bölüm,Edebiyat Öğretmenliği olduğu için ilk olarak,sınava katılanların dilbilgisi,konu yorumu ve ifade edebilme yetenekleri değerlendirilmeye alınıyordu.İkinci aşamada,sınıflarda öğretmenler, öğrencilerle bire bir kalarak sözlü değerlendirmede bulunuyorlardı.Yani öğretmen ile öğrenci bir masanın iki yanına karşılıklı oturuyor,sınavı soru-yanıt yöntemi ile gerçekleştiriyorlardı.
Benim asıl amacım sınav kazanmak değildi.Ta başından itibaren kazansam da okula devam etmeyeceğim şeklinde bir kararım olduğu için,sınav bana bir eğlence gibi geliyordu.Çünkü iki yıl boyunca, benim masrafımı karşılayacak ne bir kişi vardı, ne de bir kurum.Aslında benden büyük olan beş erkek kardeşimde,eğitimin önemi konusunda yeterli bir bilinç olsaydı, beni okula devam ettirebilecek bir yol,yöntem bulabilirlerdi.Ama o yıllarda ağabeylerime göre, ilkokul öğretmenliğinin üzerinde bir meslek yoktu.Daha fazla okuyup da ne yapacaktım?Onlara göre köy öğretmenleri, ayda alacakları üç yüz elli lira maaşla, köy ağasından daha zengin olurlardı.Hatta isterlerse aylıklarından biriktirdikleri paralarla bir köyü tümüyle satın alabilirlerdi.Bir öğretmenin aldığı maaş onların gözünde bu kadar büyüktü.Ayrıca iki yıllık maaş,iki yıl fazladan okumak için feda edilir miydi?Onlar böyle düşünüyorlardı.Bunları yüzlerce kez dinleyen biri olarak, kazansam bile,benim bir okula devam etmeye hakkım olabilir miydi?Elbette hayır.Öyleyse sınavın tadını çıkarmalıydım.Sınava giren öğrencileri gözetleyecek ve her öğretmenin dersine en son ben girecektim.Sınava giren çıkan arkadaşlardan, içeride neler olup bittiğini öğrenecek, ona göre kendimi hazırlayacaktım.Bu arada bol bol gülüp eğlenme zamanım olacaktı.Düşündüğümü uygulamaya koydum.Sınava girenleri izliyor,bir öğretmenin kapısında bekleyen hiçbir öğrenci kalmadığını görünce, en son ben giriyordum sınava.Tüm dersleri böylece geride bıraktıktan sonra, sıra Tarih dersine geldi.Saat on ikiye on vardı.Kapıda sadece iki kişi kalmıştık.Yani diğer öğretmenler sınavı bitirmiş ve sınıflardan ayrılmışlardı.Yanımdaki genç bir türlü yenemediği heyecanını bastırmaya çalışarak içeri girerken,öğretmen “ikiniz de içeri girin” dedi.Birlikte içeri girdik.Arkadaş, doğruca öğretmenin bulunduğu masanın önündeki sandalyeye oturdu.Ben sınıfın penceresinin önündeki bir masanın arkasına geçtim.Bulunduğumuz sınıf binanın ikinci katındaydı.Pencereden okul bahçesinde basketbol oynayan çocuklar görülüyordu.Sanki buraya gezmeye gelmiş gibi,top oynayanları seyre daldım.Biraz sonra sıranın bana geleceğini bildiğim sınavdan çok daha önemliymiş gibi, kendimi oyuna kaptırdım.Ne kadar oyuna daldıysam,hocanın bana seslendiğini duymamışım.Hoca benim dikkatimi çekmek üzere masaya birkaç kez vurduktan sonra durumu anladım.”Buyur hocam,”dedim. “Sen söyle bakalım,”dedi. Ben hiçbir şey duymamıştım ki,neyi söyleyecektim? Açıkça, “Ne söyleyeyim?” dedim. “Sorunun yanıtını.” Dedi. “Soruyu duymadım.” Dedim. “Gözün dışarıdaydı değil mi? “dedi. “Evet,”dedim. “Top oynayanları seyrediyordum.” “Bak şu işe,”dedi. “Tatile gelen bir beyefendi bulduk,” Karşısındaki öğrenciye, “sen çıkabilirsin,” dedi. Bana eliyle işaret etti. “Sen gel bakalım,oyun sever öğrenci,”dedi. Karşısındaki sandalyeye oturdum. Yaşı ellinin üzerinde görünen,ufak tefek esmer bir adamdı. “Söyle bakalım.peygamberin mezhebi var mıydı,yok muydu? “dedi. İçimden, “haydaaa…” dedim. “Şu soruya bak.” Sonra sesli olarak, “hocam peygamberin mezhebini ne yapacağız,biz sınav sorusuna geçelim.” Dedim. “İşte senin sınav sorun bu” dedi. “Soru düzenleme yetkisi bana ait,öyle değil mi? Sen soruma yanıt ver bakalım.” Bir süre bu soruya nasıl bir yanıt vermem gerektiğini düşündüm.Ben kesin olarak biliyordum ki, peygamberin mezhebi yoktu ve olamazdı.Peygamber kendinin tebliğ ettiği bir dine, farklı yorumlar getiremezdi.Bu ancak, peygamberin ölümünden yüzlerce yıl sonra, insanların din kurallarını farklı yorumlarından sonra ortaya çıkan bir olguydu.Ama ne var ki günümüzde insanlar mezhebi gerçek din kurallarının önüne koymuşlardı.Birine mezhepsiz demek ona kafir demekle eş anlamlı sayılıyordu.Bu durumda peygambere ,hem de bir sınav sorusuna karşılık, nasıl mezhepsizdi diyebilirdim?Karşımda duran hocanın dünya görüşünü bilmiyordum ki.Ne desem acaba derken, söylediğime kendim de inanmıyorum,anlamı açıkça belli olacak bir ses tonuyla, “vardı,”dedim. Hoca hemen itiraz etti. “Hadi canım sende,” dedi. “Nerden mezhebi oluyormuş?” “Bende biliyorum olmadığını,ama hocam sizin görüşünüzün ne olduğunu bilmediğim için öyle söyledim.” Dedim. “Anladım zaten,söylediğinize siz de inanmıyordunuz,değil mi?” “Elbette” dedim. “Mezhepler peygamberin ölümünden çok sonra ortaya çıktı,bu bir.İkincisi peygamber kendi tebliğ ettiği kuralara farklı yorum getirmez.Bundan dolayı peygamberimizin mezhebi olamaz. “Sen Bektaşi misin? Diye sordu. “Evet, “ dedim. “Alnımda ki yazıyı mı okudunuz?” diye şaka yollu bir karşı soru yönelttim. “Derhal anladım senin alevi-bektaşi olduğunu,çok hazır cevaplısın,” dedi.Sonra nereli olduğumu,ne iş yaptığımı,çalışıyorsam,nerde görev yaptığımı sordu.Sorularının tümünü yanıtladım. “Ben de aslen Hadim ilçesindenim “ dedi. “Yurdun değişik yörelerinde yıllarca öğretmenlik yaptım.” Sonra, “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere izlediği yolu söyle bakalım.” Dedi. “Samsun,Amasya,Tokat,Sivas ve Erzurum,” diye yanıtladım. “Neden öncelikle o illerden işe başladığını biliyor musun?” diye sordu. Sonra da, kendi sorusunun yanıtını, yine kendi anlatmaya başladı. “Atatürk çok yönlü bir devlet adamıydı.Çok iyi bir asker, çok iyi bir siyasetçi,iyi bir ekonomist,iyi bir tarihçi ve çok iyi bir sosyologdu.Toplumları ve o toplumların niteliklerini iyi biliyordu.Dikkat edilirse Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere çizdiği rota üzerinde yer alan Amasya,Tokat,Sivas ve Erzurum, alevi-bektaşi inancına bağlı insanların yoğun olarak yaşadığı illerdir.Atatürk,bu inanca bağlı insanların bir lidere bağlandılar mı, bir daha asal ondan asla yüz çevirmeyeceklerini ve her sözüne güveneceklerini biliyordu.Bu insanların güvenini kazanmak,onların desteğini alabilmek, başlatacağı mücadelede, kendisine en büyük güç kaynağı olacaktı.Nitekim o yörelerin insanları Atatürk’e inandı ve bağrına bastı.Başlatılan Kuruluş Savaşı’nda alevi Bektaşi kesim,başarının temel unsurlarından birini oluşturur.Bu anlattıklarımı elbette sizlerde bilirsiniz.Ama nedense alevi olduğunuzu toplum içinde saklamaya çalışırsınız.Oysa, bu topraklar üzerinde yaşayan ve başka inanç gruplarına bağlı insanlar, bu topraklar üzerinde ne kadar hak sahibi iseler,alevi Bektaşiler de en az onlar kadar hak sahibi olduklarını unutmamalı ve unutturmamalıdırlar.Gerektiğinde alınlarını gere gere, Bektaşi olduklarını söylemelidirler.Şimdi bu anlattıklarımdan sonra, acaba bu hoca alevi mi diye düşüneceksin.Hemen söyleyeyim ki ben alevi değilim.Ama olsaydım bundan gurur duyardım.” Diyerek sözlerini tamamladı.
En son olarak, “diğer dersler nasıl geçti?” diye sordu. “İyi geçti,” dedim. “Benden de iyi geçti,şimdi çıkabilirsin,” dedi.
Ertesi gün sınav sonuçları açıklandı,kazanmışım.Ne yazık ki önceden aldığım karara uyarak okula devam etmedim.Çok pişmanım.
Okulların açılmasına daha bir ay vardı.Bu durumda ya memlekete geri dönecek yada burada atandığımız yerde geçirecektik bu süreyi.Birlikte geldiğimiz on beş kişilik grubumuz dağılmıştı.Köyünü öğrenen ve ilk maaşlarını alan arkadaşların çoğu memleketlerine geri döndüler.Burada kalmaya karar veren yalnızca üç kişiydik.Birlikte çalışacağımız Şakir’de gitti.Ben bir süre ilçe merkezinde kalmayı düşündüm.Bu süre içerisinde köyde gerekli olacak eşyalarımı temin edecek,daha sonra onları köye taşıttıracak ve köyde kendime kalacak bir ev bulacaktım.Okulun lojmanı yokmuş.Zorunlu olarak uygun bir köy evi kiralamaya çalışacaktım.
Memleketine geri dönmeyen diğer arkadaş Ordulu Aslan Bey’di.Çok neşeli,çok konuşkan ve müthiş bir taklit yeteneği olan Aslan,bana hiç yalnızlık çektirmedi.Çevresinde toplanan insanlarla nasıl bu kadar kısa sürede kaynaşabildiğine şaşıyordum.Bitmez tükenmez fıkraları ile herkesin ilgisini çekmeyi başarmıştı.İlçede kaldığımızın ilk haftasında, Aslan Bey’i tanımayan çok az kişi kalmıştı.Bu arada O’nun bu girişkenliğinin bana da yararı olmuyor değildi.En azından ortak dostluklar kuruyorduk.
Ağustos ayının birinde ilk maaşımı aldığım gün cebimde yirmi lira harçlığım vardı.Üç yüz elli iki buçuk lira da maaş alınca birden zengin olduğumu hissettim.Bu benim için büyük bir paraydı.Okul yılları boyunca aylık on beş yirmi lirayı zor bulan harçlıklarıma göre, böyle bir paranın sahibi olmakla elbette bu tür bir duyguya kapılmam doğal sayılmalıydı.Artık ihtiyaçlarımı çok rahat karşılayabilirdim.Gene de ihtiyaçlarımın çokluğu ve çeşitliliği göz önüne alınınca elime geçen parayı dikkatli kullanmam gerektiğine karar verdim.Memleketten gelirken yanıma aldığım emektar tahta bavulumda,birkaç parça çamaşır,bir iki gömlek ile okulda hazırladığım plan örneklerinin yanı sıra eğitimle ilgili kitaplar ve henüz okuma fırsatı bulamadığım romanlar vardı.Öncelikle köyde gerekebilecek eşyaların listesini yapmalıydım.En başta yatak,yorgan,ranza,tabak,tava kaşık,çatal,bıçak..gibi bir evde mutlaka bulunması zorunlu eşyaları sıraladım.Neler almam gerektiğini düşündükçe bana ilk bakışta çok büyük bir para gibi görünen maaşımın yetmeyebileceğini anladım.Ayrıca köyün bana ne gibi olanaklar sunacağını tam olarak bilmiyordum.Bir kısım ihtiyaçlarımı daha sonraya bırakmam daha uygun olurdu.Yatak işinden başlamaya karar verdim.Konuyu otel sahibine açtım.Gecelik yatak ücretinin yarı fiyatına bana yatak ve ranza verebileceğini söyledi.Bu durumda aylık altmış liraya bu sorun çözülmüş oluyordu.Daha sonra fazla açılmamaya özen göstererek diğer bazı ihtiyaçlarımı tamamladım.Sıra köye gidebileceğim bir araç teminine gelmişti.
İlçede çok az sayıda motorlu taşıt vardı.Resmi dairelere ait olanların dışında bir iki cip görünüp kayboluyordu.Taksi hiç yoktu.Ara sıra yük getirip götüren kamyonlara rastladığımız oluyordu.Taşıt kiralama konusunda da otel sahibi yardımcı oldu.İlçede bulunan bir cipi kiraladım.Yatağı ve ranzayı cipin üst bagajına sardık.Diğer eşyalarımı da içine yerleştirdik.Şoförün yanındaki ön koltuğa da ben oturdum.Saat dokuz sularında ilçeden hareket ettik.
Yol giderek yoğunluğu artan ormanlık alan içerisinde kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyordu.Çok az düzlük alan vardı.Daima ya aşağı doğru iniyor,yada yukarı doğru tırmanıyorduk.Kumu incelmiş stabilize yoldan müthiş bir toz bulutu kalkıyordu.Bir köyün ortasından geçmekteydik.Şoför,yol kenarında sohbet eden köylülere korna ile selam verdi.Köyü geride bıraktığımızda yol giderek dikleşmeye başladı.Toroslara tırmanmaya devam ediyorduk.Çevredeki ağaçların türü de değişti.Geniş yapraklı ağaçların yerini iğne yapraklı ardıç ve çam türü ağaçlar aldı.Uzunca bir tırmanıştan sonra duvar gibi dik ve yüksek bir kayalığın önünde durduk.Yol bitti diye düşündüm çünkü devamı görünmüyordu.Durumu şoföre sormak üzere ağzımı açtığımda karşımızdaki kayanın içerisinden aniden çıkıveren bir cip beni çok şaşırttı.Ali Baba’nın sihirli kayasına benzeyen kayalığın neresinden çıktığını anlayamadım.Cip yanımızdan korna çalarak geçip gittikten sonra biz hareket ettik.Nereye gidiyoruz diye düşünürken,önü bir perde gibi yuvarlak ve çok büyük kaya parçasının görüşü engellediği yerde,bir arabanın ancak sığabileceği genişlikte bir geçidin uzandığını gördüm.Yüzlerce metre yüksekliğindeki sarp kayalık, tepe noktasına oldukça yakın bir yerden kesilerek bir araba sığacak kadar yol açılmıştı.Sağ tarafta kayalık arabanın kaportasına değecek gibiydi.Sol taraf sadece bir boşluktan ibaretti.Sanki uçaktaydık ve uçuyorduk.İki dakika kadar aynı görüntü ile ilerledikten sonra daha dar bir geçide ulaştık.Geçidin yanıbaşında evler vardı.Geçidin ağzında yol kenarı tanıtım levhasında “Taşkent” yazıyordu.Araba durdu.Şoför, “bakmak ister misin?” diye sordu. “Evet iyi olur, “dedim.Arabadan indik.Üzerinden geçtiğimiz kayalıktan kazanılan yola baktım.İnanılmaz bir manzarayla karşılaştım.Tam bir duvar gibi sarp ve dik kayalığın tepe noktasına yakın bir yerden dar bir yol açılmıştı.Yol hem çok dar hem de ortasından kıvrımlıydı.Geldiğimiz yönde geriye doğru yürüdüm.Yolun tam orta noktasında durdum.İlk kez karşılaştığım bu doğa harikası beni büyüledi.Manzara inanılmaz derecede güzeldi.Bulunduğum yerin tam aşağısında ve biraz ilerideki dere içindeki kavaklar birer oyuncağı andırıyorlardı.Gerçi henüz uçağa binmemiştim ama eminim uçaktan da ancak böyle görülebilirdi.Yer yer çam ağaçları ile kaplı dağlar kat kat birbiri üzerine yığılmışlar gibi sıralanıyorlardı.Tabanını güçlükle seçebildiğim derenin sağından yükselen dağın yukarı bölümlerinde bir patika uzanıyordu.Şoför ilgi ile çevreye bakmakta olduğumu görünce, “Nasıl buldun buraları,beğendin mi Hoca?” diye sordu. “Evet çok güzel ,harika yerler,” dedim. “Ömrümde ilk kez böylesine güzel dağ manzarası ile karşılaşıyorum.” İleride görünen patikayı işaret etti. “Karşıdaki gideceğimiz yolu da görüyor musun?Birazdan oradan geçeceğiz.” Dedi. Arabaya döndük.
Taşkent Bucağının içerisinden yavaş yavaş geçtik.Burada ilk dikkatimi çeken şey Taşkent’in Hadim’den daha derli toplu ve daha gelişmiş görünümlü olduğu idi.İçerisinde yol aldığımız caddenin her iki yanında sıralanan evler ve dükkanlar gayet düzenliydiler.Yolun taş kaldırımı bile daha düzgün duruyordu.Vitrinler daha albenili görünüyordu.Birbirine yakın olarak sıralanmış resmi binaların kasabaya bir şehir havası kattığı belli oluyordu.Evler boyunca dümdüz ilerleyen yol son binanın önünden keskin bir virajla Taşkent’i terk ediyordu.Tam o noktada yolun sağ tarafında tahta oluklu bir çeşme vardı.Önündeki derin taş tekneye oluktan dolu dolu su akıyordu.Çeşmenin arkasından itibaren gür ve sık çam ormanı başlıyordu.
Şoför arabayı çeşmenin önünde durdurdu.Birlikte arabadan indik. “Bu çeşmenin suyu çok güzeldir,”dedi. “Buradan her geçişimde mutlaka su içerim.” Evlerin yanından çeşmeye doğru üç genç bayan yaklaşmaktaydı.Ellerinde büyük su kapları vardı.Yöreye özgü giysilerinin içerisinde güzellikleri ilk bakışta göze çarpıyordu.Çok kısa bir an bakmış olmama rağmen kıpkırmızı yanakları,siyah kaş ve gözleri, biçimli burun ve ağızları, usta bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi çekici görünüyordu.Bizim çekilmemizi beklemek, üzere mesafeli bir saygılılıkla, birkaç metre uzağımızda durdular.Şoför sırayı bana verdi. “Yüzünü de yıka,ferahlarsın hoca,”dedi. Ellerimi akan suyun altına tuttum.Yemyeşil su ellerimde parçalandı.Her bir parçası inci tanesi gibi etrafa dağıldı.Su buz gibi soğuktu.Kollarıma ,oradan da tüm vücuduma doğru bir serinlik yükseldi.Ellerime doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Ohh..! Nasıl da insanın içini rahatlatıyordu.Aynı hareketi birkaç kez yineledikten sonra iki avucuma doldurduğum suyu yavaş yavaş içtim.Çok farklı bir tadı vardı.Belli belirsiz bir çam kokusunun yanında dili de hafifçe buruyordu.Bir daha,bir daha içtim.Sonra geri çekilerek sırayı şoföre verdim.Elimi yüzümü mendilimle kurularken göz altından bizi izleyen genç bayanlara baktım.Yüzlerinde tatlı bir gülümseme vardı.Konunun ne olduğunu anlamasam da içlerinden birinin hoşlandıkları bir şeyler anlattığına şüphe yoktu.Ara sıra kaçamak bakışlarla bizi kolluyorlardı.Şoför hiç de acele etmeden önce ellerini yıkadı, ardından kana kana su içti.En son olarak seyrek saçlı kafasını soğuk suyun altına tuttu.Kocaman bir, “oohhh…” çekerek kenara yürüdü.Biz arabanın yanına doğru yönelince bayanlar çeşmeye yaklaştılar.Yolun kıyısındaki çam ağacının gölgesinde durduk.Şoför bana döndü. “Kızların güzelliği dikkatini çekti mi?” diye sordu.Çok fazla ilgilenmemiş gibi umarsız bir şekilde yanıtladım. “Bilmem,güzellerdir herhalde.”dedim. “Yapma be hoca,görmemiş gibi konuşma,bal gibi gördün işte.Üçü de melek gibiydi değil mi?” Saklamanın bir anlamı yoktu.Doğrudan yanıt verdim. “Evet çok güzeller,Allah sahiplerine bağışlasın.” Dedim.Şoför, “Taşkent’in kızlarının hepsi güzeldir Hocam.” Dedi. “Neden biliyor musun?Çünkü bir ermiş kişi buraya nutuf etmiş.Rivayete göre bir koca pir buradan geçiyormuş,tıpkı bizim gibi.Çeşmeyi görünce su içmek istemiş.Çeşme başında-kızları işaret ederek- aha bunlar gibi üç kadın su doldurmaktaymış.Kadınlara seslenmiş,kızım bana bir su verin demiş.Kadınlardan biri hiç çekinmeden bakracını doldurup vermiş.Suyu içen baba erenler,’dağlarınızın çamları,çeşmelerinizin suları,köyünüzün kızları dillere destan olsun’ demiş.Sırra kadem basıp bir anda gözden kaybolmuş.O gün bu gündür,gerçekten de buranın çamları Torosların en güzel çamlarıdır.Sularının tadına doyum olmaz.Taşkent’in bayanlarının güzelliği de dillere destandır.Hiç çirkin kadın bulunmaz burada.Bir sıralama yapılsa buranın kadınları güzellikte dünyada birincilik alır.” Biraz durdu,soluklandı.Sonra şaka yollu “eğer bekarsan buradan evlen derim,” diyerek arabaya bindi.Çeşmeye ve elbette kızlara bir daha baktım.Şoförün anlattığından mıdır nedir,gerçektende kızların üçü de bana çok güzel göründüler.Yüreğimin cız ettiğini duyumsadım.Ben de arabaya bindim.
Yol çift şeritli bir patikadan farksızdı.Çoğu yerde, yerli kaya bir miktar kesilerek ulaşım sağlanmaya çalışılmıştı.Arabanın iki tekerleğinin bastığı alan, geniş iki çizgi gibi uzayıp gidiyordu.Bir çok kesimde hemen yol kenarında bulunan ağaçların dalları arabaya sürtünüyordu.Bazen tamamen bozulmuş olan yolda ilerlemek için,yol üzerine yuvarlanmış iri taşları temizlemek zorunda kalıyorduk.Yol,bazen ormanlık,bazen çıplak alanların ortasından çok fazla kıvrılıp bükülmeden,çoğu kez de aynı düz seviyeyi koruyarak uzayıp gidiyordu.Saatteki hızımız otuz kilometreyi bile bulmuyordu.O yüzden çevreyi çok rahat inceleme zamanım oluyordu.Anladığım kadarı ile bu bölgede geniş bir düzlük görmemiz mümkün değildi.Gözlemleyebildiğim en uzak noktaya kadar dağlar birbirini izliyordu.Bu kadar dağlık bir alanda insanların neden yerleşim birimleri kurduklarını anlamakta güçlük çekiyordum.Ulaşımı çok zor,tarım arazisi yok denecek kadar kıt olan bu yörede insanları çeken ne olabilirdi? Bunları anlamak için önümde uzun bir zaman olacaktı.
Taşkent Bucağından ayrıldığımızın üzerinden bir saate yakın bir süre geçmesine rağmen atandığım köy henüz ortalarda görünmüyordu.Yüksek dağların arasında kalan derin ve dar vadinin tabanında ortaya çıkan, suyu oldukça bol görülen akarsuyun, Göksu ırmağının ana kolu olduğunu şoförden öğrendim.Çok yalçın kayalıkların dar aralığındaki tabanı taş derenin suyu zümrüt yeşili görünüyordu.Akarsu yatağının tabanını oluşturan kaya tabanda, aşınacak toprak olmadığından, meyilli alanlardaki çavlanlarda bile, suyun beyaz köpükler çıkararak akması, çok güzel bir manzara yaratıyordu.Eğer bu akarsu Afşar yakınlarından geçiyorsa bize iyi bir dinlenme alanı sunacağı açıktı.Tam düşündüğüm gibi,bir süre Göksu’ya paralel olarak devam eden yolun hafif bir tırmanışla sağa döndüğü noktada Afşar Köyü göründü.Çevresi ormanla kaplı olan köy oldukça düz bir alana kurulmuştu.Köyün genel görünüşü beni şaşırttı.Çünkü evler hiç ummadığım kadar düzgün ve bakımlıydı.Evlerin çoğunun çatıları kiremit kaplıydı.Çok azı toprak yada sacla örtülmüştü.
Bin dokuz yüz altmış üç yılı yapımı ve planlamada adı, Amerikan baraka tipi olarak tanımlanan okulun yanından geçerek köye girdik.Okulun bahçe duvarları harçsız taşlarla örülmüştü ve yer yer yıkıktı.Yukarı tarafında öğrenci tuvaletleri ile odunluk yer alıyordu.Dersliklerin güneş ışığından en iyi şekilde yararlanabilmesi amaçlanmış olmalı ki, okulun geniş cephesi güneye bakıyordu. Köyün yerleşim planı güzeldi. Evler sanki bir plana uyularak yapılmışlardı.İlk girişten itibaren , belli bir düzene göre sıralanmış evlerin arasından uzanan yol, köyü eşit iki mahalleye ayırmış gibiydi.Yer yer ana yolla birleşen yan yollar ara sokakları oluşturuyorlardı.Bu kadar planlı yerleşimin ilçe ve bucakta bile görülmemesi, köyün gerçekten gelişmiş olduğunun bir göstergesiydi.
Yerleşim alanının ortalarında olduğunu tahmin ettiğim geniş sayılabilecek bir meydanda durduk.Meydanın çevresindeki binalar daha bakımlıydı.Yüksek minaresi ve ilginç ahşap pencereleri olan cami meydanın batı yönünü bütünüyle kapatıyordu.Meydanın kuzeyini çevreleyen büyük ve iki katlı bina henüz inşa halindeydi.Cami bahçesinin duvarının dışına oturaklar yerleştirilmişti.Bahçe kapısının her iki yanında birer taş aslan heykeli vardı.Heykellerden biri adeta canlı gibiydi.Diğer aslan heykelinin arka kısmı az da olsa kırılarak tahrip edilmişti.Sonradan öğrendiğime göre tarihi eser kaçakçıları içerisinde altın vardır umudu ile heykeli kırmışlardı.
Meydanı çevreleyen evlerin giriş katları iş yeri olarak düzenlenmişti.Çoğunlukla maviye boyanmış vitrinlerde satılan eşyalar görünüyordu.Camiden sonra ana cadde kollara ayrılarak yukarı doğru devam ediyordu.Yol ile evler arasından, köy çeşmelerinin ayaklarından beslenen suların aktığı küçük bir ark uzanıyordu.
Cami duvarı önündeki oturaklarda namaz vaktini bekleyen yada sohbet ederek zaman geçirmek için bir araya gelmiş olan beş altı kişi vardı.Biz arabadan inerken orada oturanlardan bir kaçı bize yaklaştılar.Dostça ellerini uzatarak “hoş geldiniz” dediler.Şoförü tanıyorlardı.Ben de kendimi tanıtarak oturan insanlara doğru yürüdüm.Sıra ile tokalaştım.Saygılı bir ifade ile hatırımı sordular.Teşekkür ettikten sonra köy muhtarını yada eğitmen Ahmet Bey’i görmem gerektiğini söyledim.İlçe eğitim müdürü Ahmet Bey hakkında çok güzel şeyler anlatmıştı.Her ikisinin de köyde olmadığını söylediler.Muhtar ilçeye,Ahmet Bey Göksu kıyısındaki meyve fidanlığına gitmiş.Şoför geri dönecekti.Eşyalarımı nereye indirebileceğimi sordum.Köylüler üç kahvehaneden birine bırakabileceğimizi belirttiler.Bize en yakın olan orta yaşlılar kahvehanesiymiş.Eşyaları oraya taşıdık.İçeride birkaç kişi oturuyordu.Tavla oynayan iki kişinin çevresine toplanmışlardı.Bizi görünce oyunu bıraktılar.Şoförün ücretini ödedim,arabaya kadar uğurlarken köylülere,” hoca size emanet,ona iyi bakın ha,” dedi.Cevap bile beklemeden arabasına bindi ve gitti.Arkasından köylülerden biri,”merak etme sen.”dediyse de şoförün bu sesini duyduğunu sanmıyorum.İçimde bir burukluk hissettim.Beni bırakıp giden iki saatlik bir iş arkadaşı değil de sanki kırk yıllık dostumdu.Issız dağlarda kaderine terkedilmiş gibi bir mahzunluk çöktü üstüme.Birinin koluma girmesi ile kendimi toparladım.Koluma girenin hareketlerine uyarak kahvehaneye doğru yürüdüm.Kapıdan içeri girerken kolumdaki genç adam, “benim adım Muzaffer,senin adın ne hocam?”diye sordu.Söyledim.
Kahvehanede bizimle birlikte oturanlar saat on ikiden sonra birer ikişer evlerine dağıldılar.Yanımda bir kişi kaldı.Galiba O da benimle tek başına kalmaktan memnun değildi.Giderek ağırlaşan davranışları,yanıt vermekteki isteksizliğini ben buna yorumluyordum.İçimden,”keşke böyle ıkınıp sıkılacağına, o da diğerleri gibi bırakıp gitseydi,”diye düşündüm.Ben böyle düşünüyordum ama adam hakkında yanılıyor da olabilirdim.Belki kafasını meşgul eden çok farklı sıkıntıları olabilirdi.Evinden,işinden,eşinden,çocuklarından ötürü bir derdi olması da mümkündü.Her şeye rağmen beni tek başıma bırakmaması iyi niyetinin bir göstergesi değil miydi?Birer ikişer,sessiz sedasız yanımızdan sıvışanlara değil de bu kişiye mi sitem etmeliyim?Hayır,hayır,bu türlü düşünmek adama haksızlık olur.Bu düşünceleri bir kenara atmalıyım.Attım,şimdi daha iyimserim.
Hep köyden konuştuk.Oldukça bilgi edinebildiğimi sanıyorum.Bir kaç saatin kârı bu kadar olur.Atalar,”kısa günün kârı az olur,”dememişler mi?Daha bir gün bile olmadı.Deme ki iyi kâr etmişim.Köy üç yüz haneden biraz fazlaymış.Sağlık memuru,orman koruma memuru,kadrolu cami imamı varmış.Köyde bir kalkındırma derneği kurulmuş.Meyveciliği geliştirme projesi uygulanıyormuş.Bu bilgileri, sakin ve tane tane anlatan,hakkında sitemkâr düşüncelerle kendisine haksızlık, yaptığım Mehmet Amca aktardı.
Mehmet Amca çok sigara içiyordu.Ben de sigara kullanıyordum ama O’nun yarısı kadar bile sıklıkta değil.Adamın sigara tutan parmak araları hiç boş kalmıyordu.Dumanı hiç dışarı bırakmadan ciğerlerine dolduruyor,ancak konuşurken kendiliğinden azar azar boşalmasına izin veriyordu.Sigara tutan parmakları ile bıyıkları dumandan sapsarı olmuştu.Kırış kırış olan ten rengi bile sararmıştı.Ben bir yandan yönelttiğim sorularla köy hakkında bilgi edinmeye çalışırken öte yandan adamın yüzünü inceliyordum.Zaman zaman bakışlarımdan rahatsızlık duymuş gibi,çizgiye benzer gözlerini açıyor,boş ve anlamsız bakışlarla çevreyi tarıyordu.
Bir ara konuşmaya ara verdik.İçerideki tek duyulan ses, tembel tembel uçuşmakta olan kara sineklerin vızıltılarıydı.Dışarıdan güçlü takırtılar duyuldu.Sonra caminin hoparlöründen ezan okunmaya başladı. Mehmet Amca,yelek cebine zincirle bağlı cep saatini çıkarıp baktı.Saatinin dış kapaklarında tren kabartması vardı.Saatinin ilgimiçekip çekmediğini anlamak ister gibi yüzüme baktı. “Senin saat kaç?” diye sordu,söyledim. “Doğruymuş,” dedi.Aynı yavaş hareketlerle cebine sokarken, “acıktık,haydi eve gidelim,” dedi.Kalktı ve yürüdü.Ben de O’nu izledim.
Mehmet Amca’nın evi köyün yukarısındaydı.Kahvehaneden çıktıktan sonra hep yokuş yukarı tırmandık.Dar ama düzenli sokaklardan geçtik.Alt katı taş duvarla yapılmış iki katlı bir evin önünde durduk.İkinci kat sıvalı ve beyaz boyalıydı.Geniş pencereleri vardı.Sergisiz salona açılan kapıların birinden içeri girdik.Pencere önünde, üzerine kilim serilmiş olan tahta divana oturduk.Buradan köyün büyük bir bölümü görülebiliyordu.Tam karşımızdaki dağların doruk noktasına yakın yerde duran köyün adını sordum.Okul arkadaşım İbrahim’in atandığı köy olduğunu öğrendim.Bu kadar yakın olduğuna sevindim.Kurulacak sofrayı bekledik.
Saat on yediye geliyordu.Yemekten sonra tekrar geri döndüğümüz kahvehanede domino oynayanları seyrediyorduk.Kapıdan,kır saçlı,orta boylu esmer bir adam girdi.Kırış kırış olan yüzünde sürekli gülümsemenin izleri vardı.Selam verdi.Doğruca yanıma gelerek “hoş geldiniz,”dedi.Kendini tanıttı.Meslektaşım eğitmen Ahmet Bey imiş.Çok tanıdık biri geldi.Kendime yakın ve güven verici buldum.Elimi elinden bırakmadı.Karşılıklı hal hatır sorarken hep beni inceliyordu.Sonra kahvehanenin bir köşesinde yığılı duran eşyalarımı gördü.Yemek yiyip yemediğimi sordu. “Neden eşyaları burada bıraktınız?Doğrudan bizim eve götürseydiniz,” dedi.Herkesin O’na karşı bir saygı duyduğu belli oluyordu.Utangaç bir ifade ile bunu düşünemediklerini söylediler.Ranza ile yatağı nereden temin ettiğimi sordu. “otelden kiraladım,”dedim. “Bu hiç olmadı hocam,” dedi. “Bir köye öğretmen olarak geliyorsun ve yatağı yorganı otelden kiralıyorsun,bu bize hakaret sayılır.Derhal geri gönderelim.Bir kişiyi barındırmayan köy köy değildir.Yatakla ranzayı kahvehanede bıraktık.Kahveciye sıkıca tembih etti.Köye gelecek olan ilk arabayla geri göndermesini söyledi.Çantamı aldık.Ahmet Bey’in evlerine doğru yola koyulduk.
Yaşlılar kahvehanesinin sahibi Ahmet Bey’in yeğeniymiş.Kahvehanenin yan tarafında da bir manifatura dükkanı vardı.Orası da yeğenine aitmiş.Hem yürüyor hem de köyü tanıtmaya çalışıyordu.Evi yakındı.Bakımlı bir evin önünde durduk. “Bizim fakirhane burası,”dedi.Evde eşimle ikimizden başka kimse yok.Bir oğlumuz ve bir de kızımız var.Her ikisi de evli.Oğlum İstanbul’da.Kızım köyün içerisinde gelin.” İçeri girdik.Ahmet Bey’in eşi daha genç görünüyordu. “Bu arkadaş bizim yeni müdürümüz,Tokat’lıymış” diye beni tanıttı.Eşi güler yüzle buyur etti,konuk odasına aldı bizi.Çantayı salonda bıraktım.Odanın tabanında el dokuması, çok güzel desenli harika bir kilim seriliydi.Pencere önünde bir divan, iki yanlarda ise birer koltuk duruyordu.Koltukların üzeri ışıktan ve tozdan korunmak üzere birer bezle örtülmüştü.Ahmet Bey, bezleri toplayıp bir kenara bıraktı. “Hocam geç istediğin yere otur,”dedi.Ben pencere önüne daha yakın olan sedire oturmayı tercih ettim.O’da yanıma yakın bir yere oturdu.Köy ve okulumuz hakkında bilgi vermeyi sürdürdü.Artık bu konu çok fazla ilgimi çekmiyordu.Nasıl olsa zamanla her şeyi daha iyi öğrenecektim.Benim kafamı meşgul eden en önemli konu nerede kalacağımdı.Doğrudan “ben nerede kalabilirim,uygun bir yer bulabilecek miyiz?” diye sordum.Konu bir anda değişti. “Elbet onun da çaresine bakarız,” dedi.Turgut Bey gelinceye kadar bizim evde kalırsın.O gelince bu konuyu çözeriz.Onun kalmakta olduğu ev geniş.Eğer aynı evde kalabileceğinize karar verirseniz sorun çözülmüş demektir.Yok eğer O tek başına kalmayı isterse size de uygun bir yer ayarlarız..Şimdi sen gönlünü ferah tut.Bizim köyde kimse aç ve açık kalmaz.Bizim gönlümüz geniş.Başka uygun bir yer bulamazsak bu odayı sana veririz.” Teşekkür ettim.Kendilerine yük olmak istemeyeceğimi söyledim. “Ne demek yük olmak,” diye sesini yükseltti. “Sizin memlekette misafire yük mü diyorlar?” Rahatlamıştım.Demek ki kalacak yer bulmak düşündüğüm gibi sorun olmayacaktı.Daha fazla bu konu üzerinde durmanın bir gereği yoktu,sustum.
Ertesi gün muhtarla tanıştım.Muhtar,ilerlemiş yaşına rağmen dinç ve sağlıklı görünüyordu.Esmer ve yağsız bedeni sırım gibi görünüyordu.Konuşmaları içten sıcaktı.Sözü hiç dolaştırmadan soracağını soruyor,sorulanlara açık ve net yanıtlar veriyordu.Yeni tanışmışken hem köyün hem de kendi ailesinin soy ağacını sıraladı. “Biz,oğuz Türklerinin kayı boyunun Afşar kolundanız.Dinimiz İslam,mezhebimiz Hanefiliktir,sizin soyunuz sopunuz nereye dayanır?” Bir an şaşırdım.Böyle ayrıntılara girmeyi hiç beklemiyordum.Ben de kısaca, “Türk ve müslümanım,” dedim.Köyü hakkında geniş bir şekilde bilgi sundu.Okulun durumunu ve eksiklerini anlattı.Daha önce görev yapan öğretmenlerin artı ve eksilerinden bahsederken, bizden neler beklediğini de söyledi.O’nu dinlerken edebiyat öğretmenimiz Günak Bey’in anlattığı bir çocuk fıkrasını anımsadım ve güldüm.Bir günlük yaşamları içerisinde yaptıkları iyilikleri sınıfta dinlemek isteyen öğretmenlerine, üç afacanın anlattıklarına çok gülmüştüm.O gün ki dersten çıkar çıkmaz, ertesi gün öğretmenlerine anlatabilecekleri bir iyilik yapma fırsatı arayan üç kafadar, ışıksız bir kavşakta beklemekte olan yaşlı bir bayanı zorla karşıya geçirmişler, bu yaptıklarını sınıfta büyük bir övünçle anlatmışlardı.Şimdi kendimi o üç kafadardan biri gibi hissediyordum.Hizmet verebileceğim bir çevre ve bir insan topluluğu bulduğuma göre,beni onlara iyilik yapmaya çalışmaktan hiç kimse geri koyamazdı.İçimde bir kuş,hatta bir değil bir çok kuş, pır pır ederek göğüs kafesimi tırmalıyordu.
Kısa süre içerisinde köy hakkında çok şey öğrendim.Köyün çalışabilir genç nüfusunun çoğu Aydın,İzmir ve İstanbul’a çalışmaya gidiyor,kazandıklarını köydeki ailelerinin geçinmesi için gönderiyorlardı.Köyde meyvecilik yeni gelişmekte olan bir tarım koluydu.Bol miktarda soğan ekiliyordu.Tahıl tarımı yok denecek kadar azdı.Hayvancılığın durumu iyiydi.Büyük ve küçük baş hayvancılık başlıca geçim kaynaklarıydı.Ormanlık alana zarar verdikleri için keçi besleyiciliğini yasaklamışlardı.Bu kararlarından ötürü örnek köy seçilmişlerdi.Koyun yetiştiriciliği çok iyi durumdaydı.Bunları öğrenince dokumacılığın ne durumda olduğunu sordum.İlkel tezgahlarda kilim,heybe,yastık yüzü dokumacılığının dışında ekonomik katkı sağlayacak bir çalışma olmadığını anlattılar.Halıcılığın geliştirilmesi için burasının çok iyi bir ortam oluşturduğunu anlamıştım.Bu konuyu muhtara açtığımda beni artan bir ilgi ile dinledi.Halıcılık kursu açma konusunda neler yapabileceğimizi sordu.Bildiklerimi anlattım.Bu iş aklına öylesine yattı ki derhal bir girişimde bulunmayı teklif etti.Benim de asıl istediğim buydu.Okul çalışmaları başlamadan kurs işini başarabilirdik.Önce bir kursiyer listesi hazırlamamız gerektiğini söyledim.Bu liste ile kaymakamlığa dilekçe verilecek ve kurs açtırma isteğinde bulunulacaktı.Hiç zaman kaybetmek niyetinde değildi.Yanımıza kağıt kalem alarak caminin önünde oturanların yanına gittik.Cami hocası da oradaydı.Muhtar konuştuklarımızı orada bulunanlara anlattı.Bu işi tüm köylü ile konuşup bir karara bağlaması için toplantı yapılmasının uygun olacağını düşündük.Muhtar hocaya,” “anons yap,köylü yukarı kahvede toplansın.” Dedi.Kahvehaneye gittik.
Yukarı kahvehanenin bir başka adı yaşlılar kahvehanesiydi.Köydeki üç kahvehaneden en geniş olanıydı.Yarı ahşap yapının tavan dökmeleri yuvarlak çam ağaçlarındandı.Yaklaşık kırk metre karelik odanın ortasında, insan beli kalınlığında ardıç ağacından bir direk vardı.Tavana, gazyağı ile aydınlık sağlayan lüks lambaları asılmıştı.Odanın bir tarafı ahşap süslemeleri ile ayrılarak çay ocağı yerleştirilmişti.Yaz kış yerinden kalkmayan soba olağanüstü bir büyüklükteydi.Kapını arkasına tutturulmuş vestiyerde birkaç palto ile birkaç baston asılıydı.Çay ocağına yakın bir masaya oturduk.Kahveci Göcek Mehmet ne içeceğimizi sordu.Birer kahve söyledik.Konu döndü dolaştı halı kursuna geldi.Konuyu uzun uzun tartıştık.Cami hocasının yaptığı duyuru gereğince köylüler saat on dörde doğru kahvehaneyi doldurmaya başladı.Çok geçmeden oturacak sandalye kalmadı.Sonradan gelenler ayakta kaldı.Köylünün böyle duyarlı olması iş başarma inancımı artırdı.
Saat on dört otuzda toplantı başladı.Muhtar önce beni tanıttı.Benim halıcılık konusundaki söylediklerimi özetleyerek aktardı.Ardından sözü bana bıraktı.İçimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak köylünün anlayacağı şekilde konuyu sadeleştirerek anlatmaya başladım.Köydeki gelişmiş koyun besiciliğine dayalı en iyi iş kolunun halıcılık olacağını,bunun için en güzel ortamın köylerinde bulunduğunu söyledim.Kendilerine fazladan bir mali yük getirmeden,devlet desteği sağlanarak yapılacak bir halıcılığın, köye çok büyük bir gelir kazandıracağını anlattım.Beni dikkatle dinlediler.Sonra birkaç soru geldi.Halı tezgahlarını nereden temin edebileceğimiz,halıları nereye ve nasıl satabileceğimiz gibi sorulardı bunlar.Kısa ve net yanıtlar vermeye çalıştım.Çoğunluğun bana inandıklarını yüz ifadelerinden anlayabiliyordum.Bu işe girişmek isteyenlerden,eşlerinin,kızlarının ve gelinlerinin adlarını yazdırmalarını istedim.Kısa sürede kırktan fazla isim yazdırıldı.Bu iş tutacak gibiydi.Sıra işi resmiyete dökmekteydi.
Kaymakamlığa gidecek dilekçeyi oracıkta yazarak isim listesine eklemesi için muhtara verdim.Muhtar,yarın sabah dilekçeyi kendi elleriyle kaymakamlığa götüreceğini söyledi.Konu bir anda köyün ilgi odağı haline dönüşmüştü.Şimdi bir araya gelen herkes bu konudaki görüşlerini dile getiriyordu. Tüm köy halkının,kaymakamlıktan gelecek cevabı merakla bekleyeceğinden emindim.
Halı kursunun inşaatı devam etmekte olan köy konağının alt katında açılmasını kararlaştırmıştık.Bu iş için en uygun yer orasıydı.Binanın giriş katı hemen hemen tamamlanmıştı.Yapılacak tek şey sıvasının bir an önce bitirilmesiydi.Kurs öğretmenleri için bir lojman temin edilmesi gerektiğini düşündük.Köy içerisinde kalabilecekleri bir yer bulmak zordu.Gene köy konağının ikinci katının bu iş için uygun olacağını belirledik.Ancak ikinci kat henüz bölümlenmemişti.Oldukça hızlı bir çalışma ile kısa sürede orasının da yapılması sağlanabilirdi.Tek sorun yeterli paranın bulunmasıydı.Köy kalkındırma ve güzelleştirme derneği bütçesinde toplanan paraların bu işe yetmeyeceği açıktı.Daha başka kaynaklara yönelmeliydik.Öncelikle gönüllü bağışlar toplanabilirdi.Bunun yanı sıra köy bütçesinin katkısı artırılabilirdi.Tüm bu tedbirler yeterli olmazsa kaymakamlıktan yardım istenebilirdi.Bekleyecek zamanımız yoktu,bir yerden işe başlamamız gerekiyordu.İnşaata usta ve işçiler tuttuk.
Muhtarın kaymakamlığa verdiği halı kursu açılması isteğine, on gün sonra halk eğitim müdürlüğünden olumlu yanıt geldi.Aradan bir hafta geçmeden kaymakam,halk eğitim müdürü ile birlikte köye geldiler.Hazırlanmakta olan kurs yerini gezdirdik.Binanın hazırlanması bitmek üzereydi.Yerin uygun olduğunu söylediler.Müdür,halı tezgahlarının yerleştirileceği alanda yapılması gerekli birkaç iş önerisinde bulundu.Onlar basit işlerdi.Tek tek not aldı ustalar.Kaymakam bizim bu çalışmalarımızdan çok memnun olduğunu belirtti.Halıcılık kursu devam ederken ayrıca bu konuda bir kooperatif kurulması yönünde çalışmamızın daha iyi olacağını söyledi.Ben de bir kooperatif kurulmasından yanaydım.Çalışmalara derhal başlayacağımız ve kendilerine bilgi vereceğimiz konusunda söz verdik.
Ağustos ayının sonuna doğru planladığımız işleri tamamladık.Köy konağının giriş katı kur için hazırdı.İkinci kattaki çalışmalar da son aşamasındaydı.İçerisi uygun bir şekilde bölümlenmiş ve iki odası kurs öğretmenlerinin kalabileceği şekilde düzenlenmişti.Bu arada kursiyer öğrenci sayısı elliyi geçmişti.Bu konuya yoğun bir ilgi vardı.Konu böylesine benimsenmişken kooperatifleşme konusunda ön çalışmalara başlamanın iyi olacağını düşündüm.Köy muhtarı her türlü yeniliğe açık ve köy halkı yararına olacağını sezdiği her çalışmayı sonuna kadar desteklemeyi kendine ilke edinmiş az bulunur insanlardan biriydi.Bana tüm gücü ile destek olacağını söylüyordu.Daha geldiğinin ilk ayı dolmadan, köyü için yaptığım ve bir ölçüde olumlu bir sonuca ulaştırdığım halı işinden sonra, kayıtsız şartsız beni desteklemeyi kendine bir görev edinmişti.
Eylül ayının ilk günü büyük bir kamyonla halı tezgahları köyümüze getirildi.Halk eğitim müdürü,tezgah ustası bir de halı öğretmeni birlikte geldiler.Köylü büyük bir hevesle eşyaları köy konağına taşıdılar.Cami önü ve köy konağı çevresi bayram yerine dönmüştü.Herkesin yüzünde bir sevinç vardı.Bana bakışlarındaki minnet yansımasını sezebiliyordum.Bu durumun beni ne kadar mutlu ettiğini anlatmama gerek yok.
O gün getirilen yirmi halı tezgahı yerlerine kuruldu.Tezgahların kurulmasına köydeki inşaat ustaları yardım ettiler.Halk eğitim müdürü ve genç bayan halı öğretmeni halı ipliklerinin devletçe karşılanacağını,dokunacak halıların satılmasından sonra kursiyerlere para verileceğini söylediler.İsteyen köylülerin kendi evlerine almak isteyecekleri halı tezgahlarının ve ipliklerinin, Isparta’dan temin edilmesi konusunda her türlü yardımı yapacaklarını belirttiler.Ayrıca koyunlarından elde edecekleri yünleri halı ipliği durumuna getirmeleri için de çalışmalar yapılacağını anlattılar.Akşam olmadan halı tezgahları hazır hale getirilmişti.Bir hafta sonra kurs açılışı yapılacağını bildirerek köyden ayrıldılar.
Bir işi başarmış olmanın mutluluğunu hep birlikte yaşadık.
Okulumuzun yerini beğendim.Köyü şehre bağlayan yolun yanında oldukça düz bir alana kurulmuştu.Bu yöre şartlarına göre bir ova kadar geniş bir düzlükte olduğunu söyleyebilirim.Okulun hemen arkasından orman başlıyordu.Orman ile okul arasından geçmekte olan dar dere yatağının üzerine öğrenci tuvaletleri oturtulmuştu.Okul bahçesinin köy yönünde ise odunluk ve işlik yer alıyordu.Oyun alanı Göksu’ya bakan doğu yönündeydi.Okul arsasını çevreleyen taş duvar yer yer yıkılmıştı.Duvar taşları aralarına hiçbir dolgu maddesi konulmadan üst üste konularak örülmüştü.Yapılması gerekli işler bir bir ortaya çıkıyordu.Okulun iç ve dış boyası kirlenmişti.Mutlaka boya ve badana yapılması lazımdı.Kuzey cephede duvar dibinde bulunan selvi kavaklardan bir kaçı kurumuştu.Onların sökülüp yerlerine yenileri dikilmeliydi.Yola bakan dersliklerin camlarında bazı kırıklar vardı.Onlar en kısa zamanda yenilenmeliydi.Yanımdan ayırmadığım küçük cep defterime, tüm yapılması gerekli işleri bir bir not ediyordum.Okulu ve çevresini yakından inceledikçe yapılacak iş listesi giderek uzadı.
Muhtar okula ait anahtarları bir deste halinde bana vermişti.Kendisinin hazır bulunmasına gerek olmadığını,eğitmen Ahmet Bey ve köy bekçisi ile demirbaş tespitini yapabileceğimizi söyledi.Demirbaş defterine kayıtlı bulunan eşyaların sayımını yaptık.Eşyaların çoğu kırık ve döküktü.Bunların hepsinin tek tek elden geçirilerek onarılması mümkün olanların tamir edilmesi şarttı.Tamiri mümkün olamayacakların yerlerine yenilerinin alınması ve eskilerin durumlarının birer tutanakla tespit edilerek demirbaş defterinden kayıtlarının silinmesi gerekiyordu.Deftere kayıtlı bazı okul gereçlerinin hiç olmadığını gördük.Bu konuda ciddi bir çalışma yapmamız gerektiğine karar verdim.
O yıl okula yeni başlayacak birinci sınıf öğrencilerinin yazılması gerekiyordu.Yanıma köy bekçisini alarak köy evlerini dolaşmaya başladım.Aslında aydın köy halkı kız erkek ayırımı yapmadan tüm çocuklarını okula yazdırıyorlarmış.Ancak ben bir adım ileri giderek altı on dört yaş arası tüm köy çocuklarının bir listesini çıkarmak istedim.Bu ileride benim işime yarayabilirdi.Bu arada evleri tek tek gezdiğim için tüm köy halkı ile yüz yüze tanışma fırsatı bulmuş oluyordum.
Eylül ayının birinde okullar resmen eğitim öğretim yılına başlamak durumunda olduğundan tüm öğretmenlerin o tarihten önce köylerde bulunması gerekiyordu.Nitekim karşı dağların doruğuna yakın bir konumda bulunan ve evlerinin bir bölümü görülen köye okul arkadaşım İbrahim’in gelmiş olduğunu öğrendim.İbrahim kız kardeşi ile annesini de birlikte getirmişti.Ağustos ayının son Cuma günü arkadaşımı ziyaret etmeye karar verdim.
Sabah saat ona doğru Ahmet Bey’le yola koyulduk.Pırıl pırıl bir hava vardı.Köy ortasındaki caminin önünden geçerken, büyük bir kamyonun çevresine toplanan köylünün soğanlarına fiyat pazarlığı yapmakta olduklarını gördüm.Geride bıraktığımız son köy evinden sonra arazi birden dik bir meyil kazanıyordu.Yokuş aşağı uzanan yolun iki yanı sarp kayalıktı.Yol çevresinde rastladığımız dar tarlaların teraslama ile kazanıldığı görülüyordu.Genişlikleri sekiz on metreyi geçmeyen uzun tarlaların içerisindeki sebzelikler henüz bozulmadan duruyordu.Bir çoğunda küçük meyve fidanları vardı.Ahmet Bey,bu fidanların elma ve şeftali fidanları olduğunu söyledi.Bu yörenin kıt olan tarım arazilerinden daha çok verim alabilmek için, tarım ilçe müdürlüğü öncülüğünde başlatılan meyvecilik projesi uygulanmaya konulmuş ve kısa sürede çok olumlu gelişmeler elde edilmişti.Daha önce genellikle soğan ekilen alanların çoğu meyvelik yapılmıştı.Elmanın yanı sıra en çok da şeftaliden iyi kazanç sağlamaya başlamışlardı.Ahmet Bey bilhassa kendi öncülüğünde yapılan bu çalışmaları anlatırken kendinden büyük gurur duyduğunu saklamaya gerek görmüyordu.
Köyden ayrıldıktan yarım saat sonra Göksu kıyısına ulaştık.Çok dar olan akarsu yatağının iki yanı duvar gibi dik kayalıklarla çevriliydi.Aşağı ve yukarı yönlerde yer yer genişleyen alanlarda meyve bahçelerinin uzandığı görülüyordu.Bir süre Göksu ‘nun geliş yönünde güçlükle ilerledik.Çoğu kez sık orman ağaçlarının arasındaki dar patika büyük bir kaya kütlesi ile kesiliyordu.O zaman ya derenin üzerine uzatılmış kalın bir ağaç gövdesinin üzerinden karşıya geçiyor, yada kayanın arkasından dolanarak ilerlemeye çalışıyorduk.Ahmet Bey’e bu bahçelere ulaşmanın başka bir yolu olup olmadığını sordum.Çok yukarılarda bir yerde, katır arabasının geçebileceği ölçülerde bir yol olduğunu söyledi.Toplanan meyveleri köye nasıl taşıdıklarını sordum.Ya doğrudan köye, küçük sepetlere doldurularak eşekler sırtında, yada katır arabasının ulaşabildiği son noktaya kadar ellerde taşıma yapıldığını anlattı.
Ahmet Bey’in meyve bahçesine ulaştığımızda epey yorulmuştuk.Bahçenin dereye bakan alt kıyısındaki şeftali ağaçlarının altına oturduk.Sırtımızı birer ağaca yasladık.Altımızdan Göksu’nun yeşil beyaz suları insana huzur veren çağıltılarla akıp gidiyordu.Su öylesine duruydu ki her noktada dere yağının tabanını görmek mümkündü.Bazı noktalarda suyun derinliği iki metreye yaklaşıyormuş.Durgun ve sığ kıyıların güneş alan kesimlerinde küçük balıklar oynaşıyordu.Dere boyunca su seslerini bastırmaya çalışır gibi öten kuşların sesleri dağ yamaçlarında yankılanıyordu.Suya değecek gibi uçuşan iri ve renk renk pervaneler birbirlerini kovalıyor gibiydiler.Doğa her zerresinin sakin ve uyumlu bileşkesi ile insana büyük bir huzur veriyordu.
Dağ yamaçlarını koyu saman rengine kesen güneş ışıkları Göksu deresine ulaşamıyordu.Sık dallar arasından küçük pulcuklar gibi toprağa ve suya ulaşan ışık demetleri ulaşabildiği yerleri benek benek süslüyordu.Sırtımı yasladığım ağaca kafamı da dayadım,gözlerimi kapattım.Bir süre tüm düşüncelerden arınmak istedim.Nerede olduğumu bile unuttum.
Saat on ikiye geliyordu.Ahmet Bey elindeki küçük sepeti meyve ile doldurmuştu.Sepete önce elmaları daha sonra da şeftalileri koymuş, böylelikle yumuşamış olan şeftalileri ezilmeye karşı korumuştu. “Cuma vakti yaklaştı,köye dönelim” dedi. “Ben Karatepe Köyüne gitmek istiyorum” dedim. “Okul arkadaşım ve aynı zamanda hemşerim olan öğretmen arkadaşımı ziyaret edeceğim.Ailesi ile de tanışıyoruz,bir hatırlarını sorayım.” “Ne zaman dönersin?” diye sordu. “Yarın dönerim.En geç Pazar sabahı,”dedim. “Nasıl gideceğim?Bana yolu tarif et.Ne kadar sürede ulaşabilirim?” “Bulunduğumuz yer bizim köy ile Karatepe’nin tam ortası sayılır.En çok yarım saatte oraya varırsın.Yol dik olduğu için insanı yorar.” Dedi.
İki köy yolunun ayrım yerine kadar birlikte yürüdük.Ayrım noktasından itibaren tam ters yönlere doğru birbirimizden ayrıldık.Güneş tam tepedeydi.Kağnı ve diğer demir tekerlekli arabaların kestiği yol tabanını kalın bir toz tabakası kaplamıştı.Her adımda havaya toz kalkıyordu.Yol kenarının sert yerlerini seçerek yürüdüm.Yol gerçekten çok yokuştu.Buradan nasıl ulaşım sağlanabildiğini anlamak zordu.Yaya bir insanın bile tırmanmakta zorlandığı bu yolda kağnının,katır arabasının yada motorlu bir taşıtın yukarı doğru çıkması olanaksız gibi geliyordu.Güneş kafamı yakmaya başladı.Gür saçlarımın köklerinde oluşan ter damlacıkları alnıma ve şakaklarıma doğru akıyordu.Mendilimi çıkardım,dört köşesine birer düğüm attım.Meydana gelen basit şapkayı kafama geçirdim.Güneşin etkisinden az da olsa kurtuldum.Yolun bazı kesimlerinde ağaçlar vardı.Oralarda ağaç gölgelerine sığınarak ilerlemeye çalışıyordum.İlk kez içerisinde bulunduğum bir ortamda tek başıma olmaktan kaynaklanan bir tedirginlik beni rahatsız ediyordu.Bu yüzden bir an önce köye ulaşmak için hızlı hızlı yürüdüm.Kayalıklı bir dönemeçten sonra köy aniden karşıma çıktı.Yolun son bölümü tamamen düz ve kaygan kayalıklar üzerinden geçerek köye ulaşıyordu.Tüm bedenim terden sırıl sıklamdı.Sonunda köye ulaştım.
Köy sokaklarından ilerlerken karşılaştığım bir çocuğa okulun yerini sordum.Yolu doğruca izlememi söyledi.Okul bu yolun sonunda köyün en üst tarafındaymış.Çok geçmeden okul göründü.Okul binası Afşar köyününkinden farklıydı.Amerikan baraka tipi değil toprak damlıydı.Kiremit örtülmemişti.Kalın taş duvarlardan ve toprak bir damdan oluşuyordu.Okula bitişik olarak yapılmış öğretmen lojmanı vardı.Okul binası, meyilli bir arazinin düzlenmesi ile elde edilen, yaklaşık bir dönümlük arsanın üst tarafına kurulmuştu.Ben okul bahçesine girerken İhsan lojman kapısından dışarı çıktı.Beni gördüğü için değil tesadüfen çıkmış olmalıydı.Göz göze geldik.Aydınlık bir gülümsemeyle boynuma sarıldı. “Hoş geldin,ne iyi ettin de geldin.”dedi. “Hoş bulduk,”dedim. “Memlekete gitmiş gibiyim,siz ne zaman geldiniz?” diye sordum. “Bu gün tam üçüncü günümüz.” Dedi.Kol kola içeri girdik.Annesi ve kız kardeşi Seval yemek hazırlığı yapıyorlardı.Beni görünce ikisinin de sevinçle yüzleri aydınlandı.Hoş beşten sonra yüzümü yıkamak için su istedim.Saat on iki kırk beş civarındaydı.İhsan’ın annesi “Cuma vakti,abdest alın cumaya birlikte gidin.Köylü sizi aralarında görmek ister.”dedi.Benden önce İhsan itiraz etti. “Anne şimdi cumanın sırası mı?Arkadaş yorulmuştur.Başka zaman gideriz.Hem hiç namaza gitmedim.Şaşırırsam ayıp olur.”Annesi yarı şaka yarı ciddi oğlunu azarladı. “Bak sen şu yezite.Şimdiye kadar gitmedin diye bundan sonra da gitmeyecek misin?Artık çocukluk bitti.Öğretmen oldun.Haydi bakalım,çabucak abdest alın ve gidin.”Bu hiç hesapta yoktu.İbrahim benim alevi olduğumu biliyordu.Belki ailesi de biliyordu ama cumaya gitmemezlik edemiyeceğimi düşünüyor olabilirlerdi.İbrahim cumaya gitmek istemiyor da ben istiyor muydum?Ben hiç istemiyordum.Çünkü namazın nazariyesini biliyordum ama hiç uygulama yapmamıştım.Ya şimdi namazın ortasında ve o kadar insanın arasında bir yanlışlık yaparsak, durumu köylüye nasıl açıklayacaktık? Bunları düşünmeye bile fırsatımız olmadı.Sevim ibrikle su getirdi.Elinde birde büyük leğen vardı.Ben misafirim ya önce ben abdest aldım,sonra da İhsan.Ezan okunuyordu.Annesi tarafından arkamızdan zorla iteklenir gibi camiye gitmeye zorlandık.
Son anda namaza yetiştik.Cami doluydu.En arkada, kapıya yakın bir yerde namaza durduk.Yanında bizi gören köylü, saygı gösterisi olarak öndekine dokunuyor, bizimle yer değiştirmesini sağlıyordu.Böylelikle misafir saydıkları bizlere saygı göstermiş oluyorlardı.Kendimizi bir anda en ön safta bulduk.İmamın arkasına kadar bizi zorla ilerletmişlerdi.Artık yapacak tek şey, tüm namaz bilgilerimi anımsayarak hata yapmamaya çalışmaktı.En iyisi tam olarak önümdeki imama uymaktı.Bende öyle yaptım.Namaz boyunca yaptığım tek hata, rekat sayısını unutup selama oturmam gerekirken, ayağa kalkmaya yeltenmek oldu.Onu da çok fark ettirmeden geçiştirdim.Kazasız belasız namazı tamamladık.İçimden bir”oohh..!” çektim.Camiden çıkınca tüm köylü “hoş geldiniz” sırasına durdular.Hatırımızı sordular.Bir merhumun kırkı varmış,diğerleri ile birlikte oraya katılmaya davet edildik .Köyün bir kaç ileri geleni ile cami hocasının oluşturduğu gruba katılarak yürüdük.
Evlerin tamamına yakını tek katlı ve toprak damlıydı.Yalnızca birkaç evin üzeri sac çatılı idi.Köyün ortasından geçen yoldan ilerleyerek üzerinde insanların toplandığı bir evin önünde durduk.Evin dış duvarına yapışık olarak örülmüş taş merdivenlerden biz de dama çıktık.Evler birbirine bitişik yapıldığı için damlar çok geniş bir harman yeri gibiydi.Damdan her taraf görülebiliyordu.Çevreyi incelemeye başladım.
Bir süre önce güçlükle tırmandığım köy yolu buradan rahatça görülebiliyordu.Afşar Köyü’nün en yukarılarındaki birkaç evini de görmek mümkündü.Bu köyün deniz seviyesinden en az iki bin metre yüksekte olduğundan emindim.Köyü çevreleyen çok daha yüksek dağlar birbiri ardınca sıralanıyorlardı.Köye en yakın görülen ve doruğunun sislerle kaplı olan dağın Geyik Dağları olduğunu öğrendim.Adını o dağda yaşayan geyiklerden aldığı söyleniyordu.Şimdilerde bile avcılar geyik avına o dağa giderlermiş.Çevreyi izlemeye dalmışken birilerinin “oturalım arkadaşlar,”komutu ile kendime geldim.İmamla karşı karşıya oturduk.Altlarımıza birer minder verilmişti.Dama bir göz attım.Elliden fazla insan vardı.Hepsi de ikişer ikişer karşılıklı oturmuşlardı.Damın kıyılarına yakın bir yerden büyük bir çember oluşturulmuştu.Ne yapacağımızı bilmiyordum.Bu yörenin adet ve gelenekleri hakkında hiçbir bilgim yoktu.İçimde bir tedirginlik vardı.Böyle oturarak ne yapacaktık?Kimse de bir açıklama yapmıyordu.Çok geçmeden damın taş merdivenlerinden, beş altı kişilik bir grubun, her bir taşı tavuk yumurtası büyüklüğünde olan, kocaman bir tespihle yukarı çıktıklarını gördüm.Tespihin taşları tahtadandı.Böyle bir tespihi ilk defa görüyordum.Şaşırdım.Merakım daha da arttı.Bununla ne yapılacağını düşünüyordum.İbrahim bizden bir hayli uzakta köy muhtarı ile karşılıklı oturuyordu.Bir kaç kez ona baktım,hiç aldırmaz bir tavırla oturuyordu.Zaten İbrahim oldum olası rahat bir adamdı.Bulunduğu ortama çabuk uyar,hiçbir şeyi fazla önemsemezdi.Ben ise hem tedirginlik duyuyor hem de meraktan çatlayacak gibi oluyordum.Heyecanımı dışa yansıtmamaya dikkat ederek, çevremde neler olup bittiğini izlemeye devam ediyordum.Tespihi büyük bir daire oluşturacak şekilde karşılıklı oturan adamların aralarından dolandırdılar.Herkes birer taştan tuttu.Hocanın elinin yanından bir taş ta ben yakaladım.Herkesin birer taş tuttuğundan emin olununca hoca komut verdi.Sanki herkes kendine ait olan bir tespihi çekiyormuş gibi tespihin taşlarını bir bir ilerletmeye başladılar.Bu arada dudaklarının hareketinden, bir şeyler söylediklerini anladım.Ne söylediklerini bilmiyordum.Hiç ses çıkarmadan benden önceki adamdan devraldığım tespih tanesini, benden sonrakine aktarmayı sürdürdüm.Tespih henüz bir tur atmamıştı ki “hooop,”diye birinin bağırdığı duyuldu. “Ne oluyor?” demeye kalmadı bir açıklama geldi.Tespihin ipi kopmuştu.Hemen tamir edildi ve işleme kalındığı yerden devam edildi.Bir süre aynı monoton mırıltılarla tespih aralarda döndürüldü. Birisi, “Tamaaam..” dedi.Tespih aradan çıkarıldı. Sanıyorum bir eşeğin bile güçlükle taşıyacağı kadar ağır olan bu devasa tespihi,beş altı kişi tekrar damdan güçlükle indirdiler.Şimdi sırada ne var diye düşünürken yemek tabakları dağıtıldı.İki kişiye bir tepsi uzatıldı.İki kişinin zor taşıdığı büyük bir kazan getirildi.Doğruca imamla benim yanıma getirdiler.Kazanın pilav dolu olduğunu gördüm.Önümüzdeki tepsiye pilav dolduruldu.Arkasından sele sele üzüm dağıtıldı.Orada bulunanların hepsine yiyecek dağıtım işi tamamlanınca hocanın bir işareti ile yemekler yenmeye başlandı.Aç olmama rağmen ancak üç kaşık pilav alabildim.Küçük bir salkım üzüm alarak oyalanmaya devam ettim.Bu arada hocayı izliyordum.Aman tanrım,nasıl yemek yemeydi öyle?Kaşığı bulgur pilavı ile tepeleme dolduruyor,hızla ağzına götürüyordu.Gözünü pilav tepsisinden hiç ayırmadığı için adamı rahatlıkla seyrediyordum.Pilav bitinceye kadar kaşık hiç durmadan tepsiye gitti geldi,sonunda bitti pilav.Sıra üzümdeydi.Koca koca salkımları alıyor ve bir anda ağzında yok ediyordu.Nasıl bu kadar hızlı yiyebildiğini anlayamıyordum.Bu nasıl bir iştahdı?Ben elime alıp oyalanmaya çalıştığım küçük salkımı bitirmeden O,bir sele üzümü de midesine gönderdi.İyi ki bitti yiyecekler,çünkü adamın yemek yeyişi midemi bulandırıyordu.Görmemek için çoğu kez gözlerimi uzaklara odaklıyordum.Nihayet hoca “amin” dedi.Herkes ellerini açtı ben de açtım.Hocanın uzun uzun okuduğu Arapça dualardan sonra “el fatiha”demesi ile sesler kesildi.Herkes içinden bir şeyler okur gibiydi.Son kez “amin” diyen halkın kalkıp evlerine dağılacağını umuyordum.Kalkmaya yeltendim ama kimsede bir hareket olmadığını görünce usulca yerime geri çöktüm.Adamın biri, elinde bir deste zarfla oturanlardan bazılarının yanına yaklaşıyor ve hiçbir şey söylemeden ceplerine bir zarf sokuyordu.Adamı dikkatle izlemeye başladım.Dağıttı,dağıttı,elinde kalan son zarfla bize doğru gelmeye başladı.İçimden,” eyvah!” dedim, “kalan zarfı bana verecek galiba.” Zarfın ne olduğunu bilmiyordum ki.Bana verirse ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu.O yüzden endişeleniyordum.Adam geldi ve son zarfı yanımda oturan cami hocasının cebine soktu.Nihayet bir işkenceden kurtuldum.Bu tür bir geleneğe ilk defa tanık oluyordum.Bu uygulamalar hakkında bilgim olmadığı için yanlış bir şeyler yapmaktan korkuyordum.Aslında sorarak konu hakkında bilgi alabilirdim.Ama bir kere biliyor görünmeyi yeğlemiştim.Tavır değiştirmek istemedim.Gençlik işte,ne kadar okursan oku,gençlik duyguları çoğu zaman ağır basıyor.O zaman bir öğretmenin sanki, her şeyi,her konuyu mutlaka bilmesi gerekiyor gibi yanlış bir düşünceye saplanmıştım. İçimden, “Oysa şimdi o güne geri dönebilmem mümkün olsa, bilmediğim her şeyi en ince ayrıntısına kadar sorar öğrenirdim.” Diye düşünüyorum.
Köylüler birer birer evlerin dağılırken bizde okulun yolunu tuttuk.Lojman kapısına yaklaştığımızda kapı açıldı ve Seval gülen bir yüzle bizi karşıladı.Pencereden bizim gelmekte olduğumuzu görmüş olmalıydı.Sofra hazırdı.Acıktığımı hissettim.Kırkıncı gün töreninde midem almadığından bir şey yiyememiştim.Sofranın başına geçtim ve nazlanmadan atıştırmaya başladım.
İhsan’ın ailesi ile memleketten tanışıyorduk.Okuldan tatillere giderken ara sıra İhsanlara uğrardım.Ailesi annesi ile kız kardeşinden ibaretti.Babası ölmüştü.Başka kardeşi var mıydı bilmiyorum.Asıl memleketleri Erbaa imiş.Babası şeker fabrikasında çalışmaya başlayınca Turhal’a gelip yerleşmişler.Atalarının Kafkas kökenli olduğunu anlatmıştı.Okulu bitirip ataması yapılınca, annesi ile kız kardeşini tek başlarına bırakmak istememiş.En azından bir süre birlikte olmak istemişler.Hep birlikte buraya gelmişler.İkinci dönem gelip gelmeyeceklerine daha sonra karar vereceklermiş.
İhsan’ın annesi uzun boylu ve oldukça kiloluydu.Beyaz bir yazma ile kapattığı kafasının her iki yanından görünen kır saçları, inançlı kişiliğine bir olgunluk katıyordu.Takma olduğunu sandığım bakımlı ve düzgün dişleri,daima gülümseyen yüzünde inci dizisi gibi görünüyordu.Konuşurken ş’ler sözcükler içerisinde daha vurgulu çıkardı.Bu durum dişlerinin takma olduğundan mı ileri geliyordu yoksa, Çerkez kökenli oldukları için ana dillerinin türkçeye bir baskısı mıydı, tam olarak kestiremiyordum.
İhsan’ın kız kardeşi Seval tam evlenme çağındaydı.Yaşı yirminin üzerinde olabilirdi.Zarif yüz hatları bir çok yönden annesine benziyordu.Annesinden en önemli farkı ten rengiydi.Annesi beyaz,Seval esmerdi.Kalın kaşlıydı ve deste kirpikli gözleri iri iriydi.Seval’in konuşmalarında ki ş’lerin baskılı çıktığını yeni fark etmiştim.Şu halde bu durum ana dillerinin Türkçeye bir yansımasıydı.Bu farklılık konuşmalarına bir tatlılık katıyordu.
Seval’in bana karşı bakışlarında ve davranışlarında bir sıcaklık hissediyordum.Kendilerini ziyarete geldiğim şu anda aynı sıcaklığı fazlasıyla hissettirmeye çalışır gibiydi.Bu bir ilgi ifadesi miydi, yoksa gurbette olmaktan kaynaklanan bir duygusallığın dışa vurması mıydı, tam olarak bilemiyordum.Bunu anlamayı zamana bırakmayı yeğledim.Her şey yaşamın doğal akışı içerisinde elbet bir gün gerçek anlamını bulacaktı.Şimdi bulunduğumuz ortamda farklı yorumlar yapmanın doğru bir yaklaşım olmayacağına karar verdim.Memleketlerimizden çok uzaklarda olmanın hassaslaştırdığı duygularımız bizi yanıltıyor olabilirdi.Belki de şu an fazlası ile gereksinim duyduğumuz karşılıklı destek arayışları, bizleri duygusal düşünmeye yöneltiyordu.
Bir gece kalmayı tasarlayarak geldiğim yerden ancak Pazar akşamı Afşar’a dönerken, kendimi iki gün öncesine göre daha güçlü ve daha azimli hissediyordum.
O gün ağustos ayının son pazarıydı.Birlikte çalışacağımız Tugut’la Şakir’in bu gün yarın gelmesi gerekiyordu.Çünkü eylül ayının birinci günü öğretmenler resmen görev yerinde olmak zorundaydılar.Tabi rapor yada idari izin alınmış olmazsa.Şu ana kadar arkadaşların izin veya rapor aldıklarına dair bir bilgi elimize ulaşmamıştı.Demek ki herkes zamanında görevinin başında olacaktı.
Köye ulaşır ulaşmaz doğruca yaşlılar kahvehanesine gittim.Yolun yarıdan fazlası iniş olduğu için kendimi yorulmuş hissetmiyordum.İçerisi oldukça kalabalıktı.Köylülerin çoğunluğu artık beni tanıyorlardı.Yüzlerine yansıyan saygı ile “hoş geldin” dediler.Aynı sıcak tavırla hepsini selamladım.Eğitmen Ahmet bey her zaman olduğu gibi çay ocağına en yakın masada oturuyordu.Doğrudan O’nun masasına yürüdüm.Hemen bir sandalye uzatarak yer gösterdiler.Oturdum.Masanın çevresinde oturanlardan yalnızca Ahmet bey’le köy ihtiyar heyeti üyesi Rasim’i tanıyordum.Gözlüklü,iyi giyimli ve nazik tavırlı genç, duruşu ile dikkat çekiciydi.Ahmet Bey, “bak müdür bey,bu arkadaşımız Turgut, dün geldi.”dedi.Adımı söyledim ve tokalaştık.Kısa bir süre geçmeden yeni arkadaşla uyumlu bir iş birliği yapabileceğimize inandım.İçimden, “umarım bu inancımda yanılmam,”dedim.
Turgut’un sırtında deri bir ceket vardı.Ceketinin altına ince,yakası bodan boya çizgi motifli bir hırka giymişti.Zayıf sayılmazdı.Hatta yüzüne bakılırsa bir hayli kilolu gibi görünüyordu.Oysa kilosu da yoktu.Yuvarlak yüzüne büyük gelmiş gibi duran kalın çerçeveli gözlüğünün altından görülen kırmızı ve çıkık yanakları, kendisine kilolu izlenimi veriyordu.Göz kapakları şişkinceydi.Etli yanakları arasına sıkışmış gibi duran küçük burnu, ince ve biçimli üst dudağı ile dikey bir konumda kesiliyordu.Çenesinde belli belirsiz bir gamzesi vardı.Bir yandan sohbet ediyor, öte yandan Turgut’u dikkat çekmeyecek bir biçimde, inceden inceye süzüyordum.Sanıyordum aynı şeyi O’da benim için yapıyordu.Sonunda benzer duygular taşımakta olduğumuz birbirimize daha içten ve daha samimi bir şekilde hitap etmekle ortaya dökülmüş oldu.
Turgut,geçen yıl da burada görev yapmıştı.Yedek subay öğretmen statüsündeydi.O yıllara ait bir uygulama olarak,herhangi bir yüksek okul öğrencisi konumunda olan askerlik yükümlülerine,kısa bir süre askeri eğitim verilmesinin ardından, geri kalan askerliklerini öğretmenlik yaparak tamamlama hakkı verilmişti.Turgut bu uygulamadan yararlanarak öğretmenlik yapıyordu. Henüz bitirmediği okulunu bitirdiği zaman, asıl mesleği inşaat mühendisliği olacaktı.
Birkaç yıldır uygulanmakta olan yedek subay öğretmenlik statüsünü, Türk milli eğitim sisteminin temelini bozmaya yönelik bir girişim olarak değerlendiriyordum.Bu sadece benim düşüncem değildi.Öğretmen okulundaki öğretmenlerimizin de genel kanıları bu doğrultudaydı.Aslında eğitim öğretimin kalitesini bozan yalnızca bu uygulama da değildi.Lise çıkışlıların birkaç fark ders vererek öğretmenlik hakkı elde etmeleri,değişik meslek okullardan mezun olanlara birer ay gibi kısa dönemlerde verilen mesleki kursların ardından öğretmen olmalarına olanak tanınması gibi uygulamalar çok yanlış ve zararlı uygulamalardı.İlkokul eğitimini sadece okuma yazma öğretmek sanan bürokratların, ülkeye ne büyük zararlar verdikleri çok geçmeden ortaya çıkacaktı.Nitekim yetmişli yıllarda ülke genelinde yaşanan kargaşanın temelinde,eğitimdeki temel hataların payı çok fazlaydı.
Eğitim-öğretim sistemindeki bu yanlış yapılanmanın sonucunda ülkenin içine sürüklendiği çalkantılı dönem en ağır ve en acı biçimde yaşanmış olmasına rağmen,bundan bir ders alındı mı diye sorulursa yanıtım,asla olacaktır.Çünkü yetmişli yılların başlarından itibaren farklı kamplara ayrılarak politize edilen gençlerin, hiçbir öğretmenlik niteliği kazandırılmadan öğretmen atanmaları, seksen yılında yapılan askeri müdahaleye zemin hazırlayan etmenlerin ilk sıralarında yer alır.O yıllarda, sözüm ona öğretmen olarak göreve gelenlerin büyük bir bölümü, bu gün Türk milli eğitimine yön veren temel kurum ve bürokratik yapılanmalarının, en üst seviyelerinde görev yapmaktadırlar.Kendilerini o makamlara getirenlerle aynı zihniyeti taşımalarının bir sonucu olarak,daha sonraki yıllarda,hangi meslekten olursa olsun,bir yüksek okulu bitiren işsiz gençleri öğretmen olarak atamışlardı.Bu kadar büyük hataları ancak bu denli büyük aptallar yapabilirlerdi.Çünkü küçük aptalların, böylesine büyük hatalar yapmaya akıl kapasiteleri yeterli değildir.Bazen, “keşke,” diyorum, “o işsiz gençleri öğretmen yerine doktor atasalardı.Çünkü asıl mesleği doktor olmayan bir kişi, yanlış tedavi ile birkaç kişinin ölümüne neden olabilir.Ama öğretmen atanırsa yüzlerce ve hatta binlerce gencin, dolayısı ile ülkenin geleceğini yok edebilir.”
Kahvehanede uzun uzun sohbet ettik.Turgut,geçen yıl kaldığı evin bir odasının boş durduğunu,eğer istersem orada kalabileceğimi söyledi.Evi görmek istedim.Hep birlikte kalktık.
Turgut Bey’in evi kahvehaneye en fazla yüz elli metre uzaklıktaydı.Köy ortasından yukarı doğru uzanan dik yokuşun ortalarında,sağ taraftaydı.Oturduğu alanın konumundan dolayı iki katlı olmasına rağmen alt katı ile bağımsız gibiydi.Yani ikinci kata yandan düz giriliyordu.Ev sahibi aşağı bölümde oturuyormuş.Evin önüne geldiğimizde kısa boylu ve ayağında şalvarı olan yaşlıca bir adam karşıladı bizi.Tüysüz gibi duran yüzündeki seyrek sakaları beyazlaşmıştı.Yüzü gibi dışa çıkık dişleri de sararmıştı.Kafasına geçirdiği nakışlı el örgüsü beresini kaşlarının üzerine kadar indirmişti.Konuşurken dışarıya fırlak dişlerinin arasından tükürük saçıyordu.Turgut’un kullanmadığı boş odada kalmak için izin istedik.Şaka yollu nazlandıysa da sonunda kabul etti.Şalvarının uçkuruna bağlı bir deste anahtardan birini çıkararak önümüze düştü.Alt katın kapısına benzer çift kanatlı ve kale kapısına benzeyen kapıdan içeri girdik.İçerisi iyi ışık almadığından hafif karanlık ortama gözümüzün uyum sağlaması için bir süre bekledik.Ara geçit önceden ahır olarak kullanılmış gibiydi.Gerçi içeride hayvan yoktu ama hayvanlara özgü bir koku vardı.Duvarın kesilmesi ile kazanılan kapı aralığından salona benzer bir yere ulaştık.Salona açılan üç kapı vardı.Bunlardan birisini Turgut kullanıyordu. Geriye kalan iki odadan birisini biz alırsak diğeri ortak mutfak olabilirdi.Turgut Bey odasının kapısını açtı.Pencere önünde yerleşik bir sedir vardı.Sedirin üzerinde kilim seriliydi.Aşağıda bir karyola duruyordu.Geri kalan boşlukta iki sandalye ile bir masa vardı.Oda büyüktü.Bu kadar eşya olmasına rağmen yarısı boştu.Bize verdikleri oda da aynı büyüklükteydi ve birbirine bitişik iki sedir kuruluydu.Bu konumu bizim için çok daha iyi idi.Eğer Şakir’le birlikte kalacaksak sedirleri birer tane paylaşırız diye düşündüm.Ev sahibi istersem çok az bir ücretle yatak verebileceğini söyledi.Ev kirası olarak otuz lira istedi.Yatak için de aylık beş lira diyordu.Kabul ettim.Ahmet Bey kendilerinin ücretsiz bir kat yatak verebileceklerini söylediyse de teşekkür ederek kabul etmedim.Kiralamak daha uygun geldi.Ev işini çözümlemek beni çok rahatlattı.Artık tüm çalışmalarımızı okul işlerine yöneltebilirdik.
Şakir pazartesi günü geldi.Yanında birkaç parça eşya getirmişti.Yatağını getirmesi işini kolaylamıştı.Birlikte kalabileceğimizi söyledim.Sevindi.Üç arkadaş aynı evde kalacaktık.Birbirimize destek olma açısından bu iyi bir başlangıçtı.
Eğitim öğretim yılının başladığı ilk gün sınıf paylaşımı yaptık.Eğitmenlerin genellikle birinci sınıfı almaları gerektiğini biliyordum.Eğitim düzeyleri ilkokul düzeyinde olmalarına rağmen, birinci sınıf eğitiminde başarılı olduklarını duymuştum.Ahmet Bey,yıllardan beri hep birinci sınıfları okutuyormuş.Bu konuda uzmanlaştığından emindim.Kendi isteği ile gene birinci sınıfın sorumluluğunu üstlendi.Ben beşinci sınıfı tercih ettim.Turgut Bey,birleşik sınıf uygulaması yapılacak olan ikinci ve üçüncü sınıfları alınca dördüncü sınıf da Şakir’e kaldı.Okulun üç dersliği vardı.Bu yüzden iki sınıfa sabahçı öğleci uygulaması zorunluydu.Birinci ve beşinci sınıfların eğitimini daha yoğun sürdürmeyi amaçlayarak diğer iki grubun ikili öğretim yapmasına karar verdik.Böylece Turgut ile Şakir ikili öğretime,Ahmet Bey ile ben de normal öğretime ayrılmış oluyorduk.Sıra eğitim öğretimin planlamasına geldi.Öğretmen okulundan örnek olur düşüncesi ile yanımda getirdiğim planlardan yararlanarak sınıflarımıza ait planlarımızı hazırlamaya başladık.Planlama işine üç günün yeterli olacağını tasarlamıştım.Yaptığım yıllık çalışma programına uymak gerekiyordu.Çünkü yapılacak çok işimiz vardı.Okul binasının badanası,kırık öğrenci sıralarının onarımı,ders araç ve gereçlerinin gözden geçirilmesi,kırık camların yerlerine yenilerinin takılması gibi işlerin, çalışma programında öngördüğüm zaman dilimlerinde bitirilmesine büyük önem veriyordum.İlk haftayı verimli bir çalışma ile tamamladık.
Haftanın son çalışma günü elimize beslenme programı ile ilgili bir resmi yazı ulaştı.Yazıya göre, okulumuza ayrılan beslenme maddelerinin, en kısa zamanda ilçe eğitim müdürlüğünden alınması isteniyordu.Muhtarlığa gittik,yazıyı muhtara gösterdim.Pazartesi günü ilçeye birlikte giderek yiyecek maddelerini alabileceğimizi söyledi.O yıllarda Amerikan yardımı olarak tanıtılan besin maddeleri öncelikle geri kalmış yöre okullarına dağıtılıyordu.Her okulun öğrenci sayıları göz önünde tutularak,un,süt tozu,tahin helvası,peynir gibi beslenme maddeleri veriliyordu.Bu besin maddelerinden, öğrencilerin en iyi şekilde nasıl yararlanabileceklerini düşündüm.Geçmiş yıllarda bu konuda yapılmış olan uygulamaları araştırdım.Bu konuya birkaç yönden önem veriyordum.Önce büyük bir emekle sağlanan besin maddelerinin, amaca uygun olarak değerlendirilmesinin güçlüğü ortadaydı.Ayrıca asılsız dedikodulara ve yanlış yorumlara açık olan bu konunun, bizi güç durumlarda bırakabileceği uyarısını yapan deneyimli hocamız Ahmet Bey’in uyarılarına içten katılıyordum.Ahmet ve Turgut Beylerin söylediklerine göre, önceki yıllarda amaca uygun bir çalışma yapılamamıştı.Çoğu kez, getirilen besin maddeleri öğrenciler arasında paylaştırılmış, bu uygulama gereksiz dedikodulara neden olmuştu.Bu düşünceden hareketle, beslenme konusuna gereken önemi vermemizi anımsatması için, çalışma programındaki sırasının altını kırmızı kalemle çizdim.
İlk çalışma haftasının sonunda, benim kendilerini ziyaret ettiğim arkadaşım İhsan bize geldi.İhsan, okulda tek öğretmen olarak çalıştığı için O’nun bizden daha çok moral desteğe gereksinimi vardı.Öğretmenlikte ilk yıl olmasının verdiği güvensizlikle bazı uygulamalarının doğruluğu konusunda, fikir alış verişinde bulunmak istediğini söylüyordu.Geçtiğimiz ilk hafta boyunca ne gibi çalışmalar yaptığımızı sordu.Uzun uzun bilgi verdik.Yaptığımız plan örneklerini gösterdik.Çalışma programına aldığımız işler hakkında ne gibi çalışmalara girişeceğimizi anlattık.Karşılıklı söyleşilerden çok yararlandığı belliydi.O’nun da bizimkilere benzer sorunları vardı.Her konuda yardımlaşmayı kararlaştırdık.En son olarak konu beslenme eğitimine geldi.İhsan okullarının uygun bir yerine fırın yapacağını söyledi.Verilecek olan undan yapacağı fırında ekmek yapmayı ve öğrencilere okulda ara yemek vermeyi planlıyormuş.Bu fikrini çok beğendim.Fırını nasıl yapmayı düşündüğünü sordum.Bu konuda kendisinin usta olduğunu söyledi.Tam fırsatını yakalamıştım.Fırın yapma konusunda bize de yardımcı olup olamayacağını sordum. “memnuniyetle yardım ederim,yeter ki siz gerekli malzemeyi hazırlayın,” dedi.Neleri hazırlamamız gerektiğini bir kağıda yazmasını söyledim. “Fazla bir şey gerekmiyor,yalnızca fırının kubbesi için gerekli özel kerpiç hazırlamanız yeter,” dedi.Aynı gün hem fırın yerini birlikte tesbit ettik hem de özel kerpiç için gerekli olan bir tahta kalıp yaptı.Gerisini biz çok kolaylıkla yapabilirdik.Bu fırın işini nereden öğrendiğini merak ettim. “Çerkezlerin hepsi bu konuda ustadır,”dedi. “Çünkü her evin kendine ait bir fırını vardır.” Beslenme konusunda çok önemli bir adım atmıştık.O günün geri kalanını gönül rahatlığı içinde, büyükler kahvehanesinde oyun oynayarak geçirdik.
Pazar günü İhsan’ı köyüne yolcu ettikten sonra öğretmen arkadaşlarla muhtarın evine gittik.Muhtarımız ileri görüşlü ve çalışkandı.Mesleğimizin ilk yılında böyle bir muhtarla karşılaşmak bizim için büyük bir şanstı.Köyün yararına olduğuna inandığı işlere tüm gücü ile destek oluyordu.Birer kahvesini içtikten sonra fırın işini anlattım.
Muhtar,anlattıklarımı dikkatle dinledi.Bakışlarında konuya olumlu yaklaştığını yansıtan bir ifade vardı.Sonunda yüzünde bir gülümsemenin izleri belirdi. “Çok iyi bir fikir bu. “ dedi. “Bunun için ne gerekiyorsa yaparız. Neler gerekiyormuş,sen onları söyle.” İhsan’ın bize anlattıklarını tekrarladım. “Okulun iş evinin duvarına bitişik yapılabilirmiş.” Dedim.” “Bu iş için duvar örmeye yarayacak irilikte taşlar,fırın tabanına serilmek üzere elli kilo kadar tuz ve kil toprak gerektiğini söyledi.” “Tamam hocam,bunlar kolay şeyler,taş okulun yanıbaşında.Kil toprağın yeri de uzak sayılmaz.Bir traktör getirtiriz.Tuz işine gelince,onu temin etmek size düşer.Her öğrenciden birer avuç tuz getirmelerini isterseniz elli kilodan fazla tuz birikir.” Dedi. “Bu işe ne zaman başlanacak?” diye sordu. “Mümkün olan en kısa zamanda başlamalıyız,”dedim. “Okul haftaya açılıyor.Bir an önce işi bitirmeliyiz.Yarından itibaren bu işe koyulalım.” “Öyleyse haydin kahvehaneye gidelim.köylü oradadır.Birilerine görevler verelim,yarın bu işleri halletsinler.” Dedi. Hep birlikte kahvehaneye yürüdük.
Muhtar tuttuğunu koparan bir adamdı.Ertesi gün fırın yapımında kullanılacak taş ve kil toprak, görevlendirdiği kişiler tarafından okul bahçesine getirilmişti.Şimdi ilk iş toprağın samanla çok iyi bir şekilde karıştırılarak, kerpiç çamuru haline getirilmesiydi.Bu görevi köy bekçilerine verdik.Hiç itiraz etmediler.Toprağa katılacak samanı da onlar temin edeceklerdi.
Biz hem bu çalışmaları izliyor hem de çalışma programında belirlediğim işleri yapmaya çalışıyorduk.Okul bahçesinin duvarlarını kendi başımıza tamir edemezdik.En azından bunu yapacak zamanımız yoktu.Muhtar köyde bu işi yapanlardan iki ustadan bahçe duvarlarını onarmalarını istedi.İki günde bahçe duvarının tamiri bitti.Sıra fırın tabanını oluşturacak duvarın örülmesindeydi.Çarşamba günü iki usta daha bularak birlikte fırın temelini yapmaya başladık.Önceden kararlaştırdığımız gibi iş evinin kapısının yanına temel kazıldı.Evin duvarları yarıya kadar taşla örülmüştü.Böyle olması fırın için daha elverişliydi.En azından fırının yüksek ısısından başka bir yer zarar görmezdi.Ayrıca iş evinde hamurun hazırlanması ve taşınması kolay olacaktı.Odun da bitişik binadaydı.Seçilen yer her açıdan uygundu.Fırın için seçilen alanda duvara başlamadan önce İhsan’ın bize verdiği ölçülere uyularak ip çekildi.Çekilen ipin iç tarafından toprak yirmi santim kadar kazıldı.Ustalar önce köşe taşlarını yerleştirdiler.Şaka ve sohbetlerle çalışmalara renk katılıyordu.Kendimizi işe öylesine kaptırdık ki zamanın akışını unuttuk.Akşam olduğunda fırının tasarlanan taban yapısı bitmek üzereydi.Ertesi güne çok az bir iş kaldı.Eserimizi seyretmeyi bıraktığımızda açlığımız ve yorgunluğumuzun farkına vardık.Yorgunluğu atmak kolaydı.Yemek yapmak bizi zorlayacak gibiydi.Kafamdan bu duygular geçerken köy bekçisinin bize doğru gelmekte olduğunu gördüm.Selam verdi ve yaptığımız fırın temelini inceledi. “Ooo!” diye şaşkınlığını açığa vurdu. “Çok sıkı çalışmışsınız,neredeyse bir günde iş bitmiş,ellerinize sağlık” dedi.Sonra sözlerini,”muhtarın selamı var,sizi yemeğe bekliyor,”diye tamamladı.Yorgunluğum bir anda uçtu,gitti.Sanıyorum öteki arkadaşlar da benim gibi düşünüyorlardı.Bu kadar bedensel yorgunluktan sonra, doğru dürüst yemek yeyip yiyemeyeceğimi bilmiyordum ama düşünülmüş olmak, bana büyük bir güç ve moral aşıladı.Elimizi yüzümüzü yıkadık,iş elbiselerimizi çıkarıp günlük giysilerimizi giydik.Muhtarlığa doğru yürürken kahkahalarımız çevreyi çınlatıyordu.
Okul yıllarımda özlemini duyduğum çalışma ortamını bulmuş olmak,beni olağanüstü bir çalışmaya yönlendiriyordu.Yaşamın her dakikasından müthiş bir haz alıyordum.Tespit ettiğim çalışma programını,zamanında bitirebilmek için son derece sıkı bir disiplin içerisinde işleri sürdürmem gerekiyordu.Uyku ve eğlenceye ayırmam gereken zamandan çalarak, bunu çalışma saatlerine katıyordum.Çalışmaların düzenli ve aksamadan yürütülüyor olmasından duyduğum sevinç ve heyecan tüm yorgunlukları unutturuyordu.Öğretmen arkadaşlarımla ve köy ihtiyar heyeti ile uyumlu bir iş birliği çizgisini yakalamış olmaktan son derece mutluluk duyuyordum.Şimdi tüm amacım hem okulu hem de köyü,bu çevrenin örnek köyü durumuna getirebilmekti.Kafamda bunu başarmanın planları yavaş yavaş şekilleniyordu.
Perşembe günü, hazırlanan kerpiç çamurunun yeteri kadar ekşimiş olduğuna karar verdik.Çamur sakız gibi yapışkan bir hal almıştı.Bu da istenilen kıvama geldiğinin bir göstergesiydi.
İhsan’ın yaptığı kerpiç kalıbının bir benzerini daha yaptırdık.Muhtarın yanımıza verdiği iki genç işçi ile çalışmaya başladık.Yapışkan ve ekşimiş kil çamuru kalıpların içerisine yerleştirdikten sonra baskılayarak kalıbı geri çıkarıyorduk.Çok güzel kerpiçlerin oluştuğunu görmek bizi sevindiriyordu.En çok güneş alan yerleri özellikle seçerek oralara kerpiç döküyorduk.Biz öğretmen arkadaşlar olarak kalıpçılık yapıyorduk.İki köy genci ise bize çamur taşıyan işçi görevini yürütüyordu.Hızlı bir tempoda yürüttüğümüz çalışmalar,öğle yemeği aralığı dışında kesintisiz olarak saat on beşe kadar sürdü.Toplam üç yüz elli kalıp kerpiç dökülmüştü.Bu yedi yüz kerpiç demekti.Bu kadar kerpicin fırın için yeterli olacağını düşündük.Artan çamuru kerpiçlerin örülmesi sırasında kullanılmak üzere bir yerde topladık.Bu gün ki çalışmaların en ağırını gene ben üstlenmiştim.Çalışma sırasında yorulduğumun farkına bile varmıyordum.Ancak aradan bir süre geçip terim kurumaya başladığında ne kadar yorulduğumu anlayabiliyordum.Şu an tüm vücudumun ağrıdığını hissediyordum.Omuzlarım,kollarım,bacaklarım belim kırılıyordu.Buna rağmen iş yapmaktan kaynaklanan zevkin tadını alabiliyordum.Karmaşık duygular içinden seçebildiğim tek şey daha çok çalışmam gerektiği idi.
Akşam Eğitmen Ahmet Bey’e davetliydik.Bu gün de yemek hazırlama derdinden kurtulmuştuk.Okulun kapısını kilitledik.İş araçlarını işliğe bıraktık.Bahçe duvarının eğreti ağaç kapısını kapatıp okuldan ayrıldık.
O günlerde tüm çabalarımızı kesintiye uğratacak ve bizi bir yılgınlığa iteleyecek tek şey vardı:Havanın aniden bozması ve yağmurların başlaması. Bizi en çok endişelendiren bu yağış olayı, kerpiç döktüğümüz günden iki gün sonra başladı.O gün havayı kalın ve koyu renk bulutlar sardı.Yüksek tepeler bulutların arsında görünmez oldu.Yoğun bir nemle ağırlaşan havadan,dokunduğu yerleri yapış yapış eden su zerrecikleri dökülmeye başladı.Bu oluşum ne yağmura ne de kara benziyordu.Belli belirsiz bir ıslaklık yaratan bu hava olayının henüz kurumamış kerpiçlere zarar vereceği kesindi.Derhal önlem almamız gerekiyordu.Aklımıza ilk gelen önlem, büyük naylonlarla kerpiçlerin üzerlerinin kapatılmasıydı.Muhtarın,ormancının,cami hocasının ,sağlıkçının yardımları ile bulabildiğimiz naylonları, henüz tam katılaşmamış olan kerpiçlerin üzerlerine kapattık.Yağacak yağmur sularının alttan kerpiçlere zarar vermesini önlemek için, kerpiç dökülen alanın çevresine küçük su kanalları açtık.Alınması gerekli tüm tedbirleri almış olmamıza rağmen,havanın uzun bir süre yağışlı geçebileceği endişesi neşemizi kaçırıyordu.Beklemekten başka elimizden bir şey gelmezdi.Diğer işlere yöneldik.
Aradan bir gün,beş gün geçti,hava bir türlü açılmadı.Yağmakla yağmamak arasında bocalayan bulutlar,bir türlü köyün üzerini terk etmediler.Her gün çiseleyen yağmur yüzünden kerpiçler kurumak bilmiyordu.Onca naylonu kerpiçlerin üzerlerine serip toplamaktan usandık.Kerpiçlerin düzgün şekilleri giderek bozulmaya başladı.Keskin hatları törpüleniyor,yuvarlak bir görünüm alıyorlardı.Bu kadar emeğin boşa gidecek olmasından çok,önümüzde daralan zaman içerisinde amaca ulaşma şansımızın her dakika azalıyor olmasına üzülüyordum.Torosların doruklarına yakın bir konumda bulunan köyün, bir daha önümüzdeki yaz mevsimine kadar,çamur kerpiçleri kurutabilecek bir sıcaklığı yakalama olasılığı, yok denecek kadar azdı.Ya şu anda az çok sertleşmiş olan bu kerpiçleri herhangi bir yöntemle kurutacaktık,yada bu işi bir başka bahara bırakacaktık.Elbette bizim gönlümüzde yatan bu işi en kısa zamanda tamamlamaktı.Öğretmen arkadaşlarımla bir durum değerlendirmesi yaptık.Bu işi başarıya ulaştırabilmek için neler yapabilirdik?Eğitmen Ahmet Bey,hem bu yörenin bir ferdi olarak,hem de bizden en az üç kat daha fazla yaşamış olmanın kendisine kazandırdığı deneyime dayanarak bir öneride bulundu.”Yerinden bozulmadan kaldırılabilecek kadar sertleşmiş olan kerpiçleri odun ateşi ile kurutabiliriz.”dedi.Bu öneri önce bana çok tutarlı gelmedi.On santim kalınlığındaki çamur kütlesinin ateşte kurutulabileceğinden emin değildim.Bunlar çamaşır mıydı ki ateşte kurusunlar diye düşünüyordum.Bir süre konuyu aramızda tartıştık.Değişik bir yöntem bulamayınca denemeye karar verdik.
Köyün olduğu kadar okulun yakın çevresi de ormanlıktı.Okul bahçesinin dışından ardıçlık alan başlıyor,yukarılara doğru hem daha çok sıklaşıyor hem de ağaç türü çoğalıyordu.Odun bulmak hiç zor değildi.Ara ara kurumuş kalın ardıç ağaçlarının kalın gövdeleri,birer anıt heykel gibi dikili duruyordu.İstersek onlardan yararlanabilirdik.Elbette bu iş için köyde oturan ormancı Hamdi Bey’den izin almak gerekiyordu.Okulun odunluğunda da geçen yıllardan kalma kalın odunlar vardı.Ormanın doğal anıt ağaçlarına dokunmadan işimizi gerçekleştirebilirdik.Kararımızı uygulamaya giriştik.
Kerpiçlere en yakın ve en uygun ocak yerlerini tespit ettik.Bir kaç koldan bu işi yapmalıydık.Üç değişik noktada üç ocak kurduk.Kalın odunları kolay tutuşacak biçimde üst üste yığdık.Odunları tutuşturmadan önce, yarı katılaşmış kerpiçleri, odunların çevresine yarım ay şeklinde dizdik.Üzerlerini naylonla kapattığımız kerpiç kümelerinin kıyıya yakın duranları bir hayli sertleşmişlerdi.Önce bunları kurutmakla işe başladık.Bu kerpiçleri ara sıra çevirmek yaş olan taraflarını ateşe karşı döndürmek gerekiyordu.Bu çalışmalar sırasında kerpiçlerden bazıları kırılıyor,düşüyor ve dağılıyordu.Biz bir savaş veriyorduk.Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da bazı kayıplar olması kaçınılmazdı.Hazırladığımız ocaklardan birinde farklı bir yöntem uygulamak istedik.Bu, bize daha sonra yapacağımız çalışmada bir deneyim kazandıracaktı.Kerpiçleri,yığılı duran odunların çevresine kesik koni gibi sıraladıktan sonra odunları ateşledik.Bir anda okulun önünü yoğun bir duman kapladı.Yavaş yavaş yükselen dumanlar,yeryüzünden fazla yüksekte olmayan kalın bulutlarla buluştular.Odunlardan çıkan alev arttıkça duman azaldı.Kızıl alevler çıtırtılı seslerle kerpiçlerin çevresini sardı.Kerpiçlerin aralarından yüzlerce ince birer dil gibi dışarılara uzandılar.Kerpiçlerden yoğun bir buhar yükselmeye başladı.Bu görüntü karşısında,başladığımız işi başaracağımıza daha çok inandım.Çalışmaların olumlu bir şekilde sürmesi içimi kaplayan karamsarlığı yok etti.
Kerpiçleri odun ateşi ile kurutmayı başardık ama hava da bize inat azdıkça azdı.Fazla bir yağış olmadı,ancak sıcaklık önemli ölçüde azaldı.Bulutlardan dökülen ince toza benzeyen su zerrecikleri kara dönüştü.Bulutların koyu açıldı.Ara sıra parçalanan bulutların arasından süzülebilen güneş ışıkları gökyüzünde yollar oluşturdular.Tüm bunlara rağmen bizim çalışma tempomuzda bir azalma olmadı.
Kerpiçlerin yüzeyleri güneşte kurumuş gibi aynı sertliği kazanmasa da örme işine pekala yarayabilirdi.Bin bir güçlükle kurutmaya çalıştığımız kerpiçleri, ıslanmamaları için okulun çatı saçaklarının altına taşımıştık.Fırının tabanını oluşturan taş temelin yağıştan zarar görmesi söz konusu değildi.Örüldüğünün üzerinden bir haftaya yakın bir zaman geçtiği için kurumuş olmalıydı.Sıra fırının kubbesinin örülmesine gelmişti.Okulun açıldığı ilk haftanın sonunda İhsan’ı çağırmayı kararlaştırdık.
Okulun eğitim ve öğretime başladığı ilk gün,benim olduğu kadar diğer öğretmen arkadaşların da içini, yeni bir başlangıca adım atmanın mutlu heyecanı sarmıştı.İlk maaşımın bir bölümünü vererek taksitle aldığım yeni takım elbisemi giyinmiştim.Okulun açıldığı ilk günde, okul müdürü olarak yapacağım konuşma sırasında, okula gelen öğrenciler ve öğrenci velileri üzerinde bırakacağım etki ve izlenim çok önemliydi.Sabah evden çıkmadan önce, bu güne kadar olan yaşamımda sürekli özlemini çektiğim ancak ilk kez sahip olabildiğim kahverengi takım elbisemi özenle giyindim.Gömleğimin ve kravatımın rengi elbisemle uyuşuyordu.Köy ortamında rüküş gibi görünse de kravat kumaşından olan küçük mendili ceketimin yaka cebine özenle yerleştirdim.Sık ve gür siyah saçlarımı düzene sokmak için, beş dakikadan daha fazla bir zaman harcadım.Ayakkabılarımı akşamdan boyayıp hazırlamıştım.Tabanına basmadan kerata kullanarak giydim.Plan defterimi koltuk altına sıkıştırıp, düşürmemeye özen göstererek yürüdüm.Turgut ve Şakir’in şıklığı benim kadar olmasa da günün önemi ile uyumlu idi.Yalnızca Ahmet Bey,giyimine fazla özen göstermemişti.Bu tutumu, yılların verdiği yorgunluktan olabilir mi diye düşündüm.
Öğrenciler okul bahçesini doldurmuşlardı.Biz okula yaklaşırken büyük bir çoğunluğu bahçe kapısının önüne sıralandılar.Gözlerinde merak vardı.Geçen yıldan tanıdıkları iki öğretmenin yanında, iki de yeni öğretmen, yani Şakir’le ikimiz vardık.Bahçeden içeri girerken öğrencilerden ,”günaydın öğretmenim,”sesleri yükseldi. “Günaydın çocuklar,” diye karşılık verdik.Aralarından geçerken boylarının neredeyse bizimkilerle eşit olmaları beni şaşırttı.Yaşlarının en fazla on iki, on üç olması gereken bu çocukların böylesine uzun boylu olmaları ilginçti.Çevresel ve kalıtsal etkilerden kaynaklanabileceğini düşündüm.Daha sonra bu öğrencilerin,çeşitli nedenlerden dolayı öğrenim sürelerini uzatanlar olduğunu öğrenecektim.
Saat sekiz otuzda ders zilini çaldırdım.Bu yıl okula yeni başlayan birinci sınıf öğrencilerinin dışındaki tüm öğrenciler, düzenli bir sıra oluşturdular.Birinci sınıfa başlayacak olan öğrenci velilerinin dışında, on beş kişi kadar da okulun açılış törenine katılmak üzere gelmiş olanlar da vardı.Muhtar,ihtiyar heyeti üyeleri,ormancı,sağlık memuru ve cami hocası gelen konuklar arsındaydılar.İstiklal marşını okuduktan sonra yalın ve kısa bir konuşma yaptım.Muhtar da yeni öğretim yılının hayırlı olmasını diledi.Birinci sınıflar,eğitmen Ahmet Bey’in gözetiminde sınıflarına girdiler.Öteki sınıflar sıra ile içeri girerlerken, gelen konuklar bizlere başarılar dileyerek okuldan ayrıldılar.Şimdi sıkı çalışma zamanıydı.Arkadaşlarla birbirimize iyi dersler dileyerek göreve başladık.
İlk günün nöbet görevini ben almıştım.İkinci ders arlığında içeride kalan öğrencileri hava almaları için, dışarı çıkmaları konusunda uyarmak üzere sınıfları dolaşıyordum.Kendi sınıfıma girdiğimde,Türkiye haritası önünde toplanmış öğrenciler dikkatimi çekti.Ne yaptıklarını izlemeye başladım.Benim içeride olduğumun farkında değillerdi.Belki de bilerek öyle davranıyorlardı.Parmakları ile harita üzerinde bir nokta arıyorlardı.Kendi ilkokul yıllarımı anımsadım.Harita üzerinde bir yer aramak büyük bir zevkti.Bizim için çok tatlı bir oyundu.Şimdi aynı oyunu oynayan öğrencileri görmek hoşuma gitti.Öğrencilerin, aradıkları yeri uzun bir süredir bulamamaları, nereyi aradıkları konusunda beni meraklandırdı.Yanlarına yaklaştım. “Nereyi arıyorsunuz çocuklar?” dedim.Hep bir ağızdan, “Türkiye’yi öğretmenim,”diye bağırdılar.Yanlış söylediklerin düşündüm.Önlerinde duran büyük bir Türkiye haritasıydı.Türkiye haritasında Türkiye’yi aramak da ne oluyordu.Bir daha sordum. “Nereyi dediniz?” “Türkiye’yi arıyoruz,öğretmenim.” Birden damarlarımda akan kanın donduğunu hissettim.Duyduklarıma inanmak istemiyordum.Dördüncü,beşinci sınıf öğrencileri Türkiye haritasında Türkiye’yi arıyor ve bulamıyorlardı.Coğrafya bilgilerinin ne kadar yetersiz olduğunu bundan daha iyi anlatan bir örnek olamazdı.Haritaya yaklaştım.Ortalarında bana bir yer açtılar.Parmağımla haritanın sağ alt köşesindeki kocaman harflerle yazılı olan ‘Türkiye Haritası’ yazan yeri gösterdim. “Okuyun” dedim.Hep bir ağızdan okudular.Bu kez yüzlerinde, ‘işte bulduk’ diyen bir ifade görmek beni sinirlendirdi.Yazıyı Türkiye olarak algıladıklarını anlamıştım.Açıklamam gerekiyordu. “Çocuklar bu konu üzerinde çok çalışacağız.Şimdi zaman kısa ama şunu bilmenizi istiyorum:Türkiye Haritasında Türkiye’nin yeri aranmaz.Türkiye’nin sınırları çizilir.Parmağımı izleyin,yurdumuzun sınırlarını çiziyorum.Türkiye,parmağımla sınırlarını belirlediğim alandır.Haydi şimdi dışarı çıkın.” Dedim.Bu kez yüzlerinde utangaç bir ifade belirdi.Koşarak sınıfı terk ettiler.
İkici devre öğrencilerinin, bilgi düzeylerinin bu kadar geri olması beni çok üzdü.Uzun süre etkisinden kurtulamadım.Sonunda bu olayın benim için bir şans olduğuna karar vererek rahatladım.Çünkü sorumluluğunu üstlendiğim öğrenci grubunun bilgi seviyesi hakkında iyi bir fikir edinebilmiştim.Çocukların bilgi geriliği beni üzmekten çok daha fazla çalışma azmine yöneltmeliydi.Nitekim o an bir karar aldım.Tüm derslerden bir seviye tespit çalışması yapacak, ondan sonra kendime bir yol haritası çıkaracaktım.Bu karar içimi rahatlattı.Hemen o hafta uygulamaya geçtim.İlk hafta sona ermeden sınıfım hakkında yeterli bilgiye ulaştım. Çalışmalara nereden başlamam gerektiğinin net bir yanıtını buldum.Bu tespit,o yıl sonunda elde ettiğim yüksek başarının temelini oluşturdu.
İhsan, cumartesi günü saat on sıralarında geldi.Büyük bir güçlükle kurutabildiğimiz kerpiçleri inceledi.Çoğunun içleri yumuşaktı.Bazılarının dış yüzeyi bile tam olarak kurumamıştı.İhsan,buna rağmen örme işinde herhangi bir sorun çıkarmayacağını söyledi.Örüm işi tamamlanınca, nasıl olsa kubbe içerisinde yakılacak olan ateşle hepsi pişerek birer tuğlaya dönüşeceklerdi.
Fırının tabanı iyi kurumuştu.Temeli oluşturan dört duvarın arası güzelce doldurulduktan sonra düzeltilmiş ve yaklaşık yüz kilo tuz serilerek, üzeri çamurla kapatılmıştı.Tuzun kalınlığı beş santimden fazlaydı.Tuzun üzerine serilen çamur toprağı çevrenin en kaliteli kil toprağı idi.Hafta ortasında serilen tuzu kapatan çamur bir hayli kurumuştu.Belli ki alttaki tuz tabakası kurumayı çabuklaştırmıştı.Fırının kubbesinin örülmesi için her şey hazırdı.İhsan,ustalığını ortaya koyacak çalışmasına başlayabilirdi.İhsan,yanında getirdiği küçük valizden iş elbiselerini çıkarıp giyindi.Ellerini korumak için lastik eldivenler geçirdi.Küçük malasını kontrol ettikten sonra işe başladı.Ekşimiş çamur harcı besmeleyle kerpiç dizeceği yere koydu.Tam o sırada bir şey unutmuş olduğunu söyledi.Çamuru olduğu gibi bırakarak çivi ile uzunca bir ip istedi.Yapacağı kubbenin çapını ve çemberini tasarlaması gerekiyormuş.Fırın tabanının merkezini buldu.Çiviyi merkeze batırdı.İpi çiviye bağlayarak kubbe çeperini oluşturacak çemberi tespit etti.Çember çizgisini iyice belirginleştirdi.Tabanda tam bir daire ortaya çıktı.Dairenin çemberi tuz tabanın dış hatlarını çevreliyordu.Mala ile koyduğu ilk çamur da bu çizgi üzerindeydi.Artık kerpiçleri nereye yerleştireceği açıkça belliydi.Bir kaç mala çamur daha koyarak düzledi ve kerpiçleri ardı ardına sıralamaya başladı.El hareketlerinden işin acemisi olmadığı görülebiliyordu.Hiç kuşkuya düşmeden ve bir an olsun duraksamadan çalışmasını sürdürüyordu.Biz de okulun saçakları altına topladığımız kerpiçleri İhsan’ın yanına taşıyorduk.Örülen kerpiç sırası çoğaldıkça kubbe ortaya çıkmaya başladı.Yukarı doğru yükseldikçe içe doğru eğilmekte olan kerpiçlerin bir anda yıkılmasından korkuyorduk.Kerpiç yüksekliği kırk santimi bulunca fırın ağzını oluşturacak boşluğun üzerini kapatmak için kalıp işine girişti.Fırın ağzını da kemerli yapmak istiyordu.Bunun için esnek ve geniş bir tahta aradı.Araştırmaya biz de katıldık.Odunlukta epeyce tahta olduğunu biliyordum.Uzun araştırmalardan sonra, odunluktaki tahtaların içerisinden, tam aradığımız özellikte bir tahta bulduk.Tahtanın iki ucunu birbirine yaklaştırarak bir yarım çember oluşturduk.İhsan,fırın ağzının genişliği kadar olan bir çıta ile tahtanın uçlarını birleştirdi.Çıta yarım çember biçimini alan tahtanın çapı olmuştu.Çivilerle yapılan kalıbı sağlamlaştırdı.Tam istediği gibi olmuştu.Fırının ağzına yerleştirdi.Bu yarım çemberi, üzerine dizeceği kerpiçlerin ağırlığına dayanabilmesi için, bir çok tahta parçası ile destekledi.Cami penceresine benzer bir görüntü çıktı ortaya.Yeniden kerpiç örme işine döndü.
Saat on altı sularında fırın tam olarak ortaya çıktı.İhsan’ın ustalığına hayran kaldık.Öğretmenliğinin yanında iyi bir inşaat ustası olduğu açıktı.İşini hem hızlı,hem düzgün hem de aşırı titizliğe varan ölçülerde temiz yapıyordu.Ördüğü kerpiçleri hem içten hem dıştan sıvayarak, ikinci bir çalışma gerekliliğini ortadan kaldırıyordu.Fırın tamamlandığında içerisinin işi tam olarak bitmişti.İç tabanın çok temiz kalması için en küçük bir çamur parçasının dahi içeride bırakılmamasına özen gösterdi.Kubbenin tepe noktasına yakın ve arka yönde küçük bir baca bırakmıştı.İçeride yakılan odunların dumanı oradan çıkacakmış.Biraz uzaktan yaptığı eseri dikkatle inceledikten sonra son düzeltmeleri yapmaya başladı.Becerikli ellerinin hızlı hareketi ile saat on yediye yaklaşırken işini noktaladı. Ortaya çıkan eseri hepimiz gururla seyrettik.Yapılan işten duyduğumuz zevk yorgunluğumuzu unutturuyordu.Çevre temizliği yaptık.İş giysilerini çıkarıp günlüklerimizi giyindik.Karanlık çökmesi yakındı.Evimizin yolunu tuttuk.
İhsan ertesi gün geri dönmek zorundaydı.Fırının birkaç gün kuruması gerekiyordu.Ancak zamanın dar olması işlemleri hızlandırmamızı gerekli kılıyordu.İhsan’ın da pazar günü gitmesi gerektiği için ,fırını denemeye karar verdik.
Köyün ileri gelenleri çalışmalarımızı duymuşlardı.Fırını onlarda merak ediyorlardı.Muhtarla birlikte en az on kişi bizimle birlikte okula geldiler.Bunların arasında ormancı,sağlıkçı ve cami hocası da yerlerini almışlardı.Fırının açılışı resmi bir törene dönüştü.
Fırının çevresinde toplandık.Gelenler karşılarında gerçek ölçülerde bir fırın gördüklerinde şaşkınlıklarını gizleyemediler.Elbette asıl görmek istedikleri nasıl bir sonuç alınacağı idi.Zaten bizde bunun için oradaydık.
İhsan fırını kontrol etti.Çevresinde bir tam tur attı.Kubbesinde çatlak olup olmadığına baktı.Çatlak görünmüyordu.İşin en riskli bölümü fırın ağzındaki kalıbın alınmasıydı.Çünkü kalıbın üzerine örülen kerpiçlerin yıkılma olasılığı fazlaydı.En azından bize öyle geliyordu.İhsan,kalıbın direnç tahtalarını oynatmaya çalıştı.Hiç oynamadığı görülebiliyordu.Bir sihirbazın gizemli eylemlerine benzer hareketlerini sürdürüyordu.Sağlam bir odun parçasının yardımı ile kalıbın altındaki destek çıtalarından birini oynatmayı başardı.Kemeri inceledi.Hiç bir çatlama yada kayma yoktu.Daha kararlı bir şekilde çıtaları ve yükseltme tahtalarını tek tek çıkardı.Tahta çember artık sıkıştığı yerde desteksiz duruyordu.Keserin arkası ile içten dışa doğru hafif hafif vurarak onu da aldı.Kemer sapasağlam duruyordu.İçimizden bir ‘oh’ çektik.Fırının ağzı çok güzel olmuştu.Şehir fırınlarından bir farkı yoktu.İhsan da en az bizim kadar rahatladı.Çünkü herhangi bir olumsuzluğun bedeli O’na çıkarılacaktı.Fırının ağzı dar gibi görünmesine rağmen genişçe bir tepsinin sığabileceği büyüklükteydi.Şimdi sıra fırının içerisine, yakılacak odunların yerleştirilmesindeydi.Bekçi bu iş için gerekli çalı çırpıyı fırının önüne çoktan yığmıştı.İhsan kuru odunları fırının kuru tabanını yaralamamaya özen göstererek yerleştirmeye başladı.Fırın işinde çalışmış ve ekmek yapmasını bilen bir köylü vatandaş bizimle birlikte gelmişti.O’da İhsan’a yardımcı oluyordu.Bu arada ormancı Hamdi Bey, “Şimdi ekmek pişecek mi? “diye sordu.Hamur hazırlığı yoktu.Fırına hamur sürme küreği temin edilmemişti.Ancak bunlara geçici bir çözüm bulunabilirdi.Köy fırınından hamur ve kürek istenmesine karar verildi. Muhtar,fırının ekmek pişirmeye hazır hale gelinceye kadar, bekçiye gerekli malzemeyi getirmesi talimatı verdi.
Fırının içi yakacak odunla doldurulduktan sonra tutuşturuldu.Önce fırının arka tepe noktasına yakın bir noktada bulunan bacadan ince bir duman yükseldi.Boz ve beyazımsı bir dumandı bu yükselen.Hepimiz nefeslerimizi tutmuş bir durumda fırının içini gözlüyorduk.Kuru çalı çırpıdan yükselen ince alev giderek büyüyor,fırının karanlık içini kızıl bir aydınlık dolduruyordu.Odunların fırın tabanına ustaca yerleştirilmiş oldukları görülebiliyordu.Odunlardan çıkan alevler çoğaldıkça bacadan çıkan duman azalıyordu.Bir süre sonra fırının kubbesinden buhar yükselmeye başladı.Tümüyle tutuşan odunlardan çıkan alevler kubbenin içine sığmaz bir şekilde fırının ağzından kocaman bir dil gibi dışarı uzanıyordu.Sıcaklığı yüzümüzde hissetmeye başladık.Hava oldukça soğuktu.Sıcaklıkla buluşmak hoşumuza gitti.Fırına birer adım daha yaklaştık.Odunların birer kor haline geldiklerini görmek içimizi ısıtıyordu.Temel duvarının üzerinden itibaren fırının kubbesinden çıkan buharlar önce azaldı,sonra tamamen yok oldu.Toprak sıvanın rengi aklaştı,grileşti ve en sonunda kiremit gibi kızardı.Sıvanın bazı yerlerinde ince çatlaklar oluştu.Fırının içi ise,görebildiğimiz kadarı ile yanan kor ateşiyle aynı renkteydi.
Uzun bir süre fırının içerisinde ateş yakılmasına devam edildi.Bu işlem yaklaşık iki saat kadar sürdü.Fırından etrafa yayılan sıcaklık bizi yakın çevresinden uzaklaştırdı.Bu zaman içerisinde köy bekçisi denemek üzere hamur ve küreği getirmişti.Daha önce fırın işlerinde çalışmış olan köylü, fırının hazır olduğuna karar vererek, ateş yakma işine son verdi.Önce kürekle fırın içerisinde biriken korları bir kenara topladı.Ucuna bez parçaları sarılı uzun bir sırıkla tabanın külünü temizledi.Uygun büyüklükteki hamurları ekmek küreğinin üzerine yerleştirerek fırının içine sürdü.Fırının çevresinde meraklı bir bekleyiş vardı.İçimizde hala bir kuşku taşıyorduk.Aradan çok fazla zaman geçmeden, fırına giren hamur toplarının, nar gibi kızarmış ekmekler olarak çıkması, hepimizi büyük bir sevince boğdu.Ekmeklerin altları da tertemizdi.Bu durum,fırın tabanının tam bir tuğlaya dönüştüğünün göstergesiydi.İhsan haklı olarak yaptığı işten gurur duyuyordu.Herkes birer birer İhsan’ı tebrik ettiler.Ekmekleri fırından çıkaran usta,tadına bakmamız için bizlere dağıttı.
Henüz öğretim yılının başında olmamıza rağmen,planladığımız çalışmalardan kısa süre içerisinde olumlu sonuçlar almak, öğretmenler olarak bizleri olduğu kadar köy halkını da mutlu ediyordu.Her gün okul çıkışında köyün yaşlılar kahvehanesine uğradığımızda vatandaşların gözlerindeki taktir ifadesini açık olarak görebiliyorduk.Halk,taktir ifadelerinin benim için ne anlam ifade ettiğinin elbette bilincinde değildi.Herhangi bir olumlu çalışmanın ardından taktir edilmek her yaşta ve her konumdaki insanları daha çok çalışmaya yönlendiren en büyük itici güçlerden biriydi.Bu bilinçle olmasa bile davranışlarında sergiledikleri içtenlik, bize moral ve çalışma azmi veriyordu.Kahvehanede ısmarlanan bir fincan kahveyi yudumlarken, kısa zaman dilimlerinde okul günlerime geri dönüyor, o günlerde çoğu kez hayalini kurduğum bir ortamda bulunduğumu ve tasarladığım çalışmaları gerçekleştirdiğimi görüyor,bundan da sonsuz bir mutluluk duyuyordum.
Okulun eğitim ve öğretime başladığı tarihten yaklaşık iki ay sonra,kasım ayı ortalarında okula müfettiş geldi.Öylesine bir düzen sağlamıştık ki okulun bütününü oluşturan tüm bireylerin yüzlerinde, görevini bilinçle yerine getirme çabalarının aydın yansıması vardı.Öğretmenler olarak, sorumluluklarını aldığımız sınıflarla uyumlu bir çalışma temposu yakalayarak elde ettiğimiz başarıları,her ders sonunda izliyor,bunu görebilmenin mutluluğunu birbirimizle paylaşmaya çalışıyorduk.Okulun yöneticisi olarak,sınıfların her geçen gün bilgi,beceri ve alışkanlıklarını olumlu yönde gelişiyor görmekten son derece kıvanç duyuyordum.
Bir gün ders çıkış zili çaldığı halde dışarı çıkmayan eğitmen Ahmet Bey’i uyarmak üzere sınıfına girdiğimde O’nun, yazı tahtası başındaki davranışına tanık olmak,yaşamım boyunca unutamayacağım bir anı ve yapacağım çalışmalarda bana ışık tutacak bir düstur olarak belleğime kazındı.Elli sekiz yaşında olan Ahmet Bey bembeyaz saçlarından tutmuş, “nasıl olur da ben bu konuyu kavratamadım?” diyerek kafasını yazı tahtasına vuruyordu.Kısa bir şaşkınlıktan sonra çocuklara dışarı çıkmalarını söyledim.Ahmet Bey’e de “hocam sakin ol,o kafa bize lazım,ne yapıyorsun?” şeklinde şaka yollu bir girişle durumu anlatmasını istedim.Meğer o ders anlattığı konuyu çocuklara iyi kavratamadığı düşüncesine kapılmış,o yüzden kendisini cezalandırıyormuş.Daha sonra ciddi bir tavırla asla unutamayacağım şunları aktardı: “Benim inancıma göre anlamayan öğrenci olmaz.Anlatamayan öğretmen olur.Bir ders boyunca öğrencilere yeni bir şeyler öğretilememişse bu,öğretmenin yetersizliği ve beceriksizliğindendir.Öğrencilerin hiçbir suçu olamaz.Bu yüzden kendimi cezalandırıyorum.” Tanrım bu ne idealistçe bir düşünceydi.Bu nasıl yücelikti?İlerlemiş yaşına rağmen bu nasıl bir meslek sevgisi,çocuk sevgisiydi?O an duyduklarım beni çok duygulandırdı.Duygularımı,göz pınarlarımda biriken yaşlar ele verecekti.İşi şakaya vurdum.Güldüm,güldüm ve göz yaşlarımı serbest bıraktım.Göz yaşlarımın gülmekten aktığını sansın istedim.Ahmet Bey neredeyse alınacaktı.Kendime geldim,yanlış yaptığımı düşündüm.Cebimden çıkardığım mendilimle gözlerimi kurularken Ahmet Bey’in koluna girerek dışarı çıkmaya zorladım.Ahmet Bey’in bir altmışlık boyu büyüdü,büyüdü,benim gözlerimde koca bir dev oldu.
Müfettiş Ertan Bey genç bir delikanlıydı.Yaş olarak belki benden bir iki yaş büyük,yedek subay öğretmenlik yapan Turgut Bey’den en az üç yaş daha küçüktü.Ahmet Bey’in torunu değilse bile küçük oğlu yaşlarında olmalıydı.Okula gelişi tam da beslenme saatine rastladı.Sınıflar tam bir düzen içerisinde beslenme saatlerini değerlendiriyorlardı.Her gün aynı saatte masalar ikişerli olarak birleştiriliyor,öğrenciler masaların çevresinde altışarlı kümeler oluşturuyorlardı.Evlerden sıra ile getirilen sofra bezleri masaların üzerine özenle yayılıyor,çantalarında taşıdıkları bezlere sarılı çatal ve kaşıklar çıkarılıyor,bez peçeteler hazırlanıyordu.Okulun temizlik işlerine ve beslenme programının uygulanması sırasında gereken yardımları yapmak üzere, az bir ücret karşılığı tutulan genç bir karı koca, görevlerini dikkatle sürdürüyorlardı.O gün ki beslenme programına göre beslenmede börek öngörülmüştü.Tepsiler içerisinde fırında nar gibi kızarmış olan börekler birer birer kümelere dağıtıldı.Küme başkanları eşit büyüklükte kesilmiş börek dilimlerini her öğrencinin tabağına dağıttı.Küçük sınıflara öğretmenler yardımcı oluyordu.Daha sonra süt tozundan yapılmış yoğurttan elde edilen ayranlar dağıtıldı.Tüm bu işler yapılırken Müfettiş Ertan Bey, yapılan çalışmaları sessizce izliyordu.İkimiz birlikte ayrı ayrı üç derslikte yapılan beslenme uygulamalarını gözlemledik.Dağıtım işi bittikten sonra öğrenciler, beslenme kurallarına uyarak yiyeceklerini yemeye başladılar.Bu arada müdür odasındaki masa üzerine bizim için de yiyecek hazırlanmasını söyledim.Ertan Bey’in çalışmalardan çok memnun olduğu anlaşılıyordu.Davranışlarındaki içtenlik bunu açıkça ortaya koyuyordu.Çocuklar yemeklerini bitirinceye kadar okul bahçesini,fırını,depoyu ve okul binasının genel durumunu gözden geçirdi.Bir yıl önceki durumla bu yılı karşılaştırıyor olmalıydı.Daha sonra Ahmet Bey,geçen yıl da Ertan Bey’in teftişe geldiğini söyleyince tahminimde yanılmadığımı anladım.
Çocuklardan sonra,hizmetlilerin müdür odasına bizim için hazırladıkları yiyeceklerden hep birlikte yedik.Bu gün ki börekler öncekilerden daha lezzetli gibi geldi.Sabah kahvaltısı yapmadan evlerden çıktığımız için beslenme saatlerinde acıkmış oluyor,sabah ile öğle yemeğini birleştiriyorduk.O gün müfettişle birlikte içten ve düzeyli şakalarla yemeğimizi yedik.Hepimiz ortamın güzelliğinden mutluluk duyuyorduk.
Ertan Bey bu çalışmalarımızı resmi yollardan taktir etmek üzere birer teşekkür belgesi gönderdi.Ayrıca okulun yönetiminde ve genel durumunda gösterdiğim başarılardan çok etkilenmiş olmalı ki, stajiyer öğretmen olmama rağmen, üstün başarı belgesi ile ödüllendirilmemi önermişti.
Okul işleri tam olarak düzene girmişti.Artık köy halkı için,köy için neler yapabileceğimizi araştırmaya başladım.Gelir gelmez açmayı başardığımız halı kursu çok iyi çalışıyordu.Yaklaşık kırk kişi ile başlayan kursa ilgi giderek artıyordu.Köy halkından evlerine tezgah kurdurmak isteyenler vardı.Bu konuda bir kooperatif kurulması çok yararlı olabilirdi.Yavaş yavaş köy halkını kooperatifin getireceği yararlar konusunda bilgilendirmeye başlamamız gerektiğini düşünüyordum.Köyün ana caddesini çamurdan kurtarmak için önerdiğimiz taş döşenmesi için gereken maddi destek konusunda henüz bir gelişme sağlanamamıştı.Yapımı için bir hayli paraya gereksinim duyulan köy konağının tamamlanabilmesi için de paraya ihtiyaç vardı.Köy konağının bir odasını kütüphane olarak değerlendirmeyi düşünmüştük.Bu iş için dolap temin etmek zorundaydık.Ayrıca çok sayıda kitap alınması lazımdı.Tasarladığım bu işleri gerçekleştirmede öne çıkan ilk sorun para idi.Bir şekilde para sorunu çözülebilmiş olsa işin gerisi kolaydı.
Okul yıllarımın son döneminde, hazırlanma zorunluluğu olan stajiyerlik dosyasında bana verilen ana konu ‘köy inceleme’siydi.Bir köyü nasıl inceleyebileceğimi bu dosyayı hazırlarken çok iyi öğrenmiş ve örnek bir çalışma yaparak yazıya dökmüştüm.Şimdi çalıştığım köyü incelemeye başlamamın önemli yararları olacağına inanıyordum.Hemen işe koyuldum.
İnceleme programına uyarak köyün tarihini araştırmakla işe başladım.Köy kitaplığında bulunan az sayıdaki kitaplarda bu konu ile ilgili fazla bir bilgi yoktu.Köyün okumuş ve yaşlılarından bilgi derlemeye çalışacaktım.Kimlerden yararlanabileceğimi muhtar aracılığı ile tespit ettim.Muhtar daha önce köyün tarihçesi hakkında bildiği kadarını bana aktarmıştı.Ayrıca tespit ettiğim yaşlılardan edindiğim bilgileri de eklemek suretiyle bir tarihçe oluşturdum.Buna göre köy halkı, Orta Asya’dan yapılan göç dalgası ile bu çevreye gelip yerleşmiş olan Afşar boyuna mensuptular.Köyün adı buradan ileri geliyordu.Öğrendiklerimi bir rapor halinde yazıyor ve okulun daktilosu ile dosya kağıtlarına geçiriyordum.Böylece kalıcı bir belge haline getiriyordum.Tarihçenin ardından köyün ekonomik ve sosyal yaşamını araştırmaya sıra geldi.
Köy Torosların orta kesimlerinde çok engebeli bir arazi üzerine kurulmuştu.Düzlük alan yok denecek kadar azdı.Köyün kurulu olduğu alan bir ölçüde düzlük gibi görünse de arazinin eğimi çok fazlaydı.Köy bu eğimli toprakların üzerinde sırtını dik bir şekilde yükselen ormanlık bir tepeye dayamıştı.Kuzeydoğu yönünde genişleme özelliği gösteren eğimli düzlük, köy evlerinin sona erdiği noktadan itibaren Göksu deresine doğru sarp bir inişle bitiyordu.Ekilebilme özelliği taşıyan çok az bir arazi vardı.Böyle olması tarımcılığı büyük ölçüde sınırlandırıyordu.Göksu’nun geçtiği dar vadinin iki yakasının toprakları teraslama yapılmak suretiyle tarıma uygun hale getirilmişti.Önceleri az miktarda sebze ve soğan ekimi yapılmakta iken, son günlerde bu dar tarım alanlarında meyveciliğe başlanmıştı.Meyvecilikten iyi bir gelir elde edilebileceğini gören köy halkı, giderek bu yöndeki çalışmalara ağırlık vermeye başlamışlardı.
Köy yerleşim alanının dağlık ve ormanlık olması, yöre sakinlerine geçinim konusunda fazla bir seçenek sunmuyordu.Doğal olarak buralarda hayvancılık ön plana çıkıyordu.Yıllarca tüm bölge halkı gibi Afşar köylüleri de küçük baş hayvancılığa önem vermiş,bakımı ve beslenmesi kolay olduğu için de keçi beslemişlerdi.Ancak devletin ormanların korunmasına yönelik uygulamaları,köy halkını keçi beslemekten vazgeçirmişti.Afşar köylüleri daha da ileri bir adımla ve kendi istekleri ile keçi beslenmesini yasaklamışlardı.Devlet bu kararlarından sonra Afşar köyünü desteklemek amacıyla, büyük baş hayvancılığı ve meyveciliği özendirmek üzere köye uzman kişiler göndermişti.Tarım müdürlüğünün gönderdiği elemanların meyvecilik konusunda yaptığı çalışmalardan önemli sonuçlar elde edilmişti.Bir kaç yıldır yetiştirilen meyvelerin pazarlanmasından önemli kazançlar sağlanmıştı.Bu deneyimler halkın meyveciliğe olan ilgisini sürekli artırıyordu.
Tüm bu çalışmalar köy halkı arasında dayanışma bilincini geliştirmiş ve köyün geliştirilip güzelleştirilmesini amaçlayan bir dernek kurulmasının yolunu açmıştı.Bütün köy halkı derneğe olarak ödedikleri aidatlarla önemli işler başarmışlardı.Bu işlerin en önemlileri bir köy konağının yapılması ve köy yolları ile kanalizasyon ağının düzenlenmesi idi.Bu konularda belirli ilerlemeler elde edilmişti.Köy konağı inşaatına başlanılmış,köyün ortasından geçen ana yola taş döşenmesi için ön çalışmalar yapılmıştı.Başka parasal destekler bulunmadıkça bu işlerin bitirilmesi yıllarca sürebilirdi.Derneğin kurulma aşamasındaki ilk heyecan geçtikten sonra, bazı hoş olmayan uygulamalar yapıldığı yönündeki söylentiler, dernek gelirlerinde önemli bir azalmaya neden olmuştu.Bu koşullarda köy konağını tamamlanması,köyün kanalizasyon sorununun çözülmesi olanaksız görünüyordu.Köy halkının gelir düzeyi derneğe daha fazla aidat ödemeye uygun değildi.Öyleyse başka gelir yolları bulunması zorunluydu.Ama nasıl ve nereden bulunacaktı?Şu an bunu ben de bilmiyordum.
Göreve başladıktan kısa bir süre köy halkı ile iyi bir diyalog kurabilmiştim.Köylü yaptığım çalışmaları taktirle karşılıyor ve bunu gösterdiği saygı ile belli ediyordu.Bana sordukları kişisel sorunlarının çözümü konusunda, önerilerimden yararlananların hakkımda yaptığı olumlu konuşmalar, benim kendilerinden biri gibi algılanmamı sağlamıştı.Bu tür bir yakınlaşmanın yapacağım çalışmalarda büyük yararlar sağlayacağına inanıyordum.
Köyün iki manifaturacısından biri olan genç Muzaffer’le iyi bir dostluk kurmuştum.Boş zamanlarımda dükkanına gidiyor,O’nunla sohbet ediyordum.Bu dostluğun gelişmesinde üzerimizdeki görevlerin de önemli bir payı vardı.Muzaffer,köy kalkındırma ve güzelleştirme derneğinin saymanı idi.Ben de okul müdürü olarak bu derneğin doğal üyesiydim.Yılda bir kez yapılması zorunlu olan derneğin genel kurul toplantısının, bu yılki hazırlıklarını yapmaya çalışan Muzaffer’e yardım ediyordum.
Bir cumartesi sabahı telaşlı konuşmalar ve bağırmalar duyduk.Yeni uyanmış olduğumuzdan henüz uyku mahmurluğunu üzerimizden atamamıştık.Ne olup bittiğini anlamak için pencereyi açıp dışarı baktım.İnsanlar,kadın erkek,küçük büyük yukarılara doğru koşarak gidiyorlardı.Olağanüstü bir durum olduğuna kuşku yoktu.Yan odada yatan Turgut hızla bizim odamıza girdi. “Galiba ev yanıyor,bütün köylüler ellerinde kovalarla yukarılara koşuyorlar.” Dedi.Gerçekten de yoldan geçmekte olanların ellerinde farklı su kapları olduğu görülüyordu.Bizim bir yardımımız dokunabilirdi.Dışarı fırladık.
Hava soğuktu.Bir kaç gün önce yağan yılın ilk karı yol kenarlarında yüksek birikintiler oluşturmuştu.Bunlar toprak damlı evlerin üzerinden sıyrılan karlardı.Bu kar birikintilerinin, sonradan üzerlerine eklenenlerle birlikte ilkbahara kadar erimeden, yükselerek kaldığını anlatmışlardı.Yolda rastladığımız ilk insana neler olduğunu sorduk. “Hacı’nın evi yanıyor,” dedi. Hacı’nın evi köyün yukarılarında bir yerdeydi.Hızla yukarı yönde yürümeye devam ettik.Az sonra yanan ev göründü.Henüz evden yükselen bir alev görünmüyordu.Evin her yerinden yoğun bir duman gökyüzüne yükseliyordu.Köyde ne kadar iş yapabilecek güce sahip insan varsa hepsi yanan evin çevresinde toplanmışlardı.Çoğunun elinde birer su kabı olduğu görülüyordu.İnsanlar ellerindeki dolu su kaplarını elden ele vererek yanan eve ulaştırıyorlardı.Dikkatle baktığımda bir su kaynağından itibaren insanların düzenli bir şekilde eve doğru sıralanmış olduklarını gördüm.Çok güzel bir işbirliği sergileniyordu.Yanan evin toprak damının üzerinde eli düdüklü bir kişi vardı.Durmadan gençlere emirler veriyordu.Gençlerin gözleri ve kulakları damdaki adamdaydı.Yanan eve iyice yaklaştık.Bulunduğumuz yerden evin içerisinde dönen alevleri görebiliyorduk.Zaman zaman dumanların arasından dışarıya kızıl bir alev topu yükseliyordu.Damın üzerinde durarak insanlara komutlar yağdıran kişinin Göcek Halil olduğunu gördüm.Yaklaşık yetmiş yaşlarında,kara kuru ve sırım gibi bir adamdı.Davranışları yirmi yaşındaki bir delikanlı kadar çevik ve kararlıydı.Bir ordu komutanı gibi,bir elinde değnek ,diğer elinde düdük tüm çalışanları yönetiyordu.İnsanlar arsında uyumlu bir iş birliği sağlıyordu.Biz de yanan eve iyice yaklaştık.Yangının bir an önce söndürülmesi için bazı önerilerde bulunduk.Halkı yönlendirdik.Ellerimize aldığımız küreklerle evin üzerine kar serptik.Köylü ile birlikte saatlerce çalıştık.Nihayet öğleye doğru yangının hızı kesildi.Evi tamamen yanmaktan kurtarabilmiştik.Can kaybının olmaması teselli kaynağı oldu.İçeriye girilebildiği ölçüde bazı ev eşyaları da kurtarılmıştı.Tamamına yakını ahşap olan ve birbirlerine değecek kadar yakın bir konumda bulunan diğer köy evlerine sıçramadan yangının önlenmesi büyük bir başarıydı.Evden çıkan dumanın tamamen yok olmasına kadar su taşıma işi devam etti.Yangının tam olarak söndürülmesinden sonra hasar tespit çalışmasına geçildi.Bu işi köy ileri gelenleri yapacaklardı.Herkes gibi biz de çok yorulmuştuk.Eve geri döndük.
Yangın olayı uzun bir süre köy halkının ana gündem maddesi olmaya devam etti.Sonra yavaş yavaş unutulmaya başladı.Bu süre zarfında ben boş durmadım.Köy sorunları hakkında daha çok bilgi sahibi olmak için çalıştım.Bu konuda bana en çok yardımcı olan dostluğumuzu son derce ilerlettiğimiz manifaturacı Muzaffer idi.Aramızdaki dostluk öylesine ilerlemişti ki, kimseye söylememesi gereken ve hatta söylemeyeceğine dair yeminli olduğunu sonradan öğrendiğim bir bilgiyi bana aktardı.Yangın sırasında dikkatimi çeken Göcek Halil’in, köy gençleri üzerindeki etkinliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumda, O’nun aslında gizli bir derneğin başkanı olduğunu söyledi.Önce ben bunun bir şaka olduğunu düşündüm.Ama ciddiydi.İlgimi çekti.Konu üzerinde sorular yönelterek daha çok bilgi vermesini istedim.Önce daha fazla konuşmamaya ve kaçamak yanıtlar vermeye çalıştı.Ancak ben ısrarla bu konunun üzerine gidince bildiklerinin tümünü anlatmaya razı oldu.Ancak bunun için bir şartı vardı.Bu bilgileri kendisinden aldığımı kimselere söylemeyecektim.
Muzaffer’in anlattıklarına göre Afşar köyü ile komşu köylerden birisinin arasında uzun yıllardan beri süregelen bir yayla anlaşmazlığı varmış.Her iki köy de yaylanın kendilerine ait olduğunu savunuyorlarmış.Şu ana kadar sürdürülen yasal çerçevede henüz bir sonuca ulaşılamamış.Yaklaşık yirmi yıldan beri devam eden mahkemeler sırasında bir kez Afşar köyü,bir kez de karşı köy davayı kazanmış.Şimdi dava temyiz mahkemesindeymiş ve son aşamaya gelinmiş.Afşar köylüsü temyizin kendi lehlerine sonuçlanacağından eminlermiş.Ancak kesin bir şey söylemek için de kararın gelmesini bekliyorlarmış.
Yayla davasının sürdüğü uzun yıllardan birinde,Göcek Halil’in başını çektiği bir grup bir araya gelerek,yaylanın karşı köye bırakılmaması için neler yapılabileceğini düşünmüşler.Değişik fikirler üzerinde durulmuş,sonunda gerektiğinde silahlı savunmayı da ön gören bir mücadele birimi oluşturulmasına karar verilmiş.Hemen orada bulunanlarca bir dizi kurallar önerilmiş.Öncelikle bir dernek oluşturulması,dernek üyelerinin başkan dışında hiç birinin,bir başkasının hakkında, dernekteki konumu ile ilgili bir bilgiye sahip olmaması,tüm çalışmaların çok gizli yürütülmesi kararları alınmış.Gizlilik konusunda yemine başvurulması ve buna uymayanlara çok ağır yaptırımlar uygulanması benimsenmiş.Mücadelede kullanılmak üzere silah alımı için gerekecek paranın nerelerden temin edileceği tespit edilmiş.Buna göre düğün yapan ailelerden,hem kız evinden hem damat evinden yüklü paralar alınması,kendi köylerinden başka köylere kız gelin edecek olan kız babalarından, normalin iki katı para alınması kararlaştırılmış.Kendi köylerinin meralarına yada ekili alanlarına giren komşu köy mallarına el konularak, hayvan başına ve verdikleri zarar ölçüsünde ceza kesilmesi ön görülmüş.Alınan bu kararlar yazılı olmaya bir anayasaya dönüşmüş.Zamanla bu dernek tam bir gizli örgüt halini almış.Şu an derneğe ait beş adet uzun namlulu silah ve bunlara ait çok sayıda mermi varmış.Ayrıca gerekirse silah alımında kullanılabilecek yaklaşık seksen bin lira para hazır bekletiliyormuş.
Bunları öğrenmek beni çok etkiledi.Bir köyde böylesi bir örgütlenmenin olması alışılmadık bir durumdu.Çok uzun bir süre bu konu üzerinde düşündüm.Kuruluşu,çalışması,amacı tamamen hukuk dışı olan bu derneği,nasıl bir yasal çerçeveye oturtarak köy için çok daha olumlu işlere yöneltebilirdim?Köye gelir gelmez varlığını öğrendiğim ve hemen üyesi olduğum yasal derneğin, yapmayı amaçladığı halde maddi olanaksızlıklar yüzünden yapamadığı bir çok önemli proje olduğunu biliyordum.Yapımı yarıda kalan köy konağı olduğu gibi duruyordu.Dernek bütçesinde para olmadığı için daha çok bekleyecek gibiydi.Oysa gizli derneğin elinde çok para vardı.Bu parayı yasal derneğe aktarmak mümkün olsa hedeflenen tüm işler bitirilebilirdi.Bunu başarabilmek için tüm çabalarımı bu yöne yöneltmeye karar verdim.
Gizli dernek hakkında edindiğim bilgileri öğretmen arkadaşlarıma anlattım.Onların fikirlerini sordum.Nasıl bir yöntemle iki derneği bir çatı altında toplamamız mümkün olabilirdi?Her konuda bizden desteklerini esirgemeyen cami hocasına,ormancı Hamdi Bey’e,Sağlıkçı Zeki Bey’e çalışmalarımız hakkında bilgi verdim.Her biri çalışmalarımızı sonuna kadar destekleyeceklerine dair söz verdiler.Sıra köy ihtiyar heyetindeydi.En çok onların desteğine gereksinimimiz vardı.Muhtar Hüseyin’in bizim yanımızda yer alacağından kuşkumuz yoktu.Ancak tümünün bizi desteklemesini de beklemiyorduk.Nitekim konuyu muhtara açtığımda, “bravo hocalarım,eğer bunu başarabilirseniz benden size iyi bir davet var.” Dedi.İşe girişmek için yasal derneğin yıllık olağan genel kurul toplantısını beklememiz konusunda fikir birliğine vardık.Bu zaman süresince desteklerinden yarar umduğumuz kişilere konuyu anlatmayı sürdürecektik.
Köy kalkındırma ve güzelleştirme derneğinin genel kurul toplantısının ilanını,hoca cami hoparlöründen köylüye duyurdu.Cumartesi günü saat on üçte, her evden bir kişinin yaşlılar kahvehanesinde bulunması isteniyordu.İçimde bu toplantının oldukça zorlu geçeceğine dair bir öngörü vardı.İşimizin sandığımız kadar kolay olmayacağına kendimi hazırlamamız gerekiyordu.Ama ne pahasına olursa olsun başarmamız gerektiğine de yürekten inanıyordum.Toplantı sırasında nasıl davranmam ve neler konuşmam gerektiği konusunda bir plan yaptım.Toplantıda en ön saflarda görünmek istemiyordum.Bu yüzden yasal genel kurulun başkanlık divanında görev almayacaktım.Zamanı ve sırası geldiğinde,derneğin bir üyesi olarak söz alacak ve düşündüğüm konuyu işleyecektim.Bu konularda öğretmen arkadaşlarımla aynı görüşte birleşiyorduk.
Cumartesi günü saat on iki otuzda öğretmenler olarak kahvehaneye gittik.İçeride derneğin yönetim kurulu üyeleri ile köy ihtiyar heyetinin çoğunluğunun hazır olduklarını gördük.Kahvehanenin yarıdan fazlası doluydu.Muhtar ve üyelerinin oturduğu masada bize yer açtılar.Selam vererek oturduk.Kısa bir süre sonra da ormancı Hamdi Bey ile sağlık memuru Zeki Bey geldiler.Toplantı saati yakındı.Kapı durmadan açılıp kapanıyor ve kahvehanenin içi giderek kalabalıklaşıyordu.Saat bire gelmek üzereyken içerisi tıklım tıklım oldu.İnsanlar duvar kenarlarında,pencere kıyılarında ayakta beklemek zorunda kalıyorlardı.Toplantı başlamak üzereyken en son olarak Göcek Halil ile aza Emin içeri girdiler.Toplantı başladı.
Ormancı Hamdi Bey ve beş arkadaşının ortak önerileri ile öğretmen Turgut Bey divan başkanlığına,Şakir ile cami hocası Eşref de divan katipliklerine seçildiler.Dernek yönetiminin oturduğu masada bir yer açıldı ve divan üyeleri yerlerini aldılar.Turgut Bey kısa bir teşekkür konuşmasından sonra gündem maddelerini okudu.Gündemin ilk sıralarında yer alan birkaç madde,her dernek toplantısında alışılagelmiş olarak tekrarlanan olağan çalışmalardı.Bunlar,eski dernek yönetiminin çalışma raporunun okunması,denetçilerin çalışmalara ait tespitleri,gelir-gider bütçelerinin açıklanması ve çalışmaların genel kurul tarafından aklanması işlemleri idi.Esas fırtına koparacak olan gündem maddeleri geride kalanlardı.Toplantı gündemine resmen alınmayan, ancak derneğin tespit edilen amaçlarını gerçekleştirmesi için dilek ve temenniler bölümünde,benim yapacağım önerilerimi açıkladıktan sonra, nasıl bir ortamın oluşacağını tahmin bile edemiyordum.
Dernek başkanı bir yıllık çalışma raporunu okudu.Denetçiler çalışmalara ait yaptıkları tespitleri dile getirdiler.Geçen yılki toplantıda ortaya konulan hedeflere ne ölçüde yaklaşıldığı,yapılması amaçlanan çalışmaların neden yapılamadığı raporda açıklanıyordu.Çalışmaların yetersiz kalmasının asıl nedeninin maddi olanaksızlık olduğu herkesin ortak görüşüydü.Konuşmalardan sonra yönetimin çalışmaları ibraya sunuldu ve büyük bir çoğunluk tarafından eski yönetim aklandı.Önümüzdeki dönemde neler ve nasıl yapılması gerektiği şeklindeki gündem maddesine sıra gelince, ilk konuşma sırasını ben istedim.Köy kalkındırma derneğinin bu güne kadar gerçekleştirdikleri çalışmaları sıralayarak köylünün dikkatini somut çalışma alanlarına çekmeyi amaçladım.Ben her cümlemin sonunda dinleyicilerin yüzlerini inceleyerek, ne kadar onaylarını aldığımı anlamaya çalışıyordum.Gözlemlerim beni yanıltmıyorsa çoğunluğun beni anladıklarından emindim.Derneğimizin yapmayı planladığı projeleri yada gündeme hiç alınmadığı halde yapılmasının gerekli olduğu konuları, neden yapamadığının temel nedeninin yetersiz bütçe gelirleri olduğunu belirttikten sonra, buna da bir çözüm getirebileceğimizi söyledim.Kimilerinin daha çok aidat ödeme teklifinde bulunacağımı sanarak, itiraz etmeye hazırlandıklarını sezebiliyordum.Herkes dikkat kesilmiş nasıl bir öneri getireceğimi anlamaya hazırlanmışlardı.Tam bu noktada asıl konuya girdim.“Uzun yıllardan beri mücadelesi sürdürülen yayla davasının,yasal yolların dışına çıkılarak savunulması amacıyla kurulan gizli bir dernek var.Bu derneğin amacı, yayla yasal zeminlerde kaybedilirse,bunun asla kabul edilemeyeceği ve silah kullanmak pahasına da olsa karşı köye bırakılmayacağıdır.Buna yönelik ilk tedbir,her ne yolla olursa olsun para temin etmek ve elde edilecek para ile silah almaktır.Edindiğim bilgiye göre,dernek yönetimince bulunan farklı yöntemlerle, bu güne kadar iyi bir gelir temin edilmiştir.Bu gelirin bir bölümü ile beş adet uzun namlulu silah ile bu silahlara ait çok sayıda mermi alınmıştır.Ayrıca şu anda derneğin seksen bin lira hazır parası bulunmaktadır.”
Kahvehanede beni dinlemekte olan köylülerde,artan bir ilgi ve şaşkınlık olduğunu görebiliyordum.Birbirlerinden habersiz olan gizli dernek üyeleri,oturdukları yerlerde yavaş yavaş kıpırdanmaya başlamışlardı.Nasıl bir tepki vermeleri gerektiğine bir türlü karar veremiyor gibiydiler.Ben konuşmamı sürdürdüm.
“Öncelikle şunu açıkça belirtmek isterim.Bir sosyal hukuk devleti olan ülkemizde,yasa dışı yollara sapmanın hiçbir haklı nedeni olamaz.Yasa dışı yollara sapmak,yasaları,adaleti ve kısaca tüm devleti karşınıza almak demektir.Yasalara,devlete ve hukuka karşı çıkarak hiçbir hak elde edilemez.Bunu herkesin kabul etmesi ve davranışlarını buna göre düzenlemesi gerekir.Yaylanızı henüz yasal olarak kaybetmiş değilsiniz.Kaybedeceğinize dair bir bilgi ve belge de yok.Öyleyse neden böyle bir yasa dışılığa gerek duyuluyor?Varsayalım ki temyiz mahkemesi köyünüz aleyhine bir karar vererek yaylanın karşı köye ait olduğuna hükmetti.Bu durumda yaylayı silah zoruyla geri alabilir misiniz?Devlete,adalete ve güvenlik güçlerine karşı gelerek yaylayı zorla alabilir misiniz?Kesinlikle hayır arkadaşlar.Kesinlikle alamazsınız.İki köy arasında çıkacak bir tartışmada devlet, öncelikle haklı tarafın hukukunu savunacaktır.İstenmeyen olaylar bir çok canın yanmasına,yüreklerin erimesine,hatta ocakların sönmesine neden olabilir.Böylesine acı sonuçların kaçınılmaz olacağı yasadışı bir girişimi nasıl göze alabilirsiniz?Asla kazanma şansınız olmadığını bile bile kendinizi nasıl ateşin içerisine atabilirsiniz?Davayı kazanmanın bir tek yolu vardır.Daha çok belge ve bilgi toplayarak adalet önünde haklılığınızı kanıtlayabilmek.Bunun dışındaki tüm yollar çıkmaz yollardır.
Kalabalığın beni açıkça destekleme eğilimine girdiklerini görebiliyordum.Bana karşı çıkabileceklerin yalnızca gizli dernek yöneticileri olacağını anlıyordum.Onların içerisinden tanıyabildiklerimden bazılarının, yüzleri asılmış,gözleri kinlenmiş gibi geliyordu.Aldırmaz bir tavırla konuşmaya devam ettim.
“Öğrendiğim kadarıyla yayla davası son aşamasındaymış.Dosya temyiz mahkemesindeymiş.Avukatlar eminim ki gereği ne ise hakkıyla yapıyorlardır.Şimdi sizlerin yapacağı şey adalete güvenmek,oradan çıkacak olan her türlü karara saygılı olmaktır.Bu konuya böyle yaklaşmaya karar verirseniz,önünüzde yapacağınız çok daha önemli işler olduğunu görürsünüz.Ben bu yönde önünüzü görebilmeniz açısından birkaç öneride bulunmak istiyorum.Öncelikle yasal olmayan derneğin kapatılarak tüm mal varlığını yasal derneğe devretmesini sağlayalım.Elinde bulunan para ile köy kalkındırma derneğimizin hedeflediği tüm işleri yapması mümkün olacaktır.Köy konağının kısa sürede tamamlanması başka işlere de öncülük edecektir.Bu işlerden en önde yapılması gerekeni,devam etmekte olan halıcılık kursunu kalıcı bir şekle dönüştürmektir.Halıcılık kooperatifi kurulması ve dokunacak olan halıların pazarlanması köyünüze önemli ölçüde para girdisi sağlayacaktır.Binanın bir bölümünde dikiş nakış kursu açılması, köy kadınları için ayrı bir iş kolunu oluşturur.Halen muhtarlığın yetersiz görünen odasında oluşturulmaya çalışılan küçük kitaplık, yeni köy konağında büyük bir kütüphaneye dönüştürülebilir.Köy çeşmelerinin yetersiz olduğu bilinmektedir.Çeşme sayısını artırmak için çalışmalar yapılabilir.Kanalizasyon için girişimler başlatılabilir.Bunların dışında benim şu an aklıma gelmeyen konular da vardır.O konuları sizlerin dile getirmesi için sözü daha fazla uzatmak istemiyorum.Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.”
Müthiş bir alkış yükseldi.Doğrusu böyle bir şeyi hiç beklemiyordum.Kimileri, “bravo,yaşa hoca,” diye bağırdı.Uzun süren sesleri kesmek için tekrar teşekkür ederek yeni konuşmacıları dinlemeye davet ettim.Cami hocası söz istedi.Konuşmasında benim sözlerimin tümüne gönülden katıldığını belirtti.Yayla konusunda “maşa varken el yakılmaz” atasözünü anımsatarak hukuk ne derse onun kabul edilmesinin en doğru yol olduğunu anlattı.Yasa dışı derneğin kapatılmasını ve yasal derneğe katılmasını istedi.Kavga ile insanların hiçbir yere varamayacağını vurguladı.Daha sonra Turgut Bey söz aldı.O’da benim anlattıklarıma benzer önerilerde bulundu.Benim görüşlerimi aynen paylaştığını belirtti.Sonra sıra ile söz alan muhtar,ormancı ve sağlık memuru da benim görüşlerime katıldıklarını açıkladılar.Bana katılmayan sanıyorum yasal olmayan derneğin yöneticisi konumunda olan birkaç kişiydi.Başkan Göcek Halil hiç konuşmadı.Muzaffer ile aza Emin karşı görüş bildirdilerse de taraftar bulamadılar.Sıra önerinin oylanmasına geldi.Turgut konuyu toparlayarak oya sundu.Çok büyük bir çoğunlukla yasa dışı derneğin karatılması ve tüm mal varlığını yasal derneğe devretmesi kabul edildi.Derneğin yeni yönetim kurulunun seçimine geçildiğinde, benim yeni yönetimde başkan olarak görev almam istendi.Bu aslında onur verici bir öneriydi.Ama kabul edemezdim.Bunun nedeni bir devlet memuru olarak böyle derneklerde aktif görev alıp alamayacağımı bilmiyordum.Ayrıca dernek başkanı olarak doğrudan köy halkının muhatabı olmayı doğru bulmuyordum.Zaten yeterince yoğun bir işim vardı. Asıl işimi aksatma pahasına dernekte görev alamazdım.Derneğe ayıracağım zamanla büyük işlerin üstesinden gelmek zordu.Bir başka sakınca daha görüyordum.Yasa dışı derneğin kapatılmasında en etkin kişi olarak çektiğim tepkinin, yeni başkanlığın önüne çalışmaları engelleyici bir neden olarak taşınmasını istemiyordum.Düşündüğüm tüm bu nedenleri tek tek saymasam da,halk tarafından kolaylıkla anlaşabileceğine inandığım birkaç haklı gerekçeyi ileri sürerek,başkanlık görevini üstlenemeyeceğimi,ancak yönetim kurulu üyeliği yada denetmen üye olarak görev alabileceğimi anlattım.Bu sözlerim de anlayışla karşılandı.Benim de içerisinde bulunduğum yeni yönetim kurulu üyelikleri için yapılan oylama büyük bir çoğunlukla kabul edildi.Bu arada,yasa dışı derneğin üyeleri olduğunu bildiğim,Aza Emin,manifaturacı Muzaffer,ve Salih toplantıyı terk ettiler.Başkan Göcek Halil olgun davranarak oturmaya devam etti.Muhtar,toplantı sona ermeden kesin sonucun alınması için,yasa dışı derneğin mal varlığının açıklanarak bir tutanakla tespit edilmesini ve ne zaman devir işleminin gerçekleştirileceğinin halk önünde açıklanması gerektiğini söyledi.Göcek Halil söz alarak derneklerinin durumu hakkında ayrıntılı bilgi sundu.Devir işleminin bu hafta içerisinde yapılması karar altına alındı.Silahların ne yapılacağı sorusuna da “satılır ve parası derneğe gelir kaydedilir” dedi.
Toplantı tam olarak amacına ulaşmıştı.Son olarak dilek ve temenniler bölümüne geçildi.Muhtar,yasal derneğin artık hedeflenen tüm işlerin üstesinden gelebilecek bir güce eriştiğini,bunun sağlanmasında katkısı olanlara,isim vermeden teşekkür etti.Akşam oluyordu.İçerisi bir hayli karanlıklaşmıştı.İnsanlar birer ikişer kahvehaneyi boşaltmaya başladılar.Kahveci lüks lambalarını yaktı.Bizlere birer kahve getirdi.Şimdi içeride yalnızca birkaç ihtiyar heyeti üyesi ile dernek yöneticileri ve memurlar kalmıştı.Taze kokusunu iştahla içime çekerek kahvemi yudumladım.
Yasa dışı derneğin varlığı hakkında bilgi sahibi olduğum günden geri yapmayı planladığım çalışmanın en önemli adımını atarak başarıya ulaşmış olmaktan son derece mutluydum.Ancak henüz yapmayı tasarladığım çalışmaların, ne denli bir mücadele gerektirdiğini görmek de zaman zaman bana yılgınlık vermiyor değildi.Köy halkının büyük bir kesiminin taktirini topladığımın farkındaydım.Köy kalkındırma ve güzelleştirme derneğinin yönetim kurulunda görev almamı istemeleri halkın bana duyduğu güvenin bir ifadesiydi.Bu güvene layık olmak için planlanan işlerin mutlaka başarıya ulaştırılması gerektiğine inanıyordum.Öyleyse çalışma temposunu artırmak gerekiyordu.Harekete geçtim.
Dernek genel kururlunu yapıldığı günün ertesi öğretmen arkadaşlarla muhtarlığa gittik.Bir gün öncesinin kısa bir eleştirisinden sonra konuya girdim.Derneğin derhal çalışmalarına başlaması gerektiğini söyledim.Bunun için dernek yönetim kurulunun toplanması lazımdı.Muhtar köy bekçisini dernek yönetimini köy kahvesinde toplaması için görevlendirdi.Biz de hep birlikte kahvehaneye yürüdük.Biz kahvehaneye ulaştığımızda dernek yönetiminin orada hazırlanmış olduklarını gördük.Kurul karar defterleri önlerinde açık duruyordu.Bir gün önce yapılan genel kurul tutanaklarını temize çekerek ilgili makamlara gönderme hazırlığındaydılar.Selamlaştık ve masa eklenerek genişletilen yerimize oturduk.Görev dağılımı yapılmıştı.Kararlar deftere geçirilerek imza altına alınacaktı.İçimizde en güzel yazı yazma becerisine sahip olan Turgut Bey bu işi üstlendi.Yazılar yazılırken öte yandan yapılması gereken işlerin planlaması konuşulmaya başlandı.Hemen ertesi gün köy konağının geri kalan bölümlerinin yapılmasına başlanacaktı.Giriş katının yarım kalan bölümü ile ikinci kat düzenlenerek iç ve dış sıvası bitirilmeye çalışılacaktı.Yasa dışı dernek parasının yasal derneğe devredilmesine kadar yapılacak harcamaları muhtar, köy bütçesinden yada kendi cebinden karşılayabileceğini söyledi. Görevlendirilecek iki kişinin gerekli malzemeleri almaları için yarın ilçeye gönderilmelerine karar verildi.
Derneğin yeni yönetimi çalışmalarına hızlı başladı.Cami hoparlöründen köy halkına yeni bir toplantı duyurusu yapıldı.Toplantıya katılım öncekilerden daha fazlaydı.Daha önce açılmış olan halı kursu köyde yoğun bir ilgi uyandırmıştı.Kursa katılan bayanlar arasında, genç kız ve gelinlerin yanı sıra yaşı elliyi geçmiş kadınların da yer alması, ilginin boyutunu açığa vuruyordu.Şimdi ikinci bir kurs için önerilerde bulunuyorduk.Gene köy konağının bir bölümünde, biçki dikiş kursu açılmasının iyi olacağı konusunda köy halkını bilinçlendirmeye çalıştık.Bu kursta biçki dikiş yanında nakış kursu da verilirse,farklı bir gelir kaynağına yönelik yeni bir iş kolu yaratılmış olacaktı.Bu kurs için de çok sayıda istekli olduğu ortaya çıktı.Hemen kursa katılmak isteyenlerin isim listesi oluşturularak, kaymakamlığa gönderilecek kurs istem dilekçesine eklendi.Halı kursunda izlenen yol aynen yinelendi.
Ana konumuz bir kooperatif kurulması idi.Halıcılığın bir kooperatifle desteklenmesi önemliydi.İleride gerçekleşmesini umduğumuz, köyün tüm evlerinde kurulacak halı tezgahlarında üretilen halıların pazarlanmasına yönelik çalışmalarda ve halı ham maddelerinin en ucuz şekilde temin edilmesinde, kooperatifin önemli bir işlevi olacağından emindim.Uzun uzun yaptığımız açıklamalar bu konunun da köy halkı tarafından benimsenmesini sağladı.Bazıları hemen kooperatife üye olmak istediklerini bildirdiler.Bunun için bir taslak tüzüğe gereksinim olduğunu,bu tüzüğü ilgili yerlerden temin ettikten sonra üye yazım işlerine başlanabileceğini söyledim.Halk bir an önce kooperatifi kurmak için yardımcı olmamızı istedi.Bizim amacımız da buydu.Çalışmalara en kısa sürede başlama sözü verdik.
Yirmi iki kasım günü köye arkasında bir kamyon olduğu halde halk eğitim merkez müdürü geldi.Resmi arabasından iki genç bayan indi.Bunlardan birinin dikiş,diğerinin nakış hocası olduğunu söyledi.Kamyonla yirmi tane dikiş nakış makinesi getirilmişti.Kamyonun çevresine toplanan köy gençleri bir anda makineleri köy konağına taşıdılar.Kurs öğretmenlerinin gözetiminde bu kurs için hazır hale getirilen odalara makineler kısa sürede yerleştirildi.Haftanın ilk günü kurs başlayacaktı.Halk eğitim müdürü, köy halkını böylesi eylemlere yönlendirmemizden son derece mutluluk duyduğunu belirterek bizlere teşekkür etti.”Keşke,tüm öğretmenler, çalıştıkları köylerde, köylüleri bu tür kursların açılmasına yönlendirebilseler” diye dileklerini belirtti.
Afşar köyüne ilk geldiğim günden beri yaptığım çalışmalardan sonsuz bir zevk alıyordum.Önemli işlere imza atarken, köylünün büyük desteğini sağlamak ve herhangi bir olumsuz tavırla karşılaşmamak, bana daha çok çalışma azmi kazandırıyordu.İkinci kursun, yani biçki dikiş ve nakış kursunun açıldığı günün sonrasında, hakkımda uydurulan bir dedikoduyu duyuncaya kadar da bu şevkim hiç eksilmeden sürdü.Salı günü okul çıkışında ormancı Hamdi Bey,bahçe kapısının önünde beni bekliyordu.Yüzünde bir burukluğun izlerini sezinledim.Bana bir şeyler söylemeye hazırlandığı belliydi.Beni hiç üzmek istememesine rağmen, duyduklarını bana anlatmak istemesinin nedeni,bir an önce bu dedikodunun üzerine giderek, kuru bir iftira olduğunu kanıtlamam konusunda beni uyarmak istemesiydi.Anlattığına göre,hiç düşünmediğim,aklımın köşesinden bile geçmeyen bir yalan, ben söylemişim gibi köy halkı arasında yayılmaya çalışılmaktaydı.Böyle bir şeyi asla beklemediğim için tüm benliğim şiddetle sarsıldı.Ne söyleyeceğimi,nasıl davranacağımı bilemeden, uzun bir süre taş kesilmiş gibi bekledim.Kafam allak bullak oldu.Rakibinden müthiş bir yumruk yemiş boksör gibi sersemledim.Uzun süre sessiz kaldım.İçerimde kopan fırtınaları dışarıya yansıtmamaya çalışarak, kendimle bir iç hesaplaşmaya giriştim.Bu iftiranın neden,nasıl ve kimler tarafından ortaya atılmış olabileceği hakkında seçenekler ürettim.Sonunda kendimce bazı olasılıklar belirledim.Buna göre ilk neden, yasa dışı derneği ortaya çıkarıp kapatılmasını sağlamam olabilirdi.İftira atan kişiler de elbette o dernekten çıkar sağlayan ve kapatılması ile bu çıkarları sona erenlerdi.Bu olasılık en güçlü ve akla yakın olanıydı.Bunu tespit etmiş olmak bilincimi duruladı.Eski güvenimi geri kazandım.Bu karşı darbenin etkisini çabuk atlatacağıma ve bunu yapanları yaptıklarına pişman edeceğime kendi kendime söz verdim.Bu arada beni böylesine etkileyen dedikoduyu söylemeyi unuttum.Yalan basit ama konusu etkiliydi.Güya ben sınıfta,çiçeği burnunda başbakan olan Süleyman Demirel aleyhinde konuşmalar yapıyormuşum.Başbakan ve bakanları hakkında hakarete varan ölçüde saygısız sözler söylüyormuşum.Oysa benim hiç ilgi alanıma girmeyen, iktidar ve muhalefetteki kişiler hakkında söz söylediğimi,hele de kaba sözler söyleyebileceğimi ortaya atmak kadar büyük bir yalan ve iftira olamazdı.Bu iftirayı atanların bir dayanakları,Afşar köyü halkının büyük bir çoğunluğunun, bu gün iktidarda olan bir partiye oy vermeleri olabilirdi.Yani köylüyü kendi partilerine sahip çıkmaya yönelterek bana karşı bir kamu oyu oluşturmayı düşünmüşlerdi.Bu konuda bir adım daha ileri giderek, şikayet yoluyla benim cezalandırılmamı sağlamayı amaçladıkları açıktı.Ben bu oyunu bozmaya kesin kararlıydım.Bu işin üzerine her türlü yoldan giderek, gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktım.
İftiraya konu olan söylencenin sınıftan bazı öğrenciler tarafından yayıldığını duymuştum.Zira sınıfta,Yurttaşlık Bilgisi dersinde, ülkenin yönetimini üstlenen kişi,kurum ve kuruluşların görev,yetki ve sorumlulukları anlatılıyordu.Bunlar anlatılması zorunlu olan ders konularıydı.Ben de sınıfımdaki öğrencilere, ülkemizin yönetimi hakkında,demokratik yapının gerektirdiği kuralların nasıl işletildiği konusunda, ayrıntılı bilgiler kazandırmaya çalışmıştım.Bu arada meclisin nasıl oluşturulduğunu,milletvekili seçimlerini,bakanlar kurlunun yapısını,cumhurbaşkanı,başbakan ve bakanların görevlerini sıra ile anlatmıştım.Her kademedeki yöneticilerin görev ve sorumlulukları Yurttaşlık Bilgisi dersinin ana konularıydı.Bunları öğrencilere öğretmek benim görevimdi.Ama anladığım kadarı ile bana iftira kampanyası başlatanlar, bu konuları başka amaçlar için kullanabilme cinliğine sahip insanlardı.Bu insanları ortaya çıkarıp bir güzel derslerini vermem gerekiyordu.Harekete geçtim.
Ertesi gün ilk işim sınıfta bu konuyu ele almak oldu.Önce çocukların bana kendilerini daha yakın hissetmelerini temin etmek amacıyla, birkaç öğrenci fıkrası anlattım.Hep birlikte güldük.Sonra benim için hiçbir önemi yokmuş gibi köy içerisinde nelerin konuşulmakta olduğunu sordum.Her gün ilk derste, ‘günlük olaylar’ başlığı altında kamu oyunu ilgilendiren konular üzerinde duruyor,o konulara ait görüş ve düşüncelerimizi açıklıyorduk.Bir kaç farklı konu üzerinde konuştuktan sonra, “köy içerisinde benim hakkımda her hangi bir şeyler konuşulduğunu duyan var mı?” diye sordum.Kısa bir sessizlik ve kuşkulu bir bekleyişin ardından,köy ihtiyar heyeti üyesi Emin’in,beşinci sınıfta okuyan kızı Selma, çekingen bir tavırla parmak kaldırdı. “Söyle kızım,” dedim. “Öğretmenim,sizin sınıfta ders anlatırken başbakan ve bakanlar hakkında kötü sözler söylediğiniz konuşuluyor.” Dedi.Ben de tam bunu söyletmek istiyordum.Benim hiç umurumda değilmiş gibi, “bunu başka duyan var mı?” diye sorumu yineledim.Bu kez birkaç öğrenci daha aynı şeyi duyduklarını söylediler. “Peki çocuklar,” dedim. “Ben sınıfta öyle sözler söylemişsem hepiniz duymuş olmalısınız öyle değil mi?” Hep bir ağızdan, “hayır öğretmenim,sizden böyle bir şey duymadık,” diye bağırdılar. “O zaman bu dedikodular nereden çıkmış olabilir?Sizler böyle bir konuşma duymadıysanız köy halkı arasında söylenenlerin nereden kaynaklandığını bilen var mı?” diye birkaç soru daha sordum.Israrla sınıfta bu tür bir konuşmanın olmadığını tekrarlıyorlardı. “Biz bu anlatılanlara benzer konularda hiç mi konuşmadık?”dedim. İçlerinden sınıfın en başarılı olanlarından bir iki öğrenci,bizim başbakan ve bakanların görevlerini ve sorumluluklarını konuştuğumuzu,bunların da Yurttaşlık Bilgisi kitaplarında aynen yazılı olduğunu dile getirdi.Daha fazla öğrencileri sıkıştırmanın bir anlamı yoktu.Bu söylentinin nereden çıktığını öğrenmeye çalışmam gerekiyordu.Başka bir taktik uygulamayı düşündüm. “Bakın çocuklar,” dedim. “Bir kişi hakkında yalan haberler çıkarmak çok kötü bir olay.Hele bu bir öğretmen hakkında ise daha da kötü.Şimdi bize düşen bir görev var.Bu yalanı çıkaranları el birliği ile ortaya çıkarmamız lazım.Bu söylentinin çıkış noktası sınıfımız olduğuna göre, bu konuda bilgisi olan arkadaşlarınız vardır.Şimdi bu öğrencilerin işin doğrusunu anlatmasını bekliyorum.”Uzun bir süre sınıfın içerisinde dolaştım.Öğrencileri ilk kez görüyormuş gibi yüzlerini inceledim.Yüzlerindeki ifadelerden anlamlar çıkarmayı umdum.Çocukların hepsinin başları önlerine eğikti.Onların da benim kadar üzgün olduklarını görebiliyordum.Bu konuyu bu şekilde çözümleyemeyeceğimi anladım.Başka yollar bulmalıydım.
Bu dedikoduyu,köy halkı arasında, ihtiyar heyeti üyesi Emin ile köye ilk geldiğimde çok sıkı bir dostluk kurduğum manifaturacı Muzaffer’in yaydığını öğrenmiştim.Bir okul çıkışı her ikisine birden yolda rastladım. “Köyde hakkımda bazı dedikodular yapıldığını duydum.”dedim. “Bu dedikodu konusu ikinizden yayılmış.Neden böyle bir yalana başvurma gereği duydunuz?” Sorumu Emin yanıtladı. “Biz de sizin öğrencilerinizden duyduklarımızı anlattık.Siz böyle bir şey söylememiş olsanız neden çocuklar gelip bize anlatsınlar? “diye beni suçlamasını sürdürdü. “Hangi öğrencimin söylediğini açıklar mısınız? Yada birlikte gidelim ve tekrar soralım,yani yüzleşelim.”dedim. “Çocuklar sizin yüzünüze bir şey diyemezler,korkarlar.Mutlaka söylemiş olmalısınız,yoksa ne diye böyle bir şey ortaya atsınlar?” Bu iki koca adamla anlaşmamız mümkün görünmüyordu.Muhtarın yanına gittim.
Muhtar her zamanki gülen yüzüyle buyur etti.Odanın ortasındaki yer sofrasına yemek hazırlanmıştı.Canım istemese de tabağın başına oturdum.Bir iki lokma alarak teşekkür ettim.Asıl konuyu açmak için muhtarın, sofranın başından kalkmasını bekledim.Nihayet geri çekildi. “Evet,hocam,ne var ne yok?Çalışmalar nasıl gidiyor?” diye konuşmaya başladı.Köyde konuşulanları elbette O’da duymuştu.Ama bu konuyu açarak beni üzmek istemediği belliydi. “Ne olsun muhtar,”dedim. “Çalışmalar gayet iyi gidiyor.Ancak benim hakkımda çıkarılan dedikodu beni üzdü.Bu işin aslını ortaya çıkarmamız gerek.Köy halkı gerçeği bilmeli.Aksi halde ben suçu kabul etmiş olurum.” “Hocam bir kendini bilmezin sözünün ne önemi var?Biz senin bu köy için nasıl çalıştığını çok iyi biliyoruz.Sen bu konuyu kafana takma.” Dedi. “Olmaz muhtar,” diye karşı çıktım.”Bu sözleri yayanlar bir iki kendini bilmez birileri değil.Biri senin yanında üye olan Emin,öteki de manifaturacı Muzaffer.” Şaşırdı.Onların böyle bir davranışta bulunmuş olmasına inanası gelmiyordu. “Gerçekten mi o ikisi çıkarmış?” diye şaşkınlığını açığa vurdu. “Sen nereden öğrendin onların yaptığını?” “Bizzat kendileriyle konuştum.Söylediklerini kabul ediyorlar.Bu konuşmayı sınıfımdaki bazı öğrencilerimden öğrendiklerini savunuyorlar.Açık olarak da beni suçluyorlar.Biz işin aslını ortaya çıkarmalıyız.” Biraz düşündü.Sonra “Ne yapmamızı öneriyorsun?Sen nasıl istersen öyle yapalım” dedi.Anlattım. “Önce bir kurul oluşturalım.”dedim. “Hep birlikte okula giderek araştırma yapalım.Belki doğruları ortaya bu yolla çıkarabiliriz.” “Peki,”dedi. “Kimler bizimle gelsin istersin?” “Başta sen ve üyelerin” dedim. “Sonra hoca,ormancı ve sağlıkçı yanımızda olsunlar.Elbette bu söylentiyi çıkaranlar da birlikte gelmeli.” “Tamam,” dedi,muhtar. “Yarın sabah ben hepsini toplar okula getiririm.Sen gönlünü ferah tut.” Teşekkür ederek yanından ayrıldım.
Sabah ders zili çalmadan önce muhtar, dün kararlaştırdığımız gibi, istediğim kişilerle birlikte okula geldi.Hemen ders zilini çaldırdım ve öğrencileri düzenli bir şekilde sınıflara aldırdım.Köyden gelen heyetle birlikte benim sınıfa girdik. “Günaydın çocuklar,”dedim. Hep birlikte “sağ ol öğretmenim” diye bağırdılar.Benimle birlikte sınıfa girenler pencere ve duvar kenarlarına sıralandılar.Ben her zamanki olağan davranışlarımla sınıf içerisinde yavaş adımlarla iki kez gidip geldim. “Çocuklar şu an hepinizin kafasındaki sorunun ne olduğunu biliyorum.” Dedim. “Sınıfta alışık olmadığınız bir durum var,öyle değil mi? Köyümüzün büyükleri burada neden toplandılar diye merak ediyorsunuz.Merak etmekte haklısınız.Bakın, bu büyükleriniz, dün sizinle konuştuğumuz bir konuda, sizlerden bilgi almak üzere burada bulunuyorlar.Sanıyorum hepiniz, dün hangi konu üzerinde durduğumuzu anımsıyorsunuz.Benim hakkımda çıkarılan bir söylentinin aslını ortaya çıkarmak istiyoruz.Belki tekrarlamak da yarar olabilir.Yurttaşlık Bilgisi dersinde ülke yönetimi konusunu işlerken,benim,başbakan ve bakanlar hakkında hakarete benzer sözler söylediğim dedikodusu ortaya atılmış.Ben bu sözleri size karşı söylemişim.O halde hepiniz bunları duymuş olmalısınız.Dün ben size bunu sormuştum.Bir sonuç alamadık.Şimdi bir kez daha aynı soruyu soruyorum.Ben, köy halkı arasında söylendiği gibi, yöneticilerimiz hakkında herhangi bir kötü söz söyledim mi?Duyan açıkça söylesin.Şu an beni öğretmeniniz olarak değil, köyden bir ağabeyniz kabul etmenizi ve bildiklerinizi dosdoğru,çekinmeden söylemenizi istiyorum.” Ben bu konuşmadan sonra, diğerleri gibi kollarımı kavuşturup kenara çekildim.
Muhtar,çocukların yüzlerine dikkatle bakarak sınıfın ortasına yürüdü. “Çocuklar,şimdi bana doğruyu söyleyecek misiniz?” dedi. Çocuklar hep bir ağızdan, “eveeet,”diye bağırdılar. “Öyleyse söyleyin bakalım,öğretmeniniz,devlet büyüklerimiz hakkında onur kırıcı,hakaret edici sözler söyledi mi? Eğer söyledi ise, neler söyledi?Haydi,doğruyu anlatın bize.Doğruyu kim söyleyecek bakalım?”Sınıf daha da sessizleşti.Havada sinek uçsa vızıltısı duyulabilirdi.Kümeler halinde oturan öğrenciler şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı.Uzunca bir sessizlik oldu.Kimse konuşmak istemiyordu.Muhtar tekrar etti. “Haydi söyleyin bize,böyle bir konuşma oldu mu olmadı mı?Öğretmeninizden öyle sözler duydunuz mu?”Gene sınıfın hepsi birden, “haaayııır,” diye bağırdılar.Sonra sessizlik başladı.
Muhtarın oğlu benim sınıfta okuyordu.Boyu kısa olduğu için genellikle ön sıralarda oturuyordu.Çok zeki ve çalışkan bir çocuktu.Babası oğlunun durumunu biliyordu.Üstün zekasının yanında bir başka özelliği de asla yalan söylememesiydi.Daha önce oğlu hakkında söz açılınca oğlunun ,ne tür yaramazlık yaparsa yapsın,sonuçlarına katlanmayı göze alarak mutlaka doğruyu anlattığından bahsetmişti.Yani oğluna güveni tamdı.
Uzun süre sınıftan bir ses çıkmayınca muhtarın oğlu parmak kaldırdı.Muhtar, “söyle bakalım,ne biliyorsun?” dedi. Oğlu anlatmaya başladı. “Baba,öğretmenimiz hiçbir zaman, köy halkı arasında dolaşan söylencede olduğu gibi bir şeyler söylemedi.Bizim ders kitaplarından Yurttaşlık Bilgisi dersinde, ülke yönetimi ve ülkemizi yönetenlerin görev ve sorumlulukları hakkında bilgiler verdi. Başbakanın, cumhurbaşkanının, bakanların, valilerin,kaymakamların,belediye başkanlarının ve muhtarların görevleri anlatılıyor. Öğretmenim de bize onları anlattı.Herkes görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirmeli,aksi halde ülkemiz geri kalır,dedi.Ben her zaman en önde oturuyorum.Eğer öğretmenimiz,bunların dışında bir şeyler söylemiş olsaydı herkesten önce benim duymam gerekirdi.”diyerek yerine oturdu.Bu konuşmadan cesaret alan birkaç öğrenci daha aynı yönde konuşmalar yaptılar.Gene bir sonuç alamayacağımızı düşünürken, bu kez cami hocası sınıfın içerisine doğru yürüdü. “Bakın yavrularım,yalan ve iftira çok büyük bir günahtır.Eğer bir kişi başka birisi hakkında yalan yere bir iftira atıyorsa onun doğruca gideceği yer cehennemdir.Hele köyünüze büyük hizmetler vermeye çalışan ve aynı zamanda bir misafir olan öğretmeniniz için böyle bir iftira atılırsa, bu hem çok daha büyük bir günahtır, hem de insanlık adına utanç verici bir olaydır. Bu iftiranın çıkış noktasının sizin sınıf olduğu söyleniyor.Eğer bu konuda bir şey bilip de söylemeyen varsa şunu aklından çıkarmasın.Bu işin peşini bırakmayacağız.Ben Kuran-ı Kerimi getireceğim ve hepinize el bastırarak tek tek yemin ettireceğim.Her halde o zaman da yalan yere yemin edemezsiniz.”Diyerek konuşmasını tamamladı.
Bu kez sessizlik uzun sürmedi.Arka sıralarda oturan bir öğrenci ayağa kalktı.Adı Tahir olan bu öğrencinin, okula geç başladığı ve iki yıl sınıf tekrarı yaptığı için,yaşı büyüktü.Sınıfın en uzun öğrencisiydi.Benimle aynı boyda sayılırdı. “Şey,” dedi. “Hoca amca bunları biz çıkardık.” Herkes bir anda dikkat kesildi.Muhtar hemen çocuğun yanına gitti. “Peki oğlum,şimdi bir daha söyle öyleyse,”dedi. “Öğretmeniniz o sözleri söyledi mi?” Tahir,korkulu gözlerle ihtiyar heyeti üyesi Emin’e bakıyordu.Gözlerindeki korku dışa vurmuştu. “Hayır muhtar emmi,öğretmenimiz öyle bir şey anlatmadı.Şimdi ben işin doğrusunu söyleyeceğim ama korkuyorum.” Dedi.Muhtar elini çocuğun omzuna koydu. “Korkma evladım,biz yanındayken kimse sana bir şey yapamaz.Şimdi bildiklerini söyle sen.Kimden ve neden korktuğunu da söyle.”Çocuk bir iki kez yutkundu.Yanındaki sıra arkadaşına baktı.Arkadaşı başını aşağı eğmiş,gözlerini masanın altında bir noktaya dikmişti.Tahir anlatmaya başladı. “Geçenlerde aha bu arkadaşımla bağlara gidiyorduk.Köyün altındaki kayalıkta Aza Emin dayı ile manifaturacı Muzaffer abiye rastladık.Ellerinde baltalar vardı.Bizi tehdit ederek o dedikodu sözlerini ezberlettiler.Bunu her yerde yayacaksınız,yoksa sizi keseriz dediler.Çok korktuk.Köyden birkaç kişiye onların bize ezberlettiklerini söyledik.Öğretmenimiz hiçbir zaman öyle sözler söylemedi.Biz öğretmenimizi çok severiz.Ama korktuğumuz için mecbur kaldığımızdan öyle söyledik.”Birdenbire öyle bir rahatladım ki göklere uçasım geldi.O iki çocuğu öpmek geldi içimden.Kendimi güçlükle engelledim.
Sınıfta bulunan heyet donakalmışlardı.Bu sonuç onlarda bir şok etkisi yaratmıştı.Hayat bir an durdu sanki.Aza Emin koca bedeni ile öğrencinin üzerine yürümek istedi.Onun bu ani hareketi aklımızı başımıza getirdi.Muhtar sinirinden mosmor olmuştu.Böyle bir eylemin yıllarca birlikte çalıştığı azadan gelmiş olmasını bir türlü aklı almıyordu.Emin’nin kolundan tuttuğu gibi olduğu yere çiviledi.Sakin görünmeye çalışarak, “artık dışarı çıkalım,sınıfta işimiz bitti,”dedi.Dışarıya adım atar atmaz bekçiye bağırdı. “Bu ikisini al,köy odasına hapset.Sana karşı çıkarlarsa hiç acıma çek tetiği.” Köy bekçisi sırtındaki mavzeri bir asker gibi kavradı.Tüfeği Emin ile Muzaffer’e doğrulttu. “Haydi bakalım,düşün önüme,yanlış bir hareketinizi görürsem hiç acımam ha!” Dedi.
Kendimi, üzerimden kocaman bir dağ kalkmış gibi hissediyordum.Muhtarın bu kadar sert bir tepki göstermesini beklemiyordum.O’nu sakinleştirmeye çalıştım. “Sayın muhtar,gerçek ortaya çıktı.Ben bu adamlardan davacı değilim.Cahillik etmişler ve bir hata yapmışlar.Lütfen onları bırakın.Aşırı sert tepki vermenin gereği yok.” “Hayır,”diye karşı çıktı muhtar. “Ben onları adalete teslim etmezsem içim rahat etmez.Bu dava senin olmaktan çıktı.Artık bizim köyün davası oldu.Bu olanları bir başka köyün insanları duysa bizim hakkımızda ne düşünürler?Bunlara iyi bir ders verilmezse başka kötülükler de yapabilirler..”Ormancı Hamdi Bey, çok ağır sözlerle içinin zehirini boşaltıyordu.Zaten çok argo konuşurdu.Bu ona bir fırsat gibi geldi.Ne kadar kaba ve hakaret sözcükleri varsa bir bir sıraladı.Cami hocası ile sağlıkçı da benim gibi düşünüyorlardı.Muhtarı bu kadar sert davranmamaya ikna etmeye çalışıyorlardı.Ne kadar dil döktü isek de muhtarı kararından geri çeviremedik.Yanımızdan ayrılırken, “akşam dersten sonra doğruca bize gelin,konuyu o zaman bir sonuca bağlarız.” Dedi.
İkili öğretim yapan arkadaşımız saat beş sularında dersten çıkıyordu.O’nun da bizimle birlikte muhtarlığa gitmesi için o saate kadar okulda zaman geçirdik.Son dersten çıkınca öğretmenler olarak muhtarlığın yolunu tuttuk.
Muhtarın resmi işlerini yürüttüğü odanın önünde çok sayıda ayakkabı duruyordu.Buna göre içerisinin kalabalık olduğu belliydi.Odanın kapısından içeri girdiğimizde hiç ummadığımız bir manzara ile karşılaştık.Köyün tüm ileri gelenleri orada toplanmışlardı.Aşağı yukarı on beş kişiden daha fazla insan vardı.Gene cami hocası,sağlık memuru,ormancı baş köşedeydiler.Öğretmenler olarak, dördümüz aynı anda içeri girdiğimizde, bize yer gösterme yarışına giriştiler.Beni iteleyerek en başta oturan hocanın yanında bir gösterdiler.Diğer arkadaşlarımla birlikte köyün memur takımıolarak hep bir araya toplanmıştık.Odada oturanların sabah okulda yaşananları öğrendiklerini yüzlerinden anlamak mümkündü.Şu an bana bakışları daha anlamlıydı.Bu durum hem gururumu okşuyor hem de bir ölçüde rahatsızlık veriyordu.Ben bu duygular içindeyken muhtar bekçiye, “tutukluları içeri getir,”dedi.Bekçi sırtında tüfeği ile dışarı çıktı.İki dakika sonra Emin ile Muzaffer’i önüne katmış olarak geri geldi.Adamların sabahtan beri burada tutuklu kaldıklarına inanamıyordum.Bir köy muhtarının böyle bir şey yapabilmesi yadırganacak bir durumdu.Bunları düşünmek huzurumu kaçırdı.İçeri girer girmez aza Emin , “sen ne hakla,hangi yetkiyle bizi burada tutabiliyorsun?” diye bağırdı.Muhtar daha sert çıktı. “Kes sesini terbiyesiz adam,Haddini bil yoksa ben bildireceğim.”Dedi.Sonra odada bulunanlara döndü. “Arkadaşlar,bu iki cahil adamın öğretmenimiz hakkında çıkarmış oldukları yalan ve iftirayı hepiniz biliyorsunuz.Öğretmenimize böyle bir iftira atmak için en küçük bir haklı nedenleri yok.Olamazda.Okul müdürümüzün köye geldiği kısa zaman içerisinde,köyümüz halkına ne kadar yararlı işler yaptığı ortada.Bu kadar çalışmasının ,bize hizmet etmesinin karşılığı,böyle bir iftiraya kurban gitmek mi olmalıydı?Bu durum beni ve aklı başında olan halkımızı çok üzdü.Elbette en çok üzülen de müdürümüz oldu.Ben bu iki iftiracıyı adalete teslim etmek istiyorum.Ama siz şu olgunluğa bakınız ki, öğretmenimiz bu adamları affettiğini ve haklarında davacı olmadığını söylüyor.Bunlar hakkında sizler ne düşünüyorsunuz?” Köyün ileri gelenlerinden bazıları söz alarak affetmenin büyüklüğünden bahsettiler.Cami hocası da konuyu dini yönden ele alarak uzun bir konuşma yaptı.Yapılanların ne insanlık açısından, ne de dini açıdan hoş bir şey olmadığını, ama insanların da bazen hata yapabileceklerinden söz ederek, konuyu tatlıya bağlamanın daha yararlı olacağını anlattı.Sözü ben aldım. “Değerli arkadaşlarım,benim bu arkadaşlarla hiçbir davam yok.Ben köyünüz için yararlı işler yapmak için çalışıyorum.Belki bazı çalışmalarım sırasında, kimilerinin çıkarlarına aykırı işler yaptım.Oysa hepiniz biliyorsunuz ki burada yaptığım tüm çalışmalardan iyi bir sonuç ortaya çıkacaksa kazanan siz olacaksınız.Tüm köy halkı olacak.Ben bu gün buradayım,yarın bir başka yere gitmek zorunda kalacağım.Devlet memuru bir yerde eğleşip kalamıyor.Şu halde ben ne yaptıysam, siz de gayet iyi biliyorsunuz ki,Afşar Köyü için yaptım.Bu iki arkadaş neden böyle bir girişimde bulundu, hala anlayabilmiş değilim.Ben onları çoktan affettim.Şimdi keşke, neden böyle bir olaya sebep olduklarını açıklasalar da,haklı olup olmadıklarına hep birlikte karar versek.İnsanlar hata yapabilirler.Eğer bir hatadan iyi bir ders çıkarabiliyorsak, bu da bir kazanç sayılır.Tekrar ediyorum,ben bu arkadaşlardan davacı değilim.Hatta onlara kırgın bile değilim.”
Bu konuşmalar hem muhtarı hem de ortamı yumuşatmıştı.Muhtar gene de, “Şimdi her ikisi de öğretmenimizden hepimizin önünde özür dileyecekler,aksi halde gerekeni yaparım,” tehdidinde bulundu.Emin ile Muzaffer bana doğru geldiler.Onları ayağa kalkarak karşıladım.Tokalaştık.İçeride bulunan herkesle ayrı ayrı tokalaştıktan sonra sessizce odayı terk ettiler.Artık sorun ortadan kalkmış,yaşam normal akışına geri dönmüştü.Bu durumdan en çok memnunluk duyan da, hiç kuşkusuz bendim.
Daha sonraki günler eski sakinliği içerisinde geçip gidiyordu.Köy halkı arasında benim hakkımdaki konuşmalar ve tartışmalar unutulmuş gibiydi.Şimdi biz kaldığımız yerden hizmet etmeye yeniden başlamıştık.Köy konağında başlattığımız kurslar başarı ile,artan bir ilgiyle devam ediyordu.Halı dokumacılığı konusunda bir hayli önemli gelişmeler sağlanmıştı.Isparta el dokumacılığı tipi esas alınarak üretilen halıları almak için bir çok müşteri sıraya girmişlerdi.Kısa bir süre önce kurulan kooperatif, halı pazarlamacılığı konusunda iyi bir başarı elde etmiş,Konya’dan,Isparta’dan halı toptancılarının ilgisini çekmeyi başarmışlardı.Köy halkı, halıcılıktan iyi bir gelir sağlayabileceklerini anlamış oldukları için her evden ikişer üçer bayan, kursa katılmaya başlamışlardı.Bu işler yoluna girince, bu konularda bizim yapacağımız bir şey kalmadı.Şimdi başka çalışma alanlarına yönelebilirdik.
Köy ortasından geçen ana yolun taşla döşenmesi işi yarım kalmıştı.Yolun köy konağına kadar tamamlanması gerekiyordu.Para konusu yasa dışı dernekten aktarılan gelirle çözüldüğü için, derhal yola başlanabilirdi.Ancak yola döşenecek taşın getirilmesi imece usulü ile yapılacaktı.Köy halkı bağ, bahçe,tarla işlerini bitirmiş olduğundan bu konuya yönlendirebilirdik.Yol konusunu muhtarla uzun uzun konuştuk.Her konuda olduğu gibi halkı gene kahvehanede topladık.Yolun tamamlanmasını gündeme getirerek tartışma açtık.Büyük çoğunluk bize destek veriyordu.Köy halkının tümünün ekonomik ve sosyal yapısı aynı değildi.Çalışma alanlarını ve çalışma şekillerini ailelerin durumuna göre belirledik.Çalışma grupları oluşturduk.Herhangi bir taşıma olanağı olmayanları taş kırma ve yükleme işine,araç sahibi olanları taşıma işine,elinden ustalık gelenleri de taşın döşenmesi işine kanalize ettik.Köyün ana yolunun üzeri bir şantiyeye dönüştü.Bir yandan toprak yolun tesviyesi yapılıyor,bir yandan gelen taşlar döşemeye uygun bir hale getirilmek için kırılıyor,bir yandan da ustalar döşeme işini yapıyorlardı.Köy halkının bu çalışma zevkine hayran oluyordum.Hiç kimse üzerine aldığı işten yakınmıyordu.Elinden gelenin en iyisini yapama çabasını azimle sürdürüyorlardı.Zaman zaman öğretmenler olarak bizzat bizde boş zamanlarımızda yola taş döşeme işine girişiyorduk.Bu davranışımız köylüyü daha çok iş yapmaya yönlendiriyordu.
Yol işi sekiz günde tamamlandı.Cami ve köy konağının çevresindeki alan da dahil olmak üzere tüm çevreye taş döşendi.Bir ölçüde köy halkının ayağı çamurdan kurtuldu.Herkes yapılan işten gurur duyuyordu.
Yılbaşı yaklaşıyordu.Havalar iyice soğumuştu.Torosların en yüksek noktalarından birine yakın bir konumdaki Afşar Köyü’nün kışı, aslında çoktan gelmişti.Gökyüzünü işgal eden kat kat siyah bulutların, bulundukları yerleri terk etmeye hiç niyetleri yok gibiydi.Güneyde bir koni gibi yükselen Geyik Dağı’nın doruklarına çoktan aklar düşmüştü.Paltosuz dışarı çıkmak artık bir hayaldi.
Köy konağının ikinci katında bazı eksik kalan çalışmalar olduğunu tespit etmiştik.İkinci katın kapı ve pencereleri takılmış,ince sıvası tamamlanmıştı.Muhtarlığın resmi odası olarak düşünülen bölümle, köy kütüphanesi açılması planlanan odaların badana,boya ve dolaplarının bir an önce yapılması gerekiyordu.Bir yandan bu işlerin yaptırılmasını sağlamaya çalışırken,öte yandan bizi önemli bir başka görev bekliyordu.Kütüphaneye çok sayıda kitap temin edilmesine çalışacaktık.Önce Kültür Bakanlığından kitap istedik.Kaymakamlıktan,ilçe eğitim müdürlüğünden,ilçe merkezindeki okullardan bize kitap bağışında bulunmalarını diledik.Bu çevreden göç ederek,çeşitli iş kollarında başarı sağlamış yöre insanlarının adlarını ve adreslerini tespit ederek mektuplar yazdık.Mezun olduğumuz okuldaki öğretmenlerimizden,aynı yıl mezun olduğumuz öğretmen arkadaşlarımızdan bu konuda bize yardımcı olmalarını istedik.Aradan çok bir zaman geçmeden köy kitaplığına kitap yağmaya başladı.Yazabildiğimiz ve kendilerine ulaşabildiğimiz her yerden kitaplar geliyordu.Bu konuya insanlarımızın bu denli duyarlı olmaları gözlerimizi yaşartıyordu.Tanrım,altmışlı yıllarda,kitap konusuna bu kadar duyarlı olabilen bir toplum yaratabilmiş olmanın gururunu taşımak, ne kadar mutluluk ve kıvanç verici bir durumdu.Her gün gelen kitapları bir deftere kaydediyor, sonra köy marangozuna yaptırdığımız özel raflara, belli bir kural gözeterek diziyordum.Bu iş benim en çok zevk aldığım bir alandı.Kitaplarla uğraşmak kadar bana zevk veren ve beni dinlendiren başka bir iş kolu yoktu.Kitaplar benim her şeyimdi.Artık boş zamanımın tümünü kütüphanede geçiriyordum.Bir yandan gelen kitapları tasnif ediyor, öte yandan yırtılmış ve yıpranmış olanları tamir ediyor,ciltliyor,sonra da bana süzülmüş bal yeme tadı veren okuma eylemine başlıyordum.Günlerimin uzunluğu bir dakika gibiydi.Çalışmaktan oldukça yorulduğum bir gün erken sayılabilecek bir saatte yattım.Turgut ile Şakir’de bana uydular.Kısa bir süre sonra uyuyakalmışım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum,cama çarpan bir cismin sesine uyandım.Rüya mı gördüm,yoksa gerçekten cama bir şey çarpmış mıydı?Bu ikilem içerisinde kalmışken cama bir kez daha sert bir madde çarptı.Rüya olmadığı kesindi.Cama birileri küçük taş parçaları fırlatıyor olmalıydı.Az bir zaman geçti,bu kez adımın çağırıldığını net bir şekilde duydum.Birisi kısık bir sesle Bilal Hoca,”diye bağırıyordu.Sesin kime ait olduğunu çıkaramadım.Uykum iyice kaçtı.Kalkıp cebimden çakmağı buldum.Çakmak ışığında saate baktım.On biri yirmi geçiyordu.Bu saatte beni çağıran kim olabilirdi?Pencereye yaklaştım,dışarı baktım.Gökyüzündeki doğal fenerimiz aydede yaşını yarılamış olduğundan, karanlıkları azda olsa aydınlığa çevirebiliyordu.Zayıf ay ışığında, evimizin balkonunun altında, iki kişinin durduklarını gördüm. “Kim o?” diye seslendim. Bu kez “ben Muzaffer,hocam biraz aşağı gelir misin?” şeklinde, alçak bir ses tonu ile çağırıldım.Bir an içerimde korku titremesi hissettim.Titreme dalga dalga tüm bedenimi sardı.Bu da ne oluyordu?Hakkımda çıkardıkları dedikodunun ardından köylünün yüzüne bakamaz duruma gelen, Muzaffer ile Emin, benden intikam mı almak istiyorlardı?Eğer böyle bir niyetleri varsa daha uygun bir yer ve zaman bulamamışlar mıydı?Köyden bir hayli uzakta olan okula gidip gelirken, önümü kesmeleri daha akıllıca olmaz mıydı?Çok kısa bir süre içerisinde hem kendi durumumu,hem de karşı tarafın durumunu değerlendirmeye çalıştım.Bu arada Şakir de uyandı.Beni pencere önünde görünce “ne oluyor,”diye sordu.Kısık bir sesle olanları anlattım.Yataktan kalkarak pencereye yaklaştı.Aşağıdakileri tanımaya çalıştı.Uzun bir süredir yanıt bekleyen Muzaffer bu kez, “hocam seni bizim evde bekliyoruz,”dedi. “Yalnız beni mi,yoksa arkadaşlarıma birlikte mi gelelim?” diye sordum. “Hayır,sen yalnız gel,” diyerek aşağı doğru gittiler.
Muzaffer’in evini pencereden görebiliyordum.Odalarının ışığı yanıyordu.Henüz yatmadıkları belliydi.Evlerinin kapısından içeri girinceye kadar onları izledim.Şakir ile bir durum değerlendirmesi yaptık.Nasıl davranmam gerektiğine karar vermeye çalıştık.Yan odada yatan Turgut Bey’in de fikrini almalıydık.İkimiz birden Turgut’un odasına gittik.Kapıya elimle birkaç kez vurdum.Turgut derin bir uykuda olmalıydı. “Bir yandan da “Turgut Bey,” diye sesleniyordum.Az sonra Turgut uyandı.Kapıyı araladı. “Ne oluyor yahu,bu saatte ikiniz birden neden ayaktasınız?” diye sordu.Durumu anlattık.Bir an duraksadı. Sonra, “Senin tek başına gitmen doğru değil,hep birlikte gidelim,” dedi. “Ama onlar benim tek başıma gelmemi istediler” dedim. “Onların ne istedikleri önemli değil,üçümüz birlikte gidelim,” diye önerisini yineledi.Bu kez ben itiraz ettim. “Turgut bey niyetlerinin ne olduğunu bilmiyoruz.Beni tek başıma çağırdıklarına göre ben yalnız gitmeliyim.Hocalar bizden korkuyorlar dedirtmeyelim.Eğer beni korumak isterseniz,hep birlikte Muzaffer’in evine kadar gidelim.Siz kapıda bekleyin.Onlara görünmeden kapının önünde durun.İçeriye ben yalnız gireyim.Eğer içeride kötü bir durumla karşılaşırsam, bağırarak size haber veririm.O zaman müdahale edersiniz. Anormal bir durum olmazsa ben pencereyi açıp kapayarak durumu size iletirim.Siz de sessizce eve gidersiniz.”Her ikisi de bu önerimi beğenmediklerini söylediler.Buna rağmen, benim ısrarım karşısında durumu kabul etmek zorunda kaldılar.Elbiselerimizi giyindik.Ceketimin iç cebine bir ekmek bıçağı yerleştirdim.Turgut’un el fenerini aldım.Saat on ikiye geliyordu.Hep birlikte dışarı çıktık.
Kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyordum.İki arkadaşımın arasından yokuş aşağı inerken içimin titremesini bastırmaya çalışıyordum.Muzaffer’in evi yokuşun başlangıç noktasındaydı.Evin bitişiğinde de yaşlılar kahvehanesi yer alıyordu.Yol boyu,evlerin duvarlarına yakın bir konumda yürüdük.Böyle yapmakla pencerelerden bakan birilerinin görüş alanının dışına çıkmayı amaçlıyorduk.Muzaffer’in evinin önüne yaklaşınca Turgut ile Şakir, kendilerine uygun bir yer bularak durdular.Orada benim işaretimi bekleyeceklerdi.Ben, Muzaffer’in evinin kapısına yaklaşırken, kendimi karşılaşabileceğim en kötü olasılığa hazırlamaya çalışıyordum.Kapının önünde durarak derin derin soluklandım.Heyecanımı ve titrememi bastırmaya çalıştım.Ama kalbimin seslerini duyabiliyordum.Kulaklarımdaki uğultunun şiddeti, çevreden gelecek normal sesleri duymamı engelleyecek ölçülerdeydi.Kapının üzerinde sallanan kilit kolundan tutarak güçlü bir şekilde vurdum.Çok geçmeden, içerideki ikinci katın tahta merdivenlerinde birisinin ayak sesleri yankılandı.Ayak seslerinin toprak zeminde çıkardığı boğuk pıtırtılardan, gelen kişinin kapının arkasına ulaştığını anladım.Kapının arkasındaki kös çekildi.Gıcırtı ile açılan ağır kapının aralığından, güçlü bir el fenerinin ışığı yüzüme düştü.Işıktan kamaşan gözlerimle, kapıyı açan kişinin Muzaffer olduğunu görebildim.Yüz ifadesinden bana karşı tavrının ne olacağını tahmin etmeye çalıştım.Kısa bir an göz göze geldik.Yüzünde,içten mi,yapmacıktan mı olduğunu anlayamadığım bir gülümseme vardı. “Buyur hocam,” dedi ve içeri girmem için kenara çekildi.”Sesi duygusuz gibi geldi.Hafifçe bir çatallık sezdim sesinde.Dost mu,düşman mı olduğunu hala ayırt edemedim.Geçmem için daha çok kenara çekilirken, “buyur,buyur,seni rahatsız ettik herhalde, ama kusura bakma,” diyordu.Sesinde ve davranışlarında açık bir kin ve düşmanca bir tavır yok gibiydi.Kararlı bir adımla içeri girerken ,” bu çağrı nereden çıktı Muzaffer?” diye sordum.Kapıyı arkamdan kapattı ve kösü yerine sürdü.Kapı içeriden kilitlenmişti.Dar bir girişten ilerleyerek ikinci kat merdivenlerine ulaşılıyordu.Dikkatle ilerledim.Elim her an bir saldırıyı karşılamak üzere, iç cebimdeki büyük ekmek bıçağının sapını sıkı sıkıya kavramıştı.Oysa arkamdan gelebilecek bir saldırıya, hiçbir şekilde karşılık veremeyeceğimi adım gibi biliyordum.Ama böyle davranmak az da olsa bana cesaret veriyordu.Merdivenlerin üst basamağına kazasız belasız ulaştım.İkinci kattaki sahanlığın ayakkabı ile dolu oluşu beni bir ölçüde rahatlattı.Bu kadar çok insanın olduğu bir ortamda kötü bir davranışla karşılaşmam uzak bir olasılıktı.Kapı önünde durdum.Kapıyı Muzaffer’in açmasını bekledim.Arkamdan, “hocam,gir,gir,”dedi.Kapıya iki kez hafifçe vurduktan sonra açtım.Odada en az on kişi vardı.Odada gözüme ilk çarpan kişiler, cami hocası ile sağlık memuru Zeki oldular.Onları görünce içimin aydınlandığını hissettim.Bir anda benliğimi saran korku ile karışık,varsayımlara dayalı kötü senaryolar yok oldu.Gülümseyerek selam verdim.Hepsi ayağa kalktılar.Tek tek ellerini sıktım.Aza Emin de oradaydı.Tokalaşma sırası ona geldiğinde, hiç beklemediğim bir hareketle, ellerimi dudaklarına götürerek öptü.Bu hareketini engelleme fırsatı bulamamıştım.Bu arada, “sana yaptığımız kabalık için özür diliyorum,bir cahillik ettik,bizi affet hocam,” dedi.Şaşırdım.İçimden,’tanrım, şu insan oğlu ne anlaşılmaz bir varlık,bazen yanlış yapsalar da, içlerindeki insanlık cevherinin daima üstün geleceğine, bundan daha iyi bir örnek olabilir mi?’ diye düşünüyordum.Emin’in elleri ellerimdeydi.Her iki elimle birlikte sıkıca sarıldım.Yüzüne baktım. “Ne yapıyorsun Emin kardeş,” dedim. “Senin yaşın benden çok büyük.Niçin elimi öpüyorsun?Hepimiz hata yapabiliriz.’Kul beşer,elbet bazen şaşar’ demişler.Olur bazen böyle şeyler.Ben size asla kırgın ve küs değilim.Olanları çoktan unuttum.Biz birer kardeşiz.” Ne yufka yürekli bir adamdım.Gözlerim yaşardı.Boynuna sarıldım.Hemen hemen aynı sahneyi Muzaffer’le de tekrarladık.Odada bulunanların tümü duygulanmışlardı.Hoca ile Zeki bey’in arasına oturdum.Uzun bir süre konuşamadım.Sonra sıra ile merhabalaştık. Hoca duruma açıklık getirmek için olmalı, “Biliyorsunuz bu gece kandil.Kandilimiz mübarek olsun.Bu gecede küsler barışmalı,kırgınlıklar ortadan kalkmalı.Bu bakımdan Emin ve Muzaffer ile yaşadığınız tatsız olayın izlerini tümüyle silmenin en güzel zamanı.Bu kutlu gecede hem tanrıya şükredelim, hem de kırgınlıklara bir son verelim istedik.”Diyerek konuşmasını tamamladı.Şimdi durum tamamen aydınlanmıştı.Bana haksızlık ettiklerinin bilincine varan Emin ile Muzaffer,bu kutsal gecede benim gönlümü alarak, kendilerini tanrı katında affettirmek istemişlerdi.İçimde bir mutluluk sevinci vardı.Şu an beni rahatsız eden şey,oldukça soğuk bir havada, beni korumak için beklemekte olan Turgut ile Şakir ‘e, durumu nasıl bildireceğime bir türlü karar veremememdi.Suskunluğum hocanın dikkatini çekti. “Bilal Bey, seni rahatsız eden bir durum mu var?” diye sordu.Bir anda doğruyu söylemenin en çıkar yol olduğuna karar verdim. “Evet,” dedim. “Turgut ile Şakir kapının önünde benden bir haber bekliyorlar.Beni tek başıma göndermemek için kapıya kadar benimle geldiler.Sakıncası yoksa onlar da bize katılabilir mi?”Bir an birbirlerine baktılar.Beklemedikleri bir durumdu.Herkesten önce sağlıkçı Zeki Bey yanıt verdi. “Ne sakıncası olabilir?Elbette bize katılmalarından mutluluk duyarız.Hemen gelsinler. Benim tek başıma gelmemi ev sahibi olarak Muzaffer istemişti.Onları çağırmak da ona düştü.Muzaffer dışarı çıkarken,ben de izin isteyerek pencereyi açtım ve yavaşça seslendim. “Turgut Bey ,her şey yolunda,siz de içeri gelin,Muzaffer kapıyı açmak üzere.”
Bir süre sonra arkadaşlarım da geldiler.Bana yapılan karşılama töreni çok az bir farkla onlarla da tekrarlandı.Oturduk.Hoca, uzun uzun insanlar arsındaki ilişkilerden, dince günah ve sevap olarak nitelenen eylemlerden söz etti.Zaman zaman biz de fikirlerimizi dile getirdik.Bu arada isteyenler, namaz kılarak dini inancının gereğini yerine getirdi.Gece için özellikle hazırlandığı belli olan harika yemekler yenildi.Sabah yaklaşıyordu.Okula gidebilmemiz için dinlenmeye ihtiyacımız vardı.İzin istedik.Anlayışla karşıladılar.Sıcak esenlemelerle bizi yolcu ettiler.Bir kez daha halka hizmet etmenin, hakka hizmet olduğuna gönülden inandım.
Bulunduğum ortamın, insanı daha çok çalışmaya yöneltiyor olmasının verdiği hızla,yaptığımız çalışmaların bir çoğundan,kısa süre içerisinde olumlu sonuçlar almıştık.Okulda benliğimize işlenen ülkeye hizmet etme aşkı, daha ilk yılda dolu dolu karşılık bulmuştu.Ortam ve şartlar çalışmaya çok uygundu.Hizmete susamış Afşar Köyü halkı,yaptığım çalışmaların,verdiğim emeklerin,döktüğüm alın terinin tümünü hak ediyordu.Çünkü halk,anlatılanı dinliyor,anlamaya çalışıyor,düşünüyor ve inanırsa her yeniliğe sahip çıkıyordu.Bu uygun ortamın oluşmasında, aydın köy imamının katkılarını taktir etmemek olanaksızdı.Her olumlu önerimize kendi fikriymiş gibi sahip çıkıyor,başarılması için canı gönülden destek veriyor,etkin görevler üstlenmekten kaçınmıyordu.Bu bizim için iyi bir şanstı.
Hızlı bir tempo ile yürüttüğümüz çalışmalar günlerin ve haftaların geçiş hızını unutturmuştu.Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan yarı yıl tatili yaklaşmıştı.Sorunsuz yürütülen eğitim ve öğretim çalışmalarımız,öğrencilerde olumlu davranış kazanımlarını somut biçimde gözler önüne seriyordu.Bu arada uzun zamandır İhsan arkadaşımızı arayıp sormadığımızın farkına vardım.Hafta sonu Onları ziyaret etmemin iyi olacağını düşündüm.Şakir ‘de benimle gelebileceğini söyledi.Memnuniyetle karşıladım.
Cumartesi günü erken kalktık.Saat sekize geliyordu.Tıraş olup kahvaltı ettik.Komşulardan birer av tüfeği aldık.Bu hem yol güvenliği için hem de önümüze çıkabilecek av fırsatını değerlendirmek içindi.
Hava kurşun gibiydi.Bulutlar yakın tepelerin üzerlerine kat kat yığılmışlardı.Gri ve açık renkli bulutlar görkemli duruşlarını sürdürürken,siyahımsı olanlar her zaman olduğu gibi oynaklıklarını devam ettiriyorlardı.Bu oynak bulutlar, sanki bir yerlere ulaşmak için çok aceleleri varmış gibi yer değiştiriyorlardı.Bu moral bozucu havanın bizi etkilemesine izin vermeden yola çıktık.
Göksu deresi,her zamanki zümrüt yeşili duruluğunu koruyordu.Küçük yükseltilerin üzerinden dökülen suların oluşturduğu minik şelaleler,görülmeye değer manzaralar sergiliyorlardı.Derenin her iki yakasını süsleyen ağaçların aralarındaki karatavukların keskin çığlıkları,su sesine karışıyordu.Göksu’yu geride bırakarak yokuşa doğru tırmanmaya başladığımızda, bulutlar su koyvermeye başladılar.Bulutların bizi ıslatmaktan zevk alacakları görülüyordu.Hiç olmazsa emanet aldığımız tüfekleri korumalıydık.Namlulardan su girmesini önlemek üzere, tüfekleri omzumuza ters astık.Sıklaşan yağmur damlaları çok geçmeden toprak yolu ıslattı.Çamur halini alan kırmızımsı yol toprağı yürümemizi güçleştiriyordu.Mümkün olduğu kadar yol kenarının çayırlı alanlarından yürüyerek, çamurdan korunmaya çalışıyorduk.Düşünceli davranarak paltolarımızı yanımıza almış olmaktan memnunduk.Yolun zorluğunu unutturur umudu ile yanımıza aldığımız tüfekler, bize yük olmaktan başka bir yarar sağlamayacağa benziyordu.Bir süre sonra kayalık bir dönemece ulaştık.Kayanın yağmurdan bizi koruyacak kadar örtmeli bir yapısı vardı.Bu fikrimi Şakir ile paylaşmak üzere ağzımı açtığımda, yolun alt kenarından bir keklik sürüsü çıktı.Çok sayıda kınalı keklik ürkek erkek bize baktılar.Sonra paniğe kapılmadan, altına saklanmayı düşündüğüm kayanın üzerine doğru, sekerek uzaklaştılar.Keklikler de ıslanmışlardı.Tüyleri parlak griliğini yitirmişti.O nazlı,havalı ve de kınalı keklikler sinmiş,küçülmüş ve havalı hallerinden eser kalmamıştı.Sırtımızda ters asılı,ateşe hazır olan tüfeklerimizi doğrultup ateş etsek, en azından birkaç tanesini vurabilecek yakınlıktaydık.Ne benim,ne de Şakir’in içinde böyle bir istek vardı.Bir kendi durumumuza bir de onların durumlarına baktık.Benzer durumlarımız, bizim onlara bir zarar vermememiz gerektiğine inandırdı.Yağmurun havalarını bozduğu bu güzel yaratıkları uzunca bir süre izledik.Sonra düşündük ki bizim altına sığınmayı istediğimiz kayanın altına keklikler girmek isteyebilirlerdi.Şu an biz onlardan daha güçlüydük.Kaya altını onlara bırakmamız daha uygun olurdu.Kayalığı geride bırakarak yolumuza devam ettik.
Köyün altındaki son dik yokuşu tırmanırken sırtımız yağmurdan çok terden ıslanmıştı.Köyün içerisinde rastladığımız köylülerin meraklı bakışlarına aldırmadan okula yürüdük.Okulun bitişiğindeki evin sahibi ile ilk geldiğimde tanışmıştım.Evin önünde duruyordu.Selam verdik.Daha biz sormadan, “İhsan Bey ava çıktı,buyurun bizim evde oturalım,” dedi.Teşekkür ettik.Nasıl olsa lojmanda birileri vardır umudu ile yukarı çıktık.Okul bahçesinden lojmana doğru yürürken pencereden İhsan’ın kız kardeşinin bizi izleyen gözlerini fark ettim.Kapıda bizi sıcak bir tebessümle karşıladı.
Sırtımızdaki ıslak paltoları salonda çıkarıp astık.Tüfekleri bir başka odaya koyması için Seval’a verdik.İhsan’ın güleç yüzlü annesi gene bizi gülerek karşıladı.Elini öptük.Özlemini çektiğimiz annelerimizin yerine koymuştuk.Gösterişten uzak odanın penceresinin önüne sabitlenmiş sedire oturduk.Pencereden dışarı baktım.İç karartan bulutlar giderek inceliyor gibi geldi.Sanıyorum çok geçmeden hava açacaktı.
İhsan’ın annesi bizimle sohbet ederken, Seval durmadan içeri giriyor,dışarı çıkıyordu.Yemek hazırlamakta olduğu belliydi.Her içeri girişinde dikkatle bana baktığını hissediyordum.Ara sıra karşılaşan bakışlarımız beni rahatsız etmeye başladı.Çünkü Seval’in bakışlarındaki anlamı sezebiliyordum.Bu bakışlar karşısındaki insanı etkilemeyi amaçlayan anlamlı bakışlardı.Kendimi zorlayarak bu bakışlardan kaçınmaya çalışsam da çok başarılı olamadığımı itiraf etmeliyim.İçten içe gülümseyen,karşılık beklediğini ifade eden davetkar bakışlar, benim içimde de kıpırdanmalara neden oluyordu.Bu arada dikkatim dağıldığı için,konuşmaları tam olarak anlayamıyor, bu yüzden karşılık vermekte zorlanıyordum.Bu durum beni zora sokuyordu.Şimdi dakikaları bile geçirmekte güçlük çekerken, bir günü nasıl sona erdireceğimi bilemiyordum.Nasıl davranmalıydım?Ne yapmalıydım.Arkadaşımın kız kardeşi ile duygusal bir ilişkiye girmekten rahatsızlık duyuyordum.Bu duygunun sırtıma yüklediği ağırlık altında neredeyse eziliyordum.Bu böyle devam edemezdi.Bir çare bulmalıydım.
Tuvalete gidecekmiş gibi izin alıp dışarı çıktım.Seval de arkamdan geldi.Salonun bir köşesinde duran içi su dolu ibriği bana uzattı.İbriği verirken bilerek elime dokundu.Parmaklarımın ucundan tüm vücuduma bir ateş dalgası yükseldi.Bir an göz göze geldik.Boğazıma doğru bir ateş topu yükseldi.Ağzım kurudu.Benden önce O konuştu. “Seni seviyorum,lütfen beni anla,ayıplama ne olur..Duygularımı karşılıksız bırakma,beni geri çevirme..”Adeta yalvarıyordu.Sesi tir tir titriyordu.Onun titremesi bana da geçti. “Lütfen yapma Seval,” dedim. “Ben henüz böyle bir ilişkiye ve evliliğe hazır değilim.Mesleğe yeni başladım.Önümde askerlik var.Gerçekleştirmek istediğim bazı planlarım var.Yüksek okula girip bir süre daha eğitimime devam etmeyi düşünüyordum.Bu durumda ben sana ne söyleyebilirim?Senin bu güzel duygularına nasıl bir karşılık verebilirim?Hem belki biliyorsundur,ben aleviyim.Ailen bu konuda ne düşünür onu da bilemem.Sen çok güzel ve çok iyi bir arkadaşsın.Senin duygularınla asla oynayamam.Seni üzmek istemem.İleride ne olur, şimdiden bir şey söylemek olanaksız.Her şeyi zamana bırakalım.Bırak bu güzel arkadaşlığımız aynen devam etsin.Birbirimizle dostluğumuzu sürdürelim.Ben sonu evlilikle bitmeyecek bir ilişkiye giremem.Hele senin gibi,en yakın arkadaşımın kız kardeşi ile gönül eğlendirmeyi hiç aklımdan geçirmem.Haydi bu konuyu bir daha açmamak üzere kapatalım.Arkadaşlığımız kaldığı yerden sürsün.” Güzel gözlerine bir hüzün çöktü.Ağlamakla gülmek arası gitti geldi.Belki söylediklerime itiraz etmeye hazırlanıyordu.O’na bu fırsatı vermedim. “Haydi şimdi lütfen içeri gir,annen merak eder,”dedim.Omzuna hafifçe dokundum.Odaya doğru zorlamak istedim.Ne yapmaya çalıştığını anlamadan aniden boynuma sarıldı.Yüzünü omzuma gömerek hıçkırdı.Tanrım,bu ne kadar zor durumdu benim için.Bir yandan bu ailenin bana olan güvenlerini sarsmamak istiyor,öte yanda boynuma sarılan genç kızın kalbini kırmamak için ne yapacağımı bilemediğimden bocalıyordum.Kararlı bir şekilde iki kolundan tutarak,kırıcı olmamaya da özen göstererek kendimden uzaklaştırmaya çalıştım.Burada durmak benim için tehlikeli olmaya başlamıştı. “Yapma,Seval, ne olur böyle davranma,” diyerek dışarı fırladım.
On dakika kadar dışarıda okul kapısının önünde bekledim.Heyecandan titreyen bedenimin sakinleşmesi uzun sürdü.Bahçe duvarının aşağısındaki çeşmeye giderek yüzümü yıkadım.Havanın kasvetli görünümü gitmiş,bulutlar yükselmişti.Güneş batı yönünde bulutların arasından arada bir görünüyor,ışık demetleri,yeryüzünde sarı benekler oluşturuyordu.Lojmana geri döndüm.
Bir süre Şakir ile İhsan’ın annesi arasında geçen konuşmaları dinledim.Aslında kulaklarım hiçbir şey duymuyordu.Dinler gibi yapıyordum.Aklım biraz önceki sahnede kalmıştı.Akşam olmadan Afşar’a geri dönse miydim,diye düşünüyordum.Burada gece kalma riskini göze almak istemiyordum.Davranışlarım önceki doğallığını yitirmişti.Yüzümde,şeklini hiç sevmediğim bir maske taşıyormuşum gibi geliyordu.İhsan da nerede kalmıştı? Burada olması odanın havasını değiştirebilirdi belki.Bir süre sonra elinde bir tabakla Seval içeri girdi.Yüzüne baktım.Gözlerini saklamaya çalışsa da ağladığı anladım.Annesi de durumu fark etti. “Gözüne ne oldu kızım? “diye sordu. “Soğan doğradım,biliyorsun anne,soğan beni her zaman ağlatır,”dedi.Sesindeki alaycılığın altında gizlemeye çalıştığı hüznü,sanıyorum yalnız ben fark ettim.Gözüm dışarıda eve yaklaşmakta olan İhsan’a takıldı. “Hah,işte İhsan geliyor,” dedim.Konu kendiliğinden değişmişti.
O gün,çok istememe rağmen Afşar’a geri dönemedim.Ertesi gün Pazar olduğuna göre, geri dönmek için ne söyleyebilirdim?Okula yakın bir komşu, durumu kurtarmaya,bilmeyerek yardım etti.Bizi evine davet etti.Severek kabul ettik.Zor durumda kalabileceğim ortamdan uzaklaşmak çok iyi geldi.Gece geç saatlere kadar sohbet ettik.Kağıt oynadık Şakir ile birlikte yatıya kalmamızda ısrar etti.Aslında ısrar etmese de kalmayı ben istiyordum.Sabaha kadar gözüme uyku girmedi.Şafakla birlikte kalktım.Ev sahibi neden böyle erken kalktığımıza bir anlam veremese de kahvaltıyı hazırlattı.Adama teşekkür ederek izin istedik.Artık geri dönmemizin önünde bir engel yoktu.İhsan’ın annesi hiç olmazsa akşama kadar kalmamız için epeyce ısrar ettiyse de, önümüzdeki haftanın planlarını yapacağımızı ileri sürerek, gitmek zorunda olduğumuzu söyledik.Saygıdeğer teyzenin elini annemiz kabul ederek öptük.Seval sessiz ve durgundu.İçinden geçenleri dışa vurmak istemediği açıktı.O’da annesi gibi,”hiç olmazsa akşama kadar kalsaydınız,”dedi.Bahanemiz hazırdı.Vedalaşmak üzere uzattığı elini uzun bir süre bırakmadım. “Hoşça kal Seval,”dedim.Gözleri nemlendi.Fısıltılı bir sesle, “Güle güle,yine bekleriz.”dedi.Bu görüşmemizin son görüşme olduğu belki de içine doğmuştu.Son olarak, “kendine iyi bak,” dedi. Geri döndüm, “sen de,” diyebildim.Aşağılara doğru hızla yürüdüm.
Aralığın son haftasında hava birden soğudu.Önce şiddetli bir yağmur ardından kar geldi.İnsanlar kışa hazırlıklıydılar.Kışlık odunlar yeteri kadar temin edilmiş,kırılmış ve istiflenmişti.Okulun kışlık yakacak gereksinimi her yıl ekim ayında temin edilirmiş.Orman idaresinin resmi izni ve bir orman koruma memurunun gözetiminde yapılan kesimler sırasında,okul için de bir pay ayrılması bir gelenek haline gelmiş.Bu yılda aynı yol izlenmiş ve okulun ihtiyacı olan odun, ekim ayında okula getirilmişti.Güzden bacalar temizlenmiş,sobalar kurulmuştu.Havaların soğuması ile kurulu sobaların ateşlenmesine de başlandı.
Karın yağdığı haftanın ortalarında,öğrenci devamsızlığında önemli bir artış tespit ettik.Öğrenci devamsızlığının nedenlerini araştırdım.Elde ettiğim bilgilere göre köyde,bilhassa çocuklar arasında salgın bir hastalık vardı.Gözlemlediğim ve dinlediğim kadarı ile birkaç hastalık birden ortaya çıkmıştı.Boğmaca küçük yaştaki çocuklar arsında yaygındı.Kızamık ve grip de büyük bir salgın haline gelmişti.Öğrencilerimizden çoğu ya kızamığa yada boğmacaya yakalanmışlardı.Buna bir önlem almak zorundaydık.Muhtarla konuyu görüştüm.Köyün durumunu bildiren ve bir sağlık ekibi gönderilmesini isteyen bir dilekçe yazarak kaymakamlığa gönderdik.Dilekçeyi köy bekçisi elden götürdü.Zaten posta ile gönderme olanağımız yoktu.Bir yandan dilekçemizin olumlu bir yanıt bulmasını beklerken, öte yandan hastalıkların yayılmasını önlemek için neler yapılması gerektiğini hem öğrencilerimize, hem de köy halkına anlatmaya çalışıyorduk.Bu arada kar da aralıklarla yağmaya devam ediyordu.Köyün bucak ve ilçe merkezi ile olan bağlantısı tamamen kesilmiş durumdaydı.Bu durum bizi kaygılandırıyordu.Çünkü yolların kapanması demek, köye gelecek yardımın engellenmesi anlamına geliyordu.Dilekçeyi ilçeye ulaştırdığımızın üzerinden iki gün geçmişti.Yolların ulaşıma kapalı olduğu haberleri yayılıyordu.Umutsuz bir bekleyiş içerisinde üçüncü güne girmiştik.Okul bahçesinde oynayan öğrencilerin,ilçe yolundan birilerinin gelmekte olduklarını bildiren sesleri üzerine dışarı fırladık.Karın tamamen kaybettiği yolun,çalı ve ağaçlarla sınırlanan alanı içerisinde kalmaya dikkat ederek ilerleyen bir grayder ile onu takip eden bir vilis cip, köye doğru ilerlemeye çalışıyordu.Bir an içim doldu.Dağ başında yalnız olmadığımızın sevincini yaşadım.Demek ki bazen biz kendimizi bu dağ başlarında tek başımızaymış gibi hissetsek de muhtaç olduğumuzda yardımımıza koşacak bir güç vardı.
Önde grayder,arkada cip, okulun önünde durdular.Cipten önce,orta yaşlı,uzun boylu ve sert görünümlü biri indi.Diz boyunu geçen karları yara yara bize doğru ilerledi. “Hoş geldiniz,” dedik.Kendini tanıttı.Taşkent bucak müdürüymüş.Kaymakamlığa yazdığımız dilekçe,gereği yapılmak üzere kendilerine gönderilmiş,O da derhal bir sağlık ekibi alarak yola çıkmış.Beyaz sağlıkçı gömlekleri giyinmiş dört genç görevli, bucak müdürünün ardından cipten inerek okula yürüdüler.Beyaz gömleklerinin üzerine kalın paltolar giymişlerdi.Bunlardan iki bayanın hemşire, kalan iki erkeğin de doktor olduklarını öğrendik.Okula buyur ettik gelenleri.Bucak müdürü,grayder ve cip sürücülerine “köye kadar ilerleyin,köy halkına sağlık ekibinin geldiğini bildirin.Uygun bir yere hasta olanların ve sıfır on iki yaş arasında çocukların getirilmesi sağlansın,” dedi.Görevlileri dinlenmeleri için müdür odasına davet ettim.Müdür hepsi adına konuştu. “Önce çocukları görelim,sonra dinleniriz,” dedi.Ekip birinci sınıfa girdi.Çocukların hemen hepsi öksürüyordu.Hemşireler yanlarında getirdikleri çantaları açarak aşı yapmaya başladılar.Doktorlar tek tek çocukları muayene ediyor ve onlara bedava ilaçlar vererek nasıl kullanacaklarını söylüyorlardı.Birinci sınıfın işlemleri bitmek üzereyken muhtar,sağlık memuru ve köy bekçisi okula geldiler.Doktor, sağlık memuru Zeki Bey’e bazı sorular yöneltti.Köydeki durum hakkında bilgi edinmek istediği belliydi.Duyduklarından sonra kendilerinin çağrılmasının çok yerinde bir karar olduğunu,gerçekten de çocukların büyük bir bölümünün,hastalıklarının ciddi olduğunu söyledi.İlk tedbir olarak, okulun üç gün süreyle öğretime ara vermesi gerektiğini bildirdi.Müdür de aynı görüşteydi.Okuldaki öğrencilerin muayeneleri ve aşıları tamamlandıktan sonra öğrencileri evlerine gönderdik.
Saat on iki otuz civarındaydı.Muhtar görevlilerin yorgun ve aç olacaklarını düşünmüş olmalı ki evine davet etti.Okul ile köy arasındaki yol, biraz önce grayderin açmış olmasına rağmen gene karlıydı.Yolun iki yanında yüksekliği yarım metreden daha fazla olan kar birikintisi vardı.Havanın ayaza çekmesi durumunda bu karın ilkbahara kadar erimeyeceğine kuşku yoktu.Bu görüntüler kış mevsiminin Toroslardaki doğal bir yansımasıydı.
Yemekten sonra saat ikiye doğru yaşlılar kahvehanesine gittik.İçerisi tamamen doluydu.Biz içeri girince ortada yanmakta olan büyük sobanın çevresinde oturanlar,konuklara yer açmak üzere ayağa kalktılar.Toplu olarak sobaya yakın masalardan birinin çevresine oturduk.İçilen birer kahvenin ardından doktorlar, gelen hastaları büyük küçük demeden muayene etmeye başladılar.İki hemşire ise ağılanması gereken çocuklara aşı yapıyorlardı.Köylülerin hepsi,hazır fırsatını bulmuşken muayene olmak istiyorlardı.Hiç ara vermeden yapılan çalışmalar dörde doğru bitirildi.Çok geçmeden akşamın karanlığı bastıracaktı.Gelenler karanlığa kalmak istemedikleri için gitme hazırlığına başladılar.Yanımızda sakin sakin oturmakta olan bucak müdürü,aniden oturduğu yerden kalktı.Çevremizde oturmakta olan köylü vatandaşların başlarına örttükleri beyaz bereleri toplamaya başladı.Ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık.Bir anda yirmiye yakın bere topladı.Sıranın kendilerine gelmekte olduğunu anlayan insanlardan bazıları,ya aceleyle dışarı çıktılar,yada berelerini ceplerine sakladılar.Bucak müdürünü şaşkın gözlerle izliyorduk.Müdür, ellerini dolduran bereleri sobanın üst kapağını açarak içerisine attı.Kendi kendine konuşur gibi, “bu köye henüz cumhuriyet yasaları girmemiş anlaşılan,kafalarda bu feslerle dolaşmanın suç olduğunu bilmiyor musunuz?Bir de Afşar köyünün örnek köy olduğu söylenmişti.Örneklik böyle mi oluyor? Eğer örnek olmak istiyorsanız her şeyinizle örnek olmalısınız.Çağ dışı kıyafetlerle örnek olunmaz.Bir daha hiç kimse, cami dışında kafasına takke makke geçirmesin.Bu bir uyarıdır.Bir daha böyle bir manzara ile karşılaşırsam, berenizin yanması sizi hapise atılmaktan kurtaramaz.Bu böyle biline.” Dedi.
Neye uğradığını anlamayan köy insanları birbirlerini tepelercesine dışarı kaçışıyorlardı.Bir kaçı kapıya sıkıştı,ezilme tehlikesi atlattı.Bir anda ortalık karmakarış olmuştu.Beresini bucak müdürüne kaptıranlar,boş bakışlarla ve zoraki gülümseyerek olanları izliyorlardı.İnsanların kimi beresini cebine saklayarak,kimi de dışarı kaçarak kurtarmayı başarmışlardı.Bir süre sonra ortalık yeniden duruldu.Her şey eski haline döndü.Müdür sandalyesine otururken muhtar, “iyi ettiniz müdür bey,elinize sağlık” dedi. Başı her zaman açık gezen cami hocası “ sayın müdürüm,bizim insanlarımızın hepsi cumhuriyete yürekten bağlıdırlar.Atatürk’ün getirdiği yenilikleri içtenlikle benimsemişlerdir.Şu an başlarından topladığınız bereler, yasalara karşı gelinmek için değil,günde beş vakit namazlarını kılarken, başlarına geçirmeyi alışkanlık haline getirmiş oldukları giysileridir.Günlük işlerinin başında ya şapka giyerler yada başları açıktır.Cami kahvehanenin bitişiğindedir.Namaz zamanını burada bekleyenler, başlarına bere takmışlardır.diye yatıştırıcı bir konuşma yaptı.Gerçekten de bu sözler müdürü bir ölçüde yatıştırmış gibiydi.Hoca biraz daha konuşmasını sürdürmeyi düşünüyor olmalıydı.Konuşmak için ağzını açmak üzereyken müdür yine ayağa kalktı. “Her ne amaçla olursa olsun,devrim yasalarına aykırı davranışlar asla hoş görülemez.Belki bu insanlar art niyetli olmayabilirler.Herhangi bir art niyet güdülmese de, yapılan hataları önlemek için, onları uyarmak da benim görevimdir. Ben kişisel düşüncelerimin değil, T.C. yasalarının uygulanmasını isterim.Diyerek konuşmasını tamamladı.Sonra, “gidelim artık,”diye sağlık görevlilerine seslendi.Hep beraber dışarı çıktık.Halkın bir kısmı kahvehanenin önünde bekliyorlardı.Birbirlerine bir şeyler söyleyerek gülüşüyorlardı.Müdürün dışarıda görülmesiyle sesler kesildi.Tedirgin bakışlarla olanları izlemeye koyuldular.
Önce grayder çalıştı.Müthiş bir gürültü ile birlikte,bacasından gökyüzüne simsiyah bir duman yükseldi.Arkasından cip çalıştı.Önce hemşireler ve doktorlar,en son da bucak müdürü cipe bindiler.Grayder alttaki bıçağını belli bir seviyeye kadar indirerek hareket etti.Yolda yükselen karı kenara itelerken,açılan yolda, cip de arkasından ilerliyordu.Okulun önündeki dönemeçte gözden kayboluncaya kadar gidenleri izledik.Köylü ile baş başa kalmıştık.Göcek Halil, “ulen bu ne biçim müdürmüş yahu? Deli mi ne?Niden sen bizim bereleri be.”diye kızgınlığını dile getirdi.Köylüler, bereleri yanınca başları açıkta kalan insanlarla alay ederek kahkahalar atıyorlardı. Muhtar, “bu bizim müdür biraz deliymiş Halil emmi, “dedi. “Aslında bu uçak kullanıyormuş.Yani senin anlayacağın pilotmuş zamanında.Sonra bir kaza geçirmiş,uçağı düşmüş ama kendisi atlayıp kurtulmayı başarmış.Bir daha buna uçma izni vermemişler.O da emekliliğini istemiş ve bucak müdürü olmuş,yakında kaymakam olacağı söyleniyor.”
Muhtarın bu anlattıklarının ne derece doğru olduğunu bilmiyordum.Bilmek de istemem,çünkü hiç önemi yok.Önemli olan bir devlet adamının devrim yasalarına bu kadar bağlı olduğunu gözler önüne sermesiydi.Açıkça belli etmesem de bu küçük göz dağının iyi olduğunu düşündüm.Çünkü, çok masumane görünen bazı düşünce ve davranışların, giderek kronikleşen bir soruna dönüşme olasılığı her zaman vardır.Geçmişte çoğu kez,ülkenin başına bela olan gerici kalkışmaların,zamanında önlem alma basiretini gösteremeyen sorumlu devlet adamlarının, aciz tutumlarından cesaret alarak geliştiği ve çok acı olayların yaşanmasına neden olduğu, tarihi bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.Bu gün, inançlarının gereğini yerine getirirken kendilerini giymek zorunda hissettikleri çağ dışı giysileri,bir gün inançlarının esasıymış gibi algılayarak,ona göre giyinmeyi vazgeçilmez bir davranış biçimine dönüştürmeyeceklerini kim garanti edebilir?Oldukça yeniliklere açık olan bu köy halkına,inancın örtünmeyle bir ilişkisinin olmadığı gerçeği,pek şık bir hareketle olmasa bile,müdür tarafından anlatılmış oluyordu.Öğretmenler olarak bizler, yeni yetişmekte olan nesillere, en açık ifadelerle bu konuları anlatıyor ve benimsetiyorduk.Yetişkin insanların da bunları biliyor olmasının daha anlamlı olacağı kesindi. Bu görevi keşke cami hocası üstlenebilse diye düşündüm.Çünkü yetişkinlerle bire bir muhatap olan kişi hoca idi.Nitekim olayın yaşandığı günün sonrasında camide bir vaazını bu konuya ayırmıştı. “Müdürün dediği gibi, bere yalnızca camide giyilmeli,isteyen başı açık olarak da namazını kılabilir.Bunun dinimizce hiçbir sakıncası yoktur,” dedi.
Sağlık ekibinin çalışmaları,köydeki salgının önlenmesinde etkisini hemen gösterdi.Sağlıklı insanların hastalık kapmamasına yönelik tedbirler,halk tarafından oldukça iyi uygulanıyordu.Hasta olanların ayrı odalarda bakılmasına ,onların kullandığı eşyaları diğerlerinin kullanmamasına önem verilince salgının önü de kısa sürede alındı.Çok geçmeden okulda ve köyde yaşam normale döndü.Yarıyıl yakındı.Bir şubatta başlayacak olan yarıyıl tatilinde beş altı aydır uzak kaldığımız memleketlerimize gideceğimiz için, tatilin gelmesini iple çekiyorduk.Geçmek bilmeyen zamanı hızlandırmak üzere kendimizi çalışmalara verdik.
Yirmi sekiz ocak günü başlayan kar, aralıklı olarak üç gündür devam ediyordu.Kar kalınlığı köy içerisinde yarım metreden fazlaydı.Yükseklerde bir metreyi geçtiği söyleniyordu.Bir şubat günü için ilçeden gelmesini istediğimiz arabanın geleceğinden umudumuzu kesmiştik.Karayolları karla mücadele araçlarının, yolları açmasını beklemekten başka çare olmadığını düşünmek moralimizi bozuyordu.Gözlerimiz karın kesilmesini beklediğimiz havada,kulaklarımız yolların açılma müjdesini verecek insan seslerinde, tedirgin bir bekleyiş içindeydik.Bir şubat gününü böyle geçirdik.Akşama kadar kahvehanede bir araba gelmesini bekledik.Ne hava açıldı, ne de yol.Köylüler gidemediğimiz için üzüldüğümüzün farkındaydılar ama bizi teselli etmeye çalışmaktan başka, ellerinden de bir şey gelmiyordu.
Akşam ve gece sıkıntılı geçti.Eğitmen Ahmet Bey’in, bizi neşelendirmek için anlattığı yeşil fıkralar ve sulu şakalar bile bizi fazla güldüremedi.Gideceğimizi umut ederek yakmadığımız sobaların soğuk yüzlerine bakarak yataklarımıza uzandık.Bir sonraki güne ertelediğimiz yolculuk umudunun sıcaklığında gördüğümüz düşlerde, bizi almaya gelen bir çok araç görerek sabahladık.
Sabah erkenden uyanmama rağmen sıcak yatağımdan kalkmak istemedim.Kalksam ne yapacaktım?Şakir’e baktım uyuyordu.Sırt üstü uzandığım yerden damın kararmış ağaçlarını saymaya başladım.Ağaçlar,yıllar boyu toprak damdan sızan sularla sararmış,bozarmış ve kararmıştı.Henüz sobaların kullanılmaya başlamadığı zamanlarda,duvarlara açılmış olan ocaklardan tüten dumanla islenmiş olmalıydılar.Dökmelikler doğallığını koruyorlardı.Budaksız ve düzgün olan genç çam ağaçlarının yalnızca kabukları soyularak, duvardan duvara uzatılmışlardı.Beni bir süre oyalayan damın dökmelerinden, bakışlarım dışarılara kaydı. Karlı yollarda, memlekete doğru uçarcasına gitmenin tatlı hayaline kapılmıştım.Kapının tıkırtısı ile kendime geldim.Dinledim,kapıya vuruluyordu.Saate baktım.Dokuza yirmi vardı.Yataktan çıkarak kapıya doğru yürürken Şakir uyandı. “Günaydın,kapıya vuruluyor,”dedim.Dışarı, “kim o?” diye seslendim.Köy bekçisi Veli’nin sesi geldi. “Hocam ben Veli,köye bir araba geldi,gitmek isterseniz bekletelim.Şehre geri dönecek.”Aman tanrım,bu adam ne diyordu böyle?Gitmek istersek miş? Yahu iki gündür,ellerimizde çantalarımızla kahve köşelerinde araba bekleyen biz değil miyiz?İnşallah şaka değildir diye düşünerek kapıya fırladım.Bekçi kapının önünde bizden gelecek yanıtı bekliyordu. “Veli efendi,tabi gideceğiz,sen arabanın yanına git,bizim için beklet,başkalarına söz vermesin sakın,”dedim. “Tamam hocam,sen merak etme.Köyümüzden Sarının Ahmet’in eşi hastaymış da onu getirmiş ilçeden.Geri bomboş dönecekti,sizin için eğledik.”Geri döndü ve karda açılan dar yolaklardan aşağı yürüdü.
Sevinçle içeri koştum.Turgut Bey’in kapısını yumrukladım.Az sonra kapı açıldı.Gözlüklerini takmaya fırsat bulamayan Turgut’un, göz kapaklarının yumruk gibi şişmiş olduğu görülüyordu.Dinlenmediği belliydi.Konuşmasına fırsat vermeden, haydi çabuk hazırlan,köye araba gelmiş,”dedim. “Dalga geçme sabah sabah, ne arabası gelecek?” dedi.Durumu kısaca anlattım. Sonunda inandı ve sevinçle yüzü aydınlandı.Turgut memleketine gitmek için bizden daha çok acele ediyordu.Çünkü O,nişanlıydı.Nişanlısına bir an önce kavuşmak istemesinden daha doğal ne olabilirdi? Telaşla giyinmeye başladı.Odama geri döndüm.Şakir giyinmişti bile.Ne olup bittiğini duymuş olmalıydı.Gülerek, “şansa bak, dedi. “Dün akşama kadar araba bekledik,gelmedi.Bu gün sabah erkenden bir araba geldi,iyi yahu,hemen hazırlanıp yola çıkalım.”
Hazırlanmamız ve arabanın yanına inmemiz en çok yarım saat sürdü.Araba caminin önünde duruyordu.Havanın soğukluğuna aldırmadan, çoğunluğunu çocukların oluşturduğu kalabalık bir grup, meraklı gözlerle arabayı inceliyorlardı.Kahvehanenin önünden geçerken bizi gören sürücü arkamızdan yetişti.Selamlaştık.Genç ve esmer bir delikanlıydı.Daha önceki yolculuklarımızda birbirimizi görmüş olmalıydık ki yüzü hiç yabancı gelmedi.Cipin ayrı bir bagaj bölümü yoktu.Beş yolcu kapasitesine sahip olan cipe önce çantaları yerleştirdik.Birimiz öne şoförün yanına, ikimiz de arkadaki koltuklara oturacaktık.Biz bize olsak rahatça sığabiliyorduk.Ancak durumun bizim düşündüğümüz gibi olmadığını sonradan öğrendik.Bir karı koca, bizden çok önce arabanın yanına inmiş, şehre gitmeyi bekliyorlarmış.Bundan şoförün bile haberi olmadığını anladık.Çantalarımızı arabanın arka koltuklarının arasına yerleştirirken, öğretmenlerden başka hiç kimseyi alamayacağını söyledi.Yol bozuk,yokuş ve karlıydı.Güçlükle buraya ulaşabildiğini söylüyordu.Şehre ne zaman ulaşabileceğimizden emin değildi.Kadın, ısrarla çok hasta olduğunu ve mutlaka şehre, doktora gitmesi gerektiğini anlatıyordu.Biz sessizce olanları izliyorduk.Şoför ne kadar itiraz etti ise de,orada bulunan halkın da ısrarı ile, hasta olduğunu söyleyen kadını götürmek zorunda olduğunu kabul etti.Kadının kocasının hiç sesi çıkmıyordu.Belki karısının hasta olduğuna inanmıyordu.Duruşundan adamın zavallı biri olduğunu anlamak mümkündü.Şoför, “haydi binin arabaya gidelim” dedi.Turgut,Şakir ve karı koca eşler arkaya oturdu.Çantalar da ortaya yığılı olduğundan nefes alacak durumları kalmamıştı.Ben, şoförün yanındaki ön koltuğa tek başıma oturduğumdan yerim rahattı.Şoför arabayı çalıştırdı.İçerinin halini görünce canı sıkıldı.Kadınla kocasına dönerek, “bakın,” dedi. “Hasta olduğunuz için arabaya binmenize izin verdim.Taşkent’te sizi indireceğim.Daha ileriye götüremem.Bu halde Taşkent’e ulaşmamız bile zor ama,oraya kadar katlanacağız.” İki kere kornaya bastı.Yanına yakın duran çocukların uzaklaşması uyarısında bulundu.Hareket ettik.
Köy içerisinin yollarındaki kar incelmişti.Durmadan gelip geçen insanların ayakları altında erimiş olmalıydı.Yolun çıkışından itibaren yalnızca iki tekerlek izinden ibaret görünen yol içimizi ürpertti.Şu an içerisinde olduğumuz cipin, gelirken bıraktığı iki tekerlek izinden başka, yola benzer bir yer görünmüyordu.Her taraf bembeyazdı.Beyazın göz alıcı parlaklığında uzanan iki çizgiyi bile ayırt edebilmek zaman zaman güçleşiyordu.Bu yöreyi çok iyi bildiği her halinden belli olan şoför,tüm dikkatini toplamış,gözlerini sabit bir şekilde kendi arabasının yaptığı tekerlek izlerine odaklamıştı.Direksiyon simidini,elinden kurtulsa kaçacakmış gibi sıkı tutuyordu.Kafasını hiç oynatmadan,sadece güçlü kollarının kararlı hareketleri ile döndürdüğü direksiyon,bizim hayat sigortamız gibiydi.
Yarım saat sonra yol üzerindeki ilk köyde durduk.Şoför aşağı inerek tekerlekleri kontrol etti.Arabanın altına üstüne baktı.Her şey normal görünmüş olmalı ki bir sigara çıkararak ateşledi.Sigarayı derin nefeslerle körükledi.Ciğerlerine doldurduğu dumanı bir süre içinde tuttu.Az sonra, bacadan çıkarcasına bol ve mavi renkli sigara dumanını, çatal kraterlerden püsküren küller gibi ağzından ve burnundan havaya saldı.Biz içerinin sıcağından vazgeçmek istemiyorduk.Şoför sigarasını bitirinceye kadar oturmaya kararlıydık.Çene kemiklerimin sızladığını hissettim.Dişlerimden şakaklarıma kadar tüm çenem sızlıyordu.Bedenim bile taş kesilmiş gibiydi.Kapıyı araladım.İçeri hücum eden soğuk havayı ciğerlerime doldurdum.Soğuk hava taşlaşan bedenime iyi geldi.Damarlarımda dolaşan kanın hızlandığını anladım.Kendi kendime “bir daha bu kadar kasılmamalıyım,”dedim.
Arka koltuklarda oturan arkadaşlarımın, benden çok daha zor durumda olduklarından emindim.Buna rağmen sesleri çıkmıyordu.Sessizliği köylü karı koca bozdu.Adam,yumuşak bir ses tonu ile, karısını şehre gitmekten vazgeçirmeye çalışıyordu.Çocuklarının evde tek başlarına kalamayacaklarını söylüyordu.Daha fazla uzaklaşmadan,hemen burada arabadan inerek, geri dönmelerini öneriyordu.Kadın inatçı ve sertti.Asla geri dönmeyeceğini,eğer istiyorsa, kocasının tek başına köye dönebileceğini bağırarak söylüyordu.Konuşmaları önce sakin ve uysalcaydı.Çok geçmeden sertleşti ve kırıcı olmaya başladı.Erkeğin utanıp sıkıldığı belli oluyordu.Ama kadının sesinde ve davranışlarında bir kabalık ve arsızlık seziliyordu.Eşinin yalvarırcasına tavrına karşılık arı namusu bir tarafa atan kadın,ağzına geleni konuşmaya başladı.Artık kocasını istemediğini ve en kısa zamanda kendisinden boşanacağını söylüyordu.Ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bilemiyorduk.Kadının bedensel bir hastalığının olmadığını anlamıştık.Bu durumda biz ne yapabilirdik? Aralarını bulmak ve her ikisini de yatıştırmak için ne söyleyebilirdik?Turgut ile Şakir’in benden çok daha zor durumda kaldıkları açıktı.Çünkü, kavgaya tutuşan eşlerin kızgın nefeslerini, yüzlerinde hissediyorlardı.Tamamen zapt edilmez ve azgınlaşması engellenemez duruma gelen kadının bağırmaları sırasında, ağzından çevreye saçılan tükürükten, arkadaşlarım da bol bol nasiplerini alıyorlardı.Baktım ki durum giderek kötüleşiyor ve geri dönülmez yönlere çekiliyor, “lütfen biraz sakin olun “dedim. “Niçin birbirinizi kırıyorsunuz? Sorunlarınızı daha sakin bir şekilde çözebilirsiniz.” Şoför de konuşmaları işitmişti.Arabanın kapısını açtı.Arkada oturan karı kocaya sert bir ses tonu ile seslendi. “İnin aşağıya ! Dertlerinizi arabanın dışında çözün.Hocaları rahatsız etmeye ne hakkınız var?”Erkek sesini kesti.Kadın bir süre daha homurdanmasını sürdürdü.Sonunda o da sustu. Şoför sigarasını bitirmişti.Yerine geçerek arabayı çalıştırdı.Yol şartları gittikçe güçleşiyordu.Vücudumun yine kasılmakta olduğunu hissettim.Kendimi güzel şeyler düşünmeye zorladım.
Yol üzerindeki ikinci köyü de geride bıraktığımızda, yolun biraz olsun genişlediğini gördüm.Bu köye kadar başka taşıt araçları da gelmiş olmalıydı.Bu arada yükseklik arttıkça kar seviyesinin de yükseldiği seçilebiliyordu.Taşkent’e yaklaşmıştık.Yol şimdi kayalık ve çamlık bir dağın kuzey yakasından ilerliyordu.Daha yukarılar yalçın ve dik olduğundan ufuk çizgisi görünmüyordu.Sadece, bir kuyunun tabanından bakar gibi, en yüksek tepenin üzerinden, yarı kapalı gökyüzünü görebiliyorduk.Aşağılara bakmak için mangal gibi yürek gerekti.Öylesine bir uçurumdu ki, tabanı görünmeyen dereden yükselen selvi kavakların, tepe noktalarını seçebiliyorduk.Dar bir şeride benzeyen yoldan en küçük bir sapma, bizi bin parçaya bölerdi.Bunu bir an bile düşünmek bize soğuk terler döktürüyordu.Ne yukarılara ne de aşağılara bakmak istiyordum.Gözüm iki kalın çukur çizgiden oluşan yola bakıyordu.Arabanın kontrolü sanki benim elimdeydi.
Yolun,beni en çok düşündüren,en tehlikeli ve geçişi en zor olan bölümüne geldik.Burada, yukarılardan akan sular, yolu dikine keserek, küçük bir çağlayan oluşturuyor,sabit duran yuvarlak bir kayanın üzerinden aşağılara dökülüyordu.Sulu alanda kar yoktu.Yol tabanının,kaygan yerli kaya ve çakıl taşlarından oluştuğu görülüyordu.Yolun ortasında küçük bir gölet vardı.Şoför arabayı durdurdu,bir süre yolu inceledi.Yolu ortalayan kayanın neresinden geçmesi gerektiğine karar vermeye çalıştığını anladım.Kayanın üst tarafı arabanın sığmayacağı kadar dar görünüyordu.Alt taraf geniş olmasına rağmen, göl oluşturan suların derin olma ihtimali insanı korkutuyordu.Şoför sonunda bir karara varmış olarak arabayı hareket ettirdi.Tam suyun aktığı noktada,direksiyonu hafifçe aşağı kırdı.Tekerin biri gölcüğün içerisinden,diğeri kaygan kayalığın üzerinden ilerliyordu.Araba birden sarsıldı.Benim oturduğum tarafa yattı.Şoför havaya kalktı. “Aman dikkat et,” demeye zaman bulamadık.Küçük bir sarsıntı bize derenin dibini boylatabilirdi.Ben kapıyı açmaya zorladım.Kapı yan taraftaki kayaya dayanmıştı.Şoför vücudunu, yanındaki kapıdan dışarı doğru sarkıttı.Arkada oturanlar birbirlerinin üzerlerine yığılmışlardı.Aralarında çantalar olmasa kucak kucağa yatıyor olacaklardı.Arabanın motorunu susturan sürücü, tehlikenin boyutlarını kavramaya çalışıyordu.Hepimiz taş kesilmiştik.Yaşamla ölüm arasında sadece arabanın yaslandığı kaya kütlesi vardı.Onunda ne derce güvenli olduğunu bilmiyorduk.’Hayatımız pamuk ipliğine bağlıydı’ deyimi tam da şu an bizim durumumuzu anlatan bir deyimdi.En küçük bir sarsıntıda aşağılara uçabilirdik.Sırtımızı dayadığımız taş yerli mi,oynak mı bilemediğimizden korku muz giderek bir paniklemeye dönüşmekteydi.Şoför, tüm ağırlığını boşluğa bırakarak, arabanın denge noktasını kaybetmemeye çalışıyordu.Üzerinde yatarcasına durduğum kapıyı yavaşça zorladım.Bir karış kadar bir aralık oluştu. “Buradan çıkmaya çalışacağım,”dedim. Şoför, “Hoca çok dikkatli ol,arabayı oynatma,” diye beni uyardı.Bir kedi yumuşaklığı ile aralıktan dışarı uzandım.Önce ellerimi,kafamı,omzumu dışarı çıkardım.Daha sonra,sürünerek araba ile yaslı olduğu kayanın arasındaki boşluğa çıktım.Sırt üstü yatıyordum.Vücudumun yarısı ıslandı.Taşın alt kısmına geçtim.Şimdi durumumuzu daha iyi görebiliyordum.Arabanın yaslandığı taş yerli olmasa da büyük bir kütleydi.Arabanın ağırlığını taşıyacağa benziyordu.Havaya kalkan tekerleklerden tarafa dolandım. “Yaslandığımız taş çok sağlam,korkmayın,” dedim. “Şimdi şoförle ikimiz yukarı doğru asılırken sizde ağırlığınızı yukarı tarafa vermeye çalışın,arabayı düzeltelim.” Araba çatısını oluşturan sağlam demirlerin birinden tutarak asıldım.Ayaklarım yerden kesildi.Şoför de yanıma gelmişti. “Haydi,hep birlikte bizden tarafa yaklaşmaya çalışın,” dedi.Kendisi de benim yanımdan arabaya asılırken saymaya başladı. “Haydi,bir,iki,üüüç…”İçeridekiler tüm ağırlıklarını yukarı doğru verince araba ‘rap’ diye dört tekerinin üzerine oturdu.Kocaman bir ‘oh’ çektik.İçeride sıkışıp kalanlar kendilerini dışarı attılar.Köylü adam karısına çıkıştı: “Ben sana gitmeyelim demedim mi?Bir kıyıda geberip kalacağız.Şimdi hastalığını geçti mi?Ferahladın mı?” Kavga yeniden başlamak üzereydi.Şoför, “gene başlamayın.Taşkent’e yaklaştık.Oraya bir varalım,o zaman ne haliniz varsa görün.” Dedi.
Arabayı buradan kazasız belasız nasıl çıkaracaktık?Bir plan yaptık.Şoför arabayı geri geri yürütürken,biz de hep birlikte devrilmemesi için üst tarafından asılacaktık.Düşündüğümüzü aynen uygulayarak arabayı tehlikesiz bir yere çıkarmayı başardık.Bu geçidi bir geçtik mi kendimizi Taşkent’e ulaşmış sayabilirdik.Zira en tehlikeli yer burasıydı.Yolun bir bölümünü tesviye etmemiz gerekiyordu.Çevreden topladığımız taşları göletin içerisine atarak yolu düzlemeye çalıştık.Biraz önce yan yatmamıza neden olan çukuru taşla iyice doldurduk.Şimdi şoförün, tüm yeteneğini göstermesine sıra geldi.Arabasını çok yavaş hareket ettirerek ilerledi.Biz gene yukarıdan asılıyorduk.Sonunda bu en zor geçidi geçmeyi başardık.
Taşkent uzaktan göründü.Aramızda en çok bir kilometre kadar bir mesafe vardı.Yol geride bıraktığımız yerlere göre daha genişleyerek uzanıyordu.Önümüzde kısa fakat çok dik bir yokuş vardı.Şoför mümkün olabildiğince arabanın hızını artırdı.Motor parçalanacak gibi sarsılarak bağırıyordu.Yokuşu tırmanmaya başladık.Yokuşun ilk çeyreğini geçerken motor boğulmak üzereydi.Sürücümüz çevik bir hareketle vitesi küçülttü.Tekrar gaz pedalına yüklendi.Araba bir süre güçlükle ilerledikten sonra durdu.Olduğu yerde patinaj yapmaya başladı.Arkasını dereye doğru çeviriyordu.Bizdeki korku şoförde görülmüyordu.Direksiyonu arabanın kayma yönüne çevirerek denge kurmaya çalışıyordu.Bir müddet uğraştı,sonunda bu şekilde çıkamayacağını anladı. “Arabayı zorlama,biz inerek arkadan itelim,” dedim.Arabayı güçlükle kontrol ederek yavaş yavaş düzlüğe indirdi.Uygun bir yerde bizi indirdi.Yol buzlanmıştı.Kadın bir kenara çekildi.Biz üç erkek arabanın uygun yerlerinden tuttuk.Araba hareket etti.Gidebildiği yere kadar arkasından koştuk.İlk kaldığı yeri geçerken patinaja başladı.İtmeye başladık.Tekerlerin altından savrulan kar ve toprak yüzümüze birer tokat gibi iniyordu.Buna rağmen arkasından koşmaya devam ediyorduk.Yokuşun sonuna kadar, hiç elimizi bırakmadan arabayı iterek, düzlüğe çıkarmayı başardık.Çok yorulmuş ve soluk soluğa kalmıştık.Giysilerimiz tanınmaz haldeydi.Aşağıdan kadının gelmesini bekledik.Sonra her şey eski halini aldı,sessizce ilerledik.
Taşkent yerleşkesi,adının tam anlamı ile taş kentti.Çok yüksek ve sarp bir kayalığın üzerine kurulmuştu.Evlerin tamamına yakını taşlardan yapılmıştı.Yalnızca resmi binalar farklıydı.Bucağın ilçe ile arasını birleştiren yol,yerleşim alanının sonunda inanılmaz bir yapı ile başlıyordu.Önce sarp kayanın içerisinden geçen bir tünel,sonra en az iki yüz metre yükseklikten kayanın kesilmesi ile sağlanan, asma bir geçit tek çıkış yeriydi.Asma yolun aşağısında,biraz önce bin bir güçlükle Taşkent’e ulaşmak için kat ettiğimiz yolu takip eden, tabanı görünmeyen dere yer alıyordu.Asma yolun uçurumdan tarafı zayıf demir korkuluklarla çevriliydi.Taş yola ancak bir araba sığabilirdi.Karşılaşan iki araba buradan geçmek için, birbirini beklemek zorundaydılar.Tüm bu sert doğa koşullarına rağmen çevrenin doğal güzelliği bir harikaydı.Doğa vahşi ama bir o kadar da güzeldi.Göklere değercesine uzanan selvi çam ağaçları,dere yatağını dolduran selvi kavaklar,çeşit çeşit orman ürünleri, evleri gizleyecek kadar sık ve gürdü.Evlerin taş yığını gibi çirkin görünmesini, onları saran yeşillikler gizliyordu.Havası, suyu her şeyi ile güzeldi,Taşkent.Şimdi yeşille beyazın iç içe olduğu bu kasabadan bir an önce yola çıkmamız gerekiyordu.Daha gidecek yolumuz uzundu.Bu durumu anımsayınca arabaya doluştuk.
Taşkent’ e ulaşınca, şoför arabayı bir kahvehanenin önünde durdurmuştu.Kirlenen elbiselerimizi birazcık olsun temizlemek,elimizi,yüzümüzü yıkamak ve birer sıcak çay içmek iyi bir öneriydi.İtiraz etmeden kahvehaneye yürümüştük.Bu arada şoför, köylü karı kocaya kesin bir dille, buradan öteye bir adım bile götürmeyeceğini söylemişti.Adam çoktan razıydı.Kadın itiraz etmek istedi.Şoför kadını tersledi. “Hasta isen burada doktor da var,hemşire de.Eğer yola devam etmek istersen başka bir araba tut,canın nereye gitmek isterse oraya git.Ben hocaları Konya’ya götüreceğim.Haydi uzaklaş bakalım arabanın yanından.” Şimdi rahat bir yolculuk yapabilirdik.Yolların bundan sonraki bölümünün iyi olduğu söyleniyordu.Güle eğlene,şarkı türkü söyleyerek gidebilirdik.
Taşkent ile Hadim arasındaki yol, kara yolları ekipleri tarafından açılmıştı.Yolun her iki kıyısında biriken karların yüksekliği bir metreden fazlaydı.Stabilize yolun kasislerinin karla dolu olduğu dikkati çekiyordu.Köyle Taşkent arasındaki yolla kıyaslanamayacak kadar geniş ve düzgündü.Araba hiç zorlanmadan hızla yol alıyordu.Neşemiz yerindeydi.Bir süre, Taşkent’e kadar bizimle gelen karı kocanın ilişkileri üzerinde, yarı ciddi yarı şaka,çoğunluklada alaycı fikirler ürettik.Sonunda sanki evlilikte çok deneyim yaşamışız gibi,birbiri ile bağdaşamayacak kişiliklerin birlikteliklerinin, her zaman bu görüntüyü vereceği ortak yorumuna ulaşarak, konuyu kapattık.
Hadim ilçesi nüfus açısından da,gelişmişlik açısından da,Taşkent bucağından daha ileri düzeyde değildi.Yalnızca resmi binaların sayısı fazlaydı.Atatürk Bulvarı adı verilen , yarı bozuk, parke taş döşeli ana caddenin genişliği,Taşkent’in ana caddesinden daha dardı.Şehre ilk gelirken gördüğümüz ‘bulvar’ sözcüğü ile bir hayli alay etmiştik.Doğal yapı olarak da Taşkent’le büyük benzerliği olan ilçenin, tek farklı yanı,çevresini saran dağların, daha yumuşak hatlara sahip oluşu idi.Ağaçsız ve toprak bir tepenin güney eteklerine kurulu şehrin konumu,uzaklardaki dalgalı araziyi, kuş bakışı seyredebilecek yükseklikteydi.
Öğleden sonra saat ikiyi biraz geçerek ilçeye ulaştık.Günde bir kez kalkan Konya otobüsü çoktan gitmişti.Eğer başka bir araç bulamazsak, geceyi ilçede geçirmek zorunda kalacaktık.Nitekim garaj olarak kullanılan alanda bir tane bile taşıt yoktu.Umutsuz bir şekilde otele gitmek üzereyken,bizi köyden buraya getiren şoförden bir teklif geldi.Konya’da işi olduğunu,eğer gitmek istersek ellişer lira karşılığı, bizi Konya’ya kadar götürebileceğini söyledi.Otobüs ücreti kişi başına yirmi lira idi.Bizden ellişer lira isteniyordu.Birbirimize baktık.Üçümüzün de bu teklife sıcak baktığı, gözlerimizden okunuyordu.Tartışmadan kabul ettik.Çantaları henüz arabadan indirmemiştik.Acıkan karnımızı doyurduktan sonra yola devam kararı aldık.Günler kısaydı.Karanlık bastırmadan Konya’ya ulaşmalıydık.Kış mevsiminde gece yolculuğu tehlikeli olabilirdi.Üçe yirmi kala Konya’ya doğru uçarcasına yol alıyorduk.
Yol çoğu kez inişli çıkışlı ama genellikle de keskin virajlıydı.Düz iniş çıkışlar fazla sorun olmuyordu.Ancak virajlar hem hızımızı kesiyor,hem de savrulmalara neden oluyordu.Şoförün ustalığına diyecek yoktu doğrusu.Tam işinin uzmanıydı.Yol bulunca hızlanıyor,bozuk yerlerde gerekli önlemleri alıyordu.İlçeden otuz kırk kilometre kadar uzaklaşmıştık.Sorunsuz bir şekilde yol alıyorduk.Karı temizlenmiş olan yolun yüzeyi sert ve düzgündü.Bir tırmanmanın ardından sonra gelen düz alanda araba hızını artırdı.Sanıyorum hız kapasitesinin son sınırında ilerliyordu.Bu kesimlerde yer yer birikmiş suları bıçak gibi keserek yol alıyorduk.Tekerleklerin altından sıçrayan suların, kenarlardaki beyaz kar yığınlarını, kırmızıya boyadıklarını görebiliyordum.Düz yol bölümünün sonuna gelmek üzereydik.Yolun sağındaki trafik levhası, ileride başlayan keskin bir virajı işaret ediyordu.Tam levhanın önünden geçerken, öncekilerden biraz daha fazla olduğunu son anda fark ettiğimiz, bir su birikintisine daldık.Arabanın ön tekerleri derin bir çukura düştü.Sıçrayan çamurlu sular arabanın ön camını kahverengine boyadı.Görüş alanı bir an için sıfır oldu.Şoför sıkıca frene yüklendi.Araba kontrolden çıktı.Yan yan kayarken, şoförün ani bir refleksle direksiyonu çevirmesi sonucu, tekrar yola döndü. “Aman yavaşla ve durdur şu arabayı,” diye bağırdık.Şoför bir daha frene bastı.Araba bir topaç gibi birkaç defa kendi çevresinde döndü.Ben kesin bir şekilde devrilmekte olduğumuzu düşünüyor,devrilirken kafamı nasıl korumam gerektiğinin hesabını yapıyordum.Bir süre bilincimi kaybettim.Gözlerim görmez,kulaklarım duymaz oldu.Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum.Gözlerimin önünden yavaş yavaş, bir sis perdesinin kalkmakta olduğunu hissettim.Hiç birimizden ses çıkmıyordu.Şoförün elleri, hala sıkı sıkıya direksiyon simidine kenetlenmiş bir halde duruyordu.Arkaya dönüp baktım.Şakir ile Turgut, arabanın tente direklerine kenetlenmiş gibiydiler.İlk konuşan şoför oldu. “Oh be..,Paçayı kıl payı kurtardık.Az kaldı gidiyorduk.Tuh,Allah kahretsin böyle yolu.”Araba stop etmişti.Kapıyı açıp dışarı çıktım.Ayaklarım topuklarıma kadar çamurlu suya gömüldü.Yol tam bir balçık denizi gibiydi.Düz satıhta eriyen kar suları,toprak zemini kaygan bir çamura çevirmişti.Yolun kıyısındaki karlarla ayakkabılarımı temizledim.Arabaya baktım.Yönü ilçe tarafına dönmüştü.Gittiğimizin tam ters istikametine bakıyordu.Diğerleri de arabadan indiler.Yüzlerimiz sapsarıydı.Birer sigara yaktık.Soğuk hava bizi kendimize getirdi.Birbirimize geçmiş olsun dedik.Arabayı iteleyerek Konya yönüne çevirdik.Ayaklarımızı bir daha temizledikten sonra arabadaki yerlerimizi aldık.Şoföre, “lütfen dikkatli ol,geç gidelim ama güç gitmeyelim,”dedim.Aslında bunu söylemeye bile gerek yoktu.Şoför dersini almıştı.Karanlığa kalmadan Konya’ya inmeyi planlamıştık.Oysa biz Konya ovasına bile inmeden karanlık bastırdı.Artık ne zaman varacağımızın önemi kalmamıştı.Nasıl olsa Konya’da sabahlayacaktık. Karlı yolda yitirdiğimiz neşemizi,arabanın tekerleri asfalta değince bulduk.
Şubatın on beşi çok çabuk geldi.Ailemin yanında kaldığım yaklaşık iki haftanın nasıl geçtiğini anlayamadım.Köyümün çok özlediğim kış gecelerini doyasıya yaşadım.Eskiden olduğu gibi, gene her gece bir başka evde toplandık.Toplandığımız evlerde zaman zaman büyüklerimizin sohbetlerine katılıyor,bazen de gençler olarak, kendi aramızda oyun ve eğlenceler düzenliyorduk.Ne çok değişik oyunlarımız vardı.El üstünde yüzük,bu el kimin eli,vız vız,fincanda yüzük… Daha neler neler…Oyunları kaybedenlere verilen ceza genellikle taklit veya türkü okumaktı.Türkü okumak bir ceza olmaktan çıkar bazen bir ödül olurdu.Daha sonra da sıra türküsüne çevirirdik olayı.O zaman sesim güzel miydi,yoksa bana mı öyle gelirdi,bilmiyorum.Ama iyi türkü söylerdim. Birileri “haydi bir türkü söyle” dedi mi, hiç nazlanmadan söylerdim.Aslında bizim aile fertlerinin hepsi iyi türkü okurdu.Babam ileri yaşına rağmen bazen öyle bir türkü tuttururdu ki, koyunun kaval dinlediği gibi dinlerdik.Ağabeylerimden biri saz ustasıydı.Hem çalar hem söylerdi.Ötekiler de çok güzel sesliydiler.Köy halkı, bizim bu yeteneğimizin bir hak vergisi olduğunu söylerlerdi.Hele küçük kız kardeşim öyle güzel bir sese sahipti ki, kundakta ağlayan çocuklar, O’nun sesini duyunca seslerini keserlerdi.Çok yakın akrabalardan Halil amcalar ailece aşıktılar.Ailelerinin her ferdi çok güzel saz çalardı.Teyze oğlu Haydar Ali köyün destancısıydı.Nerede bir acıklı olay duysa derhal bir destan yakardı.Bu kadar yetenekli insanlar bir araya gelince, elbette tadına doyamadığımız anlar yaşardık.Yüz yaşına yakın bir ninemiz vardı.Sanki ayaklı kütüphane idi.Nasıl bir belleğe sahipti ki, o yaşında,Aşık Garip Hikayesini,Şah Senem’i,Kerem ile Aslı’yı, Yusuf ile Züleyha’yı,tüm türküleri ile bilir ve geceler boyu, radyolardaki arkası yarınlar gibi anlatır dururdu.Ninemiz anlatmaya başladı mı odayı dolduran kalabalıktan çıt çıkmazdı.Sanki ağzından kelime değil,süzülmüş oğul balı akardı.Anlatırken sıra türkülere gelince, “aldı Kerem,aldı Aslı” der, her türküyü melodisi ile söylerdi.Sanki yüz yaşında bir nine değil de, on sekizinde kız gibiydi.Sesi inanılmaz derecede güzeldi.Onu dinlerken zamanın durmasını dilerdik.Evlere dağılmayı hiç istemezdik.Sonunda hikaye biter,bizler de, her birimiz hikaye kahramanlarından birinin kimliğine bürünmüş olarak, evlerimizin yolunu tutardık.
Her Perşembe ve Cumartesi akşamları büyüklerimizin cem ayini olurdu.Cemlerde gecenin geç saatlerine kadar sohbetler edilir,aşıklar deyiş ve duazimamlar okur,bizlerde büyüklerimiz gibi iki dizlerimizin üzerinde onları dinlerdik.Kerbela olayı,emevi soyunun Ehlibeyt’e yaptığı zulümler anlatılırken,yüzyıllar öncesinde yaşanan bu olaylar,daha dün olmuş gibi acısını içimizde, hisseder gözyaşı akıtırdık.Sema dönenleri derin bir duygu seli içerisinde seyreder, arkasından kılınan halka namazından sonra, büyüklerin yanından ayrılırdık.Bu cem gecelerinde, hiç silinmeyecek bir şekilde benliğimize işlenen, evrensel bir ahlak ilkesi vardı:Eline,diline ve beline sahip olmak.Bu üç sözcükle özetlenen ahlak ilkesine sahip çıktığımız ölçüde, iyi insan olmanın temel koşullarını, yerine getirmiş sayılacağımız öğretilirdi.
O günlerde ulaşım olanakları çok kısıtlıydı.Motorlu taşıt araçları yok denecek kadar azdı.Hayvanlarla sağlanan ulaşımla da, her arananı her an bulma ve alma olasılığı yoktu.Köyün yalnızca bir bakkal dükkanı vardı.Muhtara ait evin, alt katının karanlık bir odasında,çay, şeker,kuru üzüm,incir,halkalı şeker gibi maddeler satılırdı.Halkalı şekerlere çocuklar bayılırdı.Akşamları,bir araya gelerek oyunlar düzenleyen gençlerden cezalı düşenlere bazen incir,üzüm,lokum,büsküvi alma cezası verirdik.Cezalı gençlerin bunları alacak paraları elbette yoktu.Ama onlar işin kolayını biliyorlardı.Evlerindeki ambardan bir iki ölçek tahılı bir torbaya akıtır,sırtladığı gibi doğru bakkala giderdi.İşte size para, değil mi?
Ömür boyu özlemini çekmekte olduğum,çocukluğum ve gençliğimin kış gecelerini,devam ettirdiğim yaşamımla birlikte,zamana karşı koyarak, bu güne kadar taşımanın bir yolunu bulabilseydim, asla yitirmek istemediğim yaşam kesitleri bunlar olurdu.Ama biliyorum ki,bu günün teknolojisiyle ne zamanı durdurmak, ne de yaşanılan her anı ömür boyu birlikte taşıyabilmek mümkün.Ancak belleklerde kalan izleri, ara sıra canlandırıp,hayalimizde yeniden yaşatmakla yetinmek durumundayız.Çalışmakta olduğum Afşar Köyü’ne geri dönerken,tüm geride bırakmak istemediklerimi belleğimde, birlikte götürdüm.
On altı şubat günü,meslekteki ilk eğitim ve öğretim yılının ikinci yarısına,bu kısacık tatilin verdiği yüksek moralle başladım.Gene şu an, ülkeme hizmet etme zamanıydı.Bütün gücümü bu kanala yönelttim.Kısa sürede okulun düzeni,birinci dönemdeki rayına oturdu.Hiçbir olumsuzluk olmadan devam ediyordu.Köy halkı ile ilşkilerimiz çok sıcaktı.Sözümüz dinleniyor,fikirlerimiz benimseniyor,önerilerimiz kabul görüyordu.Yasa dışı derneğin ortadan kaldırılması sırasında, yaşadığımız gerginlikler yüzünden aramız açılan, manifaturacı Muzaffer ile tekrar can ciğer dost olmuştuk.Yaptığına gerçekten çok pişman olduğuna inanıyordum.Davranışlarına izini vuran,bana karşı suçluluk duyduğunun yansımalarını görüyor,geçmişte yaşanılanları unutmasını söylüyordum.Bazen aşırıya varan ölçüdeki saygılı davranışlarının arkasında, bir art niyet yatıp yatmadığı kuşkusuna kapıldığım oluyordu.Ancak,sürekliliğini koruyan içten ve sıcak davranışları, bu kuşkularımın yersizliğini ortaya koyuyordu.Aza Emin ile de iyi sayılırdık.Aramızdaki yaş farkı onunla olan ilişkilerimize, bir sınır koymamızı zorunlu kılıyordu.Gene de, birkaç kere evine yemeğe davet ederek,yaptığı hatayı bağışlatmaya çalışması,duygularının içtenliğini anlatıyordu.
Halıcılık ve biçki dikiş kursları, son derece başarılı bir şekilde devam ediyordu.Bayan olan kurs öğretmenleri ile çok fazla bir araya gelemiyor olsak da,gelişmeleri yakından izliyorduk.Halıcılığa dayalı kooperatif kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştı.Kooperatif yönetiminin yaptığı ilk iş,dokunan halı örneklerinden bir kaçını Konya ve Isparta’ya göndererek, alıcıların ilgisini çekmeye çalışmak olmuştu.Çok geçmeden Ispartalı halı tüccarları köye damladılar.Dokunan halılar çok kaliteliydi.Uygun fiyatlarla çok sayıda halının satış bağlantısı yapıldı.Gelenler Afşar köyü’nde üretilecek halıların toptancısı olmak istiyorlardı.Artık köyde üretilen ipliklerin yeterli gelmeyeceği anlaşılınca Isparta’dan halı ipliği getirilmesine başlandı.En az on aile evlerine halı tezgahı kurdurdu.Daha bir çok aile de tezgah siparişi verdi.Halk halıcılığın çok karlı bir iş kolu olduğunu anlamıştı.Bu işe öncülük ettiğimiz için, bize minnet duyuyorlardı.Ülkemin bir köşesinde,az bir nüfusa karşı olsa da, iyi bir önderlik yaptığım için, kendimle gurur duyuyordum.
Bir cumartesi günü öğle saatlerinde Eğitmen Ahmet Bey bizi evine çağırdı.Ara sıra yemeğe çağırdığı olurdu ama genelde akşam çağırırdı.Bu gün gündüz saatlerinde çağırmasına bir anlam veremedik.Saat on üçe doğru yola koyulduk.
Ahmet Bey pencereden bizi görmüş olmalı ki kapının önünde bekliyordu.Çok şakacı biriydi.Her zaman yaptığı gibi birkaç esprili sözle buyur etti.Gülüştük ve karşılık vermeye çalıştık.Girdiğimiz odanın üç farklı yönünde üç pencere vardı.Her pencerenin önünde de birer sedir kuruluydu.Her birimiz bir pencere önüne oturduk.Böylelikle istediğimize göre dışarıyı seyredebilecektik.Benim oturduğum yerden Göksu ve Kazan Dağı görülüyordu.Ayrıca arkadaşım İhsan’ın çalıştığı köyün, birkaç evini de görebiliyordum.Benim bu manzarayı seyretmekten zevk aldığımı bilen arkadaşlar, her zaman bu pencere önünü bana bırakırlardı.
Bir süre havadan sudan konuştuk.Ahmet Bey aç olup olmadığımızı sordu.Aç değildik.Tatil günleri sabahları çok geç kalkar ve doğal olarak geç kahvaltı yapardık. “Öyleyse birer kahve içelim.”dedi.Eşine kahve yapmasını söyledi.Az sonra bol köpüklü dört orta kahve geldi.Bu arada Ahmet Bey’in her zamanki rahat tavırlarının olmadığını fark ettim.Gergin olduğu dikkati çekecek ölçüde belirgindi.Benimle göz göze gelmekten kaçınıyor gibiydi.Her zaman karşısındaki insanın gözlerinin içine bakarak konuşan Ahmet Öğretmen bu gün yere bakarak düşünceli ve dalgın bir halde konuşuyordu.Kahveleri içince fincanları ters çevirmemizi istedi.Nerden çıktıysa falımıza bakacakmış.Fala asla inanmadığımı biliyordu. “İşimiz fala mı kaldı?” dedim. “Olsun gene de bakalım bir bakalım,neler çıkacak?” dedi.Fincanları ters çevirdik.Bir süre sonra Turgut Bey’in fincanından başladı, fal bakmaya.Fincanı evirdi,çevirdi,yüzüne ciddi bir anlam vermeye çalışarak bir şeyler söyledi.Memleketi Ereğli’den,nişanlısından söz etti.Gülüp geçtik.Şakir’in fincanı üzerinde fazla durmadı. “Bir şey çıkmamış” dedi.Sıra benimkine geldi.Uzun bir süre fincana baktı.Söyleyeceklerini özenle seçmeye çalışan bir hali vardı.Sonra bazen soru yönelterek bazen önerilerden oluşan konuşmasına başladı. “Yakında memleketinden mektup aldın mı?” diye sordu. “Hayır,” dedim. “Pek yakında ya bir mektup yada bir haber alacaksın,”dedi. “Sevdiklerinden birinin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor,hiç düşmanınız var mı?” “Yok,” dedim. “Seni üzecek bir haber alacaksın,çünkü birinin başı dertte gibi görünüyor.Bu insan kadın da olabilir ve sen onu çok seviyorsun.”Gözünü fincandan ayırmadan konuşuyordu.Bunu benimle göz göze gelmemek için yaptığını anladım.Uzun uzun ve ısrarla kazadan,beladan ve üzüntülü haberden söz etmesi beni kuşkulandırdı.Doğrudan üzerine gittim. “Ahmet Bey sen bana bir şey söylemeye çalışıyorsun.Ama doğrudan söyleyemediğin için falın yarımına sığınıyorsun.Ne söylemek istiyorsan açık açık söyle.Beni daha fazla merakta bırakma.Ailemle ilgili bir şey öğrendin değil mi?Bana gelen bir mektup mu var?Benden önce açıp okudun mu yoksa?” Benim ısrarlı tavrım karşısında fal oyunu oynamaktan vazgeçti. Kaygılı bakışlarını bana çevirdi.Kısa bir tereddüt geçirdikten sonra kararlı bir tavırla konuştu. “Hoca fal mal diye anlatmaya çalıştım olmadı.İşin doğrusu şu:Çok sevdiğin biri bir kaza geçirmiş ama hemen söyleyeyim ki ölmemiş.” “Kim?” diye net bir soru sordum. “Kim kaza geçirmiş?” İçimde bir fırtına koptu.Ailemin tüm fertleri bir bir gözümün önüne geldi.Boğazıma bir şeyler düğümlendi.Kendimi acı bir habere hazırladım. “Lütfen açık konuş,her ne olduysa anlat” dedim.Birden, “Seval vurulmuş,”dedi. “Vurulmuş ama ölmemiş” Önce anlayamadım.Bizim ailede Seval adında biri yoktu. “Bizim ailede Seval yok,Sevim var,yengem,O mu vurulmuş?” diye sordum.Hayır hayır,şu senin arkadaşın İhsan Bey’in kız kardeşi Seval vurulmuş.”Tepemden aşağı kaynar sular dökülmüş gibi bedenimi bir ateş bastı.Yüreğimin üzerinden demir yüklü bir kamyon geçti.Midemden yukarı doğru bir ateş topu yükseldi.Konuşamadım.Boş boş bakındım,bir zaman. “Kim,niçin vurmuş?” diye,sonunda konuşabildim. “Bir öğrenci vurmuş,” diye anlatmaya başladı. “Piyes hazırlığı yapıyorlarmış.İhsan Hoca, çocuktan kendi tüfeğini lojmandan getirmesini istemiş.Kız kardeşi, ağabeyinin tüfeğini gelen öğrenciye vermiş.Çocuk şaka yapmak için tüfeği Seval Hanım’a doğrultmuş ve “seni vurayım mı abla?” der demez tetiğe basmış.Tüfek doluymuş.Seval Hanım’ın arkası çocuğa dönükmüş.Saçmalar ensesine ve saçlarının içerisine dolmuş.Derhal Konya’ya kaldırmışlar.Durumu iyiymiş. Hemen İhsan’ın çalıştığı Karatepe köyüne gitmek istedim.Ahmet Bey, “okulda kimse yokmuş,hepsi Konya ‘daymış.” Dedi.Uzun bir süre hiç birimiz konuşamadık.Anılar sıralandı belleğimde.Seval ile geçirdiğimiz ortak saniyeleri bile yeniden yaşadım.
Arkadaşlarım,sessizliği bozmadan üzüntümü paylaştılar.Daha sonra Ahmet Bey olayı ayrıntılarına varıncaya kadar yeniden anlattı.Bir zaman beni teselli etmeye dönük konuşmalar ardından da olayın yorumları yapıldı.Ahmet Bey yavaştan gerçek kişiliğini buldu.Anlattığı güldürülerle ortalıktaki ağır havayı dağıtmaya çalıştı.Anlatılanları anlamıyordum.Aklım hep Seval’deydi.İçim sıkıldı.Açık havanın iyi geleceğini düşündüm.Yalnız kalmak istiyordum.İzin istedim ayrılmak için.Kalmam için ısrar ettilerse de teşekkür ederek yanlarından ayrıldım.Dışarıda buz gibi bir hava vardı.Hafif bir ürperti geçirdim.Nereye olduğunu düşünmeden ayaklarımın beni götürdüğü yöne doğru yürüdüm.
İki hafta sonra İhsan’ın köye döndüğünü öğrendim.Tek başına geldiğini söylediler.Aynı gün ziyaretine gittim.Morali düzgündü.Seval’in tehlikeyi atlattığını söyledi.Tedaviye Ankara’da devam ediliyormuş.Çok yakında taburcu olup memleketlerine gideceklermiş.Sevindim.
Martta bulutların rengi değişti.Beyazımsı gri renkli bulutların yerini, kalın ve siyah bulutlar aldı.Bazı bulutlar yüksek dağları tam orta yerlerinden bir kemer gibi kuşatmışlar,bazıları da Göksu vadisini bir pamuk yığını gibi doldurmuşlardı.Nisanda,giderek yoğunluğu artan bulutlar parçalandı,kapladıkları alanlar küçüldü.Şimdi gökyüzünü daha çok mavi renkler süslüyordu.Güneş ışıkları artık, daha geniş alanları sarıya boyamaktalar.
Torosların ilkbaharı bir başka oluyormuş.Görmeyenin bunları hayal bile etmesi olası değil.Dağların dorukları,saçlarına ak düşmüş pirler gibi bembeyazlar.Tepelerden çok aşağılara kümelenmiş bulutlar, dağlara birer çelenk yapmışlar.Yaz kış, yeşil renklerini koruyan ağaçların renkleri, bir ton açılmış durumda.Ormanların içleri bin bir renkli çiçeklerle süslenmiş.Her dereden inci güzelliğinde sular çağıldamakta.Doğa sanki bir cennet.
Öğretim yılının yaklaştığı şu günlerde ilk kez bir kır gezisi düzenledik.Köyün yakınından akan dere üzerine çekilen sulama setinin yanında piknik yaptık.Henüz sulama başlamamıştı.Setin üzerinden dökülen billur gibi suların oluşturduğu küçük çağlayanı seyretmek, insana huzur veriyordu.
Çağlayanın alt tarafında,dökülen suları doğrudan görebileceğim bir konumda oturuyordum.Suların çağıltısı beni aldı götürdü.Yakın bir gelecekte ayrılmak zorunda olacağım ilk göz ağrım Afşar günlerimi, yeniden değerlendirmeye çalıştım.Belki de yaşamımda bir daha görme fırsatı bulamayacağım köyü,her ayrıntısı ile belleğime nakış gibi işledim.
Nisan sonunda karneleri dağıttık.Çocukların artan başarıları karne ve diploma notları ile tescil edildi.Okulda ve köyde sağladığım başarılardan gurur duyuyordum.Karneleri dağıtırken, tüm öğrencilerimi sevgi ile öperek uğurladım.Zaman zaman göz yaşlarımı tutamadım.Okul boşaldı.Dört arkadaş, yıl sonu yazışmaları için kolları sıvadık.Turgut Bey, mayısın üçünde askeri birliğine katılmak zorundaydı.Ben mayıs on ikide askerde olacaktım.Her ikimizin yeri aynı idi.Askeri eğitimlerimizi Isparta Er Eğitim Tugayı’nda tamamlayacaktık. “Isparta’da görüşürüz,” diyerek Turgut Bey’i uğurladık.İş Şakir ile bana kaldı.Okulun yıl sonu işerinin tümünü beş günde bitirdik.Okulun demirbaşlarını muhtara devrettim.Her şey aldığımdan daha fazla olarak yerli yerindeydi.Okula bu yıl kazandırdığım çok sayıda araç gereç vardı.Ben hepsini tek tek muhtarın görmesini istedim.Muhtar bakmak istemiyordu. “Aldığından çok daha fazlasını bıraktığından eminim.Saymaya gerek yok.Teslim kağıdını ver imzalayayım.”dedi.O iş de bitti.
Köyden ayrılma hazırlığına başladım.Mayısın on ikisinde birliğimde olmak zorundaydım.Eşyalarımı, aldığı kadar emektar tahta bavuluma yerleştirdim.Kalanı da bir torbaya doldurdum.Ev sahibinden kiraladığım yatağı geri verdim.Sıra vedalaşmaya geldi.
İlçeden çağırdığımız aracın yanına inerken,önce yaşlılar kahvehanesine sonra kalan ikisine uğrayarak,orada bulunanlara, “Allaha ısmarladık,” dedim.Kimi boynuma sarıldı,kimi tokalaşarak uğurladı.Köy meydanına büyük bir kalabalık toplanmıştı.Bir olay var diye düşündüm.Ne olduğunu anlamaya çalıştım.Olağanüstü bir şey görünmüyordu.Meğerse beni yolcu etmeye toplanmışlar.Yanlarına yaklaştığımızda elimdeki eşyaları alarak arabaya yerleştirdiler.Cami önünde sıraya geçtiler.Hepsi ile ayrı ayrı vedalaştım.Köyün ileri gelenleri sıranın sonundaydılar.Ormancı,sağlıkçı,cami hocası,ihtiyar heyeti ve en sonda da muhtar.Onlarla kucaklaştık.Gözlerimin nemlenmesine engel olamadım. Boğuk bir sesle, “hakkınızı helal edin,”dedim.Hepsi aynı anda bağırdılar. “Helal olsun.” Muhtar elimi bırakmadı. “Asıl sen hakkını helal et hocam.” Dedi. “Senin köye yaptığın hizmetlerin hakkını nasıl ödeyeceğiz?Senin hakkın bize çok geçti.Şimdiye kadar köyümüze gelenler, senin gibi çalışmış olsalardı, bizim köy küçük İstanbul olurdu.Güle güle git.Yolun ve bahtın açık olsun.” Konuşamadım.Elimi havada sallayarak arabaya bindim.Şoför yerinde hazır bekliyordu.Arabayı çalıştırdı.Bir kaç kez uzun uzun kornaya bastı ve hareket etti. Çok geçmeden, mesleğimin ilk göz ağrısı Afşar’ı geride bıraktık.İlk kez karşılaştığım insanlardan ve köyden ayrılmanın, bu kadar zor olacağını asla tahmin edemezdim.Uzun bir süre içten içe ağladım.
Büyüklerimizin askerlik anılarını dinlerken çoğu kez, anlattıklarının büyük bir bölümünün abartılı olduğunu düşünürdüm. Sivil günlük yaşamdan öylesine kopuk, öylesine akla ve mantığa aykırı şeyler anlatırlardı ki inanıp inanmamakta zorlanırdım. Şimdi askerlik sırası bana gelmişti. Anlatılanların ne ölçüde gerçekleri yansıttığını yaşayarak öğrenecektim.
Yola çıkmak üzere ailemle vedalaştım. Veda sahnelerine çok küçük yaşlarda, henüz üç dört yaşımda iken, çocuğu olmayan en büyük ağabeyimin eşinin beni kendi evladı gibi sahiplenip, oturdukları ilçe merkezine götürmeye başlamasından beri alışıktım. Ara sıra rastladığım, köy gençlerinin askere uğurlanma ve aile fertleriyle vedalaşma sahnelerine hiç benzemeyen bir şekilde, sanki şehre gidip aynı gün ya da en geç ertesi gün geri dönecekmişim gibi, yalın bir sesle “hoşça kalın” diyerek evden ayrıldım. Arkamda ne bir ağıt sesi vardı ne de tek damla gözyaşı. Çok gerekli olacağını düşündüğüm birkaç parça kişisel eşyamı yerleştirdiğim küçük valizi elime aldığım gibi yola koyuldum.
İlçede ilk işim askerlik şubesine uğramak oldu. Şubeden asker olduğuma dair bir belge ile trenlerde bedava yolculuk yapmamı sağlayacak olan sülüsü alarak askerliğin ilk koşulunu yerine getirdim. İstersem masrafını kendim karşılamak koşulu ile askerlik yapacağım yere otobüsle gidebilirdim. Ben askerliği sıradan bir vatandaşın yaşadıkları gibi yaşamak istiyordum. O nedenle trenle gidecektim. Bizim ilçeden benden başka Isparta Er Eğitim Tugayına gidecek birilerinin olup olmadığını bilmiyordum. Yalnızca Turhal ilçesinde oturan arkadaşlarımdan Mustafa’nın aynı yere gideceğini öğrenmiştim. Bunu öğrendikten sonra Mustafa ile bir araya geldik ve birlikte yolculuk yapmaya karar verdik. Mustafa kararlaştırdığımız gün trene Turhal’dan binecek, ben de Zile istasyonunda O’na katılacaktım.
Tren saatine kadar yapabileceğim herhangi bir iş yoktu. Öğleye kadar sokaklarda dolaşıp durdum. Rastladığım eş dostla kısa kısa da olsa sohbet edebilme olanağı bulmak bana oldukça moral kazandırdı. Saat on iki sularında, ilçeden beş kilometre uzakta bulunan tren istasyonuna gitmek üzere selağzı mevkiine geldim. İstasyonla ilçe merkezi arasında düzenli bir trafik akışı yoktu. Ulaşım genellikle at arabaları ile yapılıyordu. Görünürde henüz hiçbir at arabası ya da başka tür bir taşıt aracı yoktu. “Nasıl olsa arkamdan gelen bir arabaya binerim” diyerek yürümeye başladım. Araba gelmezse istasyona yürüyerek de gidebilirdim.
Yola koyulduktan on dakika sonra arkamdan bir at arabası yetişti. Arabanın üzeri tamamen insanla doluydu. Biraz daha sıkışık otursalar, belki bana da oturacak bir yer açılabilirdi ama ben istemedim. At arabasının biraz uzaklaşmasından sonra bu kez vagonu tahıl torbaları ile dolu bir traktör çıkageldi. Belli ki istasyonda bulunan Toprak Mahsulleri Ofisine tahıl götürüyordu. Durması için el kaldırdım, tam yanımda durdu. Sürücü koltuğunun yanına sıkışarak oturdum. Bozuk ve stabilize yolda sarsılarak ilerleyen traktörün üzerinden düşmemek için sürücü koltuğuna sıkı sıkıya sarıldım. Traktör tozlu yolda ilerlerken arkasında yoğun bir toz bulutu bırakıyordu. Bu tozdan bol bol nasiplenerek istasyona ulaştığımızda herhalde ben de tanınmaz bir hale gelmiştim.
Tren istasyonu çok kalabalıktı. Gar binasının bekleme salonu tıklım tıklım insan doluydu. Askere gidecek gençleri yolcu etmek üzere gelenlerin sayısı çok fazlaydı. Kıyıda köşede birbirlerine sarılmış vaziyette ağlayanlar vardı. Burada gurbet kavramı tam anlamıyla yaşanıyor gibiydi. Ben gurbete alışıktım. Olanları olağan bakışlarla izlerken, kendimi gurbet duygusunun yalnızlığına kaptırmadan, tren raylarına yakın bir yerde bulunan yüksek duvarın üzerine oturdum. Çevrede yaşananları dikkatle izliyordum. Sanki ben askere gitmiyordum, burada yaşananları izlemek üzere görevli biriymişim gibi kendimi olayların dışında tutmak istiyordum. Bu arada daha önce dinlediğim askerlik öykülerinin, şu an karşımda birebir yaşadığım olaylara ne derece uyduğunu anlamaya çalışıyordum. Şu andaki gözlemlerimle daha önce dinlediklerim arasında tam bir uyum vardı. Yani dinlerken abartı gibi gelen olayların abartılı öyküler değil gerçeğin tam kendisi olduğuna tanıklık ediyordum.
Saat on üç otuz sularında Samsun-Sivas hattında çalışan kömürlü tren düdüğünü uzun uzun çalarak istasyona girdi. Geniş bacasından fışkıran simsiyah kömür dumanına, kazanının birçok yerinden ve pistonlardan çıkan su buharını karıştırarak perona yanaştı. Peron tekti ve yüksekçe bir beton duvardan ibaretti. İnsanlar rayların üzerine düşme riskini göze alarak bu duvar üzerine sıralanmışlardı. Çuh çuh sesleri giderek azaldı ve sonunda sesler kesilince tren de durdu. Tam durma sırasında arkasına sıralanmış olan onlarca vagonun itme gücüne karşı koymaya çalışan tekerleklerden müthiş bir gıcırtı koptu. Ortalık bir anda karıştı. Genç, yaşlı, kadın, erkek tüm insanlar vagonlara hücum ettiler. Trenden inen insanlara bile izin verilmiyordu. Bağırış çağırış ve küfürler havada yankılandı. Boyunlara asılı kollar çözülmüştü. Şimdi herkes trende kendine oturacak bir yer bulma telaşına düşmüştü. Kimi kapılara, kimi pencerelere asılıyor, bulabildikleri en küçük bir boşluktan vagonlara girmeye çalışıyorlardı. Kapı önündeki didişmeler neredeyse kavgaya dönüşmekteydi. Ben hiç acele etmiyordum. Sanki bu trene binerek askere gidecek ben değildim ve bir başkasını yolcu etmeye gelmiştim. Ya da burada olup bitenleri gözlemleyip birilerine rapor sunacak biriydim. Ya da ben önemli biriydim de bana özel yer ayrılmış olduğundan, acele etmemi gerektirecek bir durum görmüyordum. Böyle aldırmaz ve gamsız duruşumun nedeni bu saydıklarımın elbette hiçbiri değildi. Ama biliyordum ki acele etsem de, başkaları gibi kendimi paralarcasına vagonun penceresinden veya kapısından girmeye çalışsam da sonucun değişmeyeceğinden emindim. Tren vagonlarının tamamına yakını dolu görünüyordu. Bu durumda erken girmek bana bir avantaj sağlamayacaktı. Onun için kafama koyduğum gözlemleri belleğime kazımaya çalışmak benim için daha anlamlıydı.
Gözlerim Mustafa’yı aradı. Trenin en ön vagonundan sona doğru, hepsine tek tek dikkatle bakarak tanıdık bir yüz aradım. Önden dördüncü sırada yer alan vagonun, orta kompartımanlarından birinin penceresinde, beni görebilmek için dışarısını bir radar titizliği ile inceleyen Mustafa’yı fark ettim. İki elimi birden sallayarak işaret vermeye çalıştım. Sonunda O’da beni gördü ve eliyle ‘gel’ dedi. Vagonların kapıları önlerinde yaşanan kargaşa henüz sona ermemişti. İki vagonun bağlantı aralığından ters yöne geçtim. Burada birkaç açıkgözün dışında kimse yoktu. Yüksek kapı koluna asılarak yukarı tırmandım. Vagonun koridorlarında, birbirlerine yapışmış insanlar, etten bir duvar gibi karşıma dikildi. Değil ileriye doğru yol almak, bulunulan yerden kımıldamak bile olanaksızdı. İçeride ne olduğu anlaşılamayan çok kötü bir koku vardı. Bu, ter kokusundan da çok öte bir şeydi. Sanki pis koku yayan her türlü nesne bir araya getirilerek buraya sıkıştırılmıştı. Pis kokulara karşı aşırı duyarlı olan midemde bir kaynaşma oldu. Çıkış kapısının yanında yer alan küçük pencereye burnumu dayadım ve derin derin soluklandım. Her ne pahasına olursa olsun bu kalabalığın ötesine doğru ilerleyerek Mustafa’nın bulunduğu kompartımana ulaşmam lazımdı. Koridor duvarına yapışık duran kalorifer çıkıntısına basarak ilerlemeye başladım. Kimilerinden açık açık özür dileyerek, kimilerinin yüzüne özür dileme anlamında gülücükler salarak, çoğu kez de insanların bir yerlerine basarak, ellerinde ve yanlarında bulunan çantalara takılarak yol almaya çalıştım. Kimileri bana anlayış gösterdi, kimi homurdandı, kimi de açıkça olmasa da içinden küfürler savurdu. Elbette benim hiç kimseyi isteyerek rahatsız etmek gibi bir düşüncem olamazdı. Ben bir yere ulaşmak için çırpınıyordum ve Mustafa’nın bulunduğu o kompartımana ulaşmalıydım. Birçok insanı rahatsız etme pahasına, sonunda varmak istediğim yere kapağı atabildim.
Kompartıman altı kişilik olmasına karşılık içeride sekiz kişi vardı. Ben dokuzuncu yolcu olarak içeri girdim. Diğerleri ile selamlaşırken Mustafa ile kucaklaştık. Elimdeki küçük valizi oturma yerlerinin üzerindeki parmaklıklı rafların üzerine fırlattım. Oturacak yer yoktu, pencere önünde ayakta durarak bu kez de dışarıyı seyre daldım. Trenin çevresinde sadece asker yolcu etmeye gelen ailelerin kaldığı görülüyordu. Dışarıda kalanlar yakınlarını son bir kez daha görebilmek umuduyla kompartımanların pencerelerine bakıyorlardı. Görmeyi başaranların son perdeden bağırarak içeridekilere bir şeyler anlatmaları boşunaydı; zira içeride kulakları sağır eden bir uğultu vardı. Pencerelerin tümünün açık olmasına rağmen içeride ki sıcak giderek boğucu bir hal almaya başladı. Terden sırılsıklam olmuştum. Sonunda hareket memurlarının düdük sesleri duyuldu. Tren istasyona girerken yaptığı gibi düdüğünü uzun uzun çalarak hareket etti. Yolcu uğurlayanların kimi ellerini, kimi mendillerini sallıyorlardı. Ağlayan anneler, ağıtlarını evlatlarına duyurmak isteseler de bu imkânsızdı. Kadın erkek birçoklarının yanakları gözyaşlarından ıslak ıslaktı. İçimden, ‘asker yolcu ederken ağlamak bir gelenek midir acaba?’ diye düşündüm.
Tren giderek hızını artırdı. Asker yolcu edenlerin büyük bir bölümü, bir süre trenle birlikte yol aldılar. Trenin hızına ayak uydurabilmek için koşanlar bile vardı. Arkamızdan gelenler, istasyonun son çıkış noktasından asıl yoluna girdiği noktadaki makasçı kulübesinde durdular. Artık bize yetişmelerinin olanaksız olduğunu anlamış olmalıydılar. Uzun bir süre, tren bir dönemeçte görünmez oluncaya kadar da aynı yerde beklediler.
Benim artık pencere önünde beklememi gerektiren bir durum yoktu. Karşılıklı oturan arkadaşları rahatsız ettiğimin farkındaydım. Geri çekilerek kompartımanın kapısına yaslandım. Burası daha rahat gibi geldi. En azından trenin sarsıntılarından önceki kadar etkilenmiyordum. Uzun bir zaman bu şekilde yolculuk yapabilirdim. Oturmaktan sıkılan arkadaşlarla zaman zaman yer değiştirerek Sivas’a kadar gidebilirdik. Ancak benim ayakta olmam arkadaşım Mustafa’yı rahatsız ediyordu. Zor anlarda pratik çözümler üretmesi ile tanıdığım arkadaşım kafasını gene çalıştırdı. Yerinden kalktığı gibi kompartımanın kapı üstü boşluğuna tırmandı. Boşluk bir insanın oturmasına uygun değildi. Mustafa boşluğa uzanırken, ‘burası tam bana göre, sen yerime otur ve Sivas’a kadar bana dokunma,’ dedi. Mustafa’nın boşalttığı yere oturdum; sorun çözülmüştü.
Saat yirmi bir sularında Sivas garına girdik. Tren durur durmaz, saatlerdir ayakta yolculuk yapan insanlar aşağı atlayarak rahat bir nefes aldılar. Bir işkenceden kurtulmuş gibiydiler. Sivas, bizi getiren trenin son durağı idi. Bundan sonra yola devam etmek durumunda olanlar, gidecekleri yöne göre aktarma yapmak zorundaydılar. Öncelikle Sivas’tan yola devam edeceğimiz trenlerin hareket saatlerini öğrenmemiz gerekiyordu. İlçemizden Sivas’a kadar aynı trende yolculuk ettiğimiz halde birbirimizi göremediğimiz bir öğretmen arkadaşımızla Sivas garında karşılaştık. O’da Isparta’ya gidiyormuş. Üç arkadaş bekleme salonuna girdik. Gişeler açık değildi. Bineceğimiz trenin peronlara giriş ve çıkış saatini salondaki büyük panodan öğrendik. Henüz trenin gelmesine uzunca bir zaman vardı. Bekleme salonu tıklım tıklım dolu olduğu için oturacak bir yer bulamadık; zorunlu olarak dışarıya çıktık.
Bize katılan Necati’de neşeli ve espritüel bir arkadaştı. Gar binasının yan tarafındaki çayırlık alanda üç dört saatin nasıl geçtiğini anlayamadık. Saat gece yarısı bir on beşte trenimiz perona girdi. Peronların parlak ışığı altında duran trenin yolcusunun çok kalabalık olduğu görülüyordu. İçimde başlayacağımız yolculuğun çok sıkıntılı geçeceğine dair bir his uyandı. Galiba Sivas’a kadar çektiğimiz zorluklardan çok daha fazlası ile karşılaşmaya hazır olmamız gerekti. Çünkü bu kez gideceğimiz yol çok daha uzundu. Buraya kadar altı saatlik yol kat etmiştik. Bu kez en az yirmi dört saat, belki çok daha fazla bir süre yol alacaktık. Bu kadar zaman ayakta yol almak olanaksızdı. Mutlaka bir önlem düşünmeli ve oturabilecek bir yerler bulmalıydık. Aramızda bir durum değerlendirmesi yaptık Tren durur durmaz her birimiz ayrı noktalardan trene binecek ve üçümüzün oturabileceği bir yer bulmaya çalışacaktık. Kararlaştırdığımız şekilde birimiz en önden, birimiz ortalarda bir yerden, diğerimiz de en sondan vagonlara daldık. Trenin bir yerlerinde tekrar buluştuğumuzda boş bir yer bulamamanın hoşnutsuzluğu yüzümüze yansımıştı. Sözle anlatmaya gerek bile kalmamıştı. Şimdi bir başka program yapmalıydık. Nerede yolculuk yapabileceğimizi düşündük. Koridorlar bile iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolu olduğuna göre bize fazla bir seçenek kalmıyordu. Ya vagonların dışarıya açılan kapı boşluklarında ya da iki vagonun birbirine bağlandığı körüklü alanlarda durmak zorundaydık. Körüklü bağlantıların olduğu yerlerde hem çok gürültü oluyor hem gelen geçen insanların yolu bir ölçüde engelleniyor hem de dışarıdan çok soğuk alıyordu. Kapı önü boşluklarında karar kıldık. Zaman geçtikçe bizden sonra trene binen yolcuların bizim kadar bile şanslı olmadıklarını görmek bir ölçüde bize yerimizi sevdirdi. Buralara iyi sahip çıkmamız gerektiğini anladık. Tren hareket ettiğinde hala kendilerini içeri atmaya çalışan yolcular vardı. Artık hiçbir yerde ayak basacak yer kalmamıştı. İnsanlar birbirlerinin sırtında yolculuk ediyorlar gibiydi. Yolcuların karşılaştıkları bu zor koşullar, görevlilerin dikkatini çekiyor ve bir parça vicdanlarını sızlatıyor mu acaba, diye düşünmekten kendimi alamadım.
Atlar gibi ayakta uyumaya çalışmanın, biz insanoğullarına göre bir eylem olmadığını, bu tren yolculuğu sırasında çok iyi anladım. Doğu ufku yavaş yavaş kızıla boyanırken biz hala ayaktaydık. Trendeki yolcu sayısı her istasyonda biraz daha artarak yolumuza devam ediyorduk. İnsanlar, yorgunluktan ve içinde bulundukları çok sıkıcı ortamdan son derece olumsuz yönde etkilendikleri için, kendilerine karşı yapılmamış olduğunu bilmelerine rağmen, bir başkasının her hareketinden nem kapmaya başlamışlardı. Biri diğerinin yavaştan ayağına dokunsa hemen bir bağrışma başlıyordu. Oysa bu ortamda bir başkasına dokunmamak olası mıydı? Balık istifi sıkıştırılmış bu ortamda kimin kolu size değiyor, kim ayağına bastı, kim dirseğini böğrüne kaktı, bilmek olanaksızdı.
Karaman’a yaklaşıyorduk. Yol oldukça rampa olduğundan tren, hızlı yol alan bir yaya gibi ancak ilerleyebiliyordu. Önünde bulunduğumuz koridorun başında birbirlerinin sırtına binmiş gibi yolculuk eden gençler arasında bi tartışma çıktı. Karşılıklı bağırmalarına rağmen konuyu tam olarak anlayamasak da tartışmanın yer darlığından çıkmış olabileceği kesin gibiydi. Tartışma giderek şiddetlendi ve kısa bir süre sonra da kavgaya dönüştü. Çevredekilerin ne oluyor demesine kalmadı, bir genç açık pencereden aşağı yuvarlandı. Pencereye oturmuş bir halde yolculuk yapan genç kendi hatasından mı düştü, yoksa tartıştıkları birileri mi aşağı attı, anlayamadık. Kısa bir süre sonra tren aniden durdu. Belli ki birileri imdat frenini çekmişti. Trende ne kadar görevli varsa aşağı indiler. Düşen genç bulunduğumuz yerden bir hayli gerilerde kalmıştı. Aşağıda ne olup bittiğini göremiyorduk. Bir süre koşuşturmacalar ve yüksek sesle konuşmalar devam etti. Daha sonra düşen yolcunun, kafası beyaz bir bezle sarılı olarak, iki tren görevlisinin arasında trene bindirildiğini gördük. Belli ki önemli bir şeyi yoktu. Tren tekrar hareket etti. Sonradan düşen gencin Adanalı bir asker adayı diğerinin ise Karslı olduğunu duyduk. Yer darlığı yüzünden kavga ettikleri söylendi. Bu olay ulaşacağımız ilk tren istasyonuna rapor edilmiş ve güvenlik görevlisinin hazır bulundurulması istenmişti. Treni ilk istasyonda dört polis memuru karşıladı. Kavgaya adı karışan gençler polisler tarafından götürülürken biz yolumuza devam ettik.
Zile’den ayrıldığımız saatin üzerinden yirmi dört saat geçmiş olmasına rağmen biz hala oturacak bir yer bulamamıştık. Uykusuzluk ve yorgunluk bizi canımızdan bezdirmişti. Bu şekilde devam edeceği anlaşılan tren yolculuğuna daha fazla dayanamayacağı anladım. Konya’da bu yolculuğu noktalamaya karar verdim. Mustafa ve Necati de aynı düşüncede olduklarını ve birlikte hareket etmek istediklerini bildirince Konya istasyonunda trenden indik.
Bir yıl Konya’nın Hadim ilçesinde görev yaptığım için şehrin yabancısı değildim. Daha önceleri de zaman zaman gecelediğim bir otele giderek kendimize yer ayırttık. Önce bir hamama giderek güzelce yıkanacak sonra dinlenmeye çekilecektik. Birliğimize bir gün geç katılmanın herhangi bir sakıncası olacağına ihtimal vermiyorduk. Bir daha buna benzer bir tren yolculuğuna asla razı olmayacağıma kendi kendime söz verdim. Bir buçuk günde çektiğim yorgunluk, ömür boyu unutamayacağım bir kesinlikle belleğime kazındı. Banyodan sonra rahat yataklara uzandığımızda, dokunmasalar üç gün boyunca hiç uyanmadan uyuyabileceğimi düşündüm. Böylesi bir yorgunluktan sonra bir yatakta uzanıyor olmanın ne büyük mutluluk olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum.
Bir gece önce saat on yedide uzandığımız yataklardan ertesi sabah dokuzda güçlükle kalkabildik. Deliksiz bir uyku çekmiştim. Uyandığımda kendimi dinlenmiş ve zinde hissettim. Tren yolculuğunu Konya’da sona erdirmekle çok iyi yaptığımızı şimdi daha iyi anlıyordum. Eğer Isparta’ya kadar aynı şekilde yolculuğumuzu sürdürmeye kalksaydım önemli ölçüde sağlık problemleriyle karşılaşacağım kesindi.
Elbiselerimizi giyinip kendimize bir çeki düzen verdikten sonra şehir turu yapmaya karar vererek otelden ayrıldık. Ben arkadaşlarıma kılavuzluk ediyordum. Konya Kalesi’ni, Alaaddin Tepesi’ni ve bazı Selçuklu eserlerini gördükten sonra, vitrinlerinin tamamında Mevlana motifleri ile süslü çeşit çeşit hediyelik eşyaların yer aldığı dükkânların önlerinden ana cadde boyunca yürüyerek Mevlana Türbesine ulaştık. Türbenin önü her zaman olduğu gibi kalabalıktı. İnsanların büyük bir kısmı da yabancı turistlerdi. Konya’ya gelmişken Mevlana’yı görmemek olmazdı. Gerçi ben daha önce birkaç kez gezmiştim ama arkadaşlarımın da görmelerini istiyordum. Sıramız geldiğinde yabancı bir ziyaretçi grubu ile birlikte türbeyi ziyaret ettik. Anadolu aydınlanmasının önemli bir halkasını oluşturan bu büyük tasavvuf insanının huzurunda duyduğum iç huzuru, ruhumu karartan birçok olay ve düşünceden sıyrılmamı sağladı. Hacı Bektaş Veli’yi, Yunus Emre’yi ve bunlar gibi daha pek çok gönül adamını bağrında yetiştiren bu toprakların, kısa bir süre için bile olsa bekçiliğini üstlenmek üzere olduğumuzun gurunu yaşadım. Bu ziyaretin ardından artık gönül rahatlığı ile Isparta’ya gidebilirdik.
Isparta, yerleşim konumu ve doğa yapısı açısından gerçekten güzel bir kentti. Çevresini saran gül bahçelerinden yayılan gül kokusu, insanları şehre girmeden çok önce karşılıyordu. İlk kez gördüğümüz bu şehri biraz olsun tanımaya çalışmadan askeri birliğimize katılmayı doğru bulmadık. Kısa bir zaman diliminde Isparta hakkında bilgi edinmeye çalıştık. Edindiğimiz ilk bilgilere göre, ünlü halı dokumacılığının yanında, aynı derecede öneme sahip gülyağı üreticiliği, halkın en önemli uğraş alanlarından biriydi. Bu konularda yapılan çalışmaların, Isparta’nın
gelir düzeyini yükseltmiş olduğu izlenimi edindik.
Isparta, kuzeyde fazla yüksek olmayan dağlara sırtını dayamıştı. Dağların ormanlık olduğu görülebiliyordu. Güneyinde ise alabildiğine uzayıp giden bir ova yer alıyordu. Sulama kanalları ve kanaletleri ile örülü ovanın sulama sorunu çözülmüş olmalıydı. Şehrin yakın çevresini saran meyve ve sebze bahçelerinin düzenliliği bilinçli bir tarım uygulandığının açık bir kanıtı olarak karşımızda duruyordu.
Askeri birlik, Isparta-Eğirdir karayolu üzerinde geniş bir alana yayılmıştı. Şehir merkezine yaklaşık iki kilometre uzaklıkta yer alan tugayın nizamiyesi bu karayoluna açılıyordu. Şehre gelişimiz sırasında otobüsten gördüğümüz kadarıyla askeri birliğin kapladığı alan bir park kadar bakımlıydı.
Birliğimize teslim olmaya karar verdiğimizde şehirde yapmak istediğimiz en son eylem bir berbere gidip asker tıraşı olmaktı. Üçümüz birlikte fazla gösterişli olmaya bir berber dükkânına girdik. Berber koltuğuna önce Mustafa oturdu, sonra ben. Berber yılların verdiği tecrübeyle saçlarımızın hangi kısalıkta kesileceğini iyi biliyor olmalıydı. Zira saçları nasıl yapması gerektiğini sormaya gerek görmeden işe başladı. Tıraş makinesinin hareketi ile yol yol kesilen gür saçlarımın ilk destesi dizlerimi örten beyaz bezin üzerine düştüğünde içerimde bir yerlerin acıdığını hissettim. Uzun zamandan beri unuttuğum, bilincimin görünür tarafından bin bir güçlükle uzaklaştırdığım ve benliğimin bir parçası olmaktan çıkardığım karamsarlık, kendine güvensizlik duygusunu yeniden tattım. Öğretmen okulu yıllarımda edebiyat alanında yakaladığım başarı ile telafi edebildiğime inandığım aşağılık duygusu, bir kez daha ve etkili bir biçimde, içimi yeniden kemirmeye başladı. Henüz üç dört yaşlarımda iken bir kaza sonucu yaralanan kafamda, o günün koşullarıyla etkili bir tedavi yapılmamasına bağlı olarak saçsız bir alanın kalmış olması, çocuk ruhumda onarılması güç olumsuz izler bırakmıştı. O günlerdeki arkadaş grubu arasında yaşanan çocukça tartışmalarda, bu yara izinin alaya alınıyor olmasından kişiliğimin olumsuz etkilenmesine engel olamamıştım. İlkokuldan itibaren ortaokul sonuna kadar, saçların kısa kestirilme zorunluluğu devam ettiğinden kafamdaki yara izini saklayamamak, içe dönük ve karamsar bir ruhsal yapı geliştirmemin temel nedeni olmuştu. Bu olumsuz gelişmelerin etkisinden ancak öğretmen okuluna başlayıp, saçlarımı kısa kestirme zorunluluğundan kurtulduktan ve diğer öğrenciler arasında edebiyat alanında elde ettiğim üstün başarıdan sonra bir ölçüde kurtulabilmiştim. Şimdi ise gençliğin en duygusal ve en gözü kara dönemi olan yirmili yaşlarda iken, askerliğin o günlerdeki kurallarından biri olduğu için, saçlarımı kısa kestirme zorunda kalmakla, yıllardan beri bilinçaltında saklamaya çalıştığım karamsarlık ve aşağılık duygusu, tekrar genç ruhumu altüst etmeye ve geçmişe dönmeme neden oluyordu. Bu duygularımı, yüzüme takmaya çalıştığım gülen tiyatro maskesiyle, çevremdekilere hissettirmemeye çalışmak da benim için bir başka büyük sorun oluşturuyordu. İnsanın içi kararırken, tüm duyguları alt üst oluyorken, içinde yaşamak zorunda olduğu kırılganlıkları dışarıya belli etmemek için, çok iyiymiş, çok mutluymuş gibi görünme çabasının güçlüğünü kime ve nasıl anlatabilirdim ki. Anlatsam da bu durumu yaşamayanların, beni asla anlayamayacaklarından emindim.
Tugaya yürüyerek gittik. Ne kadar geç teslim olursak, o kadar kârlı olacağımız gibi yanlış bir düşünceye sahiptik. Nizamiyede bizi bir astsubay karşıladı. Öğretmen olduğumuzu ve birliğimize katılmak üzere geldiğimizi söyledik. Yanındaki erlerden birine, ‘arkadaşları götür, birliklerine teslim et,’dedi. Asker bizi ilk olarak asker elbiseleri giyeceğimiz birime götürdü. Birer takım elbise veren astsubay, ‘ verilen elbiseler büyük ya da küçük olabilir, aranızda birbirinizle değişerek en uygun olanını bulmaya çalışın. Bu da mümkün olmazsa bir terziye gitmeniz gerekecek,’dedi. Bana verilen resmi elbise sanki ölçülerime göre dikilmiş gibi uydu. Ayakkabı bir numara büyüktü, onu da önemsemedim. Dar gelmesinden bir numara bol olmasını tercih ederdim. Elbiselerimizi ayrı ortamlarda giyinip dışarıda tekrar bir araya geldiğimizde birbirimizi tanımakta zorlandık. Asker elbiseleri bizi çok değiştirmişti.
Öğretmenlerin tümü ikinci taburda toplanıyormuş. Dört bölükten oluşan taburun üçü öğretmenlerden, sadece biri normal erlerden oluşturulmaktaymış. Elbiseleri giydikten sonra bir çavuş eşliğinde tabura gittik. Çavuş bize yemekhaneyi, gazinoyu, kantini ve akşam toplanacağımız yeri gösterdi. Yatakhane düzeni akşam yapılacakmış. Çavuş yanımızdan ayrılırken, ‘ akşama kadar serbestsiniz, istediğiniz yerde zaman geçirebilirsiniz,’ dedi.
Bizimle aynı gün birliğe teslim olan öğretmenler küme küme ağaçların altlarına toplanmışlardı. Henüz sayıca çok fazla asker yoktu. Öğrendiğimize göre ilk hafta toplanmaya ayrılmış. Biz bir gün geç teslim olmanın yanlış olacağını düşünüyorduk; bir hafta geç teslim olanlara bile herhangi bir disiplin işlemi uygulanmadığını gördüğümüzde, erken geldiğimize pişman olduk.
Akşam saat altıda yemek borusu çaldı. Tüm er öğretmenler yemekhanede bir araya geldik. Yemekler büyük kazanlarla – bu kazanlara karavana deniyordu- getirilerek masalara dağıtıldı. Çavuşlar, ellerinde birer değnekle aramızda dolaşıyorlardı. Bunların kendi aralarında ve bize hitap ederken yaptıkları konuşmalardan eğitim düzeylerinin düşük olduğunu anlayabiliyorduk. Ellerinde taşıdıkları değneklerin üzerinde ‘ ağır ceza’ yazılı olduğu görülüyordu. Durmadan bizlere konuşmamız konusunda emirler yağdırarak açık açık gözdağı vermeye çalışıyorlardı. Ortalığa hâkim olan tek ses çatal kaşık şıkırtısıydı.
Yemekten sonra masalardan seçilen ikişer kişiye tabakları ve boşalan kazanları yemekhaneye götürüp yıkama görevi verildi. Bizim masadan da seçilen iki kişiden biri bendim. Tabakları topladık, kaşık ve çatalları kazanların içine koyduk. Diğer görelilerle birlikte bir onbaşı gözetiminde bulaşıkhaneye götürdük. Bulaşıkhane, karşılıklı duvarlarına aralıklarla musluklar sıralanmış uzun bir barakadan ibaretti. Yan yana duran iki musluğun birinden soğuk ötekinden sıcak su akıyordu. Her musluğun önünde iki kişi olmak üzere yerlerimizi aldık. Birimiz deterjanlı su ile tabakları yıkıyor diğerimiz de duruluyorduk. Henüz getirdiğimiz tabakların temizliğini yarılamadan, başımızda duran görevli onbaşı adımı seslendi, ‘buyur’ dedim. ‘Sen işini bırak ellerini temizle ve dışarı çık,’dedi. Ne olduğunu anlamadan söylenenleri yaptıktan sonra dışarı çıktım. Kapının önünde beni bekleyen iki kişi vardı. Önce her ikisi de bana tanıdık gelmedi. Bir daha dikkatli bakınca, bir öğretim yılı aynı okulda görev yaptığımız Turgut’u tanıdım. O’da bir süre bana yabancı biriymişim gibi bakmıştı. Her ikimiz birden yıllardır birbirine hasret iki kardeş gibi birbirimize sarıldık. Oysa görev yaptığımız aynı okuldan Turgut ayrılalı en fazla on beş gün olmuştu. Yani topu topu iki hafta önce bir aradaydık. O yedek subay adayı olduğu için kurallar gereği askeri birliğine benden önce katılmıştı. Uzunca bir süre birbirimizden ayrılamadık. Askerlik psikolojisi bizi bir hayli duygusallaştırmıştı. Sonunda yanında gelen arkadaşını anımsayarak kucaklaşmaya son verdik. Birlikte gelen asker Turgut’un okul arkadaşı ve çavuş rütbesi ile iki hafta sonra teskere alacak olan Eşref’miş. Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra tabura doğru yollandık.
Turgut, aynı tugay içerisinde yer alan bir başka taburda yedek subay statüsünde askerlik yapmaktaydı. Onların konumları bizden çok daha iyiydi. Ne de olsa subay adayı olarak bulunuyorlardı. Biz ise sıradan olmasa bile piyade erlerdik. Onların yakalarında yedek subay, bizimkinde ise er öğretmen yazılıydı. Turgut’un bağlı olduğu alaya doğru giderken Eşref Çavuşun bizim bölükte görevli olduğunu öğrendim. Turgut arkadaşından, teskere alıncaya kadar bana her konuda yardımcı olmasını istedi. Eşref çavuş bu konuda elinden geleni yapacağından emin olmasını belirtti. Böyle bir arkadaş bulmuş olmak bana moral kazandırdı. Her ikisine de teşekkür ettim.
Yedek subayların eğitim yaptıkları alayın diğerlerinden daha düzenli ve daha güzel olduğu derhal göze çarpıyordu. Bizim birliklerin hizmet binalarının baraka olmasına karşılık onların tüm binaları betonarme yapılardı. Büyük bir binanın alt katından içeri girdik. Burada askerlerin eğitimden arta kalan zamanlarında vakit geçirmek için bulundukları bir gazino idi. Turgut çay ocağındaki askere bir demlik çay yapmasını söyledi. Tertemiz örtülerle sıralanmış masalardan birinin çevresine oturduk. Ismarlanan çayın demlenmesini beklerken, bu gün elbise giydiğimiz bir sırada bize adeta zorla içirilen çay aklıma geldi. “Birliğe teslim olduktan sonra ilk olarak götürüldüğümüz elbise giyme bölümünde bize birer bardak çay verdiler, nasıl çay olduğunu anlayamadık” dedim. “ Ayrıca bir bardak çay için ellişer kuruş aldılar” diyerek sözlerimi tamamladım. Tugay içerisinde bir bardak çayın on kuruşa satıldığını daha sonra öğrendiğimiz için bizden ellişer kuruş alınmasına bir anlam verememiştik. Turgut ile bize katılan yedek subay arkadaşları kahkahalarla güldüler. Onların bu durumdan haberleri varmış. Meğerse uyanık çaycı, kalorifer kazanından gelen ılık suya biraz renklendirici toz katarak bizim gibi birliğe yeni gelen acemilere, normal fiyatının on katına çay diye satıyormuş. Bizden alınan bu paraların bir anlamda toprak parası olduğunu düşündüm.
O akşam geç vakitlere kadar oturarak Turgut’la birlikte çalıştığımız Afşar’ı andık. Ayrıldığımızda saat yirmi ikiyi geçiyordu. Turgut, “fırsat buldukça sık sık görüşelim” dedi. “Çok iyi olur, elbette görüşelim” diye karşılık verdim.
Tabura gelince ilk işim Eşref Çavuş’u bulmak oldu. Beni yatakhaneye götürdü. Yatakhane olarak kullanılan barakanın içerisine duvarlar boyunca, karşılıklı olarak iki sıra çift katlı tahta ranzalar sıralanmıştı. Eşref Çavuş sol sırada yer alan ranzalardan en sondakinin alt katını gösterdi. Üstte bir başkası yatıyordu. “Geçici olarak burada yatarsın; yeni gelenlerle bölük sayısı yerli yerine oturunca, belki yeni bir düzenleme yapılabilir.” Dedi. Kendisine teşekkür ettim. Eşref iyi geceler dileyerek yanımdan ayrıldıktan sonra yatağın üzerine oturdum. Kokusundan yatağın otla doldurulmuş olduğunu anladım. Yatağın ot olmasının bir önemi yoktu. Askerlik yapacağımız dört ay gibi kısa bir sürede, pek ala ot üzerinde de yatabilirdik.
Birliğe katıldığımızın beşinci gününde, yaklaşık beş yüz kişiden oluşan bölük tamamlandı. Takımlar, timler ve mangalar oluşturuldu. İçimizden bazılarına M-1 piyade tüfeği, bazılarına da 1914 yapısı eski tip mavzerler verildi. Bana da mavzer verildi. Her sabah uygun adım ve marşlar eşliğinde talime gidiyor, akşama kadar, başımızda duranlara göre eğitim ama bize göre hiç de eğitim değeri olmayan hareketlerle zaman geçiriyorduk. Birer sınıf öğretmeni olarak her birimizin okullarda öğrencilerimize yaptırmaya çalıştığımız hareketler, burada bize öğretilmeye çalışılıyordu. Düzgün durabilme, düzgün yürüyebilme, düzgün sıra olabilme konularında bizim öğreneceğimiz yeni hiçbir şey yoktu, çünkü bu konularda zaten eğitimliydik. Bu tür bir eğitime zorlanmak bir bakıma ve halk deyimi ile tereciye tere satmaktan öte bir şey değildi. Bu hareketler bize göre çocuk eğlencesi sayılırdı. Ancak bizi asıl rahatsız eden konu, aşırı gündüz sıcakları altında ve çok tozlu bir ortamda, bu saçma hareketleri sürekli tekrarlamaya zorlanmamızdı. Her şeye rağmen bu durumlara katlanmak zorunda olduğumuzun elbette bilincindeydik. Askerlik buydu işte. Askerlik, size emredileni, neden, niçin diye sorgulamadan uygulamaktan ibaretti. Bu duruma uyum sağlamakta gecikmedik. Başımızda bulunan rütbeliler “yat” deyince yatıyor, “kalk” deyince kalkıyor, “sürün” deyince sürünüyorduk.
Birinci haftanın sona erdiği ilk Cuma günü akşam yemeğinde, yorgun argın yemekler yenirken, bize uygulanmak istenen gereksiz baskılara, ilk toplu tepki açığa çıktı. Ellerinde ‘ağır ceza’ yazan değneklerle yemek masalarının arasında dolaşan ve şivesinden doğulu olduğu anlaşılan çavuşlardan biri, durmadan “üskut geçiniz, üskut geçiniz hocalar, üskut geçiniz” diyerek sessizlik sağlamaya çalışıyordu. Bizim bulunduğumuz masanın hemen yanı başındaki masada bulunan öğretmen grubu, çevreyi rahatsız etmemeye özen göstererek, kendi aralarında bir konuyu tartışıyorlardı. Belli ki önemli bir sorunları vardı. Yemekhanede mutlak bir sessizlik sağlamayı kendine en büyük bir görev edinmiş bir çavuş, hızla bu masaya yaklaşarak çok kaba bir küfür savurdu. Yüksek sesle küfür ettiği için bir anda tüm gözler o tarafa çevrildi. Masada oturan öğretmenlerin nasıl bir tepki geleceği merakla beklenirken, kenarda oturan, yaklaşık bir doksan boyunda, güçlü kuvvetli olduğu ilk bakışta fark edilen öğretmen, hiçbir şey söylemeden, kalktığı gibi çavuşa okkalı bir yumruk atarak masaların arasına uzattı. Bölükte görevli çavuşların tümü, öğretmenlerden ayrı olarak, yemekhanenin yanı başında ayrı bir masada yemek yiyorlardı. Çavuşlar, hiç beklemedikleri bir durumla karşılaşmış olan arkadaşlarını korumak ve yumruk atan öğretmene gerekli dersi vermek üzere bir anda, ellerindeki ‘ağır ceza’ yazılı değnekleri ile yemekhaneye hücum ettiler. Neler olduğunu tam olarak anlayan ya da henüz anlamamış olan beş yüz kişilik öğretmen grubu, aynı anda ayağa fırlayarak çavuşları ortaya aldılar. Yumrukla yere serilen çavuş henüz yerinden kalkamamıştı. Ortalık bir anda gerilmiş ve karşı tarafa saldırmak için, birbirlerinin ilk hareketlerini kollayan iki düşman birliğinin
savaş alanına dönmüştü. Ortada kalan ve kendilerine saldırmak için en küçük bir olumsuz davranışlarını görmek için bekleşen öğretmenleri fark ettikleri için, ne yapacaklarını bilemeden, birer heykel gibi hareketsiz kalakalmışlardı. O anda çavuşlardan herhangi birinde en küçük bir olumsuz davranış görülseydi, bir anda linç edileceklerinden hiç kuşkum yoktu. O durumda birkaç dakika geçti. Herkes aklını başına toplamaya ve daha soğukkanlı davranmaya çalışıyordu. Ortalıkta çıt yoktu. Havada bir sinek uçsa vızıltısı duyulabilecek bir sessizlik vardı. Bu arada yemekhanenin çevresinden olaya tanık olan birileri, nöbetçi subaya haber ulaştırmış olmalıydı. Teğmen rütbesindeki bölük komutanı koşarak yemekhaneye girdi. “Sakin olun arkadaşlar, lütfen sakin olun ve yerlerinize oturun,” dedi. Sinirler bir anda gevşedi. Sessizce yerlerimize oturduk. Hala yerde yatmakta olan çavuş nihayet yerden kalktı. Gözünün önünde bir şişlik vardı. Teğmen, “ne oldu anlat bakalım çavuş,” dedi. Çavuş kendine yumruk atan öğretmeni göstererek, “bu asker bana yumruk attı komutanım,”diye yanıtladı. Komutan bu kez öğretmene döndü; “Niçin çavuşa yumruk attın?” diye sordu. Öğretmen ayağa kalktı. Yaşının teğmenden bile fazla olduğu anlaşılabiliyordu. “Bu çavuş bize küfür etti. Biz buraya küfür edilmek için değil, vatanımıza olan kutsal görevimizi yerine getirmek üzere geldik.” Diye karşılık verdi. Teğmen çavuşa, “defol buradan ve bir daha da yemekhanede dolaşma,” diye çıkıştı. Sonra diğer rütbelileri uyardı. “Hiç kimse yemek sırasında öğretmenlere müdahale etmesin. Sizin karşınızda bulunanlar dağda çobanlık yaparken askere alınan gençler değil, ülkenin kaderi ellerine terk edilen eğitim ordusunun bireyleridir. Böyle bir durumla karşılaşmanın sorumluluğu tamamen size aittir. Hiç biriniz yemekhaneye karışmayacak, anlaşıldı mı? Haydi herkes işinin başına.” Sıralı bir şekilde teğmenin karşısında hazır olda bekleyen çavuşlarla astsubaylar selam vererek kendi yemek masalarının başlarına döndüler. Yumruk yiyen çavuş, komutanla birlikte bölük odasına gitti. Bu olaydan sonra onbaşılar, çavuşlar ve diğer alt rütbeli subaylar, bizlere daha kibar davranmaya başladılar.
İkinci haftanın ilk günü, eğitim alanında kademede görev alacak sanatkâr ve teknik eleman seçimi yapıldı. Berber, ayakkabı tamircisi, saat tamircisi, boya ustası, duvarcı, çaycı, tabelacı…Ne kadar yararlı hizmet alanı varsa o kadar eleman alındı. Birçok öğretmen bu işlerden birini alabilmek için ileri atıldı. Komutan, “aranızda berberlik yapacak varsa üç adım öne çıksın,” der demez birileri üç adım ileri çıkıyordu. Ya da “saat tamirinden anlayan ileri çıksın,” deyince gene birleri çıkıveriyordu. Şu bizim meslek adamları arasında meğer ne kadar zanaatkâr varmış. Her işe talip olmak isteyen öğretmenleri görünce şaşırdım kaldım. Bunların öğretmen olduklarını bilmesem her birinin gerçek birer zanaatkâr olduklarını düşünebilirdim. Öyleyse bu ne demek oluyordu şimdi? İnsan hem öğretmen hem de berber, boya ve badanacı, saat ve ayakkabı tamircisi, çaycı, tabelacı vs. olabiliyordu demek. Başkalarını tanımıyordum ama bizim agop lakaplı okul arkadaşımız Nejat saat tamirciliğine talip olması çok ilginçti doğrusu. Komutan “saat tamir edecek biri var mı?” deyince öyle bir ileri atıldı ki gören de kırk yıllık saat ustası sanırdı. Sonradan öğrendim ki Nejat’ın babası saat tamircisi imiş. O’da babasının yanında yıllarca çıraklık ve kalfalık yapmış. Yani içlerinden bazılarının yaptığı gibi salt sıcak altında yapılan talimden kaçmak için değil, saatten gerçekten anladığı için bu işe istekli olmuş. Oysa biz Nejat’ı okulda bir keman ustası olarak tanımıştık. Mükemmel bir şekilde keman çalıyordu. Hatta kendine ait besteleri vardı. Nejat’ın saat ustası olduğunu yeni öğrendim. Ne güzeldi bir insanın on parmağında on marifetinin olması. Boyacılık, tabelacılık öğretmenlik mesleği ile bağdaştırılabilen iş kolları sayılabilir. Çaycı olmak için eğitim almaya gerek görülmeyebilir ama duvar ustalığı, yapı ustalığı, soğuk demircilik, badanacılık için belli bir eğitim almak gerekmez mi? Bu iş kollarına seçilenlerin eğitimden kaçmak için bu yolu seçmiş olabileceklerini düşünüyordum. Nitekim berberliğe ayrılan öğretmen arkadaşın işe başladıktan sonra, tıraş olmaya gelenlerin saçlarını makineye yoldurmaya başlaması ile durum açığa çıktı. Sonunda bu işten anlamadığını itiraf eden arkadaş, işini ehline bırakıp eğitim alanına çıkmamak için, tıraş olmak isteyenlere cebinden tıraş parası ödeyerek, başka berberlere göndermeye başlamıştı. Bu arkadaşımız, kendisine tıraş olmak üzere gelen bir rütbelinin saçını makineye yolduruncaya kadar, işini bir iki hafta sürdürdü. O olaydan sonra beceriksiz berberi eğitim alanlarında gördük.
Benim öğretmenlikten ve kitap okuyup yazı yazmaktan başka, bildiğim bir başka meslek yoktu. Bu yüzden kademede görevlendirilecek teknik eleman ya da zanaatkâr seçiminde bölüğün yarısı ileri atılırken ben hiç durumumu bozmadan olayları izledim. Ben her ne kadar geri hizmette görev almak istemediysem de kısmette gazozculuk yapmak varmış. Yani ben iş aramadım ama iş beni buldu.
Bir öğle yemeğinden sonra, askere gelirken birlikte yolculuk yaptığımız okul arkadaşım Mustafa, ben tabur komutanının odasının önünden geçerken koşarak önüme çıktı. Nefes nefese kalmıştı. Yüzünden sevinçli olduğu belli oluyordu. Nefesini kontrol ettikten sonra, “sorma arkadaş, ben bölük gazozcusu oldum, sen de ister misin?” Dedi. “Ne gazozu Mustafa, nasıl gazozcu oldun?” diye sordum; anlattı. “Biraz önce buradan geçiyordum. Tabur komutanı yarbay kapının önünde duruyordu. Selam vererek geçip gitmek üzereyken beni yanına çağırdı. ‘Gazoz satabilir misin asker?’ diye sordu, evet komutanım satarım dedim. ‘Öyleyse iyi anlaşabileceğin bir arkadaşını yanına al, birlikte bu işe bakarsınız.’ Dedi. Şimdi sen de bu işi istersen birlikte yanına gidelim ve beraber çalışacağımızı söyleyelim.” Bir an düşündüm, bu işi yapabilir miydim acaba? Sonra Mustafa’ya, “Yahu arkadaşım ben hayatımda bir yumurta bile satmadım, gazoz işinden ne anlarım?” Mustafa yanıt vermeden aklıma eğitim alanının tozu, toprağı, sıcağı geldi. Bu işi kaçırmak aptallık olurdu. Hemen, “ tamam Mustafa, ikimiz beraber olduktan sonra ne iş olsa yapabiliriz. Haydi, Yarbayın yanına gidelim,” dedim. Birlikte Yarbayın odasına yürüdük. Mustafa önde ben onun bir adım gerisinde olduğumuz halde, yarbayın kapısını hafifçe tıklatıp içeri girdik. Mustafa selam ve tekmil verdikten sonra beni gösterdi. “Yarbayım izin verirseniz gazoz işinde bu arkadaşla çalışmak istiyoruz.”dedi. Yarbay şöyle bir yüzüme baktıktan sonra, “Tamam asker, sen birinci sorumlusun, gidin tüfekleri teslim edin ve derhal göreve başlayın,” emrini verdi. “Emredersiniz komutanım,” diyerek dışarı çıktık. Herhangi bir farklı görevde olmanın bir takım avantajları vardı. Birincisi hiçbir şekilde nöbet görevi olmuyordu. Herkes temmuz sıcağında eğitim alanında sürünürken biz kıyılarda bulunan akasya ağaçlarının gölgesinde oturacaktık. Gün içerisinde yapacağımız tek görev, bizim bölüğe ayrılan üç beş kasa gazozu, el arabası ile eğitim alanına taşıyarak satmaktan ibaretti. İşimiz çoğu zaman bir saatte bitiyordu. Satılacak gazoz kalmayınca boş şişeleri bölükteki bir başka görevliye teslim ediyor, sonra ortalarda fazla görünmemek kaydıyla, istediğimiz yerde ve istediğimiz şekilde zaman geçiriyorduk. Bu işin canımızı sıkan bir yönü vardı: Sattığımız gazozların paralarını tam olarak toplayamadığımız zamanlar verdiğimiz açığı, cepten ödemek zorunda kalıyorduk. Buna da razıydık çünkü askerlikte bu kadar rahat yaşamanın elbette küçük bir bedeli olmalı diye düşünüyorduk. Askerliğin yaklaşık kırk günü böyle geçti. Sonra eğitim alanında gazoz satma işine son verilerek bu iş kantinlere bırakıldı. Biz de teslim ettiğimiz tüfekleri geri alarak eğitim alanına döndük.
Temel eğitimin tamamlanmasının ardından yapılan yemin töreninden iki hafta sonra gece eğitimleri başladı. Gece eğitimleri hafta ortasına denk gelen Çarşamba günleri yapılıyormuş. Gece eğitiminin yapılacağı gün tüm tugayda karartma uygulanıyor, sanki her an bir düşman saldırısı bekleniyormuş gibi, araba farları bile uzaktan fark edilmeyecek bir şekilde mavi kâğıtlarla kapatılıyordu. Gece eğitimi sona erinceye kadar askerden en çok uyulması istenen kural mutlak bir sessizlikti. Motorlu araçların bile daha az ses çıkarmaları için birtakım önlemler alınıyordu. Tugayı oluşturan tüm gruplar ayrı ayrı hazırlanıyor, eğitime katılan asker sayısı belirlenerek tekmil törenleri yapılıyor, ardından eğitimin yapılacağı alana doğru hiç ses çıkarmamaya özen göstererek yürüyüşe geçiliyordu. Genellikle ay ışığının bile olmadığı gecelere denk getirilen bu eğitim günlerinde, ortam çok karanlık olduğu için askere kim komuta ediyor, emir veren kim, rütbesi ne anlaşılmadan alınan emirler aynen uygulamaya konuluyordu. Bazen içimizden muzip bir arkadaş çıkıyor ve bir takım saçma emirler vererek askere olmadık hareketler yaptırmaya kalkışıyordu. Aslında bu eğitimlerin bize çok fazla bir şeyler kazandırdığı söylenemezdi. Gözlerin karanlık ortamlarda daha etkin nasıl kullanılacağı, hareketli bir cismin nasıl tespit edilebileceği, ışık kaynaklarının en pratik yoldan nasıl kamufle edileceği gibi bilgiler verilmeye çalışılıyordu. Aslında bizim öğretmen grubunda gece eğitimi pek ciddiye alınmıyordu. Bir fırsat yakalayıp birlikten yirmi metre kadar uzaklaşmanın yolunu bulan asker, kendi kendine ‘tam siper’ komutu çekiyor ve olduğu yere saklanıyordu. Eğitim tamamlanıncaya kadar da istifini bozmadan yatıyordu. Bu arada gece boyunca şakalaşmaların dozu iyice artıyor, kim kimi daha çok işletir yarışına giriliyordu. Kimi kep çalıyor, kimi harbi, kimi kasatura yürütüyor, arkadaşlarının kaybettiklerini bulma telaşına bakıp eğleniyordu. Bu durumlarla karşılaşmamak için akşam eğitime çıkarken, çalınabilecek eşyalarımızı bir yerlerimize bağlayarak, kendimizce önlemler almaya çalışıyorduk. Tüm alınan önlemlere rağmen bu tür şakaların önü bir türlü alınamıyordu.
Gece eğitiminin yapılacağı alana gitmek üzere yola çıkmadan önce, eğitime katılacak askerlere tekmil töreni yaptırılarak sayıları tespit ediliyordu. Tekmil alındıktan sonra fırsatını bulup birliğinden ayrılabilenler, eğitime katılmış sayıldıkları için, herhangi bir sorunla karşılaşmadan gece eğitiminden kurtulmuş oluyorlardı.
Bir Çarşamba akşamı, yani gece eğitimi yapılacağı bir gün üç arkadaş, yedi dokuz nöbetinden birlikte gruba döndüğümüzde grubun tamamen boşaldığını gördük. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Birliklerin eğitim alanına gittiklerini uzaktan izlemiştik. Bizim bölüğün nöbetçi çavuşu başka hizmetlerden dönen beş kişiyi de bize katarak eğitim alanına gitmemizi söyledi. İçimizden birini başımıza sorumlu komutan tayin etti. Birliğe telsim görevini O’na verdi. Tek sıra olduk, sessiz adımlarla yola koyulduk. Eğitimin sona ermesine en çok bir saat kalmıştı. Zaten gidiş geliş yarım saat yolda geçecekti. Geriye kalan yarım saatlik bir süre için eğitim alanına gitmeye bile değmezdi. Hemen hepimiz aynı düşünceyi paylaşıyorduk. Başımıza sorumlu tayin edilen arkadaş da aynı kanıda olduğunu söyleyince eğitim alanına gitmemeye karar verdik. Bu arada tabur kantininin arkasına kadar ilerlemiştik. Kantin çevresinde yüksekliği bir buçuk metreye varan çalılıklar vardı. Sorumlu arkadaş yarı şaka yarı ciddi, “istikamet çalılıklar, herkes tam siper yapsın, marş marş!” dedi. Her birimiz bir çalının altına sığındık. Kendime en yakın çalılığın altına uzanmak istedim. Kendimi çalının dallarından korumaya çalışarak toprağa sürünürcesine ilerledim. Bu arada elimi ileri uzatarak göremediğim karanlık alanda, herhangi bir nesne olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Elime ayağa benzer bir nesne değdi. Bir an irkildim, yavaşça “kim var orada?” dedim. “Susss. Olduğun yere uzan, ses çıkarma, biz de eğitime gitmedik.” Dedi, birileri. Sesimi çıkarmadan boş alana uzandım. Çalılıkların altları daha da karanlıktı. Kantinin aralık duran kapısından yansıyan ışıklar çevreyi görmemizi güçleştiriyordu. Yattığımız yerden hiçbir şey görme olanağı yoktu. Bizim grubun yerleşmesi bittikten sonra fısıldaşmalar başladı. Çevremizdeki çalılıkların altlarının tamamen asker dolu olduğu anlaşılıyordu. Yani eğitime gitmeyen asker sayısı zannettiğimizden de fazlaydı. Tabur tam bir sessizlik içersindeydi. Kantinin biraz ilerisindeki yoldan ara sıra, gürültü çıkarmamaya çalışarak bir motorlu aracın geçmekte olduğunu görebiliyorduk. Bunlardan bir kısmı komutanların makam aracı bir kısmı da reo adı verilen askeri kamyonlardı. Yerimiz rahattı. Rahatsız edilmesek sabaha kadar burada kalabilirdik.
Çalıların altına uzanmamızın üzerinden henüz on dakika geçmişti. Gece eğitimi yapılan alan yönünden bizim tabura doğru hızla bir araç yaklaşmaktaydı. Aracı dikkatli bakışlarla izlemeye başladık. Gelen araç büyük bir olasılıkla rütbeli bir subayın makam aracıydı. Hepimiz adeta nefeslerimizi tutmuş olan bitenleri izlemeye odaklanmıştık. Araç tabur karargâh binasının önünden ikinci grubun, yani bizim grubun yemekhanesi önünde durdu. Arabadan inen bir kişi telaşlı tavırlarla yatakhaneye, yemekhaneye, çay ocağına ve berber salonuna girdi, geri çıktı. Biz karanlığa uyum sağlayan gözlerimizle arabayı ve çevresindeki her hareketi tam olarak görebiliyorduk. Araba kısa bir süre sonra yeniden hareket etti. Tam üzerimize doğru geliyordu. Kantine üç beş metre kala farlarını yaktı. Çevre gündüz gibi aydınlandı. Çalı altlarında görülemeyen en küçük bir nokta kalmadı. Arabanın farları bilinçli olarak üzerimize çevrilmişti. Etrafa baktım, her çalının altında en az beşer kişi uzanmış yatıyorlardı. Neye uğradığımızı şaşırdık. Ne ile ve kiminle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorduk. Şaşkın şaşkın arabaya bakarken arabanın kapısı açıldı ve bizim tabur komutanı yarbay indi. Koşar adımlarla üzerimize geliyordu. Sanki birileri bizi özellikle ihbar etmişti. Herkes ne düşünüyordu bilemem ama içimden bir ses hızla kaçmam gerektiğini söylüyordu. Etime ateş basılmış gibi ayağa fırlayarak arabanın farlarının aydınlattığı alanın dışına doğru koşmaya başladım. Bir anda ortalık karıştı. Benim hareketim diğerlerine de bir şeyler yapmalarını söylemiş olmalıydı. Elbette bu durumda yapılabilecek en akıllıca hareket kaçmak ve yakalanmamaktı. Her birimizin çil yavrusu gibi başka başka yönlere dağıldığımızdan kuşkum yoktu. Yarbay da bir ne olup bittiğini anlayamamanın şaşkınlığını yaşıyordu. Neden sonra arkamızdan, “yakalayın şu pezevenkleri,”diye bağırdığını duyduk. Bir anda kendimi kantinin arkasına yani karanlık alana atmayı başarmıştım. Şimdi zifiri karanlığın ortasındaydım ve bundan sonra ne yapmam, nasıl hareket etmem gerektiğine çok acele olarak karar vermek zorundaydım. Çevreme en az beş altı kişi daha toplandı. İçimizden biri, “haydi hep beraber birliklerimize katılalım,”dedi. Bir başkası bu işi nasıl yapacağımızı sordu. Diğeri, “birimiz komutan olur, bir görevden döndüğümüzü söyleriz,” diye yanıtladı. Bu söylenenler akla uygundu. Zaten on beş dakika kadar önceki gerçek durumumuz da bu değil miydi? Çeyrek saat sonra aynı konuma dönmekten daha anlamlı bir yoktu. Hiç vakit kaybetmeden bu sakıncalı çevreden uzaklaşmalıydık. Ana yolların uzağından kimselere görünmemeye çalışarak ve doğal davranmaya özenerek eğitim alanına doğru ilerledik. Arkalarda bir yerlerde acil düdük sesleriyle insan sesleri olanca heyecanıyla devam ediyordu. Tehlikeli bölgeden uzaklaştığımıza kanaat getirince tek sıra halinde eğitim alanına girdik. Sorumlu seçtiğimiz arkadaş karşılaştığımız ilk rütbeliye görev dönüşü tekmili verdi. Komutan sert bir sesle ,”geçin yerinize,”dedi. Önümüzdeki gruba katıldık. Kısa bir süre sonra yarbayın yakalayarak getirdiği yaklaşık kırk kişilik bir asker grubu da eğitim alanına giriş yaptı. Yarbayın getirdiği kişilerin künyeleri alınmıştı. Ertesi gün yaptıkları bu yanlışın yanıtı mutlaka sorulacak gibiydi. O akşam meğer eğitime katılmayan o kadar çok asker varmış ki bu, durum tabur komutanının dikkatini çekmiş.O yüzden taburda genel bir arama tarama yapılmış. O gece derhal isim isim yoklama yapıldı. Yeniden genel tekmil verildi. Tekmil veren komutan “bu gece askerin yarısı gece eğitimine katılmamış,” diye açıklama yaptı. O gün gece eğitimine katılmadığı tespit edilenlere bir hafta boyunca grupların en ağır işleri yaptırıldı. Gece nöbetlerine birer saat eklendi. Hem de gecenin en kötü nöbet saati olan bir üç nöbetleri yazıldı. Benimle birlikte yarbaya yakalanmadan birliğe katılmayı başaranlar bu cezalardan kurtulmuş olmanın sevinciyle ceza alanların ardından bir hafta boyunca kıs kıs güldük.
Kalın bir borunun her iki yanına sıralanmış çok sayıda musluktan oluşan, üzeri korunaksız çeşme, taburun bir demirbaşı sayıldığı için başında gece gündüz nöbet tutuluyordu. Çeşme tabur karargâh binası ile yatakhaneler arasındaki geniş bir alanda yer alıyordu. Araları yaklaşık yedi sekiz metre olan iki beton direk arasına uzatılmış demir boruya monte edilmiş musluklardan, buz gibi soğuk bir su akıyordu. Daha birkaç yıl öncesine kadar susuzluktan sakal tıraşını bile gazozla yapmak zorunda kalan asker, şimdi bol ve soğuk bir suya kavuşmuş olmanın keyfini yaşıyordu. Isparta’nın sırtını dayadığı üzeri çamlı dağlardan getirildiği söylenen su gerçekten bir harikaydı.
Hava sabahın ilk saatlerinden itibaren sıcaklığını artırmaya başlamış ve öğle saatlerine doğru dayanılmaz bir çöl sıcağına dönmüştü. Bu günlerde çeşme nöbetine çıkmış olmak, altı saat süreli de olsa, biz askerler için iyi bir şans sayılıyordu. Eğitim alanlarında içecek su olmadığı için insanın ciğerleri pişiyordu. Çeşme çevresinde gizlenecek bir gölge olmasa da sık sık el yüz yıkanarak, keplerin içleri ıslatılarak, bir ölçüde sıcaktan korunmak mümkün olunabiliyordu.
Sabah saat yedide devraldığımız çeşme nöbetinde hiç sıkılmadan, güle oynaya zaman geçiriyorduk. Her ne kadar iki kişi olsak da belli bir sürenin sonunda durum sıkıcı olmaya başladı. Gerçi sıcağa karşı gerekli önlemleri alıyorduk ama boş durmak hiç hoş değildi. Bu monotonluktan kurtulmak ve nöbetimizi daha keyifli hale getirmek için, sanki nizamiye nöbeti tutar gibi, arkadaşla çeşmenin iki beton direği arasında karşılıklı gidip gelmeye başladık. Beklediğimiz nokta sanki birliğimizin en hayati öneme sahip yerlerinden biriymiş gibi işimizi ciddiye alıyor görünüyorduk. Bu aslında daha keyifli bir zaman geçirmek üzere uydurduğumuz bir oyundu. Saat on bire doğru sıcaktan bunalmaya başladık. Sıcağın etkisini en aza indirmek için çareler arıyorduk. Ortalıkta ve yakın çevrede in cin top oynuyordu. Zaten şu an gruplardaki birkaç görevlinin dışında askerin tümü eğitime gitmişti. Diğer hizmet birimlerinde çalışanlar da zorunlu olmadıkça yerlerinden dışarı çıkmıyorlardı. Eğitim alanında bulunan askerlerin bu sıcaklardan korunma şansları hiç yoktu. Yumurta gibi pişmek zorundaydılar. Nöbet arkadaşım Tayfur, her ikimizin sıcak altında durmasının gereksizliğini belirterek, sıra ile gölgelenmemizi önerdi, kabul ettim. “Öyleyse ilk gölge sırasını sana veriyorum, git ve yarım saat gölgede otur.”dedi. Elimi yüzümü bol su ile yıkadım. Kepimin içini ıslatarak kafama geçirdim ve en yakındaki yatakhanenin gölgesine sığındım. Tayfur’u, çeşmeyi ve çevreden gelip geçenleri görebilecek bir konumda oturdum. Gözümü eşmeden ayırmamaya çalışıyordum. Herhangi bir acil durumda derhal yerimi alabilmeliydim.
Ben çeşmenin yanından ayrıldıktan sonra Tayfur’da elini yüzünü yıkadı, kepini ıslattı ve kepin güneş siperliği arkaya gelecek şekilde kafasına geçirdi. Sanki abdest alıp namaz kılmaya hazırlanan biriydi. Tüfeğini bir değnek gibi tutarak çeşmenin beton direğinin dar gölgesine sığınmaya çalıştı. Her ikimiz de daha iyi serinleme yöntemleri üretmeye odaklanmışken, tabur komutanı kıdemli yarbayın çeşmeye doğru gelmekte olduğunun farkına varamadık. Yarbayı Tayfur’dan önce gördüm. Hemen yatakhane duvarının yan tarafına gizlendim. Yarbay çeşmeye çok yakın bir konumda olduğu için ne görevimin başına dönebilirdim ne de Tayfur’a haber verebilirdim. Gene de bir şeyler yapmak için, “şşşiiiit… Tayfur! “ diye fısıldadım. Tayfur sesin kimden ve nereden geldiğini anlamasa da dikkatini toplayarak etrafına bakındı. Yarbayı görür görmez esas duruşa geçti. Ben olanları gizlendiğim yerden ve endişe içinde izlemeye çalışıyordum. Tayfur selam vermek üzere elini kaldırdı ve kepinin siperliğini aradı. Siperlik arkadaydı ve Tayfur bunu unutmuş olmalıydı. Elini ileri geri gezdirerek kepin siperliğini aramayı sürdürdü. Yarbay olanların farkındaydı ve O’da bu işten zevk almışa benziyordu. Tayfur’un tam önünde durdu. Yüzünde muzip bir ifade vardı. “Ara ara bok bulursun,” dedi. Tayfur siperliği aramaktan vazgeçerek kısa künye ile tekmil vermeye başladı. “Yedi on üç çeşme nöbetçisi Tayfur Kaya, emir ve görüşlerinize hazırdır albayım,” Tayfur karşısında duranın albay olmadığını elbette biliyordu. Büyük olasılıkla bilerek albayım demişti. Yarbay bir anda iki elini birden çapraz bir şekilde omuzlarına götürerek rütbesini sakladı. Bulunduğum yerden konuşmalarını çok net bir şekilde duyabiliyordum. “Söyle bakalım asker, ben yarbay mıyım, albay mıyım?” Tayfur yılışık bir yüz ifadesi ile, “siz kıdemli yarbayımsınız ve yakında albay olacağınızı biliyorum komutanım,” diye yanıtladı. Yarbayın bu tür övgülerden büyük bir zevk aldığını daha önce duymuştuk. Tayfur O’nun bu yanından yararlanmak istemişti. Nöbette uygunsuz bir durumda yakalandığından dolayı en azından fırça yemenin önüne geçmek istiyordu. Bu tutumunda da ne kadar isabetli davrandığını o an anlama fırsatı oldu. Yarbay, “aferin asker, aferin asker hoca, sen sıcaktan yanmış olmalısın,” derken tam o sırada yemekhaneden çıkan nöbetçi çavuşunu gördü. “Çavuş! Asker öğretmenime soğuk bir kola ile bir tabure getir,” diye emir verdi. Çavuş topuklarını birbirine vurarak emir tekrarı yaptı. “Emredersiniz komutanım, bir kola ve bir tabure getireceğim,” diyerek kantine doğru koştu. Yarbay biraz önce Tayfur’un kendisine yaptığı övgüden çok memnundu. “Aferin, aferin hoca, görevini iyi yapıyorsun, rahat edebilirsin,” diyerek odasına doğru yürüdü. Tayfur arkasından abartılı bir ses tonuyla “sağ ol kıdemli yarbayım,” diye bağırdı.
Saklandığım yerden çıkarak görevimin başına döndüm. Nöbet saati bitinceye kadar olanları yineleyerek katıla katıla güldük. Şimdi zaman çok daha hızlı geçti.
-
Hafta içi her gün saat altıda tadat vardı. Tadat akşam tekmili anlamında bir sözcük olsa gerekti. Terimin tam anlamını ben de bilmiyordum. Ancak askeri otoritelerin bu anlamda kullandıklarını düşünüyordum. Eğitim dönüşü akşam saat altı sularında kısa bir tören düzenlenerek genel yoklamalar alınıyor ve komutana bildirildikten sonra yemeğe gidiliyordu. Ancak hafta sonları yani Cuma akşamı tekmil törenleri daha kapsamlı ve daha uzun süreli olurdu.
Ağustos ayının ortalarına rastlayan günlerin birinde, yeni atanan tugay komutanının tüm tugayı denetleyeceği haberi geldi. Haftanın son iş günü olan Cuma günü, tugayı oluşturan tüm birliklerin, askeri alanın tam ortalarına denk düşen yaklaşık elli dekarlık alanda toplanması istendi. Başımızdaki komutanlar, eğitim alanında gün boyu, bizleri her zamankinden daha özenle gözden geçirdiler. Elbiselerimiz, ayakkabılarımız tek tek incelendi. Saç ve sakal tıraşlarımıza bakıldı. Törende nasıl davranmamız gerektiği uzun uzun anlatıldı.
Saat dörde doğru tören alanındaki yerlerimizi aldık. Sayısının yedi bin civarında olduğu belirtilen tugaydaki askerlerin, nöbetçi ve geri hizmet birimlerinde görevli olanlar dışında tümü ilk kez bir araya gelmişti. Yüzümüz yedek subayların eğitildiği birinci tabura dönük olarak dizilmiştik. Bizim ikinci taburun üç bölüğü öğretmenlerden, bir bölüğü sıradan askerlerden oluşturulmuştu. Belki bu özelliğinden ötürü ikinci tabur, tugay askerinin tam orta noktasına yerleştirilmişti. Bu durumda bizi denetleyecek tugay komutanı için hazırlanan tören kürsüsünün tam karşısında olmamız sağlanmıştı. Rütbeli tüm er başlar onbaşısından binbaşısına kadar görevlerinin başındaydılar. Sesi her noktadan duyulacak kadar yükseltilmiş hoparlörden çıkan “dikkat!” komutu ile esas duruşa geçtik. Önümüzdeki yüksek kürsüye çıkan yüksek rütbeli bir subay, tüm askerleri yavaş yavaş süzdükten sonra “ merhaba asker!” dedi. Gök gürültüsünü andırır bir şekilde ve hep bir ağızdan, “sağ ol” çektik. “Nasılsınız?”, “sağ ol,” “siz de sağ olun, rahat!”, rahat durumuna geçtik. “Ben tugay komutan vekili kıdemli albay A.Ö. Yeni tugay komutanımızın selam ve sevgilerini getirdim. Kendileri çok istedikleri halde önemli bir işleri çıktığı için gelemediler…” Bu şekilde başladığı konuşmasını derin bir derse dönüştürerek uzun süre sürdürdü. Asker yorgundu. Ağustos sıcağının altında, eğitim alanında sabahtan beri yapılan çalışmalar bizi perişan etmişti. Bir saati aşkın bir süredir burada ayakta bekliyor olmak tam bir işkenceye dönüşmüştü. Bu arada batı ufkundan yükselerek tüm gökyüzünü kaplamaya başlayan simsiyah bulutlar, birazdan yağmaya başlayacak olan şiddetli bir yağmurun habercisi gibiydi. Alanı dolduran yedi bin asker huzursuzlanmaya ve yavaştan homurdanmaya başladı. Giderek düzen ve disiplin bozuluyordu. Askerler arasında küçük çapta kaynaşmalar yaşanıyordu. Bu karmaşanın öğretmen grubunda daha fazla olduğu dikkati çekiyordu. Başımızdaki komutanlar düzeni sağlamakta zorlanıyorlardı. Nihayet albay konuşmasını tamamladı. Önce İstiklal marşını ardından piyade marşını okuduk. Sıra resmigeçit törenine geldi. En sağda duran birlik, “ marş!” komutu ile yürüyüşe geçti. Diğer tüm birlikler oldukları yerde aynı tempo ile adım atarken, sırası gelenler bir öndekileri belli bir aralıkla takip etmeye başladılar. Alanda bulunan yedi bin kişinin aynı anda yere vurulan ayakları, depreme benzer bir sarsıntıya neden olurken, çiğnenmekten pudra dönüşmüş topraktan, havaya yoğun bir toz bulutu yükseliyordu. Tüm aceleci tavırlara rağmen yedi bin kişinin kürsüdeki albayın önünden resmigeçit yapması bir hayli zaman alıyordu. Nihayet geçit sırası öğretmenlerin yer aldığı ikinci tabura geldi. Yürüyüş temposuna çok önem vermeden ilerliyorduk. Teftiş kürsüsünün beş metre ilerisinde kireçle oluşturulmuş beyaz çizgiye ulaşan takımlar, tam bir tören yürüyüş temposu tutturuyor, selamlama durumunda bitiş çizgisine ulaşıldığında, yürüyüş disiplinini terk ediyorlardı. Bu arada tüm gökyüzünü kaplayan yoğun bulutlardan, altlarındaki karmaşaya bir son verme hazırlığında olan yağmur damlaları, yeryüzüne inmenin son aşamasında bekliyorlardı. Kendilerine verilen birer kat yazlık elbise dışında resmi giysileri olmayan asker öğretmenler, başlayacak olan yağmura yakalanmadan gruba ulaşmanın telaşı ile aceleci davranmak zorunda olduklarını düşünüyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Bunun gereği olarak da albayın bulunduğu tören kürsüsünden yirmi otuz metre uzaklaşan mangalar, kendi kendilerine, “istikamet ikinci tabur, marş marş!” komutu vererek koşmaya başlıyorlardı. Bin beş yüz kişinin aynı anda koşmaya başlaması alanda ilginç bir görüntü oluşturuyordu. Birliklerinin başında yer alan komutanlar bu koşmacaya katılmadıkları için gerilerde tek başlarına kalıyorlardı. Bu garip durum albayın da dikkatinden kaçmamıştı. Bir anda neden ve kimlerden kaynaklandığını anlayamadığımız bir düdük sesi alana yayıldı. Yüksek seslerle birileri birilerine emirler yağdırıyorlardı. Kısa zaman sonra anladık ki koşarak alanı terk eden birliklerin tekrar alanda toplanmaları isteniyordu. Oysa bu emirleri hiç duymamış gibi davranan en arkadaki birlikler bile, koşarak alanı terk etmeye devam ediyorlardı. Yatakhanelere ulaşan er öğretmenler tüfeklerini ranzaların başlarına asarak yataklara uzandılar. Dışarıda bağrışmalar, koşuşmalar, telaşlı düdük sesleri artarak sürüyordu. İkinci taburun en alt kademedeki er başından en üst rütbeli subayına kadar tümünün, alana geri çağırıldığı söyleniyordu. Komutanlar albayın emirlerini yerine getirmek için üstün bir çaba harcıyorlardı. Benim de içinde yer aldığım yatakhaneye birçok subay gelerek alana dönmemiz gerektiğini bildirdiler. Hiç birimizin alana dönmeye niyeti yoktu. Herkes konumunu korumakta ısrar ediyordu. Komutanlar öğretmen grubunun sert bir tepkisine neden olmadan bu işi çözmek için oldukça nazik davranıyorlardı. En son gelen yüzbaşı, “hocalar, albayımız bizi bekliyor, lütfen zorluk çıkarmayın, haydi, hep birlikte tören alanına gidelim,” deyince yatakhanenin ortalarından bir ses, “ albayı boş ver yüzbaşım, bak şurada boş bir yatak var, gel sen de uzan,” diye karşılık verdi. Yüzbaşı, daha önce, er öğretmen grubu ile yaşanan bazı olumsuzlukların tekrarından çekindiği için akılcı ve duygusal konuşmalarla ikna etmeyi denedi. “Değerli öğretmen arkadaşlarım, sizler bu ülkenin geleceğinin mimarlarısınız. Bizi de sizler yetiştirdiniz. Görev ve sorumluluğun ne olduğunu sizlerden öğrendik. Biliyorum ki askerlik kurumunun bazı uygulamaları sizlere ters geliyor. Uygulamaların anlamsız ve mantıksız olduğunu düşünüyorsunuz. Ama unutmayalım ki askerliğin kendine özgü kuralları var. Siz şimdi alana geri gitmeyebilirsiniz. Belki size bir şey yapamazlar. Ama bir de asıl mesleği askerlik olan bizleri düşünün. Sizi o alana, albayın karşısına geri götüremezsem ne duruma düşeceğimi ve nelerle karşılaşabileceğimi tahmin edebiliyor musunuz? Askerlik bizim asıl işimiz. Biz bu kurumun ekmeğini yiyoruz. Lütfen bu söylediklerimi bir düşünün. Bizi zor durumda bırakmayın. Alana gitmek bize hiçbir şey kaybettirmez. Grup psikolojisine kapılmayalım. Bireysel kimliğinize, öğretmen kişiliğinize sahip çıkın ve anlayışlı olun. Haydin! Hep birlikte geri dönelim.” Yüzbaşının bu yumuşak, duygusal ve içten bir üslupla adeta yalvarır gibi konuşması hepimizi duygulandırdı. Aslında hepimiz yüzbaşının yerden göğe kadar haklı olduğunu biliyorduk. Sonunda yatakhaneden akılcı bir ses yükseldi. “Arkadaşlar, yüzbaşımız doğru söylüyor. Haydin! Bu iyi niyetli komutanlarımızı zor durumda bırakmayalım. Alanda yarım saat fazla beklemek bize bir şey kaybettirmez. Gider geliriz.” Bu çağrı üzerine hep birlikte kalktık Tüfeklerimizi astığımız yerlerden alarak dışarı çıktık. Yatakhaneye ilk ulaşanlardan bazıları elbiselerini de çıkarmışlardı. Geri gitmek üzere tekrar giyindiklerinde hiçbir özen göstermedikleri apaçık belli oluyordu. Kimi parkesini pantolon içine sokmamış, kimi ayakkabıların düzgün bağlamamış kimi de kepini ters takmıştı. Sanki burada toplananların her biri asker kaçağı olarak yakalanarak birliğine zorla getirilen sorumsuzlara benziyordu. Yatakhanelerin orta yerinde toplanan yaklaşık beş yüz asker, komutanların düzenli sıralar oluşturulması için yaptıkları uyarılara kulak asmadan, pikniğe gider gibi, sallana sallana yürümeye başladı. Üç grubun er öğretmenleri, üç ayrı noktadan ilerleyerek tören alanının ortalarında bir yerde birleşti. Tören kürsüsü üzerinden kendine gelmekte olan albay, bu perişan halimizi izlerken, hırsından çatlayıp ölebilirdi. Belki karşısında oluşan manzara, albayın askerlik yaşamı boyunca karşılaştığı en disiplinsiz, en perişan, en düzensiz ve en dağınık asker görüntüsü idi. Albay, bin beş yüzü bulan er öğretmenlerin şu an içlerinde gelişmekte olan isyan duygularının farkında bile değildi. Kendisine doğru gelmekte olan birliğin, bulunduğu kürsünün önünde toplanmalarını sessizce bekledi. Er öğretmenlerin sinirlerinin son derece gergin olduğunu anlaması beklenemezdi; zira O, olaya bir albay gözü ile bakıyordu. Oysa karşısında yerlerini almakta olan askerlerin soluk alışları bile her an bir başkaldırı olabileceğinin izlerini taşıyordu. Alanda bu durumun farkında olmayan, karşısındakilerin ruh hallerini anlamayan, görmeyen, görmek istemeyen yalnızca albaydı. Birliklere komuta eden subay, astsubay ve erbaşlar, er öğretmenlerin şu an taşıdıkları olumsuz duyguların nelere yol açabileceğini tahmin etmiş olacaklar ki birliklerden olabildiğince uzak durmaya çalışıyorlardı. Albay ise bulunduğu konumun bir emir verme eyleminden başka bir işlevi olabileceğini asla düşünemediği için yaşamının en büyük hatasını yaptı. Konuşmasına, “Hayvanlarrr!” diye bağırarak başladı. Daha ikinci cümlesine başlamadan karşısındaki birlikten “yuuuhh! Terbiyesiz adam,” sesleri alanı inletti. Sonra grup içerisinden bireysel tepkiler duyulmaya başladı. “Hayvan sensin edepsiz, sen kimlere komuta ettiğinin farkında bile değilsin. Hakaret etmeye ne hakkın var. Biz askere hakarete uğramak için gelmedik. Sözlerini seç de öyle konuş.” Bu ve buna benzer sözler bir süre aralıksız olarak devam etti. Albay neye uğradığını şaşırmıştı. Uzun bir süre konuşmaya başlayamadı. Aldığı karşılığın astları karşısında kendini ne durumlara soktuğunu düşündükçe giderek saldırganlaşmasını bekledim. Elbette albayın şu anki ruhsal durumunu tam olarak bilemezdim ama kendimi onun yerine koyarak, yani empati yaparak olaya baktığımda, bir anda toprağın yarılıp beni düştüğüm durumdan kurtarmasını tercih ederdim. Uzun uzun karşısındaki topluluğa bakan albay, sonunda birliğin her an patlamaya hazır bir bombaya benzediğini fark etmiş olmalıydı; çünkü uzun bir aranın ardından yeniden başladığı konuşmasında aşırı bir yumuşamanın izleri vardı. Tören geçişinden sonraki tavırlarımızın kesinlikle asker tavrı olmadığını, kendisinin bu güne kadar böyle bir görüntü ile karşılaşmadığını, bu tür yanlış davranışların bir daha tekrarlanmaması konusunda bizleri uyarmak üzere geri çağırdığını anlattı. Albayın sözlerini dinleyen ve önemseyen çok az asker vardı. Geçen zaman içerisinde tüm gökyüzünü kaplayan yağmur bulutları, top bombardımanına benzeyen gürlemelerle, kocaman damlalarını yeryüzüne akıtmaya başlamışlardı. Damlalar o kadar iriydi ki düştükleri yerden toz kaldırıyorlardı. Albay, yağmurdan hiç haberi yokmuş gibi konuşmaya devam ediyordu. Yağmur birdenbire şiddetlendi. Omuzlarda asılı olan tüfeklerin namlularından içeri su giriyordu. Durumu fark eden komutan, “tüfekleri ters as asker!” komutu verdi. İçimizden hiç kimse bu komuta uymadı. Hatta buna uymak için hareketlenen birkaç kişiye engel olundu. Aralardan “bırakın namlulara su dolsun,” sesleri duyuldu. Çok sert esen bir rüzgâr dalgası albayın arkasında yükselen ağaçlardan iri dal parçaları kopartarak havada savurdu. Kepleri de çıkardık. Herkes yüksek sesle bir “ohh..” çekerek yağmur damlaları ile yüzünü yıkamaya başladı. Albay tunçtan bir heykel gibi hiç istifini bozmadan hareketsiz bir şekilde durmayı sürdürüyordu. Belki de bizi bu şekilde cezalandırmış olduğunu düşünerek durumun zevkini çıkarıyordu. Artık konuşma olanağı kalmamıştı, zira yağmurun ve rüzgârın şiddetinden en yakındakinin bile ne söylediğini anlamakta zorlanıyorduk. Albayın başındaki yuvarlak şapkanın kenarlarından omuzlarına dökülen su küçük ve ilginç bir şelaleyi andırıyordu. Bu durumun ne kadar komik bir görüntü yarattığının sadece albay farkında değil gibiydi. Subay, astsubay, erbaş ve er öğretmenler hep birlikte yağmur banyosu yapıyorduk. Grubun ortalarından biri bağırdı. “Şimdi çok rahatladın öyle değil mi albay? Bir yerlerin soğumuştur, artık istesen de kızamazsın. Evine gönül rahatlığı ile gidebilirsin.” Hep birlikte kahkahalarla güldük. Albay tam bir yenilgiyle karşılaşmanın, aşağılanmanın acısını yaşıyordu. “dağılın!” diye bağırdı. Grup hep birden geriye döndü. Hiç acelesi yokmuş gibi ağır adımlarla tabura doğru yürüdü. Islanmadık bir noktamız kalmadığı için acele etmenin bir anlamı yoktu. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura aldırmadan, keyif için, elbiseleriyle denize dalan insanlar gibi ilerliyorduk. Çok güzel geçen bir piknikten zevk içinde dönüyor gibiydik. Şaka şamata birbirine karışıyordu. Yatakhaneye ulaştığımızda donumuza kadar ıslanmıştık. Yakıcı bir günün ardından, yağmur sularının içimize taşıdığı tatlı serinlik yaşadığımız olayın tirajı-komikliğini bile unutturuyordu. Tüfek namluları ağzına kadar su ile dolmuştu. Biz kısa dönem asker olduğumuz için yedek elbiselerimiz yoktu. Asker elbiselerini çıkarıp pijamalarımızı giydik. Şimdi öğretmen birliklerinin bulunduğu ikinci taburun içi, renk renk giysileri ile bir göçmen bürosuna dönmüştü.
Askeri elbise yedekleri olmayan öğretmen taburu, iki gün boyunca pijama ve terliklerle dolaşmak zorunda kalmıştı. Bu durumun kendi sorumluluğundan kaynaklandığını düşünen albay, er öğretmen birlikleri terhis oluncaya kadar, bir daha hiçbir törene katılmadı.
Yarbay o gün eğitim alanına erken geldi. Haftada en çok bir kez gelen tugay komutanı bile bu hafta her gün denetim yapmaya başladı. Sabahın erken saatlerinde başlayan eğitimin ardından verilen kısa süreli dinlenme sırasında Yarbay, doğruca bizim grubun yanına geldi. Yarbayın aracının yaklaşmakta olduğunu gören başımızdaki komutanlar tekmil hazırlığına giriştiler. Komutanın arabası eğitim alanına girerken ‘dikkat’ çekildi. Hep birlikte esas duruşa geçtik. Kırk beş yaşlarında gösteren yarbay yirmi yaşında bir delikanlı çevikliği ile arabasından indi. Asker adımları ile birliğe yaklaşırken teğmen koşarak karşıladı ve tekmil verdi. ‘ Merhaba asker! , ve Nasılsınız?’ selamlaşmasının ardından kürsüye çıkan yarbay ‘rahat’ komutu verdi. Tüfekleri sağ elimizde ve dipçikleri toprağa değecek şekilde tutarak rahat konumuna geçtik. “Sayın hocalarım!” diyerek konuşmaya başladı, yarbay. “Sizin de fark ettiğiniz gibi bu günlerde tugayımızda olağanüstü bir hareketlilik var. Tugay komutanımız her gün denetleme yapıyor. Bunun nedeni, önümüzdeki Çarşamba günü ordu komutanımız Cemal Tural’ın tugayımızı denetlemeye gelecek olmasıdır. Ordu komutanımızın denetimleri sırasında yerine getirilmesi öngörülen tüm hizmetler ve gösteriler bizim tabura verildi. Yani tugayımızı siz değerli öğretmenlerimin temsil etmesini kararlaştırdık. Komutanımızı hava alanında biz karşılayacağız. Spor gösterilerini biz yapacağız. Atış tatbikatını bizler gerçekleştireceğiz. Bu önemli teftişten yüz akı ile çıkmamız sizin göstereceğiniz olağanüstü çabaya bağlıdır. Eğer iyi bir teftiş dönemi geçirirsek, yani ordu komutanımız bizim tugaydan memnun ayrılırsa, size üç gün gölge istirahatı vereceğim. Çarşamba günü teftiş bittikten sonra Cuma akşamına kadar eğitim yapmayacaksınız; ağaçların gölgesinde dinleneceksiniz. Bu konuda gerekenleri yapacağınıza söz veriyor musunuz?” “Veriyoruz!” diye bağırdık.” “Size güveniyorum sevgili hocalarım ve şimdiden teşekkür ediyorum.” Diyerek sözlerini tamamladı. Yarbay kürsüden inerken tekrar ‘dikkat!’ komutu çekildi, selama durarak uğurladık Bu iş hoşumuza gitmişti. Birkaç saatlik uğraş için iki gün gölgede oturarak zaman geçirmek iyi bir karşılıktı. Tugayın bu teftişten yüz akı ile çıkması için elimizden gelen çabayı göstererek ordu komutanının tugaydan memnun ayrılmasını sağlamaya söz verdik.
Salı günü akşamın erken saatlerinde hazırlıklar başladı. Yatakhaneler özenle düzenlendi. Yemekhanede kullanılan tüm araç gereçler yenileriyle değiştirildi. Her askerin elbiseleri en ince ayrıntısına kadar gözden geçirildi; yırtıklar, sökükler dikildi. Ayakkabılar ve palaskalar boyandı. Saç ve sakallar ikişer kez gözden geçirildi.
Çarşamba sabahı her şey eskisinden çok farklıydı. Binalar, askerler, çevre pırıl pırıldı. O sabah her zamanki saatten daha erken kaldırıldık. Sabaha kadar sakalı uzamış aşırı kılı olanların bir kez daha sinekkaydı tıraş olmaları istendi. Tüfekler, kasaturalar, mataralar tek tek elden geçirildi. Elbiselerin askerler üzerinde nasıl durduklarına bile yeniden bakıldı. Keplerin kafalarda nasıl durduklarına bakıldı ve nasıl durmaları gerektiği bir kez daha anımsatıldı. Sabah kahvaltısının ardından çok titiz bir şekilde, son kez mıntıka temizliği yapıldı.
Artık her şey teftişe hazır görünüyordu. Bölükler, altışar kişilik sıralar halinde boy uzunluklarına bakılarak yeniden gruplara ayrıldı. Saat tam sekizde hava alanına doğru yola koyulduk. Yolda ilerlerken öylesine istekli ve gür bir sesle marşlar söylüyorduk ki yer yerinden oynuyordu. Yolun pudraya dönüşmüş toprağından yoğun toz bulutu yükselmesini önlemek için ayaklarımızı yerlere çok sert vurmama konusunda uyarılmıştık. Çok yumuşak basmaya özen göstersek de yerden yükselen toz bulutuna engel olmak mümkün değildi. Eğer havanın sıcak bir zamanı olsaydı hava alanına ulaşıncaya kadar askerlerin tanınmaz bir hale geleceği kuşkusuzdu. Neyse ki sabah serinliğinde, henüz terlemeye başlamadığımız için, yerden kalkan toz, elimize yüzümüze ve elbiselerimize yapışıp kalmıyordu.
Tempolu bir yürüyüşle hava alanına yarım saatte ulaştık. Yüzümüz komutanı getirecek olan uçağın ineceği toprak piste dönük olmak üzere sıralandık. Gözlerimiz, birazdan geleceği söylenen uçağı görmek üzere, ufuk çizgisine odaklanmış olarak beklemeye başladık. Duyulan her farklı bir gürültüde “dikkat” çekiliyordu. Duyulan sesin beklenen uçaktan kaynaklanmadığı anlaşılınca geri gevşiyorduk. Uçak alana ulaştığımızın üzerinden kırk beş dakika sonra ufukta göründü. İki pervaneli ve hantal bir görünümü olan uçak, kuzeydeki dağların üzerinden süzülerek bize yaklaştı. Kısa bir süre sonra da müthiş bir toz bulutu kaldırarak toprak piste indi. Çok sert seslerle verilen komutlar ve koşuşturmalar birbirini izledi. Gelenler bize yaklaşırken selama durduk. Ordu komutanı Cemal Tural, arkasında kendisine eşlik eden generallerle hızlı bir yürüyüş temposu tutturmuş ilerliyordu. Bize en yakın olduğu anda dikkatle ordu komutanına baktım. Boyu bir doksan civarında görünüyordu. Omuzları öylesine genişti ki boyunu olduğundan daha kısa gösteriyordu. Yüzü köşeli ve düz hatlıydı. Gür kaşlarının altından, yöneldiği noktayı delip geçecekmiş gibi bakan gözleri bir atmacanın gözlerine benziyordu. Bu gözlerden ve bu bakışlardan hiçbir ayrıntının kaçmayacağı belliydi. Nitekim hızlı bir yürüyüş temposu ile ilerlemesine rağmen, önünden geçtiği askerin kepi, yakası, palaskası, tüfek tutuşu ve bedeninin düzgün duruşuna kadar bir dizi uyarılarda bulunarak yürüyordu. Tam önümüze ulaştığında bir an göz göze geldik. Ben ortalarda bir yerdeydim. Beni nasıl görebildiğine şaşırdım. “Kafanı kaldır asker!” diye bana gök gürültüsü gibi gelen bir ses duydum. Bana mı söyledi acaba diye düşünürken ön sıradaki bir askerin yakasını düzelttiğini gördüm. Yüzünde en çok dikkati çeken özelliği iri ve uzun burnu idi. Kocaman bedenine göre burnunun bu kadar dikkat çekici olması tuhaftı. Aynı tempoda yürüyerek selamlama noktasına ulaştı. “Merhaba asker!”, “sağol!”, “Nasılsınız?”, “ sağol!” sözlerinin ardından resmigeçit için hazırlanan kürsünün üzerine çıktı. Bizim tugay komutanı ordu komutanından daha yaşlı görünüyordu. Bu haliyle, ordu komutanının yanındaki ezik tavırlarında acınası bir duruşu vardı. Az sonra çok güçlü bir ses, “tugaaaay, sağa dön! Tören geçişi için çapraz tutuş, ileri! Marş. Marş!” diye haykırdı. Bu ordu komutanının en belirgin özelliklerinden biri, resmigeçitleri koşu temposunda yaptırmasıymış. Tüfekleri çapraz tuttuk. Sıramız gelinceye kadar olduğumuz yerde koşu temposuna ayak uydurmaya çalışıyorduk. Ordu komutanının önünden ilk geçenler bazı hatalar yapmış olmalılar ki bizzat ordu komutanı tarafından uyarıldıklarını duyduk. Sıra bize geldi. Koşarken yanımızdakilerle uyumlu adım atmak için azami derecede dikkat ediyorduk. Hiçbir sorun çıkmadan resmigeçidi tamamladık. Komutan geçişlerini beğendiği birlikleri, “aferin asker,” diye taltif ediyordu. Bu sözleri kime söylediği birebir belli olmadığı için hepimiz kendimize birer pay çıkarıyorduk. Törenden başarılı çıktığımızdan emindik.
Karşılama ve resmigeçidin ardından, bizim manganın da içinde bulunduğu bölük gösteri birliği olarak seçildik. Eğitim alanının en temiz ve en güzel köşesinde bizim için ayrılan yere gittik. Bir süre sonra komutanlar topluca yerlerini aldılar. Başımızdaki subayın,” başla!” komutu ile önce tüfekli hareketleri daha sonra da tüfeksiz hareketleri arka arkaya izlenceye sunduk. Hepimiz tam bir uyum içerisinde hareket ediyorduk. Bu bölümden de yüz akı ile çıktığımız komutanın teşekkür konuşmasından anlaşılabiliyordu.
Öyle sanıyorum ki ordu komutanı bizim er öğretmenler olduğumuzu bilmiyordu. Bilseydi belki de tugayı bizim temsil etmemize karşı çıkabilirdi. O gün bizden ne istendi ise istenenlerin en iyisini yaptık. Binaların ve çevre düzenlerinin denetiminden sonra komutanı tıpkı karşıladığımız gibi uğurladık. Tugayda görev yapan tüm komutanların ağzı kulaklarına varıyordu. Zira bize sonradan söylenenlere göre ordu komutanı bu denetimden öylesine memnun ve mutlu ayrılmış ki tugayı takdir belgesi ile onurlandırmış. Bunları duymak bizi de mutlu etti. Emeğimizin karşılığı alınmıştı.
Tüm birlikler saat üçe doğru kendi bölgelerindeki eğitim alanlarında yerlerini aldılar. Er öğretmenler dışında kalan askerlerin normal eğitimlerine başladıkları görülüyordu. Tabur komutanının verdiği söz gereği bin beş yüz kişiden oluşan er öğretmenlere dinlenme uygulanıyordu. Eğitim alanını sınırlayan akasya ağaçlarının koyu gölgelerinde rahat bir şekilde oturuyorduk. Kısa bir süre sonra yanımıza bir cip yaklaştı. Durduğunda tabur komutanı olan yarbay çevik bir hareketle arabadan inerek yanımıza yaklaştı. Başımızdaki teğmen tekmil vermeye bile zaman bulamamıştı. Bizler de yerimizden hiç kıpırdamadık. Yarbay, “oturun sayın hocalarım, oturun. Bu gün sizler tam bir dinlenceyi hak ettiniz. Hepinize teşekkür ederim.” Diyerek tepemize dikildi. Subay, astsubay ve erbaşlar ayakta, bizler ise oturuyorduk. Yarbay konuşmasına devam etti: “Sevgili hocalarım, bu gün akşama kadar benden istirahatlısınız. Yarın sabaha kadar da bir güzel dinlenirsiniz. Sabah normal eğitime başlayacaksınız, anlaştık mı?” Önce şaka yapıyor sandık. Ya da yanlış anladığımızı düşündük. Çok geçmeden itirazlar yükseldi. “Yarbayım, hafta sonuna kadar bize dinlenme sözü vermiştiniz.” Yarbay seslice güldü.” Sayın öğretmen arkadaşlarım, gördüğünüz gibi ben sadece bir yarbayım. Bir yarbayın tüm askeri birliğe birkaç gün istirahat verebilecek yetkiye sahip olduğunu düşünmüyorsunuz herhalde. Ben ancak yarım gün istirahat verme yetkisine sahibim. O yetkimi kullanarak size bu gün akşama kadar istirahat verdim. Yarın sabah normal eğitim başlayacak.” Diyerek, içimizden yükselen karşı tezleri dinlemeden hızla yanımızdan ayrıldı. Yarbay gittikten sonra kendi aramızda bir karara vardık. Yarbayın bize söz verdiği gibi iki gün boyunca hiçbir eğitim etkinliğine katılmayacaktık.
Perşembe sabahı, kahvaltıdan sonra her zaman yaptığımız gibi eğitim alanının yolunu tuttuk. Birliğin genelinde, dışarıdan bakılınca anlaşılamayan ama aslında bireysel davranışlara açıkça yansıyan bir gerginliğin izleri vardı. Sanıyorum bu gerginliğin nedeni, bir gün önce yarbayla kurulan diyalogun arkasından bu gün uygulanması kararlaştırılan eylemlerden sonra doğabilecek beklenmeyen olaylara hazırlıklı olmanın dışa yansımasıydı. Çoğu kez sabahki yürüyüşler sırasında marşlara ara verildiği anlarda aramızda çok yavaş seslerle yaptığımız konuşmalara komutanlar hoşgörü ile bakarlardı. Bu gün kimse konuşmak istemiyordu. Birliğe gerginliği yüzlerde parıldayan derin bir suskunluk hakimdi. Uyumlu ama her zamankinden daha yumuşak adımlarla eğitim alanına ulaştık. Eğitim alanının ortasında yer alan komuta kürsüsünün güneyinde yerimizi aldık. Başımızdaki asteğmen kürsüye çıkarak tüfekli hareketleri yapmaya başlamamızı emretti. Emir duyulmamış gibiydi. Herkes rahat duruştaki konumunda beklemeyi sürdürdü. Bu arada bölüğü oluşturan askerler aralarında fısıltılı bir sesle, “hiç kimse hareket yapmasın” sözleri dolaştı. Bu kez astsubay, yüksek bir sesle emir tekrarı yaptı. “Bölük tüfekli hareketler için hazır ol ve başla! Bir, iki üç…Bölükte hiçbir hareket görülmedi. Sessiz ve sakin duruş aynen devam ediyordu. Bu kez asteğmen, “neden söylenenleri yapmıyorsunuz?” diye sordu. En öndeki birinci manganın başındaki er öğretmen “tabur komutanımız yarbay bize hafta sonuna kadar dinlenme sözü vermişti; o yüzden haftanın geriye kalan iki gününü dinlenerek geçireceğiz ve hiçbir hareket yapmayacağız.” Dedi. Asteğmen dün yaşananları ve yarbayın sözlerini anımsattı. Bir sorun çıkmasını istemediğini, hiç olmazsa eğitim yapıyor görüntüsü vermemiz gerektiğini söyledi. Hiç taviz verme niyetinde değildik. Tüfek dipçikleri yerde olduğu halde rahat konumunda kalmaya devam ediyorduk. Kararlı tutumumuzu değerlendiren komutanlar aralarında bir süre konuştular. İçlerinden biri tabur odası yönünde uzaklaştı. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra binbaşı çıkageldi. Kürsüye çıkarak, yaptığımız bu yanlış davranışın bir tür isyan olduğunu, bunun ağır bir suç teşkil ettiğini ve cezasının da çok ağır olacağını söyledi. Kimse aldırış etmedi. Kim ne söylerse söylesin iki gün boyunca hiçbir iş ve eğitim eylemi yapmamakta kararlı olduğumuzu anlatan bir sakinlikle beklemeye devam ediyorduk. Binbaşı ne söylediyse de bir gelişme sağlayamayacağını görünce kızdı, adeta küplere bindi, bağırdı, çağırdı ve sonunda pes ederek çekip gitti. Saatler geçiyor ve biz birer heykel gibi dimdik hareketsiz bekliyorduk. Öğleye kadar çoğunlukla ayakta, zaman zaman da oturarak yemek vaktni getirdik. Yemek saati yaklaşırken tabur karargâhında olağanüstü bir hareketliliğin yaşanmakta olduğu görülüyordu. Üç askeri araç arka arkaya eğitim alanına doğru geliyordu. Araçların taşıdığı flamalardan gelen kişinin tugay komutanı olduğunu anlayabiliyorduk. Arkada ki araçlardan biri bize istirahat sözü veren tabur komutanı yarbaya diğeri ise tugay komutan yardımcısı kıdemli albaya aitti. Araçlar eğitim alanına girerken diğer iki öğretmen bölüğü de bizim alana gelerek her iki yanımızda yerlerini aldılar. Grubun düzeni sağlandıktan sonra kısa bir tekmil töreni yapıldı. Tugay komutanını ilk kez bu kadar yakından görüyorduk. Komutan belki olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Elindeki bastonu imaj için mi, yoksa gereksinim duyduğu için mi taşıyordu, bilmiyorum. Yavaş hareketlerle eğitim alanının ortasında yer alan kürsüye çıktı. Bir süre önünde duran öğretmen birliğini gözleri ile taradı. Sonra da sesine tüm inandırıcılığını yansıtarak konuşmaya başladı: “ Değerli öğretmen arkadaşlarım! Sizler şu anda kutsal vatan bekçiliği nöbetini icra etmek üzere burada bulunuyorsunuz. Her biriniz bu güzel ülkenin farklı bir bölgesinden geldiniz. Öğretmen olarak görev yaptığınız yerlerde birer meşale gibi çevrenizi aydınlattığınızdan asla kuşku duymuyorum. Genç yaşlarınıza rağmen en zor koşullarda bile sabırla, azim ve kararlılıkla, hatta insanüstü bir çabayla yaptığınız çalışmalarla ülkemizi ulu önder Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için çalışıyorsunuz. Bu genç yaşta bu ulusal bilinci kazanmış olmanız, çok iyi bir eğitim almış olmanızın en açık bir göstergesidir. Tek başınıza her birinizin üstün birer kişilik sahibi olarak alacağı karar ve uygulamalar, bu güzel vatanın gelişmesi ve kalkınmasına doğrudan katkı sağlayacaktır. Bu kadar iyi yetişmiş, kültürlü, bilgili, eğitimli bireylerin askerlik için bir araya gelerek oluşturduğu topluluk içerisinde, kendi öz kişiliklerini yitirebileceklerine asla inanmak istemiyorum. Ancak şu an içinde bulunduğunuz ve alışık olmadığınız bir ortamda bir araya gelerek oluşturulan toplulukta, kendinizi topluluk psikolojisine kaptırarak, bağımsız düşünebilme ve karar alabilme yeteneğinizi bir tarafa iterek hatalı davranışlar sergilemekte olduğunuzu üzülerek görmekteyim. Sizlerden hiç birinin, hiç istemediği bir yöne doğru ilerleyen ve asla gitmek istemediği halde arkasına takılıp sürüklenecek bir duruma düşecek kadar aciz olduğunuz, asla kabul edilemez. Çünkü her birinizin, motoru olmayan birer tren vagonu değil, hareketlerini kendi iradesi doğrultusunda düzenleyebilecek birer lokomotif olma bilinç ve kararlılığında olduğunuza inanıyorum. Sizler eylemsiz vagon olamazsınız, olmamalısınız. Birer uygarlık harikası motorlar olarak, kitleleri aydınlığa taşımak sizlerin asli görevleridir. Başkalarının sizleri vagon yapmasına ,arkasına takmasına, istemediğiniz yönlere çekmesine asla izin veremezsiniz. Yani başkalarının fikirlerini, önerilerini muhakeme etmeden, mantık süzgecinden geçirmeden kabullenerek uygulamaya geçemezsiniz. Sonuçlarının ne olacağını hesap etmeden sorumsuzca, sorumluluk sınırlarını aşarak olmayacak bir vaatte bulunan bir yarbayın yanlışı, sizleri tepkisel olarak başka yanlışlar yapmaya yöneltmemelidir. Bir yarbayın, bir askeri birliğin tümüne birden, bir saat bile izin verme yetkisi yoktur. Bunu bilecek ve anlayabilecek bir konumdasınız. Onun yaptığı bir hataya bir başka hata ile yanıt vermeye kalkışıyorsunuz. Bu sizlerden yani bir eğitim ordusu mensubundan beklenen bir davranış olamaz. Şimdi sizlerden rica ediyorum; verilen görevleri yerine getiriniz. Eğitim uygulamalarına katılınız. Eğer gerçekten bir dinlenmeye gereksinim duyuyorsanız, yani haddini bilmez bir yarbayın verdiği yanlış bir sözün gereği için değil, kendinizi yorgun hissediyorsanız, bu gün akşama kadar benim bilgim dahilinde dinlenebilirsiniz. Yarın askerliğin tüm icaplarını yerine getirmenizi istiyorum. Askeri eğitiminizin bitmesine bir aydan daha az bir zaman kaldı. Herhangi bir tatsızlık yaşanmasını istemiyorum. Şu an benim de sizler gibi görevini yapmaya çalışan bir öğretmen konumunda olduğumu hatırlatmak isterim. Sizler öğrencilerinizden neleri yapmasını ve neleri yapmamasını istiyorsanız ben de sizlerden aynı şeyleri istiyorum ve bekliyorum. Böyle düşünürseniz beni daha iyi anlayacağınızı umuyorum.”
Yaşlı tugay komutanının bu duygulu ve akılcı konuşması, bizleri bireysel olarak, yaşanan olayları ayrıntılı ve mantıklı bir şekilde yeniden düşünmeye yöneltti. Genel olarak konuşmasını etkili ve içerik olarak da doğru bulduk. Aramızda bu yönde gelişen fısıltılı konuşmalar oluyordu..Eyleme son vermeye karar verildi. Doğru olan da buydu. Askerlik eğitimimizin kalan şu son günlerinde ,askeri kurallarla bağdaşmayacak davranışlarda bulunmak bize hiçbir şey kazandırmayacak, aksine bu yönde ısrarcı olmamız bize belki de çok şey kaybettirecekti. Yani tilkiye kızarak koca bir ormanı yakmanın tutarlı bir mantığının olmadığını görmemiz gerekiyordu, gördük.
Yaşlı komutanı selamlayarak uğurladık. Tabur komutanı olarak bize istirahat sözü veren yarbayın komutandan epeyce fırça yediği belli oluyoru. O gün bize eğitim yaptırılmadı. Ertesi gün de Cuma olduğuna göre haftayı gene de dinlenerek tamamlamış oluyorduk. Bu olaydan sonra yaşam askerlik kuralları içerisinde normal çizgisine geri döndü.
Sabahları genellikle çorba çıkar. Çorba dersem adına başka bir şey yakıştıramadığım için ya da verecek bir ad bulamadığım için çorba diyorum. Gerçekte askere çorba diye sunulan nesne, çorbadan daha çok bulaşık suyuna benzeyen sıcak bir sıvıdan ibaretti. Ya kaynamaktan eriyerek simsiyah bir renge bürünmüş yeşil mercimek posası, ya suyu ile tam karışmamış kırmızı mercimek bulamacı, ya bilek kalınlığında doğrandığı için eriyememiş kimliği belirlenemeyen bir sebze türünün ezilmiş püresi, bize sıra ile çorba olarak sunulmaktaydı. Hani askerlik yaşamımdan önce hayatımda hiç çorba görmemiş biri olsam bunlara çorba diyerek ağız tadı ile içebilirdim ama ben, annemin yaptığı nice güzel çorbaları tadarak bu günlere gelmiştim. Bu yüzden mercimek çorbalarının bulanık suları üzerinde haşlanmış olarak yüzen kurtçuklara, “yazık olmuş” diyerek, kantinde yiyecek aramaya gidecek kadar kesesi dolu biri değildim. Kantinde her şey ateş pahasıydı. Bu basit yiyecekler gerçekten bu kadar pahalı mıydı, yoksa kantini işleten ayrıcalıklı askerlerin ceplerini doldurmak için mi bu kadar yüksek fiyata satılıyordu, bilemiyorum. Bunları düşünmenin bir sonuç vermediğini bildiğimiz için kazıklandığımızı bile bile çoğu zaman kantinden yemeye devam ediyorduk.
O gün, gene kurtlu çorbaları içemediğimiz için, kantinden yiyecek alma sırasında beklerken, bir çavuşun yanında elleri kelepçeli olan iki sivil dikkatimizi çekti. Merak ettik ve sorduk. Bu saçları sakalları birbirine karışmış, elbiseleri lime lime olmuş bu insanlar kimlerdi? Yaşlı görünümlü gençlerin zavallı duruşları çevredeki herkeste bir merak uyandırmıştı. Çavuş kısa bir açıklama ile merakımızı giderdi. “Bunların her ikisi de asker kaçağı. Yakalanıp getirildi ve komutanlar gelinceye kadar gözetimimde kalmaları istendi. Birliklerine katılıncaya kadar sorumlulukları bende” dedi. Yanımda duran Taşova’lı öğretmen arkadaşım bu hırpani kılıklı gençlere daha çok ilgi gösteriyordu. Biraz daha yanlarına yaklaştı. “Nereli bunlar?” diye sordu. Çavuş, “birisi Tokat’lı diğeri Afyon’lu” dedi. Öğretmen arkadaşım Tokat’lı olanı tanıyormuş. Tokat’ta birkaç kez kahvehanede aynı masayı paylaşmışlar, sohbet etmişler. Bozuk görünüşleri yüzünden ilk bakışta tanıyamamış. Bunlardan biri gerçekten Tokatlı ise benim hemşerim sayılırdı ama ben bu genci tanımıyordum. Aslında tanısam da farklı davranamazdım zira asker kaçağı olan birisine dostluk ve yakınlık gösteremezdim. Bu yüzden adamlara soğuk davrandım ve uzak durmayı tercih ettim. Taşovalı arkadaşım sanki çok yakın bir dostu imiş gibi ilgi gösterdi. Çavuş’a, “bu gençleri bana teslim edin, ben sorumluluklarını üzerime alıyorum. Karınlarını doyurayım, kendilerine bir çeki düzen versinler, sonra ben size teslim ederim” dedi. Çavuş haklı olarak itiraz etti. “Hoca bunlar asker kaçağı, bırak insanlık ve hemşerilik ayaklarını. Kutsal vatan borcundan kaçan insanlara güvenilmez. Başına iş açarsın, kendi başını yaktığın gibi benim de başımı yakarsın,” diye karşılık verdi. Öğretmen arkadaşım şiddetle ısrar etti. Kendisinin kefil olduğunu, sorumluluğu tamamen üzerine alacağını söyledi. Sonunda çavuş iki kaçağı istemeyerek de olsa hocaya teslim etti. Ellerindeki kelepçeleri çözdü. Bunu arkadaşımın ısrarlarına dayanamadığı için mi yaptı yoksa nasıl olsa tugay içerisinden bir yerlere gidemezler diye mi düşündü bilemiyorum ama gençleri teslim etti. “En geç saat sekizde grup odasının önünde kaçakları senden istiyorum” dedi. Çavuş yanımızdan uzaklaşırken öğretmen arkadaşa minnet sözleri yağdıran asker kaçakları bir kenara çekildiler ve yiyecek almak üzere kantine yaklaşan arkadaşı uzaktan izlemeye başladılar..
Kantin bizim grubun bir hayli uzağındaydı. Hizmet binalarından başlayarak eğitim alanlarını izleyen ve daha sonra dış nizamiye kapısına ulaşan servis yolunun üzerinde yer alıyordu. Tugayın içerisine fazla girmeden, satılmak üzere çarşıdan pazardan temin edilen malzemeler, kantine bu servis yolundan ulaştırılıyordu. Tugay içerisinde zaman zaman gördüğümüz at arabalarının ve kamyonet benzeri araçların kantine malzeme taşıdıklarını biliyorduk.
Kantinin önünde uzun bir kuyruk oluşturulmuştu. Yemekleri beğenmeyen öğretmenler genellikle karınlarını kantinden doyururlardı. Ceplerinde ailelerinden para istemeyecek kadar harçlıkları olduğu belliydi.
İki asker kaçağı ile kantine yaklaşan Taşovalı öğretmen arkadaş, uzun kuyruk oluşturan askerleri görünce ne yapması ve nasıl davranması gerektiği konusunda kısa bir tereddüt geçirdi. Çevrede tanıdık birilerini aradı. Yakın tanıdığı birilerini görse yiyecekleri almalarını onlardan isteyecekti. Ne var ki yakın bir tanıdık yoktu. Kendisinin sıraya girerek yiyecek almasından başka seçeneği olmadığını görünce sorumluluklarını üstlendiği asker kaçaklarına ,” siz şu kenarda bekleyin, ben bir şeyler alıp geliyorum,” dedi. Kaçakların ikisi birden, “tamam abi, sen işine bak, biz seni şuracıkta bekleriz,” dediler. Hoca sıraya girdi. Tam o esnada kantinin arka kapısına yanaşmış bir at arabasından kantine erzak boşaltılıyordu. Arabacı arabanın üzerinden erzak kolisini aşağıdaki askere uzatıyor o da içeri taşıyordu. Ben kaçaklarla yakın görünmemek için kantine daha sonra gelmiştim. Sıraya girmiş olan Taşovalı öğretmenden en az on beş kişi daha gerideydim. Kantinden yiyecek alan askerler kenarda kendilerine uygun bir yer seçerek karınlarını orada doyuruyorlardı. Sıra çok yavaş ilerliyordu. Yaklaşık yirmi dakika sonra sıra bana geldi. Ben bulunduğum yerden olabildiğince öğretmen arkadaşımın neler yaptığını izlemeye çalışıyordum. Kantinden aldığı yiyecekleri kucağına zor sığdıran arkadaş, kantin kuyruğundan güçlükle sıyrılarak kaçakların kendisini bekledikleri yöne doğru yürüdü. Elindekileri taşımakta zorlandığı belli oluyordu. Kaçakların olması gerektiği yere vardığında kimseleri göremeyince gözlerinde bir kuşkunun gölgesi dolaştı. Sağa sola bakındı, kaçaklar ortalarda görünmüyordu. Bu arada yiyecek alma sıram geldiği için bir meyve suyu ile bir paket bisküvi alarak arkadaşa doğru yürüdüm. Yanına ulaştığımda arkadaşta bir panik havası olduğunu gördüm. Telaşla yakındaki askerlere yöneldi. “Arkadaşlar buralarda iki sivil giyimli genç vardı, onları gördünüz mü?” diye sordu. İçlerinden biri, “ evet, saçlı sakallı iki gençten mi söz ediyorsunuz?” dedi. Öğretmen arkadaşım umutla, “evet, evet onları soruyorum. Onlar benim hemşerilerimdi, nerede olabilirler acaba?” diye karşılık verdi. Aynı asker, “biraz önce kantine erzak getiren arabaya binip gittiler,” dedi. Arkadaşımın yüzü bembeyaz oldu. Elindeki yiyecekler yerlere saçıldı. Nizamiye kapısına doğru koşmaya başladı. Ben de arkadaşımı izlemeye çalışıyordum. Nizamiye kapısındaki nöbetçiler de aynı şeyleri söyleyerek önceki askerin söylediklerini doğruladılar. “Biraz önce at arabası ile üç sivil buradan çıkış yaptı.” Diyorlardı. Arkadaşım tam bir ruhsal çöküntü içinde durumu haber vermek üzere grup odasına doğru koşarken ona yetişmekte oldukça zorlanıyordum.
Çavuş grup odasının önünde arkadaşları ile sohbet ediyordu. Kendisinden kaçak askerleri teslim alan arkadaşı tek başına görünce durumu az çok tahmin etmiş olmalıydı. Arkadaşımın ağzını açmasına fırsat vermeden konuştu. “nerede sana teslim ettiğim asker kaçakları? Onları gene kaçırdın değil mi? Ulan sersem, bir de öğretmen olacaksın beceriksiz. Kaş yapayım derken göz çıkardın. Hem kendini hem de beni yaktın, Allah belanı versin, haydi hemşerilerin gelsin seni hapisten kurtarsın bakalım. Asker kaçaklarına acımanın sonu budur.” Çavuş daha çok şeyler söyleyecekti ama bir an önce duruma müdahale etmekle belki kaçakların şehir dışına çıkmadan yakalanabileceklerini düşünerek grup komutanına haber vermek üzere karargâha koştu.
Arkadaşımın iyi niyetli yaklaşımı ile ve tamamen insani duygularla yardımcı olmak istediği iki asker kaçağı, tüm tanıkların anlattıkları gibi, kantine erzak getiren at arabasına binerek nizamiye kapısından çıkıp gitmişlerdi. Olay elbette askeri açıdan çok vahimdi. Kötü kişilikli insanlara iyilik yapmaya kalkışmanın bu denli sakıncalı olduğunu yaşayarak öğrenmiştik. Öğretmen arkadaşım ile çavuş askeri mahkemeye verildiler. Her ikisi de hapis cezasına çarptırıldılar. Öğretmen grupları bir eylülde terhis olurken hapisteki arkadaşımı son kez ziyaret ettim. Çok üzgün ve çok pişmandı. Ben de arkadaşım adına üzgündüm, zira biz görev yerlerimize giderken O, altı aylık hapis cezasını çekmek üzere gün sayacaktı. Bu durumun arkadaşıma ne kadar ağır geldiğini yüzünden okumak mümkündü. Ama yapacak bir şey de yoktu. Teselli etmek için kelime bulmakta zorlanıyordum. Ayrılmak zor gelse de gitmemiz gerekiyordu, kucaklaşarak ayrıldık.
Askerliğimizin sonu yaklaşıyordu. Görev yerlerimizin belirleneceği kura çekimine iki hafta kala bölük komutanımız değişti. Önceki yedek subay olarak askerliğini yapmakta olan teğmeninin yerine, doğu illerinden birinde çalışırken tayini Isparta Er Eğitim Tugayına çıkan bir üsteğmen geldi. Üsteğmen, işine çok sıkı başladı ve ilk günden, bölüğümüzü aşırı disipline etmeyi amaçlayarak, adeta sıkıyönetim kuralları uygulamaya başladı. Üç ayı aşkın bir süredir grubumuzda olağan dışı çok az eylem olmasına karşılık, üsteğmenin görevi devralması ile birlikte istenmeyen olaylar üst üste yaşanmaya başlandı. Bu üsteğmenin her nedense öğretmenlere karşı özel bir kini varmış gibiydi. Kafasına göre kurallar koyuyor, bu kurallara uymayanlara kaba, alaycı ve onur kırıcı, hatta hakarete varan ölçülerde davranışlarda bulunuyordu. O’nun gelişine kadar, bizim grupta yaşanan tek olumsuz eylem, askeri eğitime başladığımız ilk günlerin birinde, kendini bilmez bir çavuşun küfrüne, bir öğretmen arkadaşımızın yumrukla karşılık vermesinden ibaretti. Bu olayın dışında her kademe ve rütbedeki askerler arasında, tam bir uyum sergileniyordu. Üsteğmenin grup komutanlığına gelmesinden sonra her gün bir gerginlik yaşanmaya başladı. En basitinden, sabahları yaptığımız mıntıka temizliğini beğenmediği için bizi, tekrar tekrar temizlik yaptırmaya zorluyor, bazen alaycı sözlerle, bazen de daha kaba sözlerle öğretmenleri aşağılamaya çalışıyordu. Askerlik süresinin bitmesine en çok üç haftalık bir zaman kaldığı için kimse bu kabalıklara karşılık vermek istemiyor, üstü ile tartışmak istemiyordu. Hiç gereği yokken, “doğru yürü lan, kepini düzelt, bostan korkuluğu, düzgün selam ver, saçını kestir papaza dönmüşsün, ayakkabını neden boyatmadın…” gibi emirler ve aşağılamalar yağdırıyordu. Bizleri en çok rahatsız eden konu, okullara dağılmamıza kısa bir süre kala, birkaç santim uzunluğa erişen saçlarımızı, daha üst rütbeli komutanların hoşgörülü davranmasına karşılık, üsteğmenin ısrarla kestirmemizi istemesi idi. Çünkü öğrencilerimizin karşısına saçsız birer asker kaçağı görüntüsü ile çıkmak istemiyorduk. Herkes saçını kestirmemekte ısrar ederken, “ya sabır” çekerek askerlik günlerini olaysız tamamlamaya çalışıyordu.
Cuma günü sabahı, bir haftanın sonuna daha olaysız olarak ulaştığımıza seviniyorduk. Sabah kahvaltısından sonra marşlar söyleyerek, üzerinde ilerlediğimiz yolun pudraya dönüşmüş tozunu yuta yuta eğitim alanına ulaştık. Birliğimizin başında, asıl mesleği Fransızca öğretmenliği olan ve askerliğini yedek teğmen olarak yaparken terhisine bir hafta kalan Tamer teğmen vardı. Tamer teğmen kibar, güler yüzlü, sakin ve ufak tefek bir insandı. İnsani tavırlarıyla tüm grubun saygı ve sevgisini kazanmıştı. Ayrıca meslektaş olmamızdan ötürü bir yakınlık duyuyorduk.
Eğitim alanına ulaştığımızda her gün tekrar ettiğimiz tüfekli ve tüfeksiz hareketleri kusursuz bir şekilde yaptık. Zaten bu hareketler ta başından beri bize çocuk oyuncağı gibiydi. Aynı hareketleri sürekli yapmak bize sıkıntı veriyor olsa da teğmenin istediği her an bunları yapmaktan asla gocunmuyorduk. Teğmen de bunun farkındaydı. Bu sabah haftanın tüm yorgunluğu üzerimizdeydi. Taner teğmen, “arkadaşlar bu hareketlerden sıkıldığınızın farkındayım ama askerlik kurallarına uymak zorundayız. Bu hareketleri sık sık dinlenerek tekrar etmeliyiz. Bu arada taburdan gelmeleri olası yüksek rütbeli komutanlardan haberimiz olması için ileriye bir arkadaş gözcü olarak gitsin. Gerektiğinde bizi uyarsın.” Dedi. Bir gönüllü çıkarak grup komutanlığının bulunduğu yöndeki masalı eğitim alanına doğru gitti. Bulunduğumuz eğitim alanının kuzeyinden geçen yolun karşı tarafında yer alan ve farklı eğitimler için düzenlenmiş beton masların yer aldığı alana yerleşti. Grup odasından gelecek olanları buradan rahatlıkla görebilirdi. Biz de tüfekleri çatarak, sıralarımızı bozmadan bulunduğumuz yerlere oturduk. Sigara kullananların sigara içebilecekleri söylendi. Herkes en yakınındaki arkadaşları ile sohbete daldı. Bu arada tiyatro eğitimi almış bir arkadaşımız çoğu zaman yaptığı gibi kişisel gösterilerini sunmaya başladı. Yaptığı espriler tüm bölüğü gülmekten kırıp geçiriyordu. Aradan ne kadar zaman geçtiğini tam olarak bilmiyorum ama bir süre sonra astsubaylardan biri, “teğmenim üsteğmenim geliyor.” Dedi. Bir anda gözlerimiz grup yönüne odaklandı. Yaklaşık elli metre uzaklıkta olan üsteğmen hızlı adımlarla bize doğru geliyordu. Belli ki gözetlemeye giden arkadaşımızı atlatmıştı. Eğitim alanına çoktan girmişti. Taner teğmen, “ bölük kalk, tekmil al!” diye emir verdi. Hep birlikte sıçrayıp kalktık. Astsubaylar çavuşlardan, teğmen de astsubaylardan aldığı tekmili kendisine beş metre kadar yaklaşmış bulunan üsteğmene aktardı. Üsteğmenin yüzünden düşen bin parça olacak gibiydi. Kendisinden beklemediğimiz kadar kaba bir küfür savurdu. “Senin gibi askerin anasını s… Git! Doğru dürüst tekmil al, gel. Koşar adım marş, marş!” Teğmen neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Bir an yerinde sendeledi, sonra geri dönerek astsubaylara doğru yürüdü. Adam bu kadar kaba bir küfür ve kaba bir davranış beklemiyor olmalıydı. Beş yüz kadar meslektaşının karşısında böylesine hakarete uğramak adamı şoke etmişti. Ayrıca böyle bir hakareti hak edecek bir davranış ya da itaatsizlik yaptığını düşünmüyordu. Hırsından gözlerinden yaşlar boşandığını görebiliyorduk. Tekmil gereği gibi tekrar alındı. Teğmen aldığı tekmili koşarak üsteğmene iletti. Üsteğmenin bu haksız ve kaba davranışı içimizi nefretle doldurdu. Bir anda çelik birer yay gibi gerildik. Teğmene yapılan bu hakareti hepimize yapılmış olarak algılıyorduk. Zaten işin doğrusu da bu yöndeydi. Üsteğmen teğmen aracılığı ile hepimizi aşağılıyordu. Nefeslerimiz daralıyor, giderek kaba kaba solumalar duyuluyordu. Kişisel bilinçler bir anda yok olmuş yerini toplum psikolojisi almıştı. Bir kıvılcım bilincimizi toz duman edecek ortalık savaş alanına dönecekti.
Üsteğmen kürsüye çıktı. “Bu ne biçim askerlik? Sabah erkenden koca karılar gibi yatmaya, oturmaya utanmıyor musunuz? Tüfek al!” emri verdi. Her birimiz çok yavaş hareketlerle tüfekleri aldık ve aynı umursamazlıkla yerlerimize geçtik. Bölüğümüz, üsteğmen ne söylerse söylesin, hiçbir emrinin yerine getirilmemesi yönünde bir karar almıştı. Bu karar sözle değil tamamen duygusal birlikteliğin bir sonucuydu. Üsteğmen daha yüksek sesle bağırdı: “Bölük rahat!” çıt yok, “bölük hazır ol!” Hiçbir hareket yok. “”Beni duymadınız mı, soytarılar…” Bu kez bölük hep birden karşılık verdi. “Soytarı sensin.” Üsteğmen neye uğradığını şaşırdı. Hiçbir zaman böyle bir tepkiyle karşılaşabileceğini düşünmemiş olduğu belliydi. Yüzü mosmor oldu. Konuşurken ağzından köpükler saçılıyordu. “ben size askerliğin nasıl yapıldığını öğretmesini bilirim. Gerekirse manga manga, tek tek bu hareketleri yapacaksınız. “Bölük tüfekli hareketler için hazır ol ve başla!” Harekete başladık ama ne hareket? Herkes kendi bildiği yöne dönüyor, kafasına göre serbest hareketler yapıyor ve tam bir karmaşa görüntüsü ortaya çıkıyordu. Kimi tüfeğini sağa sola çeviriyor, kimi kollarını aşağı yukarı kaldırıyor, kimi olduğu yerde zıpzıp zıplıyordu. Bu kez üsteğmen “dur!” diye bağırdı. Sonra tüm rütbelilere seslendi. “Erbaşlar önümde toplan!” Rütbelilerin tümü koşarak kürsünün önünde yerlerini aldılar. “Şimdi mangalara sıra ile tek tek hareketleri yaptıracağız. Yapmayanları ya da yanlış yapanları tespit edeceksiniz. Tespit etmeyeni tepelerim. Birinci manga üç adım ileri, marş!” En baştaki uzun boylu ve pehlivan yapılı öğretmenlerden oluşan birinci manga ileri çıktı. Her birinin boyu en az bir seksen civarında olan bu arkadaşlar dağ gibi sıralanmışlardı. Yüzlerinde tam bir kinin ve nefretin izleri vardı. İçimde birazdan kötü bir takım olayların olacağına dair bir his vardı. Benim boyum bir yetmiş bile olmadığı için gerilere yakın, belki ortanın gerisinde bir yerlerde duruyordum. Herkeste böyle bir duygunun olduğunun olduğundan kuşkum yoktu. Zira çıkabilecek olaylara tüm bölük olarak katılmaktan asla geri durmayacaktık. Bundan adım gibi emindim. Dikkatle arkadaşları izlemeye koyulduk. Üsteğmen ileri çıkan mangaya aynı emri verdi. “Tüfekli hareketler için vaziyet al ve başla! Bir,iki,üç…” Manga aldığı emir doğrultusunda bir takım kıpırdanmalardan sonra, isteksiz ve düzgün olmayan bir şekilde hareket yapmaya başladı. Üsteğmenin beğenmediği belliydi. Her biri birer aslan parçası gibi duran arkadaşların en önünde manga başı olan Nurettin isimli arkadaşımızın boyu, üsteğmenden bir kafa kadar daha uzun duruyordu. Bedence de ondan daha iri yapılıydı. Manganın isteksizliğini gören ve yapılan hareketleri beğenmeyen üsteğmen mangaya, tüm bölüğe örnek olabilecek bir ceza vermek istedi. “Manga sola dön!” manga sola döndü. “İstikamet Alibey köy, koşar adım marş, marş!” Manga tüfekleri namlularından tutarak omuzlarına attı ve adi adımlarla yürümeye başladı. Üsteğmenin emirlerine uyan yoktu. Gene de O, durmadan bildiği emirleri sıralamaya devam ediyordu. “Tüfekleri çapraz tut ve koş, marş marş! Yat, kalk, sürün, çök, yat…” Manga bunların hiçbirine uymadan bildiği gibi yürümeye devam ediyordu. Üsteğmen emirlerinin yerine getirilmediğini gördükçe kürsüde kendini paralıyordu. Tepiniyor, bağırıyor, deli gibi sesler çıkarıyordu. Onu dinleyen yoktu. Manga aynı sakin adımlarla ilerleyerek Alibey köy yönündeki küçük tepenin arkasına doğru yürüyordu. Birazdan tepenin arkasında görünmez olacaklardı. Bu kez üsteğmen, “Manga geri dön! Diye bağırdı, ama onu ne duyan oldu ne de geri dönen. Manga tepenin arkasında yok oldu. Üsteğmen ne yapacağını bilemez bir halde tepinip duruyordu. Aklını yitirmiş gibiydi. En önde bulunan bir öğretmen arkadaşa, eli ile ileri çıkmasını işaret etti. “Git şunları getir!” dedi. Arkadaş hafif bir koşu temposu ile tepeye doğru ilerledi. Tüm bölük bu olanlardan son derece zevk alarak durumu yakından izliyorduk. Aramızda yavaştan şakalar yapıyor ve üsteğmeni alaya alıyorduk. Sonucun nereye kadar gideceğini hiç kimse bilemiyordu. Gözlerimiz gidenleri çağırmak üzere gönderilen arkadaşımızda gergin bir ruh yapısı ile bekliyorduk. O tepenin arkasında yaşananları daha sonra arkadaşların anlatması ile öğrendik. Kendilerini çağırmaya gelen arkadaşa manga başı Nurettin arkadaşımız “gel sen de otur, bizi götürmeye üsteğmen kendisi gelsin de bana onun hesabını görme fırsatı çıksın,” demiş. Öteki arkadaş ise tek başına dönmesi durumunda üsteğmenin kendisini cezalandırabileceğinden bahsedince hep birlikte dönmeye karar verilmiş. Uzunca bir zaman sonra mangayı çağırmak üzere giden arkadaş manganın en önünde olduğu halde tepenin yan tarafında göründüler. Hiç aceleleri yokmuş gibi yavaş adımlarla bize doğru yol alıyorlardı. Sesinin ulaşma mesafesine geldiğini hesap eden üsteğmen yeniden emirler yağdırmaya başladı. “Yat, kalk, sürün, koş…” Bu emirleri duyan yoktu. Manga hiçbir şey olmamış gibi yürüyerek eğitim alanının ortasındaki kürsünün önünde durdu. Üsteğmen kabalığına devam etti. “Hayvanlar… Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Sizi mahkemelerde süründürmezsem bu ad ve bu rütbe bana haram olsun. Sizi…” Konuşmaya devam edecekti ama manganın başı olan Nurettin arkadaşımız birden gök gürültüsüne benzer bir sesle O’na mani oldu. “Üsteğmen yaptığın terbiyesizlik yeter.Bu kadar kabalaşman yanlış. Biz buraya senin gibi eğitimden nasibini almamış rütbelilerden küfür dinlemek için gelmedik. Biz hayvan değiliz. Senin gibi hayvanları eğitip insan etmeye çalışan eğitimcileriz. Kendini dokunulmaz ve çok yiğit sanıyorsun. Sende bir tutam yiğitlik varsa sırtındaki resmi elbiseyi çıkar da seninle bir hesaplaşalım. Omzundaki yıldızlara sığınarak anamıza avradımıza küfür etmek nasıl olur bir göstereyim sana. Şu an burada bir tane şerefsiz, namussuz, terbiyesiz biri varsa o da sensin. Git bildiğini yap. Elinden geleni ardına koyma. Bir anda beş yüz kişilik bölük kürsünün çevresini sardık. Bunu kimse emretmedi, kendiliğinden bir hareketle kürsüyü ortaya aldık. Ellerimizdeki tüfeklerin dipçikleri üsteğmene çevrilmişti. Üsteğmenin bu andan itibaren yapacağı en küçük bir kabalık ya da kaba sözü anında bir saldırı ile karşılık bulacaktı. Yani beş yüz kişi bilincini yitirmiş gibi üsteğmeni linç etmeye kararlı bir davranışın hazırlığındaydı. Bu tugayda buna benzer bir linç olayının yaşandığını duymuştuk. Bin dokuz yüz altmış dört Kıbrıs harekâtı sırasında Alibey köy gerisindeki dağa konuçlandırılan tugayda böyle bir olayın yaşandığı bir gerçekti. Galiba üsteğmenin bundan haberi yoktu. Bu linç olayı gene bir öğretmen grubu ile bir teğmen arasında geçmişti. Aradan iki yıl geçmişti ama ne yazık ki aynı sahneler tekrar yaşanmak üzereydi. Bir kendini ve haddini bilmez bir adam kocaman birliği gene isyana zorluyordu. Yedek teğmen, astsubaylar ve sıra çavuşlarında hiçbir ses ve hareket yoktu. Biz kürsünün etrafını sarınca onlar aradan sessizce sıyrılıp kenara çekildiler. Olanları uzaktan ve kaygı ile izliyorlardı.
Üsteğmenin beti benzi sapsarı olmuştu. Hatta kusacak bir adamın yüzü gibi yeşilimsi bir renk almıştı. Kuyu gibi çukurlaşan gözleri ile çevreye bir göz attı. Kimseden kendisine bir destek yoktu. Nihayet pabucun pahalı olduğunu anlayabilmişti. Anlar anlamaz da bir anda kendini kurtarmaya yönelik bir çabaya yönelmenin izleri yüzüne yansıdı. Zira yüzünde hiç beklenmeyen bir gülümsemenin izlerinin yansıması belirdi. “ Sakin olun hocalar, lütfen sakin olun. Ben sizin dayanma gücünüzün sınırını ölçmek istedim. Lütfen sakin olun ve yerlerinize geçin. Yaptığım doğru değildi, bunu kabul ediyor ve sizlerden özür diliyorum. Size haksızlık ve kabalık ettim. Yanlış davrandım, tekrar özür diliyorum. Haydi, lütfen yerlerinize geçiniz.” Birer çelik yay gibi gerilen sinirlerimiz bu beklenmeyen konuşmalarla gevşedi. Bedenlerimize bir gevşeme ve rahatlama dalgası yayıldı. Hiç birimizin asla istemeyeceği bir durumdan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla yavaş yavaş yerlerimize döndük. Üsteğmen son kez seslendi. “İstirahat edin, ne istiyorsanız onu yapın.” Kürsüden aşağı atladı ve grup odasına doğru çok hızlı adımlarla uzaklaştı. Bir daha da biz terhis oluncaya kadar bizim birlikle yüz yüze gelmedi.Ta ki terhis belgelerinin imzalanacağı güne kadar.
ASKERLİKTE SON GÜN-TÜFEK TESLİM TÖRENİ
Bir hafta önce atanma kuralarını çektik. Ben kurada Kars ilini çektim. Artvinli bir arkadaş da Diyarbakır’ı çekmişti. Bana, “senin memleketin her ikisine de uzak. Kars ya da Diyarbakır, ne fark edecek? Gel benimle illeri değişelim.” Dedi. O anın heyecanı ile bu iki ilin farkını düşünememiştim. Anında “olur” dedim. Kura pusulalarını değiştik ve adlarımızı kayıt ettirdik. Bir süre sonra neden bu değişikliği kabul ettim diye kendi kendime kızdım. Zira, Diyarbakır hakkında önceden dinlediğim bazı olumsuz öyküleri anımsamıştım. Ancak artık iş işten geçmişti ve yakınmak durumu değiştirmeyecekti. Artık ileriye bakmalıydım. Askerlik sırasında tanıştığım ve oldukça samimi olduğum arkadaşım Muş’lu Bedri’nin yöre hakkında anlattıkları içime su serpti. Bedri de Diyarbakır’a atanmıştı. Bedri, bu atamadan öylesine mutlu olmuştu ki ben üzüntümü hissettirmeye bile utandım. Bir daha da bu konuyu hiçbir zaman açmadım.
Taburun diğer iki öğretmen grubu dağılalı iki gün geçtiği halde bizim bölük hala tüfekleri bile teslim etmemişti. Neden bekletildiğimizin hiçbir açıklaması yoktu. Bizim aklımıza gelen tek neden üsteğmenin bize olan kini idi. Üç hafta önce grup komutanlığına geldiği ilk günlerde bizim bölükle yaşadığı tatsız olayın acısını alıyor olmalıydı. Yoksa bizi neden bekletecekti? Öteki öğretmen gruplarının yerine yeni gelen askerler yerleşmekte iken biz niçin burada bekletiliyorduk? Üsteğmen bizimle asla karşı karşıya gelmiyor, O’na vekâlet eden subaylar da kendilerinin terhis konusunda yetkilerinin olmadığını söylüyorlardı.
Diğer grupların dağılmasının ardından geçen üçüncü günün sabahında üsteğmen karşımıza çıktı. Tüfek teslim törenine hazırlık olmak üzere tüfekleri titizlikle temizlememizi emretti. Tüfeklerini gereği gibi temizledikten sonra teslim eden öğretmenlerin gitmelerine izin verileceğini açıkladı. Yüzü bir heykelinki kadar kara ve duygusuzdu. Eğitim alanında yaşadığı sıra dışı olayın aşağılayıcı karşılığını verememiş olmasının ezikliğini yaşıyor gibiydi. Elinden geldiği kadar şu son günde işimizi zorlaştırarak bir nebze içine işleyen bu durumu telafi etmeye çalışacağı anlaşılıyordu. Bizler durumun farkındaydık. Her birimiz psikoloji okumuştuk ve insan davranışlarına nelerin yön verdiğini biliyorduk. Üsteğmeni önemsemenin anlamı ve gereği yoktu. Bir an önce buradan ayrılmak için işimize bakmalıydık.
Birkaç arkadaş birlikte bir makine yağı aldık. Yıllardır kullanılan bu emektar tüfekleri olabildiğince iyi temizlemek istiyorduk. Grup odasının yan tarafındaki küçük çalı kümelerinin yer aldığı boş alanda temizliğe başladık. Benim tüfeğim birinci dünya savaşına katılmış, bin dokuz yüz on dört yapımı beşli bir mavzerdi. Bunca yıl geçmiş olmasına karşın namlusunun içi ilk günkü kadar pırıl pırıl parlıyordu. En küçük bir karıncalanma bile yoktu. Tüfeğin her yerini en ince ayrıntısına kadar çok iyi temizledim. İçi dışı sanki yeni yapılmış gibi parladı. Teslim edilebilecek duruma geldi. Ancak tüfekler manga sıralamasına göre alınmaya başlamıştı. Bu durumda benim uzunca bir zaman beklemem gerekiyordu. Boş oturmaktansa tüfeği daha iyi temizlemeyi uygun buldum. Yapıldığından beri hiç sökülmediğini tahmin ettiğim şarjör yatağını ve yayını sökmeye başladım. Önce mermileri sıra ile namluya sürme görevi olan çelik yayı çıkardım. Z harfine benzeyen çelik yayın her iki ucundan tutarak bastırdım. Çok sertti. Üst yüzeyinin ayna gibi parlamasına karşılık alt kıvrılma noktasının birazcık paslandığını fark ettim. Öğretmenlik stajına başladığımdan beri öğrencilerimin kalemlerini açmak üzere cebimde taşıdığım küçük bıçağımı çıkararak kıvrımdaki pası kazımaya giriştim. Tüfek harbisinin ucuna sardığım yağlı bezi birkaç kez bu paslı alanın üzerinden geçirdim. Yağlı bezin paslı alanın her noktasına temas etmesini sağlamak üzere yayı iki ucundan tutarak hafifçe açmaya çalıştım. “Çıt” diye duyulan bir sesle yayın alt ucu kopuverdi. Bu çıt sesi ile kopan yay değil sanki benim kalbimin bir parçasıydı. Eyvah! Ben ne yaptım diye içimden bir feryat yükseldi. Tüfeği teslim etmek üzereyken yaptığım işgüzarlığın nelere mal olabileceğini düşündükçe paniklemeye başladım. Tüfeği bu durumda teslim edemeyeceğim gibi TSK malına zarar vermekten mahkemede yargılanmam bile söz konusu olabilirdi. Hele bizim birliğe özel bir kini olan üsteğmenin eline böyle bir fırsat çıkarsa mutlaka bunu en iyi şekilde kullanacağından asla kuşkum yoktu. Kırılan parçanın bedelini ödemekle kurtulabileceğimi bilsem buna dünden razı olacaktım. Ya mahkemeye verilir de diğer arkadaşlarım terhis olup giderken ben aylarca burada kalmaya mahkûm olursam benim halim nice olurdu? Belki bunların hiç biri olmayacaktı ama şu anda tüm olumsuzluklar beynimde cirit atıyordu. Henüz en yakın arkadaşlarımın bile bu durumdan haberi yoktu. Üst rütbeli birilerinin durumu öğrenmesinden önce arkadaşlarımdan biri ile olayı paylaşmam gerektiğine karar verdim. Benim yaşadığım ruhsal karmaşadan ötürü sağlıklı düşünemediğim ortadaydı. Belki arkadaşım bana bir çözüm yolu önerebilirdi. Durumu paylaşabileceğim kişi olarak ilk aklıma gelen en yakın arkadaşım Mustafa oldu. Mustafa biraz ileride kendi tüfeğini temizlemekle meşguldü. Yanına yaklaştım. “Mustafa öyle bir halt ettim ki işin içinden nasıl çıkabileceğimi bilemiyorum.” Dedim. “ Yüzümdeki endişeli ifadeden ciddi bir sorunum olduğunu anlamış gibiydi. “Ne var, ne oldu” diye sordu. “Temizlerken tüfeğin şarjör yayını kırdım” “yayı nasıl kırdın be? O yayla ne işin vardı? Dedemden kalma tüfeğin yayını ne yapacaktın?” Yahu arkadaş, ben nereden bileydim bu yayın bu kadar zayıf olduğunu? İşgüzarlık işte. Yapmışken işimi iyi yapayım dedim, yayı da söktüm. Meğer alt taraftaki kıvrılma noktası tamamen çürükmüş. Birden koptu işte.” “Dur hele, kafanı takma, elbet bir çaresine bakarız. Sen dua et de sana öğle yemeğinden önce teslim sırası gelmesin.” Dedi. Sonra da ekledi. “Eğer teslim sırası öğleden önce gelirse tüfeğin henüz teslime hazır olmadığını söyle.Yemek aralığında bir çare buluruz.
Her an bana sıra gelecek diye korkarak, kalbimin atışlarını beynimde hissederek, öğle aralığına ulaştık. Teslim sıramın gelmesine iki kişi kala öğle molası verildi. Büyük bir oh çektim. Herkes yemekhaneye giderken Mustafa ile birlikte kantinle yatakhanelerin bulunduğu yöne doğru koştuk. Tüfeğin şarjör yayını tamir edebileceğimiz sakin bir köşe arıyorduk. Kantinin arkası boştu. Gölgeliğe oturduk. Yayı çıkardım. Mustafa kantinciden pense ile çekiç istedi. Çekiç yokmuş, pense vermiş. Pense de işimizi görebilirdi. Yayın her iki ucunun sağlam olan yerlerinden küçük iki kıvrım yaptık. Kıvrımları iç içe geçirerek sağlam bir taşın üzerinde penseyi bir çekiç gibi kullanarak sıkıştırmaya çalıştık. Kıvrımlar sıkıştı ve parçalar birbirine kenetlendi. Çok dikkatli bir şekilde kıvrımların sağlam olması için uğraştık. Parçaların birbirini iyice tuttuğundan emin olmak için yavaşça yayın iki ucundan çekiştirdik. Parçaların kopmadığını görünce işi hallettiğimize karar verdik. Bu sonuç umduğumdan daha iyi olmuştu. Mustafa gene de işi sağlama almak istiyordu. Teslim sırasında herhangi bir aksilikle karşılaşmamayı garanti altına almamızın daha doğru olacağını söylüyordu. Bunun için de yayın yerine sağlam bir yay takılması gerekiyordu. Bölüklerin tüfekleri yatakhanede ranzaların başlarında asılı duruyordu. Bu tüfeklerden birinin yayı ile benim tüfeğin yayını değiştirmemizi önerdi. Yatakhanelere serbestçe girip çıkabiliyorduk. Bu işi kolayca başarabilirdik. Bu iş bana önce iyi bir fikir gibi geldi. Hiç düşünmeden “değiştirelim” dedim. Birlikte yatakhaneye yürüdük. Kapıda nöbetçi duruyordu. Niçin geldiğimizi sordu. Tüfeği yerine asacağımı söyledim, içeri girdik. Büyük bir barakadan oluşan yatakhanenin uzunluğu otuz metre kadardı. En sona ilerledik. Mustafa orada asılı tüfeklerden birini sökmeye başladı. İçim bir tuhaf oldu. Sanki göğsümden boğazıma doğru çıkmak isteyen bir kuş orada sıkışıp kalmış, kurtulmak için durmadan kanat çırpıyor gibiydi. Nefes alamıyordum. Ağzımdan çıkan nefesimin dudaklarımı yaktığını hissediyordum. İçinde bulunduğumuz birkaç saniyelik zaman diliminde gözlerimde canlana bir senaryo beni boğuyordu: Hiçbir şeyden haberi olmayan bu tüfeğin sahibi olan er öğretmen arkadaş, teslim etmek üzere kendinden ve tüfeğinin sağlamlığından asla kuşku duymadan omzuna alıyor, tekmil veriyor, üsteğmen makarizmayı çıkarttırıyor, tek gözü ile namlunun içinin temizliğine bakıyor, tüfeği ters çevirmesini söylüyor, tam o anda şarjör yayı pat diye üsteğmenin ayağının ucuna düşüveriyor. Zavallı askerin dünyası başına yıkılıyor. Ondan sonra olayların nereye vardığı belli: Askeri mahkeme, tazminat ve hapis…Buna göz yumamazdım. Ben asla böyle bir sonucun tasarlayıcısı olamazdım. Eğer bu senaryo gerçek olacak ve yaşanması kaçınılmaz ise bunları ben yaşamalıydım. Kararlı bir sesle Mustafa’ya “bırak o tüfeği sökme,”dedim. Mustafa bir an şaşırdı ve öfke ile yüzüme baktı. “Neden, ne oldu?” diye sordu. “nedenini boş ver, haydi çıkalım buradan” dedim. Henüz yayı sökememişti. Makarizmayı yerine taktı, tüfeği aldığı yere astı, dışarı çıktık. Çıkarken nöbetçiye, tüfeği bırakmaktan vazgeçtiğimizi söyledik. Tekrar kantinin arkasına geçtik ve tamir ettiğimiz yayı son bir kez daha gözden geçirdik. Sağlam görünüyordu. Daha fazla uğraşmak gereksizdi, yemekhaneye doğru yürüdük. Yemekler yenmiş yemekhane boşalmıştı. Yeniden toplanma zamanı yakındı. Kantinden ayaküstü atıştırabileceğimiz bir şeyler alarak toplanma alanına gittik.
Saat bir buçukta teslim işine yeniden başlandı. Üsteğmen tüfekleri kendisi teslim alıyordu. İstese bu işi daha alt rütbeli birine yaptırabilirdi. Onun amacı, bazı eksiklikler tespit edebilmek, hiç olmazsa birkaç öğretmene acı çektirerek kendi egosunu tatmin etmekti.
Benim önümde buluna iki kişi teslim için ayağa kalktılar. Tüfeğimin namlusunu son kez sildikten sonra içine toz girmemesi için ucuna yağlı bir bez parçası tıkadım. Sıra bana geldi. Kalbimin sesini gene kulaklarımda ve beynimde duymaya başladım. Kendinden çok eminmiş gibi sert adımlarla üsteğmenin karşısına yürüdüm. Herkesin yaptığı gibi tüfeğin makarizmasını dikkatle çıkarttım. Tüfeğin namusunun açık ucu üsteğmenin gözüne gelecek şekilde omzuma kaldırdım. “Altı bin üç yüz seksen beş numaralı, bin dokuz yüz on dört yapısı piyade tüfeği, temizlik ve teslim görüşünüze hazırdır komutanım.” Diye bağırdım. Üsteğmen bir gözünü kapatarak namlunun içini görmeye çalıştı. Kafasını bir o yana bir bu yana yatırdı. Hareketlerini dikkatle izliyordum. “Nerede bu tüfeğin namlusu?” diye sordu. Eyvah! Namlunun ucundaki temizlik bezini çıkarmayı unutmuştum. Bir hamlede namlunun ucundaki yağlı bezi çıkarıp aldım. Aynı anda, “burada komutanım.” Dedim. Baktı, “çevir!”dedi. Yumuşak bir hareketle çevirdim. Benim için en kritik an bu andı. Yay düşecek diye bekliyordum. Daha önce kafamda canlandırdığım senaryoyu şimdi yaşamaya başlamak üzereydim. Ama yay düşmedi. Üsteğmen, “sağlam, makarizmayı tak, götür teslim et.” Dedi. “Emredersiniz komutanım” diyerek sert bir topuk selamından sonra geri döndüm ve bir an önce oradan uzaklaşmak üzere koşar adım ilerledim. Artık dünyalar benimdi. Büyük bir tehlikeyi ucuz atlatmanın verdiği rahatlıkla, tüfekleri teslim alan astsubayın yanına ulaştım. Astsubay tüfeği yanında duran çavuşa vermemi söyledi, verdim. Uzattığı teslim alındı kâğıdını zevkle imzaladım.
Nihayet askerlik bitmişti.
Memlekete uğradığım kısa bir sürenin ardından, tekrar gurbet yollarına düşmek zorunda olduğumun bilincinde olarak, derhal yol hazırlıklarına başladım.Zira bir hafta sonra okullar açılacaktı.Atandığım Diyarbakır’a gitme hazırlıkları yaparken, doğunun gizemli havasına kolayca uyum sağlayabilecek miyim kuşkusunun iç huzursuzluğunu yaşıyordum.Doğu nasıl bir yerdi?Beni orada neler ve hangi zor koşullar bekliyordu,doğrusu çok merak ediyordum.Ancak meslek sevgim ve okul yılları boyunca kişiliğimize işlenen ve bir daha asla çıkmamacasına benliğimize nakşedilen vatana hizmet aşkı, her güçlüğün üstesinden gelebileceğim güvenini anımsatıyor, bu duygu da beni sakinleştiriyordu.
Bir hafta çok çabuk geçti.Özlemini çektiğim aile ocağından ayrılırken bana yabancı olmayan vedalaşma törenlerini olabildiğince basitleştirmeye çalışarak, aile fertleri ile tek tek çabucak kucaklaştım ve tahta bavulumun kulpunu kavradığım gibi yola koyuldum.Şimdi hedef Diyarbakır’ın Silvan ilçesiydi.
Zorlu ve yorucu geçen bir tren yolculuğu ile ulaştığım Diyarbakır’ın bende bıraktığı ilk izlenim, yanlışlıkla Türkiye dışında bir ülkeye gelmişim duygusu uyandırmış olmasıydı.İnsanların giyim kuşamları,konuştukları dil,şehri çevreleyen kalın surlar,kahvehanelerdeki yere yakın masalar ve etrafına dizili hasır örgülü çok alçak oturaklar bana çok yabancıydı.Böylesi bir ortamı izlediğim arap kültürü ağırlıklı yabancı filmlerde görmüştüm.İçimden “acaba yanlışlıkla Suriye’ye mi geldim” diye düşünmekten edemiyordum.Fakat ara sıra Türkçe konuşmalar ve lokanta önlerinden geçerken beni yemek yemeye davet eden insanların varlığı burasının Diyarbakır olduğunu anlatıyordu.
Tren istasyonundan bizi şehre getiren dolmuştan indikten sonra birkaç kişiye sora sora Silvan garajını buldum.Buranın da Silvan garajı olduğundan emin değildim, zira arabaya müşteri temin etmeye çalışan çığırtkan durmadan “farkıni,farkıni…” diye bağırıyordu.Meğerse Silvan’ın yerel adı farkıni imiş.
Silvan’a geldiğimin ikinci günün sabahı atandığım köye gitmek üzere yola koyuldum.Benim gibi bu bölgeye atanan onlarca yeni asker öğretmenle aynı yerde tekrar buluşmak için sözleştikten sonra,eşyalarımızı da otel görevlisine emanet bırakarak otelden ayrıldık.Burada köylere yeni adlar verilmişti.Benim atandığım Kilisi köyünün yeni adı olan Akyol’u bilen yok gibiydi.Araba garajında “Kilisi köyüne gitmek istiyorum” dedim.Köy Diyarbakır yolu üzerindeymiş.O yöne gidecek olan otobüse bindim.
Arabadan indiğim anda ruhumu saran heyecan kendi benliğime bile yabancıydı. İçimde, bir türlü engel olamadığım bir ürperti vardı. Taşımakta olduğum rengi solmuş mavi çantalar olmasa, ellerimin titremesini gizlemek için ne yapabileceğimi bilemezdim. İçimden “iyi ki ellerimde çantalarım var,”diyordum. Eski püskü olsalar da, farklı bir dünyaya gelmiş olmamın, içimde oluşturduğu ikilemleri dışa vuran ellerimi oyaladıkları için, çantalarımı daha çok sevdim.
Dört aylık askerlikten sonra kendi elimle çektiğim kurada, güneydoğunun bir ili çıkınca, içimi üzüntü ile karışık bir korku doldurmuştu. Neden böyle bir duyguya kapıldığımı tam olarak açıklayamıyordum. Aklıma gelen ilk neden, o yöreler hakkında dinlediğim yalan yanlış birçok öykünün, bende yarattığı olumsuz çağrışımlar olabilirdi. Ama şu an, bunları daha gerçekçi bir şekilde irdeleyebilecek zihin duruluğuna sahip değildim. Kendi kendime, “Bu konu üzerinde fazla durmanın bir anlamı yok,”dedim. “Nasıl olsa tüm gerçekleri yaşayarak öğrenmek için, önümüzde bol bol zaman var.”
“Otel Saray” tabelasını gördüğümde, içimde yine bir ürperti kıvılcımının titreşimlerini hissettim. Kapının önünde kısa bir süre soluklanarak, kendi kendime, sakin olmam gerektiğini telkin etmeye çalıştım. Çantanın birini yere bıraktım ve kapıya uzandım. Tam o sırada kapı kendiliğinden açıldı. İçeriden, kısa boylu ve zayıf bir genç, çantaları almak için uzandı. “Hoş geldiniz,”dedi, saygılı bir sesle. Elimden aldığı çantaları salonun bir köşesine bıraktı. “Hoş bulduk,” derken içimi sıkmakta olan gerilimin azaldığını hissettim. Elimi uzatarak kendimi tanıttım. “Memnun oldum,” dedi, otel görevlisi. “Sizin gibi yeni gelen birçok öğretmen arkadaş da otelimizde kalıyorlar. Siz nerelisiniz?” Önce, “Batıdan,”diye yanıtladım. Sonra düşündüm, batı memleketimin yönünü tam tanımlamıyor, devam ettim. “ Pek batı sayılmaz, daha doğrusu bulunduğumuz yere göre, kuzeybatıdan, ben Karadenizli sayılırım.” “Hangi köye gideceksiniz?”Diye sormaya devam etti. “Akyol’a” dedim, “Bu yeni adıymış. Eski adı Kilisi imiş, biliyor musun?” “Evet,çok iyi bilirim.İlçe merkezine dört kilometre uzaklıkta bir köy.Geldiğiniz yol, köyün yakınından geçer ama arada yüksekçe bir yer olduğundan görünmez..Dikkat ettiyseniz ilçeye yaklaştığınızda ,en son çıkılan rampa üzerinde, çok büyük tarihi bir ağaç vardır.Tam orada arabadan inip yaklaşık on dakika güneye yürüyeceksiniz.Kilisi Köyü karşınıza çıkar. Çok şanslısınız öğretmenim, ilçenin bir mahallesi sayılacak bir köye atanmışsınız.” Bunları duymak beni daha çok rahatlattı. İçten içe sevindim.
Yorgundum, sözü daha çok uzatmak istemedim. Otel görevlisi ile yaptığımız kısa konuşmanın verdiği moral ile iyi bir uyku çekebileceğimi düşündüm. “Kalacağım odayı gösterir misiniz?” Dedim. “Elbette, buyurun.” Dedi. “Çantaları da çıkarmamı ister misiniz?” “Evet iyi olur.” Çantaları alıp merdivenlere yönelen gencin arkasından istekle yürüdüm.
Ertesi gün moralim, düne göre çok daha iyi idi. Benimle aynı zamanda ataması yapılan iki meslektaşla tanışmıştım. Onların atandığı köylerin ilçeye çok uzak ve bazı olanaklardan yoksun olduğunu öğrenince, otel görevlisi Bekir’in dediği gibi, gerçekten şanslı olduğuma inanmıştım. Bir an önce atandığım köyü görmek ve tanımak istiyordum. Bana en çok lazım olacağını düşündüğüm eşyalarımı bir çantada toplayarak, diğerini daha sonra geldiğimde teslim almak üzere otele bıraktım. Elime aldığım tek çanta ile şehrin ana caddesinden araba garajına doğru giderken, içimin gene heyecanla titrediğini duyumsuyordum. Beni bu kadar heyecana sürükleyen sebebin ne olabileceğini kendi kendime sorguluyor, ama bir türlü anlamlı bir yanıt bulamıyordum. Bu atanmam ilk değildi. Yani ilk kez öğretmenliğe başlamıyordum ki. Öyleyse içimi titreten bu heyecanın nedeni ne olabilirdi? Aklıma gelen ilk neden, hayatımda ilk kez görmekte olduğum coğrafi bölgenin, sosyal farklılıkları idi.
Ana cadde üzerindeki bir kahvehanede çalınmakta olan plaktan, Kürtçe bir ezginin, ağıta benzer nameleri ortalığı çınlatıyordu. Ne dediğini anlamasam da yanık bir halk türküsü olduğundan kuşkum yoktu. Kahvehanenin önünde, alışılmışın dışında küçük masa ve oturaklar vardı. Oturaklar yere çok yakındı ve dört tane yuvarlak çıtaya, ip gerilmek suretiyle yapılmışlardı.Öbek öbek insanlar, küçücük masaların çevresine rahat bir şekilde oturmuşlar, oyun oynamaktaydılar.Bu kadar küçük masalarda, nasıl bu kadar rahat oturabildiklerine şaşmamak elde değildi.Belki de beni heyecanlandıran asıl neden alışık olmadığım bu görüntülerdi.Yurdumun farklı bir iline değil de sanki başka bir ülkeye gelmiş gibi bir duyguya kapılıyordum.Görmekte olduğum ilkleri belleğime işleyerek yürüdüm.
Kilisi’ye mi gitmek istiyordun hoca?” Sürücü yamağının tuhaf bir şive ile sorduğu bu soru, beni otobüsün rahat koltuğunda daldığım hayallerden ayırdı . “Evet,” dedim aceleyle, otelci Bekir’in tarif ettiği asırlık ağacı fark etmiştim. “Burada ineceğim.” Araba durdu. Ben ayağımı yere basar basmaz, arkasında koyu bir toz bulutu bırakarak hızla uzaklaştı.
Kum zeminli toprak yol ortasında tek başıma kalmıştım. Kendi memleketimden yüzlerce kilometre uzaklarda idim. İlk kez gördüğüm ve bir dağ başından farksız ortamda, yaşamımın yepyeni bir dönemine adım atmak üzere, ilerlemek zorundaydım. Önce bana tarif edilen ağacı bulmuştum. Şimdi sıra köyün hangi yönde olduğunu bulmaya gelmişti. Daha sonra göz alabildiğine geniş ve engebeli arazide, araya araya köyümü bulacaktım.
İşlek yolun sağ tarafında, hemen yolun kıyısında kocaman bir ağaç vardı. Sonradan öğrendiğime göre, ‘tek ağaç’ adı ile bölge de tanınan bu ağacın yaşının, beş yüz yıldan fazla olduğu söyleniyordu. Gövdesinin çevresi on metre kadardı. Yere yatay olarak uzanan kollarının her birinin kalınlığı yetişkin birer ağaç gibiydi. Yol kenarından bir süre süzdükten sonra ağacın yanına yürüdüm. Ağacın çevresi, dallarının gölgelediği alan kadar, taş duvarla sınırlandırılmıştı. Duvarın sınırladığı alan içerisinde, başlarında duran dikili taşlardan mezar olduğu anlaşılan, iki tümsek vardı.İçinde bulunduğum ruh hali mezarları incelemeye uygun değildi.Yolun karşı kıyısından başlayan patika beni çağırıyordu.Uçsuz bucaksız gibi görünen arazide, sonsuzluğa uzanıyormuş hissi veren patika yola doğru yürüdüm.
Yüksek düzlüğün ortasına yakın bir konumda, uzayıp giden tek kişilik patikanın her iki yanına, gökten karpuz büyüklüğünde taş yağmış gibiydi. Taşların arasından renginin kahverengi olduğu seçilen toprağın verimli olduğuna emindim. Ancak, neredeyse toprak yüzeyinin irili ufaklı taşlarla tamamen kaplı olması tarım çalışmalarına uygun görünmüyordu. Taşların temizlenmesi ile tarıma elverişli bir duruma getirmek sanıyorum çok zor olmazdı. Fakat toprak işleyen insan nüfusunun azlığının, işlenebilir verimli toprakların bile yarısını, onlarca yıl otlağa bırakmaya zorunlu kıldığını daha sonra öğrenmiştim.
Ana yoldan patikaya çıktığımda saate baktım. Köy on üçüncü dakikada göründü. Yürümekte olduğum yüksek düzlük, bıçakla kesilmiş gibi dik bir meyille sona eriyordu. Yüksek düzlüğün kırılma noktasında, yani alt sınırında küçük bir dere akıyordu. Dereden sonra başlayan düz çayırlığın ortasına da köy kurulmuştu. Bir süre, köyün tamamının en iyi görülebildiği bu noktadan köyü inceledim. Tümü birbirine bitişikmiş gibi yakın duran evlerin, hepsi toprak damlı ve birer katlı idi. Evlerden yalnızca birinin iki katlı olduğu görülüyordu. O evin ağanın olduğundan emindim. Köyün güneyinde, köy evleri ile aralarında elli metre kadar bir aralık bulunan beton binanın, okul olduğu anladım. Çevresinde çalışan insanlar vardı. Üzerinin kiremitleri döşeniyor gibiydi. Ağaç yoksulluğu dışında köy bana sevimli geldi.İlk görüşte böyle bir izlenim bırakması moralimi düzeltti.Yavaş adımlarla inşaatı devam eden okul binasına doğru yürüdüm.
Okula yaklaştığımda heyecanım yatışmış ve rahatlamıştım. Okulun yeri iyi seçilmişti. Köy evlerine ne çok yakın ne de uzak sayılırdı. Eğimi doğuya bakan çayırlığa kurulmuştu. İnşaatın epeyce işinin olduğu görülüyordu. Okulların eğitim ve öğretime başlama tarihine yetişmesi mümkün değildi. Ancak güneydoğunun uzun süren sonbahar sıcaklarından yararlanarak bir süre dersleri dışarıda yapabilirdim. Öğretmen lojmanı tamamlanmış gibiydi. Pencerelerinde görülen perdeler, içinde oturulduğunun bir kanıtıydı. Benim için bunun anlamı, kalabileceğim yerin hazır olmasıydı. Sevindim.
Okula ulaştığım bir saatlik sürede, köy ağasının küçük oğlu olan, muhtarla tanıştım. İyi niyetli, saygılı ve eğitime gereken her türlü desteği verebilecek bir anlayışta olması beni mutlu etti. Okul konusunda yapabileceği ne varsa, tümünü yapacağından emin olmam konusunda güvence veriyordu. Bu benim için, başarılı bir çalışma yapabilmenin, en önemli adımı idi.
Muhtar, işinin başına gitmek zorunda olduğunu söyleyip, özür dileyerek yanımdan ayrıldıktan sonra, okulun çatısında kiremit döşemekte olan insanların yanına tırmandım. Okulun çatısında altı kişi vardı. İki usta kiremitleri yerleştiriyor, diğerleri onlara kiremit taşıyorlardı. Köye okulu ilk kez açıyor olmanın, bana bir takım sorumluluklar yüklediğini düşünüyordum. Köy halkı ile kuracağım güzel ilişkiler, benden sonra görevi devralacak arkadaşların başarılarını artırabilirdi. İyi izlenim edinmeleri için çaba harcamalıydım. Okula ilgi duymalarını sağlamalıydım. Bunun için de önce, köy halkı ile yakınlaşma yolları bulmalıydım.
Aydınlık bir gülümseme ile “merhabalar, kolay gelsin,”dedim, yanlarına oturdum. Hep birlikte ayağa kalkan adamlar benim oturmamla birlikte tekrar yerlerine çömeldiler. Hepsi işi ile ilgileniyordu. Bir süre konuşmalarını dinledim. Hepsi Kürtçe konuşuyorlardı. “Ben Kürtçe bilmiyorum, eğer Türkçe biliyorsanız lütfen Türkçe konuşalım, bende sizi anlamak istiyorum,”dedim. Konuşmalar kesildi. Ustalardan Erzurumlu olan birkaç cümle ile benim hakkımda bilgi edinmeye çalıştı. Ortalık tekrar sessizliğe gömüldü. Konuşma sırasının bana geldiğini düşündüm. Bana göre çok komik olan bir fıkra anlatmaya başladım. İyi anlaşılmam için tane tane konuşuyor, fıkranın en can alıcı noktasını oluşturan bölümünün sözcüklerini özenle seçiyordum. Fıkra bitince önce Erzurumlu usta gülüyor, köylüler daha sonra gülüyorlardı. Bu tutumları biraz tuhafıma gitti. Neden böyle davrandıklarına bir anlam veremedim. Gene de fıkra anlatmaya devam ettim.Arka arkaya üç fıkra anlattıktan sonra sustum.Bir ölçüde, köylülerle bir yakınlaşmanın ilk adımlarını atmış olduğumu düşünüyordum.Bu inançla çevrede uzanan dalgalı bozkırı zevkle seyre daldım.
Kısa bir sessizlik oldu. Daha sonra çalışan işçilerden biri, ustaya Kürtçe bir şeyler söyledi. Usta öyle bir kahkaha patlattı ki benim anlattığım fıkralara güldüğünden çok daha fazla güldü. Uzunca bir zaman da gülmeye, kesik kesik devam etti. Beni bir merak sardı. İçime bir kuşku girdi. Köylü, benim anlattığım fıkralardan daha komik ne söylemiş olabilirdi? Dayanamadım, gülüşünün nedenini sormaya karar verdim. “Usta, ne oldu? Arkadaş daha gülünç bir şey mi anlattı? Bana da söyler misin ne olduğunu?” Kahkahalarını güçlükle engelleyen usta, “Hoca,”dedi. “Kusura bakma, kabalık ettim, bunlar senin anlattıklarından hiçbir şey anlamamışlar. Muallim bize ne anlattı, diye soruyordu.” Dondum, kaldım. Çatı üstünde koca bir heykel oldum. Yüzümün bir sararıp bir morardığını hissedebiliyordum. Duygularımı dizginlemeye çalıştım. Şimdiye kadar hiç tanımadığım bir yılgınlık iliklerimi titretti. Kafamdan binlerce düşünce geçiyor, bunları, bir türlü sağlıklı bir çizgiye çekemiyordum. Beni sarsan asıl düşünce, yakında başlayacağım eğitim öğretim çalışmalarında başarıya hangi yöntemle ulaşabileceğim idi. Meslek okulunda bize öğretilen hangi metot bu ortama uyarlanabilirdi? Büyüklerinin bile Türkçe bilmediği bir yerde küçükleri nasıl eğitecektim? Böyle bir durumla karşılaşabileceğimiz asla söylenmemişti. Kitaplarda bize anlatılanlarla, yaşamın gerçekleri ne kadar da farklıydı. Çalışanların yanlarından usulca kalktım. Gözlerim uzakları, ufuk çizgilerini taradı. Uğradığım yılgınlığı çevremdekilere sezdirmek istemiyordum. Çatıya dayalı dik merdivenin en alt basamağından, ayağımın tekini yere bastığım an, içimde büyük bir kararlılığın ilk kıvılcımları çaktı. Mutlaka beni başarıya taşıyacak, bu ortama uygun bir eğitim ve öğretim yöntemi bulacaktım. Böyle bir metot ve yöntem yazılı kaynaklarda yoksa onu ben yaratacaktım.
Dikenli tellerle çevrili okul bahçesinin dışına doğru yürürken içimden öğretmen marşını okumaya başladım.Marşı okurken içimdeki idealizmin yeniden eskisi kadar güçlendiğini hissediyordum.
“…………………………………….”
“ Candan açtık cehle karşı bir savaş
Ey bu yolda and içen genç arkadaş
Öğren,öğret halka hakkı gürle coş,
Durma durma koş.”
“ Şanlı yurdum her bucağın şanla dolsun,
Yurdum seni yüceltmeye andlar olsun.”
Köylü ile ilk tanışmamız çok sıcak olmadı ama kısa bir süre sonra onlarla iyi bir diyalog kurabileceğimden emindim.Ben bunun ip uçlarını biliyordum.Çünkü ben de bir köy çocuğuydum ve köylünün ruhunu tanıyordum.
Okul inşaatının öğretim yılının başlangıcı olan on beş eylüle yetiştirilmesi mümkün görünmüyordu.Bu durumu dikkate alarak kendime bir çalışma yöntemi belirledim.Nasıl olsa havalar gayet güzel geçiyordu.İnşaat tamamlanıncaya kadar pek ala okul bahçesi olarak ayrılan alanda ya da yakın çevrelerde ders yapabilirdim.Hatta öyle yapmamın Türkçe bilmeyen çocuklarla yakın diyalog kurmamda daha çok yararı olabilirdi.Derslere ne kadar oyun havası katarsam çocuklarla o kadar hızlı iletişim kurabilirdim.
Okulun bulunduğu yerleşim alanından otuz iki,üç kilometre uzaklıktaki mezradan da on dört çocuk olmak kaydı ile tam kırk altı kayıtlı öğrenci ile on beş eylülde derslere başladık.İçlerinden bir kaçı dışında Türkçe bilen yoktu.O birkaç çocuk bile kendi derdini tam olarak anlatacak durumda değillerdi.Doğal olarak ben de Kürtçe bilmediğim için derslerde nasıl bir yol izleyeceğimden emin değildim.Her şey zamana ve zemine bağlı olarak yürüyecekti.
Bütün bu olumsuz koşullara karşın kırk altı öğrenciden en az yarısının yaşları onun üzerinde,belki beş altısının yaşlarının ise on üç, on dört civarında olması benim açımdan olumlu bir durumdu.Çünkü yaşları ileri olduğu için benim söylediklerimi daha iyi anlamaya,kendilerinden istenenleri canla başla yerine getirmeye çalıştıklarını görebiliyordum.Çocukların okula,öğrenmeye ve bilhassa bana ilgi duydukları yüzlerinden okunabiliyordu.Hemen hemen hepsinin meraklı bakışları benim yüzümde odaklanmıştı.Ağzımın her hareketini dikkatle izliyor,ne istediğimi anlamaya çalışıyor,anlamadıklarını anlayan arkadaşlarından öğrenerek kendilerinden isteneni içtenlikle yerine getiriyorlardı.Çocuklar öğrenmeye hasret kalmışlardı.Ağzımdan çıkan her şeyi o yıllarda piyasaya yeni çıkan teypler gibi anında beyinlerine işliyorlardı.İlk günde anladım ki öğrenmeye bu kadar hevesli çocuklarla çalışmak ve başarıya ulaşmak çok da zor olmayacaktı.Bu tespiti yapmak bana büyük bir moral verdi.Kendime olan güveni yeniden kazanmış olarak yarınlara umutla baktım.
İlk hafta çocukların okul giysileri ile fazla ilgilenmedim.Önlük yakalık olmadan da bir süre idare etmenin hiçbir sakıncası yoktu.Zaten dışarıda yapılacak derslerde okul önlüğünün hiç de gereği yok diye düşünüyordum; zira yerlere oturacak,kum havuzunda çizgi alıştırmaları yapacak,taşlarla,çevrede bulabildiği çubuklarla hesap yapmaya çalışacak çocukların önlük giymeleri onlara fazladan bir şey kazandırmayacaktı.O yüzden okul kıyafetleri alınmış olsa bile bir süre önlüksüz gelmelerinin daha yerinde olacağını söyledim.Ne zaman dershanede ders yapmaya başlarsak o zaman öğrenci giysileri ile derslere devam edebilirdik.
İlk günden itibaren çocuklarda en çok beni rahatsız eden şey hemen hemen tümünün ellerinde yüzlerinde kaşıntılı yaraların olmasıydı.Bu bölgeye özgü olan ve adına şark çıbanı denen yaraların insanlarda kalıcı izler bıraktığını duymuş ve bir çok doğulu insanın yüzlerinde bu kalıcı yara izlerine tanık olmuştum.Çocukların yüzlerinde gördüğüm her yara elbette şark çıbanı değildi ama ben gene de rahatsız oluyordum.Gün boyu çocuklarla çok yakın konumlarda ders yaptığım için bu yaraların bana da geçme olasılığı vardı.Bu yaraların en kısa zamanda bir çaresine bakmalıydım.Bunun için bol miktarda ilaca gereksinim vardı.İlacı nasıl temin etmem gerektiğini düşünürken hiç beklemediğim bir anda karşıma iyi bir fırsat çıktı.Çalıştığım köyün de bağlı olduğu sağlık ocağından bir ekip köy çocuklarına aşı yapmak üzere köye geldi.Aşının okulda yapılması uygun görülmüştü.Gelen ekipten bir hemşirenin memleketlim olduğunu öğrendim.İki hemşeri olarak bir süre sohbet ettiğim hemşire çocukların yara problemlerinde kullanmam için bolca ilaç verdi.Bir torba dolusu merhem,oksijenli su,yanık ve yaraların dezenfekte edilmesinde kullanılan sıvı,pamuk,sargı bezi,ağrı kesici bıraktı.Ne zaman istersem sağlık ocağına bir kişi göndererek daha fazlasını alabileceğimi söyledi.Hemşerime teşekkürlerimi sundum.Bu davranışı ile bana ne büyük yardımda bulunduğunun kendisi bile farkında değildi.Ara sıra görüşmek dileği ile sağlık ekibini uğurladım.
Aynı gün tüm çocukları dikkatle inceledim.Kimlerin elinde yüzünde ve görünmeyen bir yerinde yara varsa tümünü sıra ile dezenfekte ettikten sonra ilaçladım.Çocuklar benim gösterdiğim ilgiden çok memnunlardı.Bana bakan gözlerinde bir sevgi ve bir minnet vardı.Başlarına bela olan kaşıntılı yaralarından kurtulacakları için seviniyorlardı.Gerçektende uyguladığım bir haftalık tedavi çalışmasının sonunda çocukların yaraları iyileşti ve hepsinin yüzleri pırıl pırıl oldu.Şimdi çok mutluydular.Köy halkı, çocuklarına gösterdiğim bu ilgiden sonra bana daha çok saygılı davranmaya başladılar. O güne kadar bir devlet memuru olarak mesafeli durmaya özen gösterdikleri bana karşı daha sıcak ve daha içten davranıyorlardı.Benim o güne kadar tanıdıkları devlet memurlarından farklı olduğumu görmüşlerdi.Karşılarında onları aşağılayan,küçümseyen,bir işleri düştüğünde bu gün git yarı gel diye azarlayan,yanına besmeleyle yaklaşmaları gerektiğine inandırılmış bir devlet memuru yoktu.Her davranışı içten,sıcak, samimi,kendilerine karşı saygılı,alçak gönüllü, elinden gelen yardımı esirgemeyen,kısaca kendi içlerinden biri gibi davranan bir devlet görevlisine ilk kez tanık oluyorlardı.Bu gözlem köylü ile olan münasebetlerimde çok önemli bir eşik oluşturuyordu.Artık işimi daha rahat yapabilirdim.
Okul inşaatı beklenenden daha yavaş ilerliyordu.Bitlis’in bir ilçesinden olan yaşlı mütahit oğlu ve gelini ile tüm işlerin üstesinden gelmeye çalışıyordu.Para vermemek için işçi çalıştırmaya yanaşmayan adam, bir yandan da taahhüt ettiği zaman diliminde aldığı işi tamamlamadığı için, geçen her gün için ceza ödemek zorunda olduğundan yakınıyordu.nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunu anlamak zordu.Hem her geçen gün gecikme cezası ödeyeceksin hem de yeterli sayıda işçi çalıştırmamakta ısrar edeceksin.Böyle bir mantık ancak çok cahil olmakla açıklanabilirdi.
Okulun ilk ihale aşamasında çok yakınlarda kaynak suyu olmasına karşın okula içme suyu getirilmesi konusu gündeme alınmamıştı.Bunu tespit eder etmez milli eğitim müdürlüğüne ve inşaatı denetlemeye gelen mühendise konuyu ilettim.Kısa bir inceleme sonunda isteğim doğrultusunda bir karar alınarak yakındaki kaynaktan okula su getirilmesi inşaat işine ilave edildi.Bu iş için mütahit yüklüce ek para alacaktı.Böylece hem gecikme cezası durduruluyor hem de ek ihale koşulları gereği iyi bir kar kapısı açılıyordu.Bu yüzden bana teşekkürlerini bildiriyor ve ihale şartnamesi dışı bile olsa, okul için isteyeceğim ufak tefek işleri seve seve ücretsiz olarak yapacağını söylüyordu.Benim ondan en öncelikli isteğim elbette kış gelmeden,havalar soğumadan inşaatı tamamlaması ve bir an önce bizim dershaneye geçmemizin sağlanmasıydı.Bunun için söz verse de inşaatın bitmesi kasım aynın sonuna kadar uzadı.
Kasım ayının son günlerinde okul inşaatının kontrol mühendisi tespit ettiği bazı eksiklere rağmen,eğitim öğretim işlerinin daha fazla aksamaması için, kesin teslim tutanağını imzalayarak dershaneye girmemizin önünü açtı.Okulun açılış tarihi üzerinden yaklaşık iki buçuk ay geçmişti.Bu süre içerisinde öğrencilerle hep dışarılarda ders yapmaya çalışmıştık.Bu arada dil öğreniminde karşılıklı olarak epey ilerleme kaydettik.Ben Kürtçeyi öğreniyordum,çocuklarda Türkçeyi öğreniyordu.Çevrede ne bulursak hemen karşılıklı olarak adını söylüyorduk.Örneğin ben bir taş parçasını alarak “çocuklar bunun adı taş” derken, çocuklar da,”evya kevira” diyerek Kürtçesini bana öğretiyorlardı.Çocukların öğrenme istekleri beni fazlası ile mutlu ediyordu.Ne söylesem anında kapıyorlar ve bir daha asla unutmuyorlardı.Bu şekilde devam ederse kısa sürede okuma yazma öğreneceklerinden kuşkum yoktu.Nitekim öğretim yılının yarısı yaklaşırken okuma yazma öğrenmeyen çocuk kalmamıştı.Burada tek sorun çocukların dil gelişiminin geriliği idi;zira çocuklar okuyup yazıyor ama genellikle anlamını kavrayamıyorlardı.Bu sorunun üstesinden de geleceğimizden emindim.
Köy halkı ile gayet iyi ilişkiler içindeydim.Halkın benden beklediği yardımları derhal yerine getiriyor bunun karşılığını da fazlasıyla alıyordum.Köy ağası yaşlı olduğu için yetişkin bir oğlu muhtarlık yapıyordu.Okul giderleri için yasa gereği köy bütçesinin belirli bir bölümünün-yaklaşık onda biri- kullanılması gerekirken burada ben ne kadar paraya ihtiyaç duyarsam o kadarını alabiliyordum.Çünkü bu köyün bütçesi yoktu.Ağalık hüküm sürdüğü için her şey ağa ailesinden soruluyordu.Her neye ihtiyaç varsa muhtar atanan ağa oğluna söylüyordum ve anında isteğim karşılanıyordu.Ağanın çocukları ile de çok iyi anlaşıyorduk.Ancak yaşlı olan ağa okuldan ve köy çocuklarının okumasından çok memnun değildi.Bir keresinde aramızda konuşurken bana, “hoca maraba çocuklarının okuma ile ilgisi olmaz,sen benim torunları iyi okut yeter,onlar iyi okursa ötekileri iyi idare eder” diye bir görüşünü dile getirdiğinde benden gerekli yanıtı almış ve bir daha da bu konuyu açmamıştı.
Ağanın yaklaşık yirmi bin dönümlük toprağı vardı ve bu toprağın yarısı bile doğru dürüst işlenemiyordu.Toplam kırk ailenin oturduğu iki farklı yerleşim yerindeki ailelerin doğru dürüst birer çift öküzleri bile yoktu.Çoğu zaman iki aile birer öküz vererek işleyebildikleri kadar toprağı kara sabanla işliyor bu yöntemle elde ettikleri ürün de yıllık yiyeceklerini bile karşılayamıyordu.Toprağın olabildiğince bol olmasına rağmen köyde yaşayanlar felaket derecesinde yoksuldu.Ne ile geçinebildiklerine akıl sır ermiyordu.Galiba bir kısmı tütün kaçakçılığı,bir kısmı silah ve ya başka şeylerin kaçakçılığını yaparak karınlarını doyuruyorlardı.Köylü vatandaşlarla yaptığımız sohbetler sırasında, tarıma ve hayvancılığa daha çok önem vermeleri gerektiğini anlatıyordum.Ortaklıkları geliştirmelerini,at ya da traktör almalarını,modern yöntemlerle çalışmalarını söylüyordum ama yaptıkları itirazların da akılcı olmadığını söyleyemem. “Toprak bizim değil,su bizim değil,evler bizim değil,bizim burada kalabilmemiz bile ağanın iki dudağı arasındayken biz senin söylediklerini nasıl gerçekleştirebiliriz?”diyorlardı. Gerçekten de tanık olduğum bir olay,bana köylülerin ne denli haklı olduğunu anlama olanağı verdi.
Bir gün baktım iki aile eşyalarını birer eşeğin sırtına yüklemiş köyden ayrılıyorlar.Ne olduğunu sordum. “Ağa bizi kovdu,köyden gitmemizi istedi,gidiyoruz.” Dediler.Sebebini sordum, “boş ver hocam sebebi önemli değil,git dendi gidiyoruz,hakkını helal et” diyerek eşekleri yola vurdular.İçimden bir şeyler koptu.Gözlerim yaşardı.Bu nasıl olabilirdi?Köyden kovulan insanlar bu ülkenin kurtuluşuna katkı yapmamış mıydı?Dedeleri şehit ya da gazi olma pahasına düşmana karşı durmamışlar mıydı?Önlerinde birer eşek,arkalarında sırtlarına sarılı bebeleri ile eşlerini izleyen kadınlar,irili ufaklı çocuklar ve yaya yapıldak köyden ayrılış.Bu nasıl kaderdi böyle?Geride kalanlara “ bunlar nereye gidecekler?” diye sordum. “hangi ağa kabul ederse onun köyüne sığınırlar.” Dendi.İçimden bir “of!” çektim.Elimden bir şey gelmiyordu.Arkama bakmadan okulun yolunu tuttum.İlk fırsatta bunları ağaya soracaktım.Ertesi gün karşılaştığımda hemen dünkü yaşananları anımsadım. “Ağa,dün iki aile soğuk,kar kış demeden yollara düşmüş gidiyorlardı.Sizin köyden kovduğunuzu söylediler.Bunların suçları neydi ki bu denli ağır bir ceza verdin?” Aldırmaz ve gamsız gözlerle yüzüme baktı. “Köyün düzenini bozuyorlarmış,şikayet geldi,köyümden kovdum.Ben buranın düzenini sağlamakla yükümlüyüm.Kimsenin gözünün yaşına bakmam.Sen işine bak hoca.Bu konularla uğraşma.”Son cümlesinde hafif bir tehdit kokusu algıladım.İçimden yükselen öfkeyi güçlükle bastırmaya çalıştım.Yüzüne dik dik baktım. “Bu kadar geniş toprakları çalışarak mı kazandınız,yoksa babandan mı kaldı?” diye sordum. “Karıştırma o tarafı,sen kendi işinle uğraş,” dedi.Elimden bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Hükümetlerin,valilerin,kaymakamların bile bir şey yapmadığı bu konuda ben ne yapabilirdim ki?
Okulun teslimi yapılır yapılmaz çevre düzenlemesine başladım.Öncelikli olarak lojmanın önünü, yakındaki köy çeşmesinin çevresinden özenle kestiğim çimenlerle kapladım.Yarım daire şeklinde yaptığım toprak yükseltinin her tarafını çayırla süsledim.Yer yer ağaç çukurları oluşturdum.Daha sonra ilçeden temin ettiğim çam ve gül fidanlarını bu çukurlara diktim.Okul bahçesinin genişliği yaklaşık üç dekar kadardı.Bahçeyi önce kağıt üzerinde kullanılma amaçlarına göre bölümledim.Geniş bir alanı oyun için,bahçenin tüm çevresi ile bir dekarlık alanı ağaçlandırmak için,bir bölümünü voleybol sahası için, küçük bir alanı da kum havuzu için ayırdım.Yaşları büyük olan öğrenciler ve köyden yanıma sohbet için gelen gençlerin yardımları ile bu işler kısa sürede bitti.İlçe tarım müdürlüğünden aldığım fidanları ayırdığım alana diktim.Bahçenin görünümü bir anda değişti.Köylüler benim çalışmalarımı ilgi ile izliyorlardı.Köy içerisinde ağanın evinin önü dışında ağaç yoktu.Neden kendi oturdukları evlerin önlerine ağaç dikmediklerini sordum.Verilen yanıt evlerin ve toprağın kendilerine ait olmadığı şeklindeydi. “Biz burada sonsuza kadar oturacak değiliz.Ağanın canı sıkılır da sizi istemiyorum,çıkın gidin köyümden dediği an biz buralarda duramayız.Dikeceğimiz ağaç kime kalacak,ağaya.Öyleyse neden ağaç dikelim?Biz kovulduktan sonra geride bir çöp bile bırakmak istemeyiz.”
O yıllarda Amerikan yardımı diye okullara bazı yiyecek maddeleri veriliyordu.Bizim okul için verilen un,süt tozu,peynir,tahin helvasını ağanın traktörü ile getirdik.Olabildiğince bu maddelerin okulda tüketilmesi için çalışıyordum;zira evlere dağıtırsam bu yiyeceklerin öğrenciler tarafından tüketileceği kuşkuluydu.Bahçenin uygun bir yerinde süt tozundan süt yapıyor,öğrencilerin verdiğim unla evlerinde yaptırdıkları çöreklere peynir ve tahin ekleyerek yemelerini sağlıyordum.Bu beslenme eğitimi başladıktan kısa bir süre sonra çocukların ışıl ışıl oldu.
Köylüyle çok iyi anlaşıyorduk.Benim çalışmalarımı taktirle izleyen insanlar beni de kendilerinden biri saymaya başlamışlardı.Sık sık beni yemeklere çağırıyor,yıkanması için kirlenen giysilerimi göndermemi istiyorlardı.Elbette ben genellikle bu davetleri onları incitmemeye özen göstererek geri çeviriyordum.Böylece günler hızla akıp gidiyordu.
Bir cumartesi sabahı saat sekiz sularında lojmanın kapısına vurulduğunu duydum.Henüz yataktan kalkmamıştım.Tatil günleri erken kalkmamın gereği yoktu.Uyanık olsam bile ya bir süre kitap okuyor ya da farklı hayaller kurarak oyalanıyordum.Köylüler hafta sonu beni rahatsız etmemek için acil olmadığı sürece sabah erkenden yanıma gelmezdi.Yerimden kalkarak kapıya yürüdüm.Kapıyı hafifçe araladım ve gelenleri görmeye çalıştım.Kapının önünde biri orta yaşlı diğeri çok genç iki bayan duruyordu.Genç olanın kucağında üzeri bir bezle örtülmüş halde bir bebek vardı.Sırtımda yatak giysileri ile dışarı çıkmamın doğru olup olmadığını düşündüm.Bayanları bekletmek işime gelmedi.Bir an önce ne istediklerini anlamak üzere kapıyı iyice açarak yanlarına yaklaştım.Yaşlı olanı Kürtçe bir şeyler söylerken genç kadının kucağında duran bebeğin üzerindeki örtüyü kaldırdı.Genç bayanın gözlerinden sessizce göz yaşlarının aktığını fark ettim.Kollarında tuttuğu bebeğin tüm vücudu kıpkırmızı yanmıştı.Yer yer derisi soyulmuş, bazı kısımlarda da su kabarcıkları oluşmuştu.Çocuğun kaynar su ile feci bir şekilde yandığı belliydi.Kadın durmadan, “muallim derman bıke,derman bıke” diyordu.Çocuk baygın gibiydi.Nefes aldıkça karnı inip çıkmasa ölmüş olduğu sanılırdı.Dikkatle inceledim,ne yapabileceğimi düşündüm.Ufak tefek yaralanmalarda tedavi çok zor olmayabilirdi de bu denli fazla yanık karşısında nasıl bir tedavi uygulamam gerektiği konusunda tam bir bilgiye sahip değildim.Hiç bir şey yapmadan geri göndersem,doktora gitmelerini söylesem diye düşündüm.Ancak böyle davranmaya gönlüm razı değildi.Biliyordum ki doktora gidecek paraları yoktu.Sağlık ocağına yönlendirsem cumartesi günü görevli bulamayacakları kesindi.Bir şeyler yapmalıydım.İlaç almak üzere içeri girdim.
İlaç konusunda hiçbir sıkıntım yoktu.Sağlık ocağındaki memleketlim olan hemşire ile tanıştıktan sonra ecza dolabımda her türlü ilk yardım malzemesi bulundurabiliyordum.Yara ve yanıklar için sular,yara ve yanık tozları,merhemler,çeşit çeşitti.Dolabı olduğu gibi alarak dışarı çıktım.Çocuğun çıplak vücudunu sarı renkli dezenfektan su ile bir güzel yıkadım.Sonra sarı renkli yanık merhemini olabildiğince acı vermemeye özen göstererek kızaran alanlara sürdüm.İşlem bittikten sonra, “pazartesi günü geri gelin,gene ilaç sürelim,” dedim.Türkçe konuşmasalar da sözlerimi anladıklarından emindim.Onlar da bir şeyler söylediler ama ben anlamadım. Gözlerine yansıyan minnet bakışları ile gittiler.İçimden ‘ akşama varmaz bu bebek ölür’ diye geçirdim.İçimi acıtan bu görüntülerden kurtulmak için başka şeyler düşünmeye çalıştım.
Bebek ölmemiş.İki gün sonra, yani pazartesi sabahı çocuğu gene getirdiler.Bu kez çocuğun vücudunu inanamaz gözlerle inceledim.Yanık yerlerinin büyük bir bölümü iyileşmiş görünüyordu.İlk getirdiklerinde çocuğun durumu beni çok etkilediği için mi ölebileceğini düşünmüştüm bilmiyorum.Oysa birkaç yerdeki kabuk bağlamış yaranın dışında çocuğun vücudundaki yanıktan fazla bir kalıntı göze çarpmıyordu.Belki de ilk yanık olayının hemen ardından oluşan kızartılar önemli bir zarara yol açmayacak izlerdendi.Şu an bu kızartılar olmadığına göre durum bunu gösteriyordu. Çocuğun bedenini ilk defa yaptığım gibi özenle ilaçladım.Çocuk sessizce yüzüme bakıyordu.Ağlamadan,şikayet etmeden tıpkı yetişkin bir insan gibi durumu kabullenmesi içime dokundu.Pırıl pırıl parlayan koyu kahverengi gözlerinde, bu yöre insanlarının temel özelliği gibi algıladığım, o sessiz dayanma gücünün yansımaları vardı.İşimi bitirdiğimde birkaç gün sonra bir kez daha getirmelerini söyleyerek bayanları uğurladım.
Üçüncü kez geldiklerinde çocuk tamamen iyileşmişti.Yüzünde gülücükler uçuşuyordu.Bu görüntü beni son derece mutlu etti.Bir bebeğe yardım edebilmekten memnunluk duyuyordum.Tabii bu arada adım doktora çıktı.benim bir iyilik meleği olduğum yorumları karşı köyleri aşıp şehre ulaştı.Doktorluğu böyle hak ettim ama arkasından baytar olacağım aklımın ucundan bile geçmiyordu.Olaylar bana bunu da gösterdi. Bakın bu iş nasıl oldu?
Oturduğum lojmanın kapısı bu kez gece sabaha karşı çalındı.Derin bir uykudan sıçrayarak uyandım.Neden sıçrayarak uyandığımı ayrıntılı olarak daha sonra açıklayacağım ama şimdilik şu kadarını söylemekle yetineyim;savaş ortamına uyandığım bir gecenin tedirginliğini henüz üzerimden atamamıştım.İçimden hayırdır inşallah diyerek kapıya tekrar vurulmasını bekledim.Hayal olmadığından emin olmalıydım.Kısa bir süre sonra güçlü bir şekilde tekrar vurulunca olayın gerçek olduğuna karar vererek kapıya yürüdüm.Mutfak penceresinden kapı önü görülebiliyordu.Dışarı baktım.Kapının önünde bir insan silüeti vardı.Zifiri karanlık ortamda kim olduğunu anlama olanağım yoktu. Güçlü ve kararlı bir sesle, “kim o?” diye seslendim. “Hoca ben Şeyho,Şeyho,hani tanımıştın,tütüncü Şeyho,kaçakçı Şeyho!” Ses tanıdık geldi.Şeyho’yu tanıyordum. Çevre köylerden ve kendi köyünden özenle seçerek kıydırdığı tütünleri Suriye’ye götürüp oradan çeşitli mallar getirerek satan adamdı.Geçinimini bu yolla sağlıyordu.Çiftçiliğin sevmediği bir uğraş olduğunu, bu yüzden kaçakçılık yolunu seçtiğini anlatmıştı.Bana da her Suriye yolculuğuna hazırlandığında, oradan bir isteğim olup olmadığını sorardı.Hatta birkaç kez sigara kâğıdı ile kaçak çay almıştım.Kapıyı açtım. “Hayrola Şeyho kardeş,gecenin bu vaktinde derdin ne?”dedim. Sesi çok üzgün hatta ağlamaklıydı. “Hocam ocağına düşmüşem,benim ekmek teknem ölüyo.Atıma bir şeyler olor.Gece yarısı Suriye’den geldim,atımı ahıra bağlayıp önüne yiyecek koydum ama at birden yere yığıldı,uzanıp kaldı.Ne yapacağımı şaşırdım.Varım yoğum bu at,atım ölürse biz çoluk çocuk ne yer ne içerek? Bir süre gülsem mi ağlasam mı bilemeden dondum kaldım. “Ben attan ne anlarım be Şeyho kardeş,git derdinin dermanını başka yerde ara,” desem, adam gecenin bu vaktinde nereye gitsin,kimden bir akıl alsın?Demesem at konusunda fazla bir bilgim yok.Hani okulda ilk yardım konusunda sağlık bilgisi derslerinde bir şeyler öğrendik ama at bakımına dair hiçbir şey öğrenmedik.Ne desem,ne yapsam da adama bir faydam olsa derken babamın bizim atların sancılarını tedavi yöntemini anımsadım.Bizimde bir çift atımız vardı ve zaman zaman onlarda rahatsızlandıkları olurdu.Bu durumda babam atlara bir çay bardağı rakı içirerek sancılarını giderdiğini söylüyordu.Ben de bunu önerdim. “Şeyho rakı bulabilir misin?” diye sordum. “He gurban az çok evde bulundururem.Konuk gelirse ikram etmek için.”Diye karşılık verdi. “Öyleyse sen git ata biraz rakı içir,sonrada yatmasına izin verme,yürüt biraz, herhalde sancısı geçer,” dedim. “Peki hocam,” diyerek koşarcasına karanlıkta kayboldu.
Şeyho gittikten sonra beni uyku tutmadı.Lambanın fitilini ateşledim,elime bir kitap alarak yatağın içinde okumaya başladım.Yattığım yerden ara sıra odanın pencerelerine bir göz atarak sabahı karşılamaya hazırlanıyordum.Şeyho’nun gitiği saatin üzerinden yaklaşık bir saat sonra kapım bir daha çalındı.Telaşla kapıya koştum.Sabahın tan kızıllığı ortalığı oldukça aydınlatmıştı.Kapının önünde duran Şeyho idi. Kapıyı açar açmaz, “ne oldu Şeyho,at nasıl oldu?” diye adeta bağırarak sordum. “Hocam,dediğin gibi ata rakı içirdim,bir büyük rakıyı içtikten on dakika sonra at kudurdu,fırladı ayağa kalktı,ahırın içinde zapt edemedim.Oradan oraya, oradan oraya koşup duruyor.kan ter içinde kaldı.Acep ne yapsam diye geri geldim.”Anladım ki at sarhoş olmuştu. “Yahu Şeyho bir şişe büyük rakı verilir mi?Bir su bardağı versen yeterdi.Sen atı sarhoş etmişsin,git içirebilirsen ata bu kez de bir kova ayran içir” dedim.Adam gene geldiği gibi hızla uzaklaştı ve bir daha da ertesi gün öğle sonuna kadar yanıma uğramadı.Ben meraktan çatlayacak gibiydim.Buna rağmen kimselere bir şey soramadım.Olur ya at ölmüştür,suçu benim üstüme yıkar,adamın gazabını çekmek istemem.Sessiz sakin beklemeye karar verdim.Nasıl olsa işin kokusu bir şekilde çıkardı.
Ertesi gün öğle sonu ben öğrencileri içeri almak üzere sıraya dizerken bahçe kapısından Şeyho’nun girdiğini gördüm.Uzaktan adamın yüzünden bir şeyler anlamaya çalışıyordum.At ölmüş olsaydı, Şeyho’nun yüzü elbette asık olurdu.Şimdi hiç de öyle görünmüyordu.Sakin,kararlı ve belki biraz da huzurlu bir ifade ile bana doğru geliyordu.Yanıma geldiğinde çocukların tümü içeri girmişlerdi.Selam verdi,aleykümselam dedim.Ben daha sormadan adam elime sarıldı. “Hocam,Allah senden razı olsun,yanık bebeyi kurtardığın gibi bizim atı da kurtardın.Sen çok büyük bir adamsın,sen bize lazımsın.İyi ki köyümüze gelmişsin.At şimdi gayet iyidir.Yemini suyunu verdim.Kıpır kıpır yedi.Sen benim ekmek teknemi kurtardın,söyle bakalım Suriye’den sana ne alam?” İçimden büyük bir “oh!” çektim.Sevincim gülme şeklinde yüzüme yansıdı. “Geçmiş olsun, Şeyho kardeş,atının iyileşmesine çok sevindim.Atın senin için ne kadar değerli olduğunu biliyorum.Çok geçmiş olsun,ben senden dostluğunun dışında hiçbir şey istemem.Uygun bir gün bulursak bir çayını içerim.” Dedim. “Çayın lafı mı olur,başım gözüm üstüne,sen ne dersen ben onu yapmağa mecburum.Ben bu hafta sonu gene Suriye’ye gideceğim,bir emrin olursa söyle.” Teşekkür ettim. “Güle güle git,güle güle gel,kendine ve atına dikkat et.Mayınlardan uzak dur” diyerek adamı yolcu ettim.
Derse girerken içimde sevinç kuşları uçuşuyordu.Bir işe yaramış olmanın sevinci.
Bu köyde çalıştığım iki yıl boyunca çok farklı olaylara tanık oldum.Elbette bunların tümünü değilse bile bende derin izler bırakanları paylaşmak isterim.
Bir gün gece geç saatlere kadar kitap okuduktan sonra elimde kitapla uyuyakalmışım.Az mı uyudum çok mu uyudum bilmiyorum,müthiş silah sesleri ile yataktan fırladım.Gözlerim ve kulaklarım fal taşı gibi açılmış olduğu halde olanları anlamaya çalışıyordum.Köyden yüz metre kadar dışarıda olan okul lojmanının köye bakan odasında,yattığım yerden lojmanın kiremitlerine değercesine geçen kurşunların havada bıraktıkları kızıl izleri görebiliyordum.Öylesine yoğun bir atış yapılıyordu ki sanırsınız düşmanla yüz yüze çarpışmalar yaşanıyor.Tek tek atışların arasında makineli tüfek atışlarının kesintisiz takırtılarını seçebiliyordum.Lojman duvarları sağlamdı.Kalın taş bloklardan oluştuğu için kurşunların fazla bir zarar vermeyeceğini umuyordum.Ancak çok geçmeden bomba atışlarının başlaması içimde yükselen korkuyu bir paniğe dönüştürdü.Oda penceresinin tam karşısındaki yer yatağımın içinden sürünerek yüklük dolabı için ayrılmış siperli bölmeye girdim.Burası daha güvenliydi.Pencereden içeriye sekmesi olası kurşun yada bir bomba tehlikesine karşı kendimi korumaya aldım.Ne olup bittiğini anlamam olanaksızdı.Ancak saldırının doğrudan okula,lojmana ya da bana yönelik olmadığını,olamayacağını düşünüyordum.Çünkü bu köye geleli hiç kimse ile bir sorun yaşamamıştım.Herkesle aram iyiydi,herkesle dosttum.Hatta çevre köylerin insanları ile iyi ilişkiler kurmuştum.Bana karşı bir saldırı olsaydı ya doğrudan lojman hedef alınır veya kapıma dayanılırdı.Ancak ne olduğunu bilmediğim ve ilk kez tanık olduğum bu olay beni çok tedirgin etmişti.Tedirginliğimi haklı kılan neden, birkaç hafta önce çevre köy öğretmenlerinden iki arkadaşımızın silahlı bir soygunla soyulmuş olmalarıydı.
Silah seslerinin devam ettiği yaklaşık yarım saat boyunca sığındığım beton dolabın içerisinde,en güvenli yer olarak gördüğüm girintisine ayakta yaslanmış olarak bekledim.Seneler kadar uzun gelen bir sürenin sonunda silah sesleri sustu.Emin olmak için bir yarım saat daha olduğum yerden ayrılmadım.Bir daha atış yapılmayacağına kanaat getirince yer yatağımı odanın en ücra köşesine pencereye göre en güvenli olabileceğini düşündüğüm köşesine çekerek tekrar uzandım.Elbette uyumam söz konusu olamazdı.Sabaha kadar gözlerim odanın tavanında asılı, olasılık teorileri ürettim.
Sabah erkenden ağanın evinin yolunu tuttum.Beni ağanın büyük oğlu,aynı zamanda muhtarlık görevini üstlenen oğlu karşıladı.İçeri buyur etti.Geceki durumu anlattım ve çok korktuğumu söyledim. Kahkahalarla güldü. “Hocam kusura bakma,bizim uşaklar bir başka köy ağasının adamları ile silahlı çatışmaya girmiş,hızını alamamışlar buradan onlara göz dağı vermek için ateş etmişler.Senin tüyüne bile zarar gelmez.Sen gönlünü rahat tut.” Dedi. “Muhtar,ben böyle şeylere alışık değilim,bir daha silah kullanacaklarsa okuldan tarafa ateş etmesinler,başka tarafa doğru ateş etsinler,” dedim. “Tamam, bir eşeklik etmişler ben onlara gerekeni söylerim.” Dedi.Rahatlamış olarak oradan ayrıldım.
Bir hafta sonu;saat on bir suları;Nisan ayının tatlı bahar sıcağının tadını çıkarmak üzere bahçede geziniyorum.Bir öğretim yılının sonuna daha geldik.Bu ayın sonunda okullar yaz tatiline girecek.Askerliğimizin geri kalan süresini tamamlamak üzere atandığım Akyol köyünde bir öğretim yılı geride kaldı.Memlekete gitme zamanı yaklaşıyor ama belki yeni satın aldığım cipin işlerini düzene koymak için gitme tarihini biraz erteleyebilirim diye düşünüyorum.Evet bu konuyu da biraz anlatmalıyım çünkü,cip alma olayı yaşamımda unutamayacağım anılardan birisi ve oldukça ilginç bir anı.
Her yoksul gibi bende de araba sahibi olmak çok büyük bir hayal ve aynı zamanda vazgeçilmez bir tutkuydu.Bin dokuz yüz altmış sekiz yılının başlarında, daha önce stajiyerliği kalkmayan öğretmenlere ödenmez şeklinde yorumlanan eğitim ödeneği yönetmeliğine yeni bir yorum getirilerek,asıl mesleği öğretmen olan yani diplomasında öğretmen olduğu yazılı çalışan herkese,stajiyerliği dikkate alınmadan ödeme yapılır şeklinde bir yorum değişikliği eklenince bize altı bin lira kadar toplu bir para verildi.Bu para yaklaşık bir yıllık maaş tutarı kadar önemli bir paraydı.Bu para ile araba almayı düşündüm ve bir araştırma yaptım.O yıllarda otomobil türü araç yok denecek kadar azdı.Piyasada en çok tutulan ve gözlenen ciplerdi.Altı bini peşin geri kalanı üçer aylık ara ile iki taksite ödeme koşulu ile on beş bin liraya Willis marka bir cip aldım.Adliyeden tanıştığım bir hakim keşiflerde kullanmak üzere benim arabaya her gün altmış lira net günlük ücret ödemeyi önerdi.Ayrıca yaz mevsimi boyunca Malatya’dan ekin biçmek için bölgeye gelen bir biçer sahibi ile aylık bin beş yüz lira karşılığı anlaştık.Cip biçerin çalıştığı süre içerisinde gerektiğinde kullanılmak üzere bekleyecek bunun karşılı olarak net ücret ödenecekti.Yani benim peşin olarak verdiğim altı bin liradan geriye kalan dokuz bin lirayı kendi çalışmaları ile,bana ek bir yük getirmeden ödeyebilecek iş bağlantıları yapılmıştı.geriye kalan tek sorun uygun bir şoför bulmaktı;bu işi de meşhur Azizoğulları namı ile bilinen,aynı aileden birinin Yeni Türkiye Partisi genel başkanı olduğu için tüm Türkiye’ce tanınan bir ağa ailesinin akrabalarından Sait adında bir gençle anlaşarak çözüme kavuşturdum.Sait otuz beş yaşlarında esmer bir gençti.Anlaşmamıza göre isterse aylık belli bir ücret alacaktı,istemezse çalıştığının karşılığı olarak araba gelirinin üçte birine ortak olacaktı.Hatta ben bir iyi niyet göstergesi olarak alacağı aylıkları kullanarak ileride arabaya ortak olabileceğini söyledim.Bu seçeneklerden hangisini tercih ederse onu işleme koyacaktık.
Arabayı teslim alır almaz Batman’a götürdüm ve iyi bir bakım yaptırdım.Daha sonra biçer gelinceye kadar yolcu taşıma işinde çalışmak üzere ilçe garajında işe başladık.Sait ile gereken her konuda uzlaşı sağladıktan sonra mayıs ayının ortalarında memlekete doğru yola çıktım.
Köyümü,ailemi özlemiştim.Köyümüze yaklaşık beş altı yüz metre uzaktan geçen Ankara yolunun ilk köy sapağında arabadan indim.Köyün tam karşısındaki sapakta da inebilirdim ama ben özellikle burada inmek istedim.Bu günler bizim memlekete ilk baharın en güzel yaşandığı zamandır. İlkbahar tüm güzelliği, tüm görkemi ile şimdilerde izlenir.Elimde fazla ağır olmadığı için kolayca taşıdığım çanta ile ağır ağır yürüdüm.Yolun bir tarafında ilkbahar yağmurları ile suyu oldukça bollaşan dere, diğer tarafında ise renk renk kır çiçeklerinin süslediği kayalık uzayıp gidiyordu.Kayalığı süsleyen top top dikenlerin, çalıların altlarına saklanmış gibi duran mor menekşelere gözüm takıldı.Çocukluğumda ilkbahar mevsiminde arkadaşlarla yaptığımız bazı oyunları özlemle anımsadım.Arkadaşlarla hep birlikte kırlara,kayalıklara gider sarı çiğdem,öksüz çiğdem-bizim yörede kardelene öksüz çiğdem derlerdi- mor menekşe toplar, bunları büyük bir dikenli dalın üzerine asar, ev ev dolaşarak yiyecek içecek toplardık.Bu gezmelerde hep söylenen bir tekerlemeyi usanmadan her evin önünde tekrar ederdik.
Çiğdem çiğdem çiçecik
Ebem oğlu küçücük
Bahar geldi büyüdük
Ortalığa yürüdük
Sizlere çiğdem topladık
Bir verenin kızı olsun
İki verenin oğlu olsun
Hiç vermeyenin boz eşeği ölsün.
Evlerden bize bulgur,ekmek,yağ,pekmez,şeker gibi yiyecekler verirlerdi.Sonra bu yiyeceklerden pilav yaptırır hep birlikte güle eğlene yerdik.Çocukluk yıllarından hızla uzaklaştığım şu günlerde bunları anılarda bile yaşamanın ne kadar keyifli olduğunu bir daha hissettim.
Çalılıklar arasındaki menekşeleri,çayırlar arasından minicik başını uzatmış mavi çiçekleri,çevremde uçuşan serçeleri,karatavukları kuyruksallayanları uzaktan uzağa severek ilerledim.Kayaboğazı denilen dik ve insanın üzerine yıkılacak gibi yükselen yalçın kayalığı geride bıraktığım noktada evimiz göründü.Ortalarda kimseler yoktu.Evin çift kanatlı kapısından içeri girinceye kadar da kimse geldiğimi fark etmedi.Kapının sesine doğrulup bakan annem beni karşısında görünce boynuma sarılarak ağlamaya başladı.Benim de gözlerim yaşardı ama kendimi çabuk toparladım.Ben gurbete alışıktım.Annemi teselli edercesine bir şeyler mırıldandım.Annem ağlamasını artırdı.Babamı ortalarda göremeyince içime bir kuşku girdi. “Babam nerede?” dedim.Bu sırada elinde su kovaları ile salonun karşı tarafındaki dar kapıdan içeri giren yengem sorumu yanıtladı: “Arkada,bizim atın biri çok hasta,onun başında” Hemen evin arkasına koştum.At hayvan gübreliği üzerine boylu boyuna uzanmış,gözleri kapalı bir durumda hızlı hızlı nefes alıyordu. “Baba” diye seslendim.Bana baktı,gözlerinde yaşlar vardı.İçim yandı. “Baba üzülme,cana gelen mala gelsin,ne yapalım,at ölürse yenisini alırız.” Dedim. Boynuma sarıldı. “Hoş geldin Hoca,nasıl üzülmeyim oğul,tam iş gücün çıktığı ve en çok ata ihtiyacımız olduğu bir zaman at ölüyor.Yokluğun yoksulluğun gözü kör olsun,şu sıra elimizin en dar olduğu kötü bir zaman.At ölürse yenisini ne ile alacağız.Elde avuçta bir şey kalmadı.” “Baba sen hiç canını sıkma.Atı ben alırım,haydi içeri gidelim” dedim.Elinden tutarak içeri girmeye zorladım. “Dur yavrum,bu at uzun bir süre bize hizmet etti.Ekmeğimizi kazandırdı.Bu şekilde bırakmak olmaz.Önce güneşten korunması için çalı çırpı ile üstüne bir gölgelik yapayım.Siz gidin,ben birazdan gelirim.”dedi.Babamı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı.Kısa sürede çevredeki ağaç dallarını kullanarak atın yarısını gölgeleyecek kadar bir örtü oluşturduk.Babam eğildi ve atı öptü.Bir şeyler mırıldandı.Anladım ki atı ile vedalaşıyor.Koluna girdim ve içeri girdik.
At öldü ve ben verdiğim sözü yerine getirerek o hafta yeni bir at aldım.Aldığım at ölenden çok daha boylu poslu,daha hareketliydi.Babam yeni atı görünce üzüntüsünü üzerinden attı.Yüzünün gülümsediğini görmek bana dünyaları bağışladı.
Yaz tatilinin sonuna kadar memlekette duramadım.O zamanlar iletişim olanağı yok denecek kadar geriydi.Telefon yaygınlaşmamıştı.Ancak mektup ve telgrafla haberleşme imkanı vardı ama acil durumlarda bunlarda pek işe yaramıyordu.Silvan’da bıraktığım arabamı merak ettiğim için tatili huzur içerisinde geçiremiyordum.Bir an önce gitmeliydim.Ağustos ortalarında Diyarbakır’a doğru yola çıktım.Oysa yaz tatilinin bitmesine iki haftadan daha fazla bir zaman vardı.
Silvan araba garajında otobüsten indiğimde garajın uzak bir köşesinde duran villis marka bir cip dikkatimi çekti.Benim cipe benziyordu.İçim cız etti.Muavinin uzattığı çantamı alarak merakla cipe doğru yürüdüm.Cip benim cipe benziyordu ama Nasrettin Hoca’nın kuşu gibi orası burası budanmıştı.İlk gözüme çarpan şey kapılarının olmaması idi.Ön camı kırılmıştı.Lastiklerinin havası inmiş,cantların üzerine oturmuştu.Ne zamandan beri buraya terk edildi ise arabanın üzeri bir karış tozla kaplanmıştı.Yüreğim ağzıma gelerek,bu arabanın benimki olmamasını diliyerek cipe yaklaştım.İlk işim plakasına bakmak oldu.Birden taş kesildim.Ne yapacağımı,nasıl hareket edeceğimi,ne düşüneceğimi bilemedim.Araba benim arabaydı ve tanınmaz bir halde karşımda duruyordu.Bu haliyle tekrar çalışması bile olanaksız gibiydi.Ancak hurdaya atılmayı bekleyen bir demir yığını görünümündeydi.Aklımı toparlamak için uzunca bir zaman bekledim.Burada yapacak bir şey yoktu,otelin yolunu tuttum.
Çantayı otele bıraktıktan sonra ilk işim Sait’i aramak oldu.O’nu bir kahvehanede okey oynarken buldum. “Ne yapıyorsun burada?” dedim, “okey oynuyorum.” Dedi. “Arabam nerede,senin şimdi çalışıyor olman gerekmiyor muydu?” “Nerede çalışacağım,ekin işi bitti,mahkeme keşfine çağırmadılar.” “Garajda beklersen yolcu çıkmaz mı,herkese iş çıkıyor da sana mı çıkmadı?” “Çıkmıyor hoca,hem ben çalışmak istemiyorum,araban garajda,alabilirsin.” “Arabayı sana öyle mi teslim ettim?Kapıları nerede,camı neden kırık,neden tekerlekleri patlamış duruyor?” “Kapılarını ben çıkardım,evde duruyor,camına taş değdi kırıldı,tekerleride patlamıştır.” “Kazandığın paraları ver,diğer konuları sonra konuşuruz,” dedim. “Para yok,ekinciler doğru dürüst para vermedi,bir kısmını arabaya harcadım,geri kalanda benim çalışma ücretim.Yani senin bir kuruş bile alacağın yok.” Sinirimden elim ayağım titremeye başladı.Sonunu düşünmesem adamın boğazını sıkacağım.O kadar rahat o kadar aldırmaz bir tavrı var ki bu duruşu bile sıradan bir adamı çileden çıkarır. Cebinden çıkardığı araba anahtarlarını masanın üzerine bıraktı.Bana uzatmaya bile tenezzül etmiyordu.Orada daha fazla durursam dayanamayarak adama saldıracağımı anladım.Anahtarları aldığım gibi sokağa fırladım.
Ne yapacağım, ne edeceğim diye kara kara düşünerek uzun bir süre ana caddeyi adımladım.Cipi alırken ziraat bankasında çalışan bizim köy ağasının damadı aracılık yapmıştı.Doğruca onun yanına gittim.Olanları anlattım. Yaz boyunca arabanın kazandığı paraları Sait’in vermediğini ve benim de taksit ödemeye gücüm olmadığını söyledim.Başımın büyük bir belada olduğunu hissediyordum.Çünkü arabayı aldığım adamlar bu yörede baş belası olarak tanınan, zorbalıklarıyla ünlü adamlarmış.Haklarında her türlü kaçakçılık,adam öldürme gibi yasa dışı işler yaptıkları yolunda söylentiler vardı.Ben bu beladan nasıl kurtulacağımı kara kara düşünürken alım satım işinde aracılık yapan ağanın damadı korkmamamı,bana sahip çıkacaklarını ve bu işi kazasız belasız çözebileceklerini söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştı.
Gerçekten de adam dediğini yaptı,arabayı geri vermek,ödediğim altı bin liradan vazgeçmek kaydı ile işi çözüme kavuşturdu.Ben aradan çekilerek anahtarları damada teslim ettim. “Size verilen parayı iki üç aylık araba kirasına sayın ve arabanızı geri alın; çünkü hoca bir oyuna getirilmiş ve geri kalan taksitleri ödeme gücü yok.O’na bir zarar gelmesine izin vermeyiz alın arabanızı ve bu iş burada bitsin,” demiş. Bizim köyün ağasının da bölgede sözü geçiyormuş.Bu yüzden öneri kabul görmüş ve böylece büyük bir beladan, altı bin lira kaybetme dışında bir zarar görmeden kurtulduğum için çok sevindim.
Sonradan öğrendim ki arabayı emanet etiğim Sait,kendi sülalesi Azizoğullarının da dışladığı,ipsiz sapsız,içki ve kumar düşkünü, elinden her tür pis işlerin geldiği bir aylakmış.Ben memlekete gittikten sonra her fırsatta kendisine benzer arkadaşların toplayarak bizim arabayla caka satmış.Bir gün şehrin meyhanesinde içki içtikten sonra eline aldığı taşla cipin ön camını kendisi kırmış.Sözleştiğimiz işi doğru dürüst takip etmemiş.Adamlarla sürekli tartışmış ve hak etmeden aldığı ücreti kumar masalarında ve meyhanede yemiş.Bunları sonradan öğrenmek bile içimi çok yaktı. “Ben ne saf,ne iyi niyetli ve ne avanak bir adamım” diye kendi kendimi yedim.Sait gibi bir adamı tanımadan,sormadan kırk yıllık dostmuş gibi arabayı teslim etmek ne büyük bir hata imiş,bunu geç anladım ve bedeli çok ağır oldu.
Olay tüm detayları ile her yerde duyuldu.Köyler,şehirlere ve dağlarda yaşayanlar duydu.Dağlarda yaşayanlara o dönemde mahkum deniyordu.Onlarla da iyi dostluklar kurabilmiştim.Şimdi anlatacağım olay mahkumlarla ilk tanışmamızın öyküsüdür.
Bir nisan günü saat on bire doğru okul bahçesinde güneşlenirken, tel örgülerin dışında asker elbiseli, sayıları on beş yirmi kadar olan, resmi asker giysili bir grubun bana doğru gelmekte olduklarını gördüm.Hepside bolu poslu dağ gibi adamlardı.Kiminin kirli sakalı vardı kiminin kaba bıyıkları.Bu bölgede görev yapan askerlerin bıyık bırakma serbestisi olduğunu duymuştum ama bu kadar da kaba olabileceğini düşünmemiştim.Çok ilgimi çektikleri için dikkatle onları izliyordum.Onlarında bana ilgi ile baktıklarını görebiliyordum.İçlerinden birinin rütbesini görünce “böyle bir şey olamaz” dedim.Çünkü subay kılıklı birinin hem omzunda üst teğmen olduğunu belirten iki yıldız vardı hem de kolunda baş çavuş rütbesi asılıydı.Ben okuldaki askerlik derslerinde ne de askeri eğitim süresi içerisinde böyle bir rütbe tanımı görmemiştim.Ben bu çelişik rütbe üzerinde düşünürken tam önüme gelmişlerdi.Selam verdiler, “aleykümselam” dedim.Yürümelerini sürdürüyorlardı, “bir dakika durur musunuz?Bir şey dikkatimi çekti.” Dedim.Hep birlikte durdular.İki rütbeli olanı işaret ederek, “ben bizim orduda böyle bir rütbe olduğunu bilmiyordum,siz hangi sınıfa ait askerlersiniz?” diye sordum.Hepsi birden kahkaha atarak güldüler.En önde duran ve hepsinden daha uzun boylu görünen kaba bıyıklı,general rütbeli olanı yanıt verdi. “Hoca biz dağların askerleriyiz,ordu mensubu değiliz” dedi.Bu yanıt bana tam bir açıklama gibi gelmedi ve anlamadığımı söyledim. “Senin anlayacağın biz asker değil dağda gezen mahkumlarız.Her birimiz bir suç işledik ve hapse girmemek için dağa çıktık.Asker elbisesi giymek hoşumuza gittiği için böyle giyiniyoruz.” Diye duruma açıklık getirdi.
Benim bu saf ilgimi fark ettikten ve belki de daha önce benimle ilgili duyduklarından sonra onların da bana karşı bir ilgilerinin doğduğunu gösteriyordu.Okul bahçesinin yakınlarında bulunan köyün tek su kaynağına abdest almak üzere gidiyorlarmış.Cuma namazına hazırlık yaptıklarını anlamıştım.Namaz vaktine bir hayli zaman vardı,karşılıklı sohbet etmeye başladık.Lider olduğunu anladığım mahkum benim hakkımda iyi şeyler duyduklarını,köy çocuklarının,köylülerin ve köy ağasının benden çok memnun olduklarını öğrendiklerini anlattı.Ben de tüm bu yöre insanının olduğu gibi bu köy halkının da benim için çok değerli olduklarını ve elimden gelen her türlü yardımı yapmayı sürdüreceğimi söyledim.Bu sohbet aramızda bir sıcak ortam oluşturmuştu.Bu ortamdan yararlanarak onlara biraz öğüt vermeyi düşündüm. “Gördüğüm kadarıyla hepiniz genç,güçlü kuvvetli,yakışıklı insanlarsınız.” Diye söze başladım.Artan bir ilgi ile dinliyorlardı. “Her insan hayatında istemeyerek de olsa suç işleyebilir.Suç işlerse adalete güvenir,teslim olur ve cezası ne ise çeker,sonra da ailesi ile çoluk çocuğu ile eşi dostu ile mutlu bir şekilde hayatını sürdürür.Dağlarda yaşamak kolay değildir.Ayrıca sürekli yakalanma,asker ya da polisle çatışmaya girme endişesi insanı huzursuz eder.Bu hayata nasıl dayanıyorsunuz?Evinizden, ocağınızdan, ailenizden uzakta, dağ bayır demeden,yaz kış,yağmur çamur demeden nasıl yaşıyorsunuz?Beni dinlerseniz bu dediklerimi bir düşünün.Gençliğinize yazık.” Sessizce dinlediler.Sonra gene liderleri konuştu. “Güzel konuştun,has konuştun,samimiyetinden asla kuşku duymuyoruz hoca efendi.Bize acıdığın belli,ama bizi bir de benden dinle de sonra bize hak veriyor musun, vermiyor musun anlayalım” dedi ve anlatmaya başladı:
Sen buraya geleli sanıyorum bir yıla yaklaştı.Bu köyün,bu çevrenin ve bu bölgenin ne durumda olduğunu elbette öğrenmişsindir.Bu köyde gördüğün gibi bu bölgede ağalık denen bir sistem var ve tüm hayatı bu sistem belirliyor.Bölge topraklarının tümüne yakını bu ağaların elinde.Bir ağanın on bin,yirmi bin,belki yüz bin dönüm toprağı var.Ama üzerinde yaşayan çoğunluğun yani köylünün,yani marabanın hiç toprağı yok.Bu nasıl olmuş ben bilmem;nasıl olmuşsa olmuş,bir adam tüm toprağa,tüm köylere malik olmuş ama çoğunluğun hiçbir şeyi olmamış.Ne evimiz var,ne tarlamız,ne bağımız bahçemiz, ne de dikili bir ağacımız var.Dağ,dere,yol,su,kurt kuş,börtü böcek hepsi ağanın.Ağa isterse köyünde kalabiliriz,istemezse bir dakika kalamayız.Tarlaları ekecek doğru dürüst atımız eşeğimiz öküzümüz bile yok.Buna karşı tarlaları birer öküzü yada eşeği ortaklaşarak ekip biçmeye çalışırız,kazandığımız karnımızı bile doyurmayacak kadar kıttır ama bunun da bir kısmını ağaya tarla kirası olarak vermek zorundayız.Ağa kızar,ağa söver,ağa kovar ama sesimizi çıkaramayız.Ağanın silahlı beslemeleri vardır.Gıkını çıkardığın an bir ton da dayak yersin.Çoluk çocuğunun gözü önünde şerefin beş paralık olur.
Bu kadar toprağa ağalar nasıl sahip çıktı bunu bir türlü aklımız almaz.İstiklal Savaşında düşmanla savaşa giden bizim babalarımız,dedelerimiz,şehit ve gazi olan bizim atalarımız,duyduk ki bu ağaların babaları savaşa bile gitmemişler, bedel ödeyerek savaşmaktan kurtulmuşlar.Yani bu toprakları düşman elinden bizim atalarımız kurtarmış ama her nasılsa toprak ağaların olmuş.Sorduk soruşturduk bu işin nasıl olduğunu.Dediler ki ağaların dedeleri padişah zamanında,Osmanlı zamanında toprakları üzerlerine tapulatmışlar,savaştan sonra bu tapuları göstererek bu toprakların sahibi olmuşlar.Bu nasıl olabilir anlamıyoruz.Osmanlı yıkılmış,yeni devlet kurulmuş,bu yeni devlet Osmanlı tapularını esas alarak,geçerli belge sayarak toprakları birkaç aileye teslim etmiş;geriye kalan büyük çoğunluk topraksız olduğundan ağalara kul köle olmuş.Böyle hak,böyle hukuk,böyle adalet olur mu?Olur dersen işte böyle olur.Toprak birkaç adamın elinde olur.Doğru dürüst işlenmez.Halk köleleştirilir.Aç perişan edilir. İşte durum bu hoca.Eeee…,şimdi söyle bakalım,ben şimdi ağanın tarlalarında çalışarak karnımı doyuramazsam ne yaparım,küçük bir suç işler dağa çıkarım.Adım mahkum oldu mu kral kesilirim.Çünkü elimde silah var,güç bende artık.Ağa bana hükmedemez,hem benim karnımı hem de geride bıraktığım ailemin karnını doyurmak zorundadır.Doyurmazsa başına geleceği bilir.Dağa çıkan adam artık her şeyi göze almış demektir. Biz dağda gezeriz,kimseye zararımız olmaz,bazen ağaların ufak tefek işlerine bakarız,böylece geçinip gideriz.Şimdi sen söyle bakalım,köyde kalıp aç, perişan ağaya kul olmak mı iyi, yoksa bazı zorluklara katlanmak pahasına dağda kral gibi yaşamak mı iyi?
Benden kendisine yanıt vermemi değil,sadece kendi haklılığını tescil etmemi anlatacak bir işaret bekliyordu.Sesimi çıkarmadım.Anlattıkları gerçekten durumu tüm boyutlarıyla ortaya koyuyordu.Ayrıca söylediği her şeyin bire bir doğruluğuna tanıktım.Ne diyebilirdim ki? “Sizlerin gerçekten hiç toprağı olmadı mı?” diye sordum. “Ha, bak başka bir olay anlatayım da durumumuzu daha iyi anla.” Dedi. “Birkaç yıl önce toprak reformu adı altında, köylüye yirmişer otuzar dönüm toprak dağıtıldı.Bu dağıtılan topraklar ağaların arazileri içerisine serpilmiş küçük adacıklar halindeydi.Devletin görevlileri tapuları dağıtıp gidince ağa köylüyü topladı ve ‘şimdi herkesin toprağı oldu,yarından tezi yok herkes toprağının başına gitsin,kimse benim toprağımdan geçmesin,suyumdan içmesin,otlağımdan yararlanmasın,yolumdan geçmesin’ deyince köylü şaşırıp kaldı.Bu iş nasıl olacaktı?Verilen topraklar bir aileye yetecek kadar değildi bu bir,ağanın topraklarından geçmeden oralara gidilemezdi,bunun için kuş olup uçmak gerekti, bu iki,verilen toprakların suyu yoktu,yolu yoktu nereden su temin edilecek,ağanın arazisinin yolunu kullanmadan nasıl yaşanacaktı bu üç.Yani verilen bu topraklarda ailelerin barınma olanağı yoktu. Ağa haydi gidin diye zorlayınca köylü baktı ki eski düzenlerini bile arayacaklar “etme ağa,toprağı biz istemedik,devlet verdi,biz orada nasıl geçinelim?Senin yolundan geçmeden,suyundan içmeden,otlağını kullanmadan biz nasıl yaşayabiliriz?Bize bir yol göster de öyle yapalım” dediler.Ağa, “öyleyse sizin işinize yaramayacak olan bu toprakları bana satmış gibi tapularını devredeceksiniz,ama benden para talep etmeyeceksiniz.” Dedi. Köylüler de zorunlu olarak bunu kabul ettiler,herkes para ile satmış gibi topraklarını ağaya devrettiler,böylece toprak sahibi olma hayali sona erdi.İşte bu yörenin hali,şekli, şemali böyle hocam,sen olsan dağa çıkmaz da ne yaparsın? Cuma vakti yaklaştı,bize müsaade,başka zaman gene sohbet ederiz,” diyerek ayağa kalktılar ve hep birlikte çeşmeye doğru uzaklaştılar.
Aradan günler geçti.Benim araba alma hikayem her tarafa yayıldı.Kimi üzüntüsünü bildirdi kimisi geçmiş olsun dileklerini.Ben bu araba işinden ucuz kurtulduğum için sevinsem de altı yedi bin liranın uçup gitmesine üzülüyordum.O para iyi paraydı.Bir devlet memurunun yıllar boyu güçlükle biriktirebileceği kadar iyi paraydı.Bu para ile çok işler yapılabilirdi.Bir kere ben henüz bekardım,evlenmek için harcayabilirdim.Bir arsa alabilirdim,tarla ya da bağ bahçe alabilirdim.Bu parayı biriktirmek için bir bedel ödemediğim için piyangodan bulunmuş gibi gelen bu serveti kaybetmek de çabuk oldu.Yani haydan gelen huya gitti.Ama konusu uzunca bir süre konuşulmaya devam etti.
Bir gün zaman zaman köye, ağanın evine konuk olan mahkumlarla gene karşılaştık.Araba konusunu onlarda duymuşlar.Üzüldüklerini,eğer istersem bana oyun eden Sait’in kafasını getirebileceklerini söylediler.Amaçları beni teselli etmek miydi yoksa ciddiler miydi bilmiyorum ama bunu duymak beni ürküttü.Ben başımı belaya sokmak istemiyordum.Sait’e yapılacak bir saldırı,mahkumlar için sıradan bir olay olurdu ama benim için sonunun nereye varacağı belli olmayan bir macera olacağı kesindi.Sait bu yörenin insanıydı ve arkasında koca bir Azizoğlu ailesi vardı.Onlar kendi aralarında birtakım anlaşmazlıklar yaşamış olabilirlerdi ama böyle bir olay karşısında elbette Sait’i korumayı üstlenirlerdi.Ayrıca bu saatten sonra Sait’e yapılacak bir saldırıdan benim ne kazancım olacaktı?Adam parayı yemiş içmişti.Benim paramı verecek durumu yoktu.Bu durumda ben Sait’le uğraşamazdım. Adamlara teşekkür ettim ve asla böyle bir şey yapmamalarını istedim.
Benim bu köye gelmem bir çok ilkin yaşanmasının başlangıcı olmuştu.O ilkbahar mevsiminin ilk günlerinde, köyle Diyarbakır’ı Silvan’a bağlayan stabilize yol arasında kalan geniş ve yüksek düzlüğe bir takım iş makineleri geldi.Bu düzlük yaklaşık iki kilometre uzunluğundaydı ve yüzeyi gökten yağmur yerine taş yağmış gibi irili ufaklı taşlarla kaplıydı.Taşlar o kadar sıktı ki yürürken ayak basmaya toprak bulmakta zorlanıyorduk.Bu düzlükte beliren iş makineleri şehirlerarası yoldan köye doğru genişçe bir alanın taşını temizlediler.Ne yaptıklarını sorduk,hava alanı yapıyorlarmış.İlçe ve köylerindeki buğday ekili tarlaları havadan ilaçlayacaklarmış.Bu yörenin ekinlerinde görülen süne zararlısına karşı mücadeleyi amaçlıyorlarmış.
Hava alanı dedikleri yer yaklaşık otuz metre genişliğinde bir toprak yoldan ibaretti.Bu alana ilaçlama uçakları inebilirmiş.Nitekim bir cumartesi günü alçaktan uçan tek motorlu ve pervaneli iki uçak köy üzerinde birkaç tur attıktan sonra düzlüğe açılan piste indi.Uçak köy halkının olduğu kadar benimde çok ilgimi çeken bir hava aracıydı.Yakından görmek için köy halkı ile birlikte uçakların indiği yüksek düzlüğe çıktık.Çok basit yapılı iki uçağı yakından görmek bende bir hayal kırıklığına benzer bir duyguya neden oldu.Ortaokula girdiğimde pilot olma hevesim, o yıllarda geçirdiğim bir hastalığa bağlı olarak,askeri ortaokula girmek için gerekli not ortalamasını tutturamadığım için yok olup gitmişti.Ancak uçaklara karşı olan ilgim eksilmemişti.Ne zaman bir uçak sesi duysam, gökyüzünün sonsuz maviliğinde gözden kayboluncaya kadar arkasından bakmaya devam ederdim.Şimdi karşımda iki uçak duruyordu ama bunlar uçaktan çok, iki kanat takılmış öküz arabalarına benziyordu.O kadar basit,o kadar derme çatma bir görüntüleri vardı.
Her şeye rağmen bir süre uçakların çevresinde dolaşarak yapılan uçuş hazırlıklarını izledik.Bir süre sonra uçaklara pilotlar yerleşti.Müthiş gürültü çıkararak çalışan uçaklar köye doğru ilerlemeye başladı.Düzlük köyün hemen yanı başında dik bir yamaçla sona eriyordu.Düzlüğün sonuna yaklaşan ilk uçağın havalanamayarak uçurumdan aşağı yuvarlanacağını düşündüm ama son anda tekerlekleri yerden kesildi ve yükselmeye başladı.Çok geçmeden ikincisi de uçtu.Çok uzaklarda ekili tarlalar üzerinde bir telefon direği yüksekliğine kadar alçalarak kanatların altından, depolarındaki ilaçları püskürttüklerini görebiliyorduk.Yaklaşık on beş dakika sonra geri döndüler.Geri dönüşleri kalkış yönünün tam tersi doğrultusunda gerçekleşti.Yüksek düzlüğün dik yamacına çarpma riski olabilir mi acaba diye düşündüm ama usta pilotlar uçaklarını bir kuş gibi sorunsuz indirerek yanımıza yaklaştılar.
Uçak ekibinin çalışma süresi on beş gün devam etti.Hemen hemen tüm ekili alan ilaçlandı.Bu arada çalışan teknisyenlerden biri Tokat’lıymış.Tanıştık ve zaman zaman sohbet ettik.İstersem uçakla gezebileceğimi söyledi.Uçaklar iki kişilikmiş.Ara sıra o da biniyormuş.Uçakların derme çatma görünüşleri bana güven vermediği için binmek istemedim ama köyün çobanı birkaç kez binmiş.İşleri sona erip köyden ayrıldıklarında uçağa binmediğime pişman oldum.Kendi kendime “bir çoban kadar cesaret gösteremedin” diye sitem ettim.
Akyol köyünde iki yıl kaldım.Burada kaldığım iki yıl boyunca çok güzel anılarım oldu.Köy halkı ile kaynaştık.Beni öyle sahiplendiler ki asla buradan ayrılmamı istemiyorlardı.İki takvim yılı tamamlandığında teskereler askerlik şubelerince tanzim edilerek bizlere verildi.Tayin isteme hakkımız vardı.Bu yöreye öylesine alışmıştım ki içimden tayin istemek gelmiyordu.Buradan iyi bir yer mi bulacaktım?Ayrıca ağa, istersem binlerce dekar toprağı kendi adıma işleyebileceğimi söylüyordu.Zaten yirmi bin dönüm toprağın yarısı on yıl boyumca otlağa terk ediliyordu.Yani istediğim kadar toprağı ekme şansım vardı.Burada birkaç yıl kalarak bir miktar para biriktirebilirdim.Bu düşüncelerimi bir mektupla aileme bildirdim.Babamdan gelen sitem dolu yanıt burada kalamayacağımı söylüyordu.Tayinimi istedim.Köyden ayrılma günü yaklaşınca herkesle vedalaştım.Herkesten helalık istedim,zira bana çok hakları geçmişti.Elbette ben de elimden geldiğince köye hizmet ettim.Benimde onlara çok emeğim geçti,ancak ben emeğimin karşılığını maaş olarak alıyordum.Köy halkının bana ne denli sahip çıktıklarının bir göstergesi olarak bir ramazan ayında yaşadıklarımı ömrüm boyunca unutmama olanak yok.
Ertesi gün ramazan orucu başlayacaktı.Ben alevi inancına mensup olduğum için ramazan orucunu tutma niyetim yoktu.Ancak yöre insanlarının bu tutumumu nasıl karşılayacaklarını bilmediğim için onların inançlarına da bir saygının göstergesi olarak mümkün olduğunca oruç tutmaya çalışmaya ya da en azından oruç tutuyormuş gibi davranmaya karar vermiştim.Son dersten çıktığımda cami hocasının bahçede beni beklediğini gördüm.Selamlaştıktan sonra sıradan bir şeyden bahseder gibi yarın başlayacak oruca kalkıp kalkmayacağımı sordu. “Ben zaten her gün oruçlu sayılırım,” dedim.”Yemek bulursam yiyorum,bulamazsam sabrediyorum.Yarın ilk oruca kalkacağım,eğer rahatça sürdürebileceğimi görürsem devam ederim,yok eğer tutmakta çok zorlanacaksam tutmamayı düşünüyorum.” “Haklısın hoca,” dedi.”Gerçekten işin zor.Yemek pişirenin yok,hazırlayanın yok,belki dediğin gibi çoğu zaman aç kalıyorsundur,gene de eğer bu şartlarda oruç tutabilirsen kazanacağın sevap bizden fazla olur.”Bir süre daha sohbet ettikten sonra gitti.
Ertesi gün saat on bire doğru okul bahçesinin demir kapısı önünde ,kucaklarında birer canlı tavukla bekleyen insanlar dikkatimi çekti.Hemen hemen her evden bir adam kapı önünde bekliyorlardı.Durumu merak ettim.Çocukları ödevlendirdikten sonra yanlarına giderek ne yaptıklarını sordum. “Hoca bu tavukları sana getirdik,ramazan boyunca her gün birer ikişer kes,orucunu rahat tut,” dediler,şaştım kaldım. Etmeyin arkadaşlar,ben bu kadar tavuğu ne yapacağım?Nerede barındıracağım?Teşekkür ederim ama bunlara hiç gerek yok,en iyisi tavukları geri götürün,” dedimse de söz dinletemedim.Zorunlu olarak tavukları lojmanın banyosuna doldurdum.Getirdikleri yemleri de bir yere koydum.İki günde toplam kırk üç tavuk geldi.Her gün birer ikişer kestim,çocukları sıra ile görevlendirerek,tavukların evlerinde temizlenmesini ve gerekirse söylediğim gibi pişirilmesini istedim.Ramazan ayı boyunca hem kesintisiz oruç tuttum hem de iftar vakti gördüğüm köylülere ziyafet çektim.Sonradan öğrendim ki cami hocası benimle konuştuklarını camide halka anlatmış.Bana yardım ederek oruç tutmamı sağlarlarsa sevap kazanacaklarını söylemiş.Böylece ömrümde bir ay her gün tavuk yiyerek kesintisiz bir ramazan orucu tuttum.İşte böyle,köy beni bağrına basmıştı.Hele köyden ayrıldığım günü unutmama olanak yok.
Artık buraya bir daha gelmeyeceğimi hesap ederek eşyaların çoğunu, ihtiyacı olacağını düşündüğüm ailelere bedava verdikten sonra yanımda götüreceklerimi iki koliye doldurdum.Kolileri ağanın oğlu ile bir gün önceden ilçeye gönderdim.Son olarak elbiselerimi doldurduğum çanta ile lojmanın önüne çıktığımda sekiz on kadar bayanın ağlamakta olduklarını hayretle gördüm.Yanlarında çok sayıda öğrencilerim de vardı. “Ne var,ne oluyor,bu hanımlar neden ağlıyorlar?” diye sordum. Çocuklardan bir kaçı birlikte yanıt verdiler. “Sen buradan gidiyorsun diye ağlıyorlar öğretmenim.” Şaşırdım,kaldım.Ne diyeceğime,nasıl davranacağıma bir türlü karar veremedim.Ben de çok üzgündüm,neredeyse onlarla birlikte ağlayacaktım.Kendime hakim olmaya çalışarak gülümsedim. “Hanımlar ağlamayın lütfen,” dedim. “Ben giderim bir başkası gelir.Devlet memurluğu böyledir.Bir yerde uzun süre kalmak her zaman kolay olmayabilir.Ben de gitmek istemezdim ama koşullar gitmemi gerektiriyor.Ben sizlerden çok memnun ayrılıyorum.Hakkınızı helal edin,haydin evlerinize gidin,eşlerinize selamlarımı söyleyin,hoşça kalın.” Diyerek yola koyuldum.Benimle Türkçe konuşmasalar da beni anladıklarından emindim.Bu arada öğrencilerden bazıları benim sözlerimi kadınlara Kürtçe anlatıyordu.Arkama bakmadan köyü terk ettim.Köy gerilerde kalırken uçakların inip kalktığı yüksek düzlükte durarak köye son kez baktım,Artık göz yaşlarıma engel olamıyordum.Ana yola kadar doya doya ağladım.
Güya babam belki bir yardımım olur düşüncesiyle benim kendilerine yakın olmamı istiyordu.Tayinim,bir dağ başında yer alan Şeyhköyü’ne,Tokat’ın en ücra köyüne çıktı.Kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyü burası.Okulun ne lojmanı var ne suyu.Ne yapacağım, nerede kalacağım bilmiyorum.Haydi hayırlısı dedik geldik işte.
Yakın olduk da bir yararını mı gördüm?Babama,aileme bir yardımım oldu mu?Hayır,ne onlara bir yararım olabildi ne de ben buraya gelmekten memnunluk duydum.Ancak “son pişmanlık fayda vermez derler”,bu ata sözünü yaşayarak bir kez daha doğruladık.
Tayin istediğime bin pişman olduğum köy ilçeye kırk kilometre uzakta,Yozgat-Tokat il sınırında bir yerdeydi.Ulaşım yok denecek kadar azdı.İlçeden Ankara’ya giden otobüslerle, ya da Çekerek- Zile arasında çalışan ciplerle otuz kilometre yol aldıktan sonra indiğiniz yerden, kırk beş elli derecelik dik bir meyille seyreden köyler arası toprak yoldan saatlerce yürüyerek ulaşılabilen köye alışmak kolay olmayacaktı.Bu köyü görünce Diyarbakır’ın Silvan ilçesine en çok dört kilometre mesafede yer alan eski çalıştığım köyü mumla arayacağım kesindi.Nitekim tayin istediğim için aylarca kendi kendimi yedim.
Kendi yöreme gelmiş olmam evlenme konusunu ön plana çıkardı.Artık ben de ruhen kendimi evlenmeye hazır hissediyordum.Uygun biri karşıma çıktığında hayır demeyeceğim kesindi.Ayrıca içine sürüklendiğim bu zor koşulları tek başıma taşımakta zorlanacağımı bildiğim için aklımı çevre koşullarından çekip alacak bir konu olmalıydı.Bu yüzden evlilik için gerekli girişimleri başlattım.
Daha önce kısaca bahsettiğim bağ bozumu günlerinde ilk kez birbirimizi yakından tanıma fırsatı bulduğum kızı resmen istemeye karar verdim.Kızın isteyeni çokmuş.Kendi köyümüzden başka kızın güzelliğini ve çalışkanlığını duyan çevre köylerden bir çok kişi bile şansını denemekteymiş.Ancak yengelerimden biri Miyase’nin teyzesiydi ve bir an önce benim yeğenini istemem gerektiğini söylemekteydi.Zira isteyeni çok olduğu için fırsatı kaçırabilirmişim. Ben de bir an önce bu konuyu çözüme kavuşturmaktan yanaydım.Her ne kadar köy yerinde kızlara,damat adayları evlenme teklifinde bulunmazlar ise de, ben eğitimli biri olarak, hem böyle bir adeti başlatmak hem de evlenme konusunda önce kızın ne düşündüğünü kesin kes olarak öğrenmek istiyordum.Ancak kızlarla bahanesiz olarak bir araya gelmek kolay değildi.Yengemden Miyase’yi evlerine çağırmasını istedim.Yengem yeğeni ile evlenmemi en çok isteyen kişi olduğu için bunu seve seve yerine getirdi.Bir araya geldiğimizde kısa bir konuşmadan sonra “benimle evlenir misin?” diye sordum.Belli ki böyle bir teklif beklemiyordu.Yanakları kıpkırmızı kesildi ve biçimli dudakları arasından itiraza benzer sesler çıkarsa da gözleri ve ses tonu “evet, evet” der gibiydi.Ben cevabımı almıştım.O hafta Perşembe akşamı aile büyükleri Miyase’yi resmen istemeye gittiler.Bu arada öz amcasının çocuklarının,bekar kardeşleri için Miyase’yi isteme-hatta kesin olarak alma- düşünceleri varmış.Bu yüzden başkalarının dünür olmaları durumunda kavga çıkaracakları şeklinde söylentiler yayıyorlarmış.Yani çevreye bir tür göz dağı veriliyormuş.Elbette bunu duymak bizi de hırslandırdı.Ne demekti istedikleri kızı itirazsız almaya kalkışmak?Yani onlar kıza gel diyecekler kız gelecek,gelme diyecekler gelmeyecek,öyle mi?Yani kızın kendisinin,babasının,annesinin bu konuda ne söyleyecekleri,ne düşündükleri önemli değil öyle mi?Şu kabalığa bakar mısınız?İçimden, “siz kendi kendinize gelin güveği olun bakalım.El mi yaman ,bey mi yaman görürsünüz” dedim.Büyüklerimizin kızı istedikleri akşam,Miyase’yi kardeşlerine mal eden amca çocuklarının her hangi bir taşkınlıklarına karşı olmak üzere ağabeylerimle çevrede devriye görevi yaptık.O akşam söz kesildi ve biz resmen sözlendik.
Arayı uzatmak istemiyordum.O hafta içerisinde ilçeye giderek nişan için gerekli olan ne varsa aldık.Çalıştığım köyden bizim köye gidip gelmek zordu.Buna rağmen nişanlımla bir araya gelmek için her hafta sonu iki üç saat yol yürüyerek köye geliyordum.Önümüz kıştı.Kar yolları kesmeden düğün işini halletmeliyiz diye düşünüyordum.Kız tarafından itiraz gelmeyince kasım ayının ilk haftası evlenmeye karar verdik.İşlemleri tamamladım.Bizim aile geleneğimizde çalgılı düğün yoktu.Davul zurna çalınmasını günah sayarlardı.O yüzden davulsuz düdüksüz, kız kaçırır gibi bir gece gidilir,gelin kız giydirilir,olabildiğince süslenir ve evinden alınıp gelinirdi.Bizim evlenmemiz de aynen bu adetlere uygun yapıldı.Bin dokuz yüz altmış dokuz yılının, kasım ayının beşine rastlayan Perşembe akşamı, gelin küçük bir kalabalıkla bizim eve getirildi.Yemek yendi,kendi aramızda kısa bir eğlence tertiplendi.Daha sonra herkes evine dağıldı.Biz de eşimle, holden odaya dönüştürülen dar bir odaya, yani bize ayrılan odamıza çekildik.Böylece,acısıyla tatlısıyla, evliliğimizin üzerinden tamı tamına kırk yılı geride bıraktığımız sevgili eşimle evliliğe ilk adımı atmış olduk.
Evlilik hazırlıkları sırasında ne benim ailemin ne de eşimin ailesinin maddi katkısı oldu.Tüm masrafları,alınmış olan tüm malzemelerin ücretlerini ben karşıladım.Paramın olduğu kadarını peşin, geri kalanını da taksitle ödemek üzere adıma borç yazdırdım.Her iki tarafın katkısı olmayınca aldıklarım da elbette çok sınırlıydı.Zaten almış olsaydım bile koyabileceğim bir ev yoktu.Atandığım köyde kalabilecek bir lojman veya uygun bir ev bulamamıştım.Bu konuya tam bir çözüm bulununcaya kadar, okulun müdür odası diye ayrılmış, yaklaşık dört metre karelik odasında kalmaya karar vermiştim.Nitekim evlilik iznim olan beş günlük sürenin sonunda bana ait olan eşyaların tümünü babamların at arabasının teknesine doldurduk,eşyaların üzerine de eşimle birlikte oturduk ve yola koyulduk.Irmak köprüsünü geçtikten sonra başlayan ve dik bir yokuş olarak devam eden köy yolunda atlar boş arabayı bile güçlükle çekebiliyorlardı.Kah araba üzerinde kah araba önde biz arkada olmak üzere yürüyerek ve sık sık da atları dinlendirerek güçlükle Şeyhköyü’ne ulaştık.Bir karyola,bir sünger yatak,iki adet ağaç kenarlı koltuk,bir katlanır masa ve dört sandalyeden oluşan eşyalarımızı müdür odasına sığdırıncaya kadar akla karayı seçtik.Dört metre karelik odaya bu kadarını sığdırmak bile bir mucize gibiydi.Karyoladan arta kalan alan bizim oturma alanımızdı.Ancak dört sandalyeden sadece ikisini yerleştirebildiğimiz için üçüncü bir kişi olunca yatağın üzerinde oturmak zorunda kalıyorduk.En açık bir ifade ile aslında bir ailenin durması mümkün olamayacak bir ortamda yaşamak zorundaydık.Yapacak bir şey yoktu,durumu kabullenmek ve koşullara uymak gerekiyordu,biz de uyduk.Ancak yerin darlığından daha önemli iki sorunumuz vardı ki bunlar hayatı bize zehir ediyordu.Birincisi en yakın içme ve kullanma suyunun yaklaşık bir kilometre ötedeki bir kaynaktan sağlama zorunluluğu, diğeri tuvaletin olmaması idi.Tuvalet sorununu öğrenci tuvaletlerinden yararlanarak geçiştirebilirdik ama su bulamamak bize çok sıkıntılı günler geçirtti. Yıllar geçtikten sonra şimdi düşünüyorum da o koşullara nasıl dayanabildiğimize şaşıyorum.Demek ki bize dayanma gücü veren bir şeyler vardı.Zira tüm bu olumsuz koşullara rağmen o günlerle ilgili çok fazla olumsuz anı bulamıyorum.Öyleyse bize dayanma gücü veren ilk neden vatan millet sevgisi,okullarda içimize işlenen idealizm,diğeri de gençliğimizdi.Bu zor koşullar içinde geçirdiğimiz yaklaşık bir yıldan, aklımda kalan birkaç ayrıntıyı anlatmakla geçiştireceğim.
Üç derslikli okulda iki öğretmen çalışıyorduk.Ben müdür yetkiliydim ve diğer arkadaşım yeni mezun olduğu için henüz stajiyer olan Hamza Bey’di.Hamza da bu yörenin çocuğu idi.Yanında yaklaşık seksen yaşlarında olmasına rağmen dinç ve hareketli olduğu için altmışlı yaşlarda görünen üvey baba annesi kalıyordu.Onlara da ev olarak odunluğu tanzim ettik.Başka kalacakları bir yer yoktu.Tek göz oda haline getirdiğimiz odunlukta yaşamak zorundaydılar.
Hamza’nın babaannesi çok değişik bir insandı.Dedikodu onun vazgeçemeyeceği bir uğraş alanıydı.Birlikte geçirdiğimiz bir öğretim yılı içinde torunu Hamza ile benim aramı açmak için yapmadığı yalan dolan kalmadı.Bu yanlış tavrı zaman zaman Hamza tarafından da destek görünce aramızda birtakım anlaşmazlıklar ve tatsızlıklar yaşandı.En sonunda beni ve muhtarı, muhtarla arası açık olan bir öğrenci velisine, okul parasını yemekten ilçe eğitim müdürlüğüne şikayet ettirdi.Oysa bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktu.Çünkü her şeyden önce okulun yenecek kadar değil, tebeşir alacak kadar bile parası yoktu.Köy bütçesinden ayrılan yüzde onluk dilim bizim tebeşirle bir top kağıt paramızı bile karşılamıyordu.Buna karşılık muhtarla iyi bir diyaloğa girerek hem okulun tüm ihtiyaçlarını karşılayabildik hem de muhtara ait olan traktörle okul için gereken bir çok işi hallettik.Örneğin yakın köyden aldığımız kışlık odunu taşımak bile muhtarla ikimize düştü.Hamza tüm bu durumları bildiği halde okumuş olmasına rağmen babaannesinin yalanları yönünde hareket edince bir takım olumsuzluklar yaşanması da kaçınılmaz olmuştu.Bu konunun ayrıntısına gerek yok sanıyorum.
Orada kaldığımız süre içerisinde, benim belleğimde hiç unutamayacağım kadar güçlü izler bırakan bir olay var ki onu anlatmaktan geçemeyeceğim:
Okullarımızı teftişe gelen müfettişlerin bir duyurusu üzerine, mart ayının son Pazar günü, nahiyede yapılacak bir günlük seminere katılmamız gerekiyordu.Bağlı bulunduğumuz İğdir nahiyesi bizim çalıştığımız köye yaklaşık on beş, yirmi kilometre uzaklıktaydı.Arada en az üç tane köy,bir ırmak,iki dağ sırası vardı.Mevsim ilk baharın başlangıç günleri olmasına rağmen hava oldukça soğuktu.İğdir’e yürüyerek gidecektik,zira araba bulma şansımız yoktu.Muhtardan köy bekçisinin, koruma olarak bizimle gelmesini istedim ve o da tereddütsüz izin verdi.Köy bekçisinin beşli mavzer tüfeği vardı,biz de birer av tüfeği temin ederek cumartesi günü saat onda yola koyulduk.Bize en yakın köy olan Küçük Aköz köyü ile aramızda yer alan dağ ormanla kaplıydı.O yöreyi karış karış bilen bekçi önde, Hamza ile ben bekçinin birkaç adım arkasında olmak üzere, ormanın tam ortasından ilerlemeye başladık.Köyü bir hayli geride bıraktığımız bir konumda önümüze öyle bir keklik sürüsü çıktı ki şaşırdık kaldık.Önümüzden,yan taraflardan ortaya çıkan keklik sürülerinin bir kısmı müthiş kanat sesleriyle uçuyor,bir kısmı bizimle dalga geçercesine çalılıklar arasına girip çıkıyorlardı.Kekliklerin her biri birer tavuk iriliğinde idiler.Bu kadar yoğun keklik sürüsü ile karşılaşmamıza rağmen iki kez ateş etme konumu yakaladım ama elbette keklik vuramadım.Hamza ise bir defa ateş etti,vurduğunu söyledi ama vurulan kekliği bulamadık.Biz kendimizi av işine kaptırdığımız için zamanın hızla akıp gittiğinin farkına bile varamadık.Aköz köyüne ulaştığımızda saat ikiye geliyordu.Aköz’de çalışan öğretmen arkadaşımız bizi bekliyormuş.Hazır bulduğumuz çaydan birer ikişer bardak içtikten sonra Mehmet Hoca’yı da alarak tekrar yola koyulduk.
Normal yoldan daha kısa olacağı düşüncesi ile yine orman içinden ilerledik.Çekerek Irmağı üzerinde bulunan tarihi Hacıboz Köprüsünden geçerek ikinci uğrak yeri olarak tespit ettiğimiz Karaşeyh köyüne ulaştık.Bu köyün öğretmeni Nurettin benim uzaktan akrabam olurdu.Köyümüzün ilk memuru olan bir öğretmenin oğluydu.Bizi güler yüzle evine buyur etti.Saat dörde geliyordu. “Arkadaşlar,İğdir’e gitmek için vakit geç oldu.Ben sizi daha erken bekliyordum.Bu saatten sonra yola çıkılmaz.Bu gece burada benim lojmanda geçirelim,sabah erkenden bir traktör ayarlarım,bizi toplantıya yetiştirir.” Dedi.Teklifi çok yerindeydi.Ayrıca sabah saat ondan beri yol yürüdüğümüz için yorulmuştuk.Hamza dışında bu öneriye olumlu bakıyorduk.Hamza, “olmaz arkadaşlar,ben burada kalamam,Karıköyü’nde benim baba dostu bir aile var,siz kalsanız bile ben oraya kadar yola devam edeceğim.” Dedi.Yapma,etme,akşam yakın,hava soğudu,yolu tam olarak bilmiyoruz,kendimizi riske atmayalım, diye bir sürü mantıklı sözlerle Hamza’yı kararından vazgeçirmeye çalıştıysak da O,asla geri adım atmadı.Hamza’yı tek başına göndermek içimize sinmiyordu.Bu kışta kıyamette ve bir de yaklaşan gecenin kucağında tek başına gitmesine razı olamazdık.Nurettin Öğretmen “öyleyse beni hoş görün,sabah erkenden gelirim,haydi size güle güle,yalnız acele edin, bir hayli yolunuz var,geceye kalmayın,” dedi.Hepimizin elinde birer tüfek vardı.Dört eli silahlı arkadaş olarak yola koyulduk.
Nurettin Öğretmen ile bu son görüşmemiz oldu.Değerli meslektaşımızın bir hafta sonra ölüm haberini alarak yıkıldık.Traktörle yakın köylerdeki bir arkadaşını ziyaret etmek üzere giderlerken,araç sürücüsünün sürüş hakimiyetini kaybetmesi sonucu hayatlarını kaybettiklerini öğrendik.
Karaşeyh köyünü ilçeye bağlayan stabilize yolda yaklaşık bir kilometre ilerledikten sonra bize kılavuzluk yapan bekçi arkadaşımızın yönlendirmesi ile kuzeye yöneldik.Havaların ısınması ile toprak yüzüne yeni çıkmış ekin filizlerinin yeşile boyadığı tarlalardan, karşımızda yükselen ardıçlı tepeye doğru yürüdük.Tarlalara henüz adım atmıştık ki abartısız sayılarının yüzlerle ifade edilebileceği bir keklik sürüsü önümüzden havalandı.Hiç beklemiyorduk.Tüfekleri doğrultup üçümüz birden ateş ettik.Ben havadaki hareketli hedeflere ateş etmeye alışık değildim.Yani keklik vurabileceğimi sanmıyordum.Ama gene de ani bir refleks olarak havaya doğru tüfeği boşalttım.Öteki arkadaşlarımın silah kullanma konusunda ne durumda olduklarını bilmiyorum.Üçümüz aynı anda ateş ettik ve havadaki keklik sürüsünden bir tanesini çok ilerilerde bir yerde taş gibi yere düştüğünü gördük.Hangimizin vurduğu belli değildi.Zaten kimin vurduğunun bir önemi de yoktu.Üçümüz birden övünebilirdik.Ancak havanın kararmaya başladığı bu sırada kekliği bulmak mümkün olmadı.Israrla bulmaya çalıştık,bu iş için zamanı unuttuk ama bulamadık.Bekçi “haydin hocalar,geç kalmayalım,daha çok yolumuz var,” diye bize zamanı ve bulunduğumuz yeri anımsattı,bunun üzerine keklik aramaktan vazgeçerek tekrar yola koyulduk.
Tarlaların kuzeyini sınırlayan ve fazla sık olmayan yetişkin ardıç ağaçları ile kaplı tepeye tırmanmaya başladığımızda, neredeyse on adım ilerimizi göremeyecek kadar zifiri bir karanlık çökmüştü.Birbirimizden ayrılmamaya özen göstererek ilerliyorduk.Bir süre sessizce ilerledik.Çok yorulduğumu hissediyordum.Bilhassa vurduğumuzu sandığımız kekliği aradığımız çamur tarladaki koşturmacalar benim tüm gücümü tüketmiş gibiydi.Diğerlerinin de benden farklı olduklarını zannetmiyordum.İçimizde tek diri kalan köy bekçisiydi ki, o da bizim avcılık oyunlarına katılmadığı için olsa gerekti.
Uzun bir süre tırmanmayı sürdürdüğümüz halde, tepenin zirvesine yakın bir konumda olduğu söylenen Aslandede ziyaretine bir türlü ulaşamamıştık.Neden hala ziyarete ulaşamadığımız sorusu üzerine bekçi, “galiba biz kaybolduk,aksi halde şimdiye kadar ulaşmamız gerekiyordu,” diye moralimizi sıfıra indiren bir yanıt verdi. Galiba bekçi doğru söylüyordu.Neredeyse iki saattir tepeye tırmanıyorduk.Oysa tepe o kadar yüksek değildi.Bir araya gelerek bir yumak oluşturduk.Gökyüzünün görüntüsünü engelleyecek kadar sık ve geniş alanı kaplayan bir ağacın altındaydık. “Biraz durup dinlenelim,aklımızı toparlayalım,belki nerede olduğumuzu anlayabiliriz,” diyen bekçinin önerisi doğrultusunda olduğumuz yere çömeldik.Yerler ıslaktı,yer yer kar kümelerinin beyazlığı seçilebiliyordu.Kısa bir süre sonra sırtımdaki atletin etime yapıştığını,soğuk soğuk bir ürpermeye kapıldığımı hissettim.Üşüyordum.Bu kadar çabalama sırasında tepeden tırnağa bir ter bedenimizi ıslatmış olmalıydı.Şimdi hareketsiz kalınca soğuyan terler bedenimizi rahatsız ediyordu. “Arkadaşlar,üşütüp hasta olacağız,haydin bir tarafa doğru yürüyelim,” dedim.Kalktık ve bu kez yanlamasına yürüdük.On dakika kadar sonra, altında mezara benzer bir yükseltinin olduğu kocaman bir ağacı görünce bekçi sevinçle, “işte ziyareti bulduk,bundan sonrası kolay,” diye bağırdı. Gerçekten de Aslandede diye bilinen ziyareti bulmuştuk.Ziyaretten sonra bekçi bir keçi yolu tespit ederek önümüzde ilerlemeye başladı. “ tek sıra halinde birbirinizi kaybetmeden beni izleyin,” dedi.
Hamza’nın ısrarla gitmek istediği, baba dostu tanıdık bir ailenin olduğunu söylediği ve adının Karıköyü olduğunu öğrendiğimiz yerleşkeye gece saat on bir sularında ulaştık.Köyün kıyısında bizi köpekler karşıladı. İlk eve ulaşırken, “arkadaşlar,” dedim. “Bu saatte bizi her aile kabul etmez.Hele eli silahlı dört adamı kim misafir etmek ister?Gelin şu ışığı yanan ilk eve sığınalım bakalım,bizi kabul edecek mi?” Hamza gene şiddetle karşı çıktı.Oysa ben şaka yapmak istemiştim. “Olmaz arkadaş,biz bizim baba dostlarının evinde kalacağız,” dedi.Bekçi bu yöreyi tanıyan biri olarak,” yahu hoca senin söylediğin aile oldukça zengin,zengin adamlar rahatsızlıktan hoşlanmazlar,bana kalırsa köyün en fakirinin kapısını çalalım,” dediyse de Hamza ısrarını sürdürdü. Köyün ortalarına doğru ilerledik.Önümüze çıkan susuz bir dere yatağının kenarındaki evin avlusundan iki kangal köpeğinin müthiş havlama sesi yükseldi.Bir adam elinde fanusla dışarı çıktı ve köpekleri azarladı.Bekçi, “arkadaş biraz gelir misin?” diye seslendi.Adam bize doğru yaklaştı.”Buyurun ağalar,bu saatte nereden gelir nereye gidersiniz?”dedi.Hamza ileri atıldı. “Ben şu ilerideki köyden Hacının oğluyum.Biz bu evin sahibi ile aile dostuyuz.Acaba bizim geldiğimizi haber verir misin?” Adam, “ Hamza Bey, bu evin sahibi şehre gitti,gelmedi,ben bu evin azabıyım,evde iki kadından başka kimse yok,bu durumda onlar sizi eve kabul edemezler,ama isterseniz benim fakir haneye buyurun,benim misafirim olun.”dedi.Hamza “ yok yok,siz bir haber verin,onlar beni tanırlar,” deyince adam “istemeye istemeye, “gelin öyleyse,”diyerek yürüdü.Benim ayaklarım geri geri gidiyordu.Gerçekten bizim gibi dört silahlı adamın, erkeği olmayan bir evde,gecelemeye kalkışması akıl alacak gibi değildi.Evin azabı ikinci kata seslendi.Kürtçe bir şeyler söyledi.Az sonra orta yaşlı bir kadın aşağı indi.Bizi süzdü ve sonra Kürtçe, gecenin bu saatinde erkeksiz eve misafir alamayacağını söyleyerek içeriye doğru yürüdü.ben iki yıl güneydoğunun bir köyünde çalıştığım için Kürtçeyi az çok anlıyordum.Azap kadının sözlerini yumuşatarak bize çevirdi ama Hamza kadının arkasından yürümeye başlayınca kadın kaba bir küfür savurdu.Daha fazla dayanamazdım. “Hamza kendin rezil olmaya razı olabilirsin ama bizim bu duruma katlanmaya niyetimiz yok,” dedim. “Sen ne laf anlamaz bir insansın?Evin azabı uygun bir şekilde durumu anlattı,kadın aynı şeyleri söylüyor,sen hala burada kalabileceğini sanıyorsun.Yürüyün arkadaşlar,isterse Hamza burada kalabilir ama biz sabaha kadar yürüsek bile İğdir’e gidelim.” Dedim.Azap ,İğdir oldukça uzak sayılır,madem Hamza efendi kazıklı köyündenmiş,geceyi orada geçirin,”diye bize bir öneride bulundu.Akıllıca bir öneriydi.Madem ki Hamza’nın köyü buraya çok yakındı, öyleyse neden burada kalmakta ısrar ediyordu, bunu bir türlü anlayamadık. Biz üç arkadaş kararlı bir şekilde avludan çıkınca Hamza koşarak arkamızdan geldi.
Hamza’nın babası Kazıklı köyündenmiş.Burasının bir Çerkez köyü olduğunu duymuştum.Kazıklı Köyü, Karı Köyü ile İğdir arasında otuz beş hanelik küçük bir köymüş.Ben hayatımda buralara ilk kez geldiğim için çevre hakkında fazla bir bilgiye sahip değildim.Gecenin kör karanlığında, bastığım yerleri görmeden, önümde yürüyen bekçiden bir adım geride, herhangi bir tehlike ile karşı karşıya kalmamayı dileyerek ilerlememi sürdürdüm.Sağ tarafımızdaki oldukça derin gibi görünen bir dereyi,sol tarafımızda ise fazla yüksek olmayan çıplak bir tepenin hayaletini belli belirsiz fark etmek mümkündü.Bir kişinin ilerlemesine uygun keçi yolunda tek sıra halinde yürümeyi sürdürüyorduk.Karı Köyü’nden ayrıldıktan yaklaşık yarım saat sonra Kazıklı’ya ulaştık.Köy tam bir uyku modunda gibiydi.Bizim ayak seslerimize uyanan köpekler havlamaya başladı.Köyün içlerine doğru ilerledik.Ortalarda bir yerdeki evin pencerelerinde ışık yanıyordu.Belli ki henüz uyumamışlardı.O eve yaklaşırken etrafımızı saran iki köpeğin saldırıları dayanılmaz bir hal almıştı.Neredeyse bizi parçalayacak gibi yanımıza sokularak bağırıyorlardı.Köpeklerin sesine ışığı yanan evden bir kişi dışarı çıktı. “Kim o?” diye seslendi.Biz hemen en yakındaki evin köşesine saklandık. “Hamza haydi sen kendini tanıt ve durumu anlat,kabul edilirsek ortaya çıkarız, aksi halde yürümeye devam edeceğiz.” Dedim.Hamza adama doğru ilerlerken kendini tanıttı,babasının adını söyledi. Adam, ben sizi tanıyamadım ama kim olursan ol,buyur misafirimiz ol.” Diye karşılık verince bu kez Hamza, “biz dört arkadaşız,” dedi. Adam gene aynı içten bir tavırla, “kaç kişi olursanız olun buyurun,bu saatte sizi dışarıda bırakacak halimiz yok,çağır arkadaşlarınızı,” Biz zaten üç beş adım ötede bir evin duvarı arkasında her söyleneni duyacak bir konumdaydık.Adamın sıcak yaklaşımını işitince ortaya çıkarak eve doğru yürüdük.
Ev köyün zenginlerinden birininmiş.İki evli olan adamın bir eşi dün ölmüş.Evin her odası insan doluydu.Cenazeye gelen konukların bir kısmı burada kaldıkları için içerisi insan kaynıyordu.Bize öncülük eden adam bizi bir odaya yöneltti.Arkadaşlar içeri girerken odada en az üç dört tane askerin oturduğunu gördüm.Yorgunluktan ayakta duracak halim kalmamıştı.Giydiğim çizmeleri çıkarmak isterken ayak topuğuna basmamla bacağımın kazık kesilmesi bir oldu.O güne kadar krampın ne olduğunu bilmezdim.Bacağım anında taşlaştı ve öyle bir ağrı saplandı ki olduğum yere çivilendim.En küçük bir harekette bacağımın kopacak gibi olduğunu hissediyordum.Kapının pervazına yaslandım.Bizi buyur eden adam durumu anlamıştı. “Çizmelerini çıkarmaya yardım edeyim” dedi.Hareket ağrıyı dayanılmaz kılıyordu. “Hayır,hayır,siz içeri geçin,ben biraz burada bekleyeyim.Bacağımın krampı çözülsün” dedim.Adam içeri girdi.Yaklaşık on beş dakika orada heykel gibi kaldım.Bacağımın sertliği yavaş yavaş azaldı.Sonunda tamamen eski haline döndü.Dikkatle çizmeleri çıkardım ve ben de içeri girdim.
O gece ve ertesi gün çok zor geçti.Hele dönüş dayanılmaz bir işkenceden farksızdı.Tüm bedenim hamlamış,her tarafım sapır sapır dökülür olmuştu.Seminer en küçük yarar sağlamadı.Çünkü ne dediler,ne kararlar alındı dinleyecek durumda değildim.O haftayı, o güne kadar hiç olmadığım kadar hasta bir halde geçirdim.Gençliğin ve yanlış yapan bir arkadaşın peşinden sürüklenmenin nelere mal olabileceğini gayet iyi anlamıştım.Bir daha böyle bir yanlışa asla ortak olmamaya söz verdim.
O yıl gerçekten büyük zorluklarla geçti.Hamile olan eşimle ilçeye gidip gelmek bir işkence gibiydi.Zira karnı burnunda bir bayanın, yaklaşık üç saat boyunca yaya olarak yol yürümesi,hele bu yol, inişli çıkışlı patikalardan,dere ve tepelerden oluşuyorsa, durumun ne kadar güç koşullar taşıdığı daha iyi anlaşılır.Susuzluk başlı başına bir sorundu.İçme suyunu bile kıt kanaat kullanmak zorundaydık.Öğrencilere su taşıtmak hiç içimize sinmiyordu.Zira yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki çeşmeden ellerde su taşımak kolay değildi.Biz bu yüzden yakın komşulardan temin etiğimiz eşeklerle su getirtmeyi tercih ediyorduk ama her zaman eşek bulmak da mümkün değildi.Köy yerinde eşek bir ailenin en önemli yardımcısı olduğu için her zaman ihtiyaç duyulan bu hayvanları bulmakta zorlanıyorduk.Bir eğitim yılını geride bırakırken tıkıldığımız dört metre karelik müdür odasından kurtulmayı kendimize ilk hedef seçtik.Her gün ders bitiminde temizliği yapılan sınıflardan kalkan tozların kırık kapımızdan içeri dolması sonucu ciğerlerimiz fazlasıyla nasibini alıyor,bu durum hamile eşimin sağlığını tehdit ediyordu.Bir türlü öksürük ve aksırıktan kurtulamıyorduk.Artık dayanacak gücümüz kalmamıştı.Köy içinden kiralık bir yer aramaya başladım.Okula yakın bir evin yaşlı sahibini aylık yüz elli liraya razı ederek, gerekli tadilat masraflarını da üstlenmek kaydıyla, evinin bir odasını kullanabilme sözü aldım.Yüz elli lira iyi paraydı;maaşım yaklaşık altı yüz lira olduğuna göre maaşımın dörtte birini aylık ev kirasına verecektim ki bu para ile şehirde güzel bir daire kiralamak mümkündü.Bu arada tayin isteyebileceğim, lojmanı ve ulaşım imkanı olan bir okul arıyordum.Çıkma olasılığı yok denecek kadar az olmasına rağmen,gene ilçeye en az kırk kilometre uzaklıkta bir dağ köyü olan Kozdere Köyü okulunun aradığımız ölçülere uygun olduğu duyumu üzerine tayin dilekçesi verdim.Yaz tatili boyunca kendi köyümde kaldıktan sonra eylül başında Şeyhköyü’ne döndüğümüz ilk gün tayin dilekçemin kabul gördüğünü ve Kozdere’ye atandığım bilgisini aldım.Öylesine bir sevindik ki sanırsınız tayinim başkente çıktı.Hemen taşınma hazırlıklarına başladım.Okulu teslim etmek üzere demirbaş teslim tutanağını hazırladığım gün benim yerime tayin olan öğretmen köye geldi.Anında sayım yaparak okulu teslim ettim.Eşimin hamileliği oldukça ilerlemişti.Ona fazla iş düşürmemeye özen göstererek eşyaları topladım.Bir hafta sonu kiraladığım traktöre yüklediğimiz ev eşyalarımızın üzerine oturmuş bir vaziyette, yeni okulumuza doğru,içimizde yeşeren güzel umutlarla yola koyulduk.
Kozdere; ömrümün ve meslek hayatımın on yılını verdiğim köy.Yaşadığım sürece anlatmakla bitiremeyeceğim kadar acı ve tatlı anılarımın sahnesi.Sırtını giderek yükselen dağlara vermiş köyün görünüşü muhteşem,ya da önceki çalıştığım köyden sonra bana öyle geliyor.Traktör egzozundan yükseklere fışkırttığı dumana rağmen fazla zorlanmadan ilerliyor.Yerleşim alanının girişine kadar fazla bir yokuşu olmayan yolun sonuna geldik.Sadece köyün girişinin yüz metrelik bölümü oldukça meyilli.O kesimi tırmandıktan sonra köy içi düz bir yapıda görünüyor.Okul köyün en üst tarafına yakın bir konumda.Okulun yer yer yıkık taş duvarının önünde duruyoruz.Önümüzde bakımsız olmasına rağmen bize kral bahçesi kadar güzel görünen bahçede sık ağaçların arasından okul binası seçilebiliyor.Bahçenin bir tarafını boydan boya sınırlayan kuru dere boyunca çok sayıda kavak ağaçları yükselmekte.Lojmanlar bulunduğumuz yerden görünmediğine göre bahçenin en üst kenarına yakın bir konumda olmalı diye düşünüyorum.Çevremize meraklı çocuklar ve birkaç yetişkin yaklaşıyor.Onlara okula yeni atanan öğretmen olduğumu söyleyince sıcak bir tavır takınarak “hoş geldin” diyorlar.Önce lojmanları görmek ve anahtarını buldurmamız lazım.Benim taşınacağımdan haberi olan okul müdürü arkadaşım lojmanların anahtarlarını okulun bitişiğinde oturan aileye emanet etmiş.Bizim geldiğimizi duyan komşu koşarak yanımıza geliyor.Bahçenin derme çatma kapısından içeri girer girmez başlayan tabanı taş döşeli yolun her iki yanı yüksek ve bakımsız gül fidanlarıyla sınırlandırılmış.Güllerin bittiği noktada eğim sona eriyor ve bu bölümün düzlendiğini görüyorum.Tam tahmin ettiğim gibi;lojmanlar bahçenin üst duvarına yakın bir konumda planlanmış.Birbirine bitişik iki lojman karşımda bana saray gibi görünüyor.Oysa ikisinin kapladığı alan toplamı belki yüz metre kare kadar.Normal büyüklükte bir dairelik alana uzunlamasına iki daire sığdırılmış.Girişleri birbirinin tam zıt yönünde.Bir yıldır müdür odasında çektiğim darlığı düşününce elbette burası bana bir saray kadar güzel ve geniş görünecek.Lojmanların önleri, bakımsız da olsa bir park kadar yeşillendirilmiş. Binanın önünü boydan boya kaplayan güller girişteki balkonu görünmez kılmış.”Burası tam aradığım özellikte bir yer” diye düşünüyorum.İçimdeki tedirginliğin yerini pembemsi bir mutluluk alıyor.Güzel günler geçireceğimizi umuyorum.
Çevremizi saran çocukların ve yetişkin insanların yardımlarıyla eşyaları lojmana taşımak kolay oldu.Zaten ne eşyamız vardı ki;tümünü bir yiğidin sırtına sarsan alır götürür.Eşyaları iki odanın ortasına yığdık.Artık yavaş yavaş yerleştirirdik.Traktörcünün taşıma ücretini ödedim ve adamı yolcu ettim.
Çevreyi tanımak için bahçeye çıktım.Okul bahçesi yaklaşık üç dekar vardı.Üst tarafı teraslanarak düzlenmiş geri kalanı ise hafif meyilli bir yapıda bırakılmıştı.Bahçenin tüm çevresinin ağaçlandırılmamış olduğu görülüyordu.Bunun nedeni yıkılmış taş duvarların yeteri kadar koruma sağlayamadığı olabilirdi.
Okul binası bin dokuz yüz altmış üç Amerikan baraka tipinde, beton çatılı,üç derslikten oluşuyordu.Orta dersliğin önü yüksek bir giriş balkonuydu.Her üç dersliğin kapıları bu balkona açılıyor,ana binanın arkasında öğrenci tuvaletleri ile odunluk yer alıyordu.Bakımsız olduğu ilk bakışta anlaşılan binanın iyi bir tamire ihtiyacı vardı.
Bizi en çok mutlu eden durum,geniş bir bahçenin,lojmanda kendimize ait akan bir suyun olmasıydı.Ayrıca lojman küçük olsa da iki oda, bir mutfak, banyo ve tuvaleti ile ihtiyaçlarımızı karşılar nitelikteydi.Bir yıl boyunca Şeyhköy’de çektiğimiz sıkıntıdan sonra, burasının gerçekten çok daha uygun yaşama koşulları taşıyor olması, böyle düşünmemizde elbette etkili bir nedendi.
Okulda üç öğretmen kadrosu vardı.Müdür yetkili öğretmen Dursun Bey yakın köyden bir arkadaşımız,eğitmen Hasan Bey ise Kozdere’nin yerlisiydi.Dursun Bey’le önceden tanışıyorduk.Eğitmenle ilk kez burada karşılaştık.Her ikisi de uyumlu, şakacı,sıcak kanlı arkadaşlardı.Önceki köyde meslektaşımla aramızda geçen tatsız olaylardan sonra böyle bir grupla çalışmak bana büyük bir moral ve çalışma zevki veriyordu. Dursun Bey bekardı ve henüz evlenmeyi düşünmüyordu.Hasan Bey ellili yaşlarda,ikisi ölen eşinden olmak üzere,beş çocukluydu ve kendisinden yirmi yaş genç bir bayanla evliydi.İlk karşılaştığımızda eşini kızı zannettiğimiz için sonradan bu konuyu uzun bir süre alay konusu yaptı.Eşi “Hasan!” diye hitap ettikçe O, “bak şu edepsize, koskoca adama Hasan diye bağırıyor,kimse buna emmi dayı demeyi öğretmemiş” diyerek bizleri güldürürdü.
Her köy okulunda yaşanan olumsuzluklar burada da kendini gösteriyordu.Köy bütçesinden yasal olarak okula aktarılması gereken yüzde onluk tutar kesinlikle verilmiyor ve okulun gereksinimlerini temin etmek mümkün olmuyordu.Okulun badanaya,bazı yerlerinin sıvaya,sıraların tamir edilmesine,kırık camların yenilenmesine,akan çatısının onarılmasına,ve tebeşir,kağıt,mürekkep gibi zorunlu malzemelerin alınmasına yönelik hiçbir olumlu adım atamadan eğitime başladık.Eğitmen Hasan Bey,birinci sınıfı,ben ikinci-üçüncü sınıfı,Dursun Bey de dört ve beşinci sınıfı okutmak üzere işe başladık.Zorunlu ihtiyaçların çoğunu kendi cebimizden karşılamak zorundaydık.Muhtar hiç bir konuda yardımcı olmuyordu.Ama sorunları, herhangi bir şekilde çözüme kavuşturmamız gerektiğini biliyorduk.Müdür yetkili olan arkadaşımız Dursun Bey eğitim enstitüsüne girmek üzere hazırlandığı için okul konusunda çok fazla ısrarcı olmuyor, çözülmesi olanaklı sorunlar bile sürüncemede kalıyordu.Bu yüzden büyük umutlarla geldiğim bu okulda, öğretim yılı bir takım sıkıntılarla geçti.
Kozdere’ye atandığımın üzerinden tam bir yıl geçti.Bu bir yıl bizim açımızdan huzurlu,neşeli ve oldukça rahattı.Bu yıl içerisinde geçen en önemli olay ise elbette bir oğlumun olmasıydı.Bin dokuz yüz yetmiş yılının kasım ayının yirmi altıncı günü aynı zamanda kadir gecesiydi ve o gün eşimin doğum sancısı tuttu.Köyde ne sağlık ocağı vardı ne de bir ebe.İlk doğumunu yapacak olan eşimi ve doğacak çocuğumu dağ başı sayılan bu köyde herhangi bir riske atmak istemiyordum.Köyün tek ulaşım aracı olan otobüsü kiraladım ve eşimi ilçe merkezindeki devlet hastanesine götürdüm.Yol boyunca sancısı sürdü.Elini elimde tutarak destek olmaya çalışsam da en büyük korkum ilçeye ulaşamadan doğumun gerçekleşme olasılığı idi.Ama korktuğum olmadı ve biz hastaneye zamanında ulaştık.Hastaneye girişimizden üç dört saat sonra bir oğlumun doğduğunu bildirdiler.Baba olmanın verdiği mutluluk başkaydı.Çok sevinçliydim.Hiç bir olumsuzluk yoktu ve eşim de yeni doğan oğlum da gayet sağlıklıydılar.O gecenin kadir gecesi olması dolayısı ile hemşireler çocuğa Kadir adını vermemizi istediler.Biz de bunu doğru bularak oğlumuza Kadir adını verdik.Bizim yörede şöyle bir deyim vardır:Çocuğunun adı kadir olacağına kaderi kader olsun derler.Bizim çocuğumuzun kaderinin ne olup ne olmayacağını elbette zaman gösterecekti.
İlk çocuğumuz doğduğunda eşim on yedi ben ise yirmi iki yaşındaydım.İkimizin de çocuk gelişimi ve bakımı konusunda hiçbir bilgi birikimimiz yoktu.Hastaneden eve döndükten sonra, oğlumuzu soğumaya başlayan havadan korumaya yönelik olarak, oda içi sıcaklığını otuz derecenin altına düşürmemeye çalışıyorduk.Yakacak boldu.Meşe odunları odunlukta dağ gibi yığılıydı.Ancak ne yaparsak yapalım çocuğun çok sık ağlamasına bir türlü engel olamıyorduk.Geceleri bizim için bir korku tüneline dönüşmüştü.Zira uyku uyumaya fırsat bulamıyor sürekli ağlayan çocukla ilgilenmek zorunda kalıyorduk.Baktık ki biz çocuk büyütme konusunda acemiyiz,annemle babamı yanımıza getirmeye karar verdik.Zaten uzun zamandır nefes darlığı yüzünden evden dışarı adım atamayan babam için bu yörenin havasının ve suyunun iyi geleceğini düşünüyorduk.Böylece hem biz çocuk bakımını dokuz çocuk büyütme tecrübesine sahip anneme devredecek hem de babam sağlığına kavuşacaktı.Haber saldığımın ertesi haftası babamlar çıkageldi.Onları otobüsten indikleri yerde karşıladım.Annem güçlü kuvvetliydi ve hiçbir sağlık sorunu yoktu.Eline aldığı bir çıkınla önden yürüdü gitti.Babam gerçekten güçlükle nefes alıyor,adım atmakta zorlanıyordu.Ben de ona ayak uydurdum ve okula ulaşıncaya kadar en az iki üç noktada babamı dinlendirmek üzere mola vermek durumunda kaldım.
Annemin gelmesi ile çocuk bakımı konusunda ben oldukça rahatladım.Benim yerimi annem aldı.Gündüz sorunlarının üstesinden gelmek kolaylaştı ama gece için hiçbir şey değişmedi.Çünkü çocuğun gece bakımı gene eşimle bendeydi.Ne yaparsak yapalım Kadir’in ağlamalarına engel olamıyorduk.Meğerse ilk bebeklerin bazılarında gaz sancısı çok olurmuş.Gaz için ne yapılır,ne tür önlemler alınır bilmediğimiz için günler aynı sıkıntılarla geçip gidiyordu.Bir kaç kez doktora gittiysek de bu konuda bir gelişme sağlayamadık.Zorunlu olarak bu şekilde yaşamaya alıştık.
Babamla annemin yanımıza geldiği ilk günden itibaren, nefes darlıklarına iyi geldiğine inanılan çeşmeden sürekli su getirterek,beslenmesine dikkat ederek, babamın bozuk sağlığını iyileştirmenin yollarını aradım.Nitekim yaklaşık bir ay sonra bastonsuz yürümeye ve düzenli nefes almaya başladı.Artık dışarı çıkıyor ve bahçede rahat rahat dolaşmanın zevkini yaşıyordu.Ayrıca yüzünde ve gözlerinde beliren canlılık,sağlığının giderek iyileşmekte olduğunun bir yansımasıydı.Bu durum bir evlat olarak bana büyük bir mutluluk veriyordu.Aradan yaklaşık kırk beş gün geçtiğinde babam yürüyerek köyümüze dönmekten bahseder oldu.Bu çok olumlu bir gelişmeydi.Yanımıza ilk geldiklerinde ,elinde bastonla her yirmi otuz adımda bir dinlenmek ihtiyacı duyan babam, şimdi yaya olarak ancak üç saatte alınabilecek bir yolu yürüyebileceğine inanıyordu.Bu dağ havası ile suyu çok işe yaramıştı.Böyle giderse babam eski sağlığına kavuşabilirdi;ne var ki olaylar bizim düşündüğümüz gibi devam etmedi.
Bir gün öğle aralığında yemek yemek üzere eve geldiğimde annemin yüzünün asıldığını gördüm.”Anne ne oldu, canını sıkacak bir durum mu var?” diye sordum ama bir şey olmadığını söyler gibi yaparak sorumu geçiştirmek istedi.Ses tonunda bir burukluk vardı.Israrla ne olduğunu sordum.”Köyümüze gitmek istiyoruz,burada yeteri kadar kaldık” dedi. Mevsim sonbahardı ve kışa doğru gidiyorduk.Köye gitmelerini gerektirecek acil bir durum yoktu.İlkbahara kadar rahatça kalabilirlerdi.”Neden?” dedim, “neden gitmek istiyorsunuz?Benden ya da gelininizden bir saygısızlık mı gördünüz?” “Yok oğul,senden bir kabalık görmedik de..” sözünü tamamlamadı ama elbette sonu belliydi.Eşimden bir şikayeti olduğu anlaşılıyordu. “Ne yaptı eşim,size bir saygısızlık mı yaptı,her ne ise söyle”dedim. “Saygısızlık değil de oğul,bizi büyük yerine koymaz gibi bir tavrı var.” “Nasıl yani,ne yaptığını tam olarak söyler misin anne?” “Hiçbir konuda bize fikrimizi sormuyor,yemek yaparken,çamaşır yıkarken benden yardım etmemi istemiyor,sanki biz yokmuşuz gibi davranıyor,bu durum da bizi üzüyor.Uzunca bir süredir yanınızda kaldık,artık kendi evimize dönmek istiyoruz.”Diye sözünü tamamladı.Durumu çok net olarak anlamıştım.Evlerine dönmek istiyorlar ama küçük de olsa bir bahane aramaları gerektiğini düşünüyorlardı.Eşimi yanıma çağırdım ve “neden işlerini anneme sormuyorsun?” diye çıkıştım.Üstelik hiç de hak etmediği halde ve kişilik olarak şiddete kesin karşı olmama rağmen eşime bir tokat attım.Bu davranışımla babama ve anneme ne kadar değer verdiğimi göstererek gönüllerini almak istemiştim.Eşim durumun ne olduğunun farkında bile değildi. Sadece “ben gereken işleri yapıyorum.Yapamadığım,üstesinden gelemediğim bir iş yok ki yardım isteyeyim.Annem zaten çocukla meşgul olarak yeteri kadar bana yardımcı oluyor.başka ne yapmasını istemem gerek?”diye kendini savundu.Daha fazla uzatmanın anlamı yoktu.Gitmeyi kafalarına koymuşlardı.Engel olmaya çalışmak gereksiz bir çaba olacaktı. “Siz nasıl isterseniz anne,” dedim.Nasıl, nerede, ne şekilde rahat ediyorsanız öyle yapın.”
O hafta sonu annemle babamı otobüse bindirerek yolcu ettim.Babam otobüse doğru bir delikanlı edası ile yürüyordu.Bu görüntü beni fazlasıyla mutlu etti.
Babamın yanımızda kaldığı bir buçuk ayda kazandığı sağlıklı görüntüsü ne yazık ki eve döndükten kısa bir süre sonra tekrar bozulmuş.Nefes darlığı aşırı derecede artmış.Elbette bana kalsa sürekli yanımızda kalmasını isterdim.Çünkü bu köyün havası,suyu,sakin ortamı babamın sağlığını olumlu yönde etkilemişti.Bunu hem biz gözlemlerimizle görüyor hem de kendi söz ve davranışlarından anlayabiliyorduk.Babama kalsa burada benim yanımda kalmaktan asla vazgeçmezdi.Annem gitmek için istekliydi çünkü kendi evindeki otoriter davranma özgürlüğü burada sınırlıydı.Onun yanında eleştireceği birileri,azarlayacağı,karşılıklı söz düellosu yapacağı insanlar olmalıydı.Her iş ondan sorulmalı,her konuda kendisine danışılmalıydı.Bizim yanımızda böyle bir durum söz konusu değildi.Becerikli eşim her işin üstesinden geliyor,anneme fazla bir gereksinim duymuyordu.Ayrıca büyüklere duyduğu saygının gereği olarak anneme iş düşürmemeye özen gösteriyordu ama annem bu durumdan şikayetçi oluyordu.Yani ortam onun otoriterliğine uygun değildi.Bu yüzden yanımızdan erken ayrılmaya karar verdi ve arkasından sürüklenmek durumunda olan babam da zorunlu olarak ona uydu.Annem bu duruşun babamın sağlığına darbe vurduğunun farkında bile değildi.Sonuna kadar da farkında olmadı.Babam yanımızdan ayrıldıktan sonra artan sağlık sorunlarını yaklaşık üç yıl çektikten sonra bin dokuz yüz yetmiş üç yılının kasım ayında,altmış üç yaşında aramızdan ayrıldı.
Bir gün bizim köyden Zeynel Kozdere’ye çıkageldi.Babamın çok hasta olduğunu söyledi.Aklıma ilk gelen babamın ölmüş olmasıydı.Açık açık sordum. Yemin etti,sadece çok hasta olduğunu haber vermek üzere geldiğini söyledi.Bir saat içerisinde hazırlanarak yola koyulduk.Yaya gitmek zorundaydık, zira herhangi bir araç yoktu.Hızlı bir tempo ile yürüyerek iki saatte köye ulaştık.Oturduğumuz oda insan doluydu.Babam her zaman oturduğu sedirdeki yatakta bilinçsiz bir halde yatıyordu.Nefes alışı derin ve hırıltılıydı.Ak sakalı yorganın üzerine yayılmıştı.Kalın ve gür kaşlarının altındaki gözleri yarı aralıktı.Yanına yaklaştım, başımı yorganının üzerine koyarak ağlamaya başladım.Orada bulunanlardan birileri kollarımdan tutarak beni geri çektiler.Aradan çok zaman geçmeden babam son nefesini verdi.Sanki benim gelmemi beklemişti.Bir parçamın onunla birlikte yok olup gittiğini hissettim.Doğduğundan itibaren gün yüzü görmemiş,dokuz çocuğun karnını doyurma savaşı vermekten kendine zaman ayıramamış babamı, “gönlümce yaşadım” diyebileceği birkaç yıl verememenin acısı yüreğimde büyüdükçe büyüdü.Oysa onun için ne hayaller kurmuştum.Babam ile annem için özel bir araba alacak,onları istedikleri ve görmek istedikleri her yere götürecek,giymek istedikleri en güzel giysileri giydirecek,yemek istedikleri her şeyi yedirerek çocukluklarından beri çektikleri sıkıntıları unutturacaktım.Ben bu hayalleri kurarken bir öğretmen maaşıyla bu işlerin yapılamayacağından haberim yoktu.Aldığım maaşın karnımızı ancak doyurabileceğini bilmiyordum.Sonradan gerçekler kafama balyoz gibi indi ama gene de bir gün babamla anneme güzel günler yaşatabileceğim sevdasından asla vazgeçmedim.Ta ki babam ölene kadar.Babam öldü düşler bitti.Hayat eskiden olduğu gibi devam etti.
Kozdere’ye geldiğimizin ikinci yılı eğitim öğretim takviminin başlamasından kısa bir süre sonra okul müdürü arkadaşımız Dursun Bey Diyarbakır eğitim fakültesinin fizik kimya biyoloji bölümünü kazanarak yanımızdan ayrıldı.Okul yönetimi de doğal olarak bana kaldı.Eylül ayının ortalarında eğitim ve öğretime başlanacak olmasına karşın okulumuz gene çok bakımsız ve bir çok yönden eksiklikler içindeydi.Muhtara ne kadar anlatmaya çalıştıysam da bir türlü bize yardımcı olmaya yanaşmıyordu.Bu arada okulumuza Adanalı yeni mezun bir arkadaş geldi.Okul için ne yapabileceğimiz üzerinde durmadan kafa yoruyor ama bir türlü çözüm üretemiyorduk.Okulların açılmasına üç gün kala bir Cuma günü saat üçe doğru kaymakamla iki müfettiş çıkageldi.Okulu gezdiler ve geçen yıldan daha beter bir durumda olduğunu gördüler.Kaymakam, “okulu hiç beğenmedim.Bu kadar bakımsız okulda sağlıklı bir eğitim sürdürülemez.Bir an önce okul binası iyi bir bakımdan geçirilmeli.” Dedi. “Sayın kaymakam bey,” dedim. “Okulun durumu bizi de çok üzüyor,çözüm yolu arıyoruz ama muhtar hiçbir konuda bize yardımcı olmadığı için elimizden bir şey gelmiyor.Okul için en küçük maddi yardımda bulunmadığı gibi yasa gereği köy bütçesinden okula ayrılan yüzde onluk tutarı dahi vermemekte ısrar ediyor.Eğer siz muhtarın bize yardımını sağlayabilirseniz okulu kısa zamanda düzenleyebiliriz.” “Muhtarı çağırt,gelsin bir konuşalım bakalım,” dedi.Hemen bir çocuk gönderdim,kaymakam beyin kendisini okulda beklediğini söylemesini istedim.Yirmi dakika sonra muhtar geldi.Ellerini ovuşturarak saygı gösterisinde bulunuyor kaymakam ne derse “tamam efendim,evet efendim,olur efendim.” diye yanıtlıyordu.Bu konuşmadan sonra kaymakam kısa bir süre sonra tekrar geleceğini söyleyerek köyden ayrıldı. “Muhtar lütfen bize yardımcı ol,okula bir bakım yapalım,” dedim. “Ne ile bakım yapacağız hoca?Duruma bir bakalım,eğer bir yerlerden üç beş kuruş temin edebilirsek yardımcı olurum.”diyerek yanımızdan ayrıldı.Bir daha da iki ay yanımıza getirtemedik.ne zama haber gönderip gelmesini istesek bir işi bahane ederek okula gelmedi.Kasım ayının sonlarına doğru kaymakamla müfettişler gene geldiler.Okulda değişen bir şey yoktu.Binanın dış yapısının bakımı bir yana öğrencilerin bir çoğu evlerinden getirdikleri tenekelerin üzerinde oturarak ders yapmaya çalışıyorlardı.Kaymakam kızdığını belli edercesine “bu ne hal böyle,iki aydır hiçbir şey değişmemiş.Neden hiçbir çalışma yapmadınız?”Diye sordu. “Kaymakam Bey,siz muhtarla konuşup ayrıldıktan sonra tüm çabalarımıza rağmen muhtarı okula getiremedik.En küçük bir yardımda bulunmadı.Ona söyleyin bize yardım etsin,bu işleri yapalım” dedim. Bir önceki gelişinde yaşanan olayları aynen yaşadık.Muhtar çağırıldı,neden yardım etmediği soruldu.” Muhtar ellerini ovuşturarak, “efendim evde yemek hazırlığımız var,buyurun bizim eve gidelim,bunları orada konuşuruz,” dedi;ben itiraz ettim.Bizim lojmanda durumun müsait olduğunu eğer kabul ederlerse orada oturmamızı teklif ettim.Ama kaymakam muhtarın evini tercih etti.Bu gün de olumlu bir sonuç almaktan ümidi kestim.Benim yapacak bir şeyim yoktu.Hep birlikte muhtarın evine doğru giderlerken kaymakam bizim de gelmemizi istedi.Ben,” efendim izin verirseniz bir daha sonra gelelim,siz buyurun.”dedim. “Siz bilirsiniz,”dedi ve yürüdü.
Öğretmen arkadaşlarımı yanıma alarak saat dokuz sularında muhtarın odasına gittim.Muhtarın odasının kapısı önüne bir lüks lambası asılmış,kesilmiş olan kuzu orada bir yere asılmış,başında duran iki kişi derisini yüzmeye çalışıyorlardı.Ben durumu anlamıştım.Muhtar okula yardım olarak beş on lira vermektense kendisini azarlayacak olan kaymakama bir kuzu yedirerek gönlünü almayı daha uygun görmüştü.İçeri girdiğimizde yüksek sedirlere serilen kalın yataklar üzerinde kaymakamla müfettişlerin serilmiş bir halde oturduklarını gördüğümde okul işinin yattığını anladım.Odanın yarısı köylüler tarafından doldurulmuştu.Odanın kapısı açılıp kapandıkça derisi yüzülmekte olan kuzu görülüyordu.Kaymakam,kendisini pür dikkat dinlemekte olan köylülere bakarak,zevkten ağzı kulaklarına varmış bir vaziyette,yanındakilere mandıra konusunu anlatıyordu.Uzunca bir zaman geçti konu okula gelmek bilmedi.Zorunlu olarak konuya benim girmem gerektiğini düşündüm.” Kaymakam Bey,okulumuzun durumunu konuşabilir miyiz?Muhtarı bu konuda bize yardım etmesi için uyarır mısınız?” dedim. Kaymakam, yerinden azametle doğruldu,sertçe yüzüme baktı. “Hoca ben karakol çavuşu muyum?Muhtarı döverek iş yaptıracak halim yok.Bir şekilde anlaşın ve sorunlarınızı kendiniz çözün.” Dedi. “Efendim biz her türlü çabayı gösterdik ama muhtar hiçbir şekilde bize kolaylık sağlamadı.”dedim. “Bu konu sizin konunuz,okulun tüm sorumluluğu size ait.Muhtarla iyi bir diyalog kurarak bu işin üstesinden gelebilirsiniz.Eğer bunu başaramıyorsanız,yetersizliği kendinizde aramalısınız.” Diye son noktayı koydu.Orada oturmanın bir anlamı yoktu. “İzin verirseniz biz kalkmak istiyoruz,” dedim. “Nasıl isterseniz,” karşılığını alınca odadan ayrıldık.
Okul o yılda aynı bakımsızlık içerisinde kaldı.Zorunlu harcamaları bile cebimizden yaptık.Üçüncü yılın başında gelen müfettişlere, “okulun mutlaka bir bakıma gereksinimi var ve muhtar gene yanımıza uğramıyor.Ben bu konuyu bir şekilde çözeceğim ancak herhangi bir şikayet olursa benim yanımda yer alacağınızı bilmek isterim.” Dedim.Müfettişler, “okul için yapacağın her konuda sana destek oluruz.Yeter ki yasa dışı bir iş yapma.” Dediler.Hemen kolları sıvadım.Okul aile birliğini kağıt üzerinde çalıştırmaya başladım.Okulun yetişkin on adet kavağını bin iki yüz elli liraya köyde ev yapma hazırlığında olan İsmail ağaya satarak parasını peşin aldım.Boyacılık yapan yeğenimi getirttim ve okulu boyamasını istedim.Çatının akan yerlerini tamir ettirdim.Batı duvarının dökülen sıvalarını yenilettim.Odunluğu ve öğrenci tuvaletlerini çalışır duruma getirdim.Tuvaletlere okula ait olan depo suyunu bağlattım.Okul kavaklarından tahta çektirerek köyde bulunan ustalara öğrenci sıraları yaptırdım.Okul on beş gün içinde yepyeni oldu ve işlerin bitmesinden kısa bir süre sonra müfettişler tekrar geldi. Daha okul bahçesine adım atar atmaz eski okulun yerinde pırıl pırıl bir bina gördüklerinde hayretlerini gizleyemediler. “Ooo,çok güzel olmuş,bu işi nasıl başardın?”diye sordular.Durumu olduğu gibi anlattım.Teşekkür ederek ayrıldılar.Böylece huzurlu bir ortamın tadına vararak başarılı bir eğitim yılı yaşadık.
Bin dokuz yüz yetmiş iki yılının mayıs ayının on birinde ikinci oğlumuz dünyaya geldi.Aslında biz eşimle çocuklar arasında en az beş yaş fark olmasını düşünüyorduk ama ikinci oğlumuz bize kulak asmamış olacak ki iki yıl ara ile çıkageldi.Elbette gene sevinçle karşıladık.Biz çocuk istiyorduk ve erken gelmesinin tek sakıncası ikisine birden gerektiği gibi zaman ayıramamak ve ilgi gösterememek olabilirdi ama elbette onlara en iyi şekilde bakacak ve büyütecektik.
Kadir dört ayı doldurduktan sonra ilk aylardaki hırçınlığını ve huzursuzluğunu bırakmıştı.İlk çocuk olmasından ileri gelen gaz sancıları gitmişti.Sorunsuz bir şekilde gelişimini sürdürmekteydi.Bu durum, neden olduğunu hiçbir zaman anlayamadığımız,tüm çabamıza rağmen bir türlü tam bir şifa bulduramadığımız,ve oğlumuzun da bizim de ömrümüzü karartan, lanet olası yüz felci ile karşı karşıya gelinceye kadar sürdü.Durmadan karşılaştığı herkese gülücükler dağıtan güzel yüzünde böyle bir problemle karşılaşabileceğimiz asla aklımıza bile gelmemişti.Ben sağlık konusunda çok titiz davranan bir yapıya sahiptim.O yüzden çocuklarım doğduğundan itibaren tüm aşılarını zamanında yaptırmaya özen gösteriyordum.Ne yazık ki hastalık bizi en zayıf yerimizden vurdu.Bin dokuz yüz yetmiş üç yılının ilkbaharında hiç beklemediğimiz bir anda hayatımızı zehre çeviren olay kapımızı çaldı.
İki gündür oğlum Kadir’in hafifçe yüksek seyreden ateşinin üşütmeye bağlı olduğunu düşünerek çocuk aspirini ile geçiştirmeye çalışıyorduk.Üçüncü gün ilk kez farkına vardığım bir ayrıntı beni telaşlandırdı.Kadir kendisine seslendiğimde bulunduğum yönü bir hareketle bulamıyormuş gibi geldi.Kendisine uzattığım herhangi bir yiyeceğe uzanırken elini yiyecek doğrultusunda değil de farklı bir açıda uzatıyordu.Yani bir hareketle alamıyordu.Bu tespitten son derece rahatsız oldum.Ertesi gün oğlumu alarak doktora gitmek üzere yola çıktım.Kadir’de hafif ateş ve yön bulma güçlüğü dışında çok fazla bir rahatsızlık yok gibiydi.Gene kucağımda çoğu zaman yaptığı bazı şirinlikler yaparak etrafa gülücükler dağıtıyordu ama bendeki huzursuzluk asla eksilmiyordu.İçimde bir korku bir tarifsiz sıkıntı vardı.Dünya başıma yıkılmış hissediyordum.Bizim yörede “sakınan göze çöp batar” diye bir ata sözü vardır ya biz de çocukları gereğinden çok sakındığımız için olası rahatsızlıklardan aşırı derecede tedirginlik duyuyorduk.
Zile’ye iner inmez doktorun muayenehanesine gittik.Doktor baktı,dinledi ve “ben bir şey anlayamadım,bir çocuk hastalıkları uzmanına göstermeni tavsiye ederim” dedi.Bizim ilçede çocuk doktoru yoktu.Hemen Turhal’a gitmeye karar verdim.Turhal’da bir çok kişiden adını ve ününü duyduğumçocuk doktoru Leman Hanım’a gösterecektim.Leman Hanım Kadir’i muayene etti, “ateşi var bir serum takalım,”dedi.Yanında çalışan,kızıl saçlı,görünüşü korkutucu adama dönerek,” çocuğa serum tak bir süre izleyelim,” diyerek aşağıdaki eczaneden almam için yazdığı reçeteyi uzattı.Kadir kucağımda olarak,koşarcasına eczaneye indim,verdikleri serum ve ilaçları alarak tekrar yukarı çıktım.Kızıl saçlı ve görüntüsü büyükler için bile ürkütücü sağlıkçı,serumu şakaklarından geçen iri damarlardan birine takacağını söyleyerek elindeki jiletle o bölgeyi tıraş etti.Oğlum kendine ne yapılmak istendiğini merak eden bakışlarla ve ürkek gözlerle adama bakıyor,benim yanında olmamdan kaynaklanan güçle sesini çıkarmıyordu.Ancak beceriksiz kaba adam elindeki iğneyi şakağında bulunan damarlara batırıp çıkarmaya başlayınca ağlamaya başladı.Ben her ne kadar sakinleştirmeye ve korkmamasını sağlamaya çalışsam da beceriksiz adamın iğne takmaya çalışırken canını yaktığı belliydi. “Biraz dikkat et ve canını yakma,gerekiyorsa o bölgeyi uyuştur,” dedim.Adam ters ters baktı ve sonunda iğneyi taktı.Kadir ağlamayı sürdürünce doktora bunun önlemi olup olmadığını sordum.”Uyku verici bir iğneyi serumla birlikte verelim” dedi.Adam serumun içine bir şeyler kattı.Çok geçmeden oğlum uyuyakaldı.
Serum çok yavaş veriliyordu ve bir litrelik serumun bitmesi saatleri bulacaktı.Oğlum uyumuşken dışarı çıkıp sıfıra inen moralimi yükseltmek ve aklımı başka şeylerle meşgul ederek bir nebze olsun üstümdeki stresi atmak üzere tahta merdivenlerden aşağı indim.Beynim uyuşmuştu.Ne yapmam nasıl hareket etmem gerektiğini bilmeden caddeyi adımladım.Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim,bir ara saate baktım saat dörde geliyordu.Koşar adımlarla oğlumun yanına döndüm.Yattığı odanın kapısını araladığımda sakin gözlerle çevresine bakındığını gördüm.Uyanmış ama henüz ilacın etkisini üzerinden atamamıştı.Beni görür görmez, “baba beni burada bırakma,beni buradan götür” dedi.Serum henüz bitmemişti.Bu sırada doktor içeri girdi. “Doktor Hanım,oğlumun rahatsızlığı ne?Niçin serum taktınız?” diye sordum. “Tam olarak anlayamadım ama ateşini düşürmek ve vücut direncini artırmak için serum vermenin yararlı olacağını düşündüm” diye yanıt verdi. “Madem hastalığının ne olduğunu anlamadınız,neden bizi burada tutuyorsunuz?Çıkarın serumu ve nereye gitmemiz gerektiğini söyleyin.Bu şekilde zaman kaybetmek istemiyorum,” dedim. “Serum az kaldı bitince gidersiniz,bence bir nöroloji uzmanının görmesi yararlı olur,” dedi. “Serumun bitmesini beklemek istemiyorum,hemen gitmek istiyorum,lütfen çıkarın serumu,” diye bağırdım.Kadın doktor yüzüme baktı ve galiba çok kararlı olduğumu yeni fark etti,iğneyi çıkardı yerine bir parça pamuk bastırdı. “Yanınızda çalışan bu adam sağlıkçı değil olsa olsa bir kasap olur.Şu hale bakın.Oğlumun bir damarını bulmak için neler yaptı.Keşke siz de bir an önce bize bir şey anlamadığınızı söyleseydiniz.Üç beş kuruş para alabilmek için oğluma bu eziyeti çektirmeseydiniz.”dedim.Doktorun ve adamın yüzüne nefretle bakarak oradan ayrıldım.Oğlum terlemişti.Sırtımdan ceketimi çıkarıp sardım.Gerçi çok soğuk değildi ama gene de üşüterek daha fazla rahatsızlanmasının önüne geçmek istiyordum. Yakınlarda nöroloji doktoru yoktu.Ya Samsun’a ya da Sivas’a gitmemiz gerekiyordu.Akşam oluyordu.Bu gün Zile’ye dönüp ertesi sabah Samsun’a gitmeye karar verdim.
Zile’ye yaklaştığımız sırada oğlumun yüzüne baktım.Oğlumun sol yanağı şişmiş gibiydi ve sol gözü diğerinden daha büyük görünüyordu.Korktuğum başıma geliyordu.En çok korktuğum şey çocuk felci olasılığı idi ve oğlumda bir yüz felcinin belirtileri ortaya çıkıyordu.İçimde öyle bir acı öyle bir yanma oldu ki dünya üstüme yıkılmış gibiydi.Bağırmak,isyan etmek istiyordum. “Neden,neden,neden bu en korktuğum şey benim başıma geliyordu?Kucağımda her şeyden habersiz oturan oğluma daha sıkı sarılarak göz yaşlarımı içime akıttım.
Geceyi gece bekçiliği yapan ağabeyimin evinde geçirecektim.Telefon gib haberleşme araçları yoktu.Köydeki eşime durumu bildirmeliydim.Köy arabasının henüz gitmediğini düşünerek haber salmak üzere çarşıya çıkmak üzere kapıya yöneldiğimde oğlum ağlamaya başladı.O an sol yanağının sağa doğru kaydığını ve ağzında çok fazla bir çarpılma olduğunu gördüm ve oğluma sarılarak onu susturmaya çalıştım.
Ertesi gün saat sekizde Samsun’a giden arabada bir bilinmeyene doğru yol alıyorduk.Hiç bir şeyin farkında olmayan oğlumun zaman zaman yüzüme bakıp anlamlar çıkarmak ister gibi bir tavır takınmasına öyle üzülüyordum ki hayat zehir gibi geliyordu.Gözlerim dış dünyaya kapanmış,kulaklarım oğlumun sesinden başka ses duymaz olmuştu.İçimde sonsuz bir yakarı ile bu kabusun bir an önce bitmesini istiyordum.
Samsun’da ve çevre illerde çok isim yapmış adeta hastalarını mucizevi bir şekilde tedavi ettiği söylenen nöroloji doktoru Necdet Yıldız’ın muayenehanesi Cumhuriyet Meydanı’na bakan yüksek binaların birinin en üst katındaydı.Asansörü olmayan binanın dik merdivenlerinden kucağımda oğlumla tırmanmak beni epey yordu.Sonunda yazıhaneye ulaştık.Çok sayıda hasta sıra bekliyordu.Sekreterden muayene sırası aldım ve bir kenara oturdum.Sıramız geldiğinde umutla yazıhaneye adım attım.Kadir gene kucağımdaydı.yaklaşık elli yaşlarında,iri yapılı bir olan doktor çocuğu yere bırakmamı istedi.Yürüyüp yürüyemediğini kontrol etmek istiyordu. “Yürümesinde bir sorun yok ama hastalıktan güçsüz kaldığı için yürümek istemiyor” dedim.Oturduğu yerden hiç kalkmadı, “yüz felci geçirmiş,korkacak bir şey yok,çocuklarda sıkça rastlanan bir durum.En geç üç hafta içinde hiçbir şeyi kalmaz.”dedi.Bir parça rahatlasam da içimdeki tedirginliği bir türlü atamıyordum. “Doktor Bey,ben şehirden çok uzakta bir dağ köyünde öğretmenlik yapıyorum.Herhangi acil bir durumda müdahale edecek sağlık elemanı yok.Mümkünse oğlumu hastaneye alın,iyileşinceye kadar hastanede kalsın.Ben oğlumun bu durumundan çok endişeliyim.” Dedim.Doktor kendinden emin bir şekilde “ben hastaneye alınacak bir hastayı elbette siz söylemeseniz de hastaneye yatırmak isterim,ama çocuklarda sık görülen ve kısa sürede kendiliğinden geçecek olan bir rahatsızlıktan dolayı hastaneye yatmasının bir anlamı yok.Siz hiçbir şey yapmadan sadece sıcak tutsanız,hiç ilaç almasa bile bu rahatsızlık geçer.Bu kalıcı bir hastalık değildir.Ben bu güne kadar,hiçbir çocukta geçmeyen bir yüz felci görmedim.Bu hastalık yüz,kulak arkası ve boyun yöresindeki sinirlerin soğuk nedeniyle görev yapamaz duruma gelmesinden kaynaklanıyor.Size yazacağım sinir güçlendirici ilaçları kullanın ve her gün göstereceğim şekilde yüzüne masaj yapın yeter.”Diye sözünü tamamlarken,yazdığı reçeteyi elime tutuşturdu.Ben ısrarla tekrar sordum. “Ya söylediğiniz süre içerisinde bu rahatsızlığı geçmezse ne yapmalıyız?Buraya tekrar getirelim mi?” Doktor yüzüme dik dik baktı. “Ben geçecek diyorsam geçer,geçmeyecek bir durum olsaydı zaten ona göre bir tedbir alırdık;neden dünyaya bu kadar karamsar bakıyorsunuz?” “Geçmemesinden korkuyorum.” Dedim ve dışarı çıktım.
Günler artık bir zehirden farksızdı.Dünya benim için tam bir zindandı.Her gün oğlumun yüzüne ısrarla masaj yapıyor ve bir gelişme olup olmadığını kontrol ediyordum.Bir gün,üç gün, beş gün derken yirmi gün geçti ama ne yazık ki oğlumun yüzünde bir gelişme, bir iyileşme belirtisi ortaya çıkmadı.Ne yapsak ne etsek diye durmadan araştırmalar yapıyor ama nasıl davranacağımız konusunda bir yön belirleyemiyorduk.Okullar açıktı,yaşam bizim dışımızda her zamanki olağan akışında devam ediyordu.Belki geçer ümidi gün geçtikçe azalıyordu.Doktor üç hafta sonra bir şeyi kalmaz demiş hatta bu konuda kesin konuşmuştu ama ne yazık ki onun öngörüsü de boş çıkmıştı.Ben işte bundan korkuyordum.Oğlumda bu lanet hastalığın kalıcı olmasından ödüm kopuyordu.Ne yazık ki hayat bana yaşamdan zevk almayı yasaklıyordu.Eğer böyle devam ederse gülmek bana ve eşime haram demekti.Nitekim o günden sonra asla içten bir kahkaha atmak nasip olmayacaktı.
Hastalığın kendiliğinden geçme olasılığı kalmamıştı.Ankara’ya götürmeye karar verdim.çalıştığım köyden en çok samimi olduğum komşunun oğlu Ankara da oturuyordu.Bir süre onlara misafir olabilir oğlumu Hacettepe tıp fakültesinde tedavi ettirebilirdim.Ancak başka sorunlarımızda vardı.Henüz bir yaşına basan oğlum Bahtiyar’ı kime ve ne kadar süre emanet edebilirdim.Annemi yanıma çağırsam sık sık Ankara ya gideceğim için bu yol çok sağlıklı gelmedi.En iyisi bir süre Bahtiyar’ı kendi köyümüzde bakımını istemekti.Yani annem kendi evinde bakabilirdi.Ancak henüz yaşına basmış ikinci çocuğumu uzun süre annesinden ve babasından ayrı tutmak ne derece sağlıklı olabilirdi.Çözüm zordu ama bize başka seçenek kalmıyordu.Bir hafta sonu Bahtiyar’ı götürüp anneme teslim ettikten sonra eşim ve kadir’i alarak Ankara’ya yollandık.Hacettepe Tıp Fakültesinde bir tanıdık aracılığı ile bulduğumuz doktorun yardımlarıyla kısa sürede muayenesi ve tetkikleri yapıldı.Ben kısa sürede sonuç almak için ne gerekiyorsa yapılmasından yanaydım.Gerekiyorsa ve kesin çözüm ise ameliyat etmelerini istedim.Ancak doktorlar öncelikle fizik tedavi uygulamaya karar verdiler.Fizik tedavi en az üç hafta sürecek ondan sonra duruma göre yeniden değerlendirme yapacaklardı.Ben bir haftalık bir izin alabilmiştim.Bir haftanın sonunda eşimi ve Kadir’i tanıdıklara emanet ederek memlekete geri döndüm.Bahtiyar fazla bir sorun çıkarmıyordu.Fakat iç dünyasının olumsuz etkilenebileceğinden endişe etmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Günlerin ak mı kara mı olduğunun farkına varmadan üç hafta geçti.O zamanlar telefon haberleşmesi çok sınırlıydı.Evlerde bile telefon yoktu.O yüzden haberleşememiştik.Tekrar Ankara yollarına düştüm.Üç haftalık tedavi sonucunu çok merak ediyor nasıl bir durumla karşılaşacağımı merak ediyordum.Elbette beklentim oğlumun sağlığına kavuşmuş olmasıydı ama ne yazık ki gene beklenen olmadı.Oğlumun yüzünde çok az bir gelişme sağlanabilmişti.Bu gelişme doktorlara aynı tedavini uzunca bir süre devam edilmesi kararı aldırmıştı ama bizim burada kalmamız mümkün değildi.Israrla ameliyat etmelerini istedim ama kabul ettiremedim.Doktorlar tedaviyi ne yazık ki hasta sahiplerinin istekleri doğrultusunda yapmıyorlardı.Elbette onların kararları doğruydu ama bizim şartlarımız buna uymamızı engelliyordu.Kalamayacağımızı ve kendi kendimize neler yapabileceğimizi sorduk.Bize bir fizik tedavi yöntemi anlattılar.Aksatmadan ve ısrarla masajı sürdürmenin dışında bir şey yapılamayacağını söylediler.Ankara’dan içimiz buruk döndük.
Kendi köyümüz Ankara yolu üzerinde olduğu için zamanı önemsemeden akşam altı otobüsüne bindik.Gece yarısını biraz geçe köye ulaşacaktık.Saat yarımda köydeki evimizin kapısını çaldık ve uyuyan oğlumuza şöyle bir baktıktan sonra uyandırmaya kıyamadık.Sabah kalktığımızda oğlum Bahtiyar kollarını açan annesine gitmek istemedi.Üç hafta içinde annesini gerçekten unutmuş muydu, yoksa kendisini başkalarına bırakıp giden annesine kırıldığı için mi böyle davranmıştı,bilmiyorum.Uzunca bir süre eşimin yüzüne bir yabancıya bakıyor gibi baktı ama sonunda kollarına atıldı.Bu tabloyu yaşamak beni bir başka açıdan yaralamış,içimde bir yerlerimin kanadığı gibi bir hisse kapılmama neden olmuştu.
Oğlum Kadir Ankara’da uygulanan fizik tedavi sırasında yaptığı gibi bizim her gün ısrarla sürdürmeye çalıştığımız masajlar sırasında da gereksiz yere aşırı tepki gösteriyor,ağlayarak bize engel olmaya çalışıyordu.Oysa yaptığımız masalın kendisine asla acı vermediğini biliyorduk.Zira acıya neden olabilecek hiçbir uygulama yoktu.Aylar boyu masaj yapmayı sürdürdük ancak küçük çaplı iyileşme belirtisinin dışında önemli bir gelişme sağlayamadık.Zaman geçtikçe iyileşme olasılığının azaldığını düşünüyor bu düşünce de yaşamı bize zindan ediyordu.Aradan dört aya yakın bir zaman geçti.Başka tedavi yöntemleri konusunda yaptığımız araştırmalar masaj dışında tek seçeneğin ameliyat olduğunu gösteriyordu.Biz daha fazla zaman geçirmeden bu yolu denemeye karar verdik.
Bacanağım Durmuş polis memuruydu ve İstanbul Adalarda görev yapıyordu.Evinin Pendik’te olduğunu kendisinin gidiş geliş yaptığını söylüyordu.Bir tanıdık aracılığı ile İstanbul haseki Hastanesinden bir doçentin bu konuda bize yardımcı olabileceği duyumunu alınca soluğu İstanbul’da aldım.Eşim diğer oğlumuza bakmak zorunda olduğundan bizimle gelemezdi.İstanbul’da bacanağım bize yardımcı oldu.Haseki hastanesindeki adı tavsiye edilen doktoru bulduk ve hemen oğlumun yatışı yapıldı.Bu hastalığın ameliyatını kulak burun boğaz doktoru yapıyormuş.Hastanede Muzaffer adında yaşı bir hayli ilerlemiş bir profesör olduğunu öğrendik.Doçent bu ameliyatı onun yapacağını söyleyince içimde bir ümit ışığı yandı.
Küçük yaşta bir çocuğu, tanımadığı bir ortamda, tanımadığı insanların kucağında, ameliyat masasına göndermek kadar insana üzüntü veren çok az bir durum vardır.Zira sanki oğlumu ameliyata değil de canına kast edilecek bir yere götürüyorlarmış kadar bana acı geldi.Küçücük bedeni ile kendisini taşıyan güçlü kollardan kurtulmak için çırpınması dünyamı kararttı ama oğlumun şifa bulması için katlanmak zorunda olduğumu kendi kendime telkin ederek dayanmaya çalıştım.Ameliyat üç saate yakın sürdü.Ameliyattan getirdiklerinde kafasında sargılar vardı.Kısa bir süre sonra kendine gelmeye başladı.İlk yaptığı ise bilinçsiz bir şekilde eli ile sargıları açmaya çalışmasıydı.Tüm gücümü kullanarak bu hareketine engel olmaya çalıştım.Zira ameliyat yerine zarar verebilirdi.Çok zor anlar geçirdim.Sonunda sakinleşti.Oğlumun yüzünde belirgin bir değişiklik var gibiydi.Bunu görmek dayanma gücümü artırdı.İyileşeceğine olan inancım arttı.Ameliyat eden profesör ameliyatın iyi geçtiğini,kulak arkasından geçen sinir tellerinin zaafa uğramış bölümlerini temizlediklerini ve sinir ekleme tekniği o yıllarda henüz tam olarak gelişmemiş olduğu için zaman içerisinde sinirlerin karşılıklı uzayarak birleştiklerinde tedaviden istenen sonucun alınacağını ümit ettiğini anlattı.Yani ameliyat sonucunun ne kadar olumlu olduğu ancak aylar sonra görülebilecekti.Şu an beklemekten başka bir yol yoktu.
Bir hafta hastanede kaldıktan sonra eve döndük.Kadir’in yüzünde az çok olumlu bir gelişme var gibiydi.Ağzının kenarında sinir uçlarının hareketi görülebiliyordu.Bu küçük hareketler bize umut verdi ancak ne yazık ki beklediğimiz sonucu alamadık.Eğer bu gün ki yani iki binli yılların sinir ekleme teknolojisi o zaman var olsaydı bu baş belası rahatsızlıktan kısa sürede kurtulmak mümkün olabilecekti.
Artık yapılacak tek şey kalmıştı ileride oğlumu estetik ameliyat ettirmek.Bunun için bedensel gelişiminin yeteri kadar tamamlanmış olması gerektiğini söylediler.Başka yapacak bir şey yoktu.Biz de söylenenlere uymak zorundaydık.
Eğer oğlum Kadir rahatsızlanmamış olsaydı, Kozdere’de kaldığımız yılları bu gün çok daha güzel ve mutlu günlerimizin yaşandığı bir dönem olarak anımsayacaktık.Ne yazık ki bugün geriye dönüp baktığımızda çok güzel olarak anımsayabileceğimiz günler geçirmiş olmamıza rağmen, içimizden asla çıkmayan bu sorun yüzünden o günlerden aklımızda kalan sadece sıkıntılar ön plana çıkıyor.
Kozdere, genel yaşamım içinde en çok iz taşıyan mekanların başında gelmektedir.Çocukluğumun ilk on yıllık dönemini oluşturan kendi köyümü ayrı bir yere koyarsak en uzun süre kaldığım köy burasıdır.
Çocuklarım bu köyde dünyaya geldi.Çocuklarımın gelecek yaşamlarının temelleri burada atıldı.Kişilikleri burada şekillendi.Köyde bir öğretmen çocuğu olarak büyümenin bazı sakıncaları olmadı dersem yanlış olur.Zira köy çocukları içinde kendilerine yer bulabilmeleri,onlardan birileri gibi yaşamaları mümkün değildi.Bunun nedeni, öncelikle öğretmen çocuğu olmalarından kaynaklanan bir çekememezlik duygusunun, öğrenciler arasında yaygın bir duygu olmasıydı ve her fırsatta bu duygunun ortaya koyduğu agresif davranışların bizim çocuklara karşı bir şiddet unsuru olarak geri dönme olasılığı idi.Bunları önlemek için kendi çocuklarımızın tek başlarına köy içlerine giderek oynamalarına izin vermeyerek oyun alanlarını ve ortamlarını kısıtlama yolunu tercih ediyorduk.Bu durumda okul bahçesi çocuklarımız için bir açık hava hapishanesi gibiydi.Hep korumacılık,hep arka plan destekçiliği çocukların dışa dönük ve tuttuğunu koparan bir kişilik sahibi olmalarını engelledi.Ortamın bu özelliği çocuklarımızın sağlıklı gelişimleri konusundaki olumsuzlukların temel nedeniydi ve bu olumsuzlukların önüne tam olarak geçemedim.Şimdi birer yetişkin olan üç çocuğumda eksik olduğunu düşündüğüm dışa dönük,atak ve her konuda tutarlı bir yapının yeteri kadar gelişmediğini görerek üzülmekteyim.Eğer onların çocukluklarına geri dönebilme şansım olsaydı,onlara daha özgür,daha geniş,daha sorumlu ortamlar sunarak hayatı kendi kendilerine öğrenmelerinin yolunu açardım.Gerektiği zaman inandıkları doğrular için kavga edebilmelerini,haksızlıklara karşı daha etkin savaşım verebilme kararlılığı kazanmalarını,hayata daha pozitif bakabilmelerinin yolunu bulmalarını
sağlayacak tedbirler almaya çalışırdım.Ama gerçekleşmeyecek olan bu düşünceler sadece kendi kendimin geçmişini eleştirmeye dönük varsayımlardan öteye bir anlam taşımıyor.Evet,her bireyin yaşamında “keşke” sözcüğünün özel bir anlamı vardır ya benim “keşkem” de bu yönde işte.
İki numaralı çocuğumuz Bahtiyar çocukluğunda biraz farklı bir yapıya sahipti.O kendi fikirlerine uymayan önerilere kolay kolay evet demiyor,olabildiğince direniyor ve kendi doğrularını uygulamaya çalışıyordu.Bu yüzden O,ailenin inatçı ve asi çocuğu idi.Ortanca çocuk olmanın verdiği bir takım farklı tepkilerinin olacağı düşüncesini anlayabiliyordum ama bir çok konuda kendi fikirlerinde ısrarla direnmesi, bazen inanılmaz derecede inatçı bir yapıya sahip olduğu görüntüsünü ortaya koyuyordu.Kendisine önerilen herhangi bir fikri ilk anda kabul etmiş görünmesine rağmen sonradan kendi bildiği doğruları yapmış olmasını görmek bizi çok şaşırtıyordu.
Bahtiyar bize birkaç olağanüstü durum yaşattığı için O’nun zekâ düzeyinin bir hayli yüksek olduğunu düşünmemize neden olmuştu.İlk şaşırtması,okuma yazmayı kendi kendine öğrenmiş olmasıydı.Benim birinci sınıfları okuttuğum öğretim yılında, Bahtiyar henüz yedi yaşına basmamış olduğu için kaydını yapmamıştım.Ancak istediği zaman sınıfa gelip gidiyor,herhangi bir zaman kısıtlaması olmadan günü istediği gibi geçiriyordu.Ben kesinlikle O’na yönelik bir öğretme işine girmiyordum.Zira gelecek yıl okula kayıt yaptığım zaman okuma yazmayı öğrenecekti.Bahtiyar istediği kitabı defteri alıyor, kendi kendine bir şeyler yazmaya çalışıyor, elinde tuttuğu kitabı sanki gerçekten okuyormuş gibi yaparak kafasından öyküler anlatıyordu.O öğretim yılının ortalarına doğru bir gün Bahtiyar’ın düzgün cümleler mırıldandığını fark ettim.Bu cümleler benim tanıdığım ve kitaplarda yer alan cümlelerdi.Eğilerek elindeki kitabı inceledim ve ağzından çıkan cümlelerin kitaptakilerle birebir aynı olduğunu gördüm.Hem şaşırdım hem de heyecanlandım.Bu olağanüstü bir durumdu.Zira ısrarla öğretmeye çalıştığım halde normal birinci sınıf öğrencilerinden pek azı ancak bu kadar okuyabiliyorlardı.Bahtiyar’a hiçbir şekilde okuma yazma öğretmeye çalışmamış ve özel bir ilgi göstermemiştim.Şu halde okumayı kendi kendine öğrenmişti ve bu durum bizim için çok güzel bir sürpriz oldu.Henüz öğretim yılının ilk yarısı bile tamamlanmamıştı.Bu durumda Bahtiyar’ı birinci sınıfa kaydetmek gerektiğine karar verdim.Ve Bahtiyar o yıl sınıfın en iyisi olarak ikinci sınıfa geçme başarısını gösterdi.
Bahtiyar’ın bir başka becerisi de el işleri konusundaki yetenekleri idi.Bir gün odalardan birinin kapısının bozulan frengisini tamir etmeye çalışıyordum.Uzun bir süre söktüğüm parçaları tekrar yerlerine yerleştirmeye çalıştıysam da bir türlü başaramadım.Bahtiyar yanımda beni izliyordu.Ben artık bozulan frengiyi atmaya ve yenisini almaya karar vermişken Bahtiyar “baba ben yapabilir miyim?” dedi.Yapamadığım için zaten canım çok sıkkındı.Azarlar bir şekilde,” saatlerdir uğraştığım halde yapamadığım bu lanet şeyi sen mi yapacaksın?Al yap! “diye alay edercesine önüne fırlattım ve oradan uzaklaştım.Aradan beş dakika bile geçmeden Bahtiyar arkamdan geldi. “yaptım baba,kapıya takabilirsin,” dedi.İnanamaz gözlerle frengiye baktım,deliğine sokulu anahtarı birkaç kez ileri geri çevirdim.Mükemmel bir şekilde çalışıyordu.Bu kez kendi beceriksizliğime kızarak acı acı güldüm. “Aferin oğlum,galiba sen çok iyi bir usta olacaksın,” diyerek gönlünü aldım.Gerçekten de Bahtiyar iyi bir usta oldu.Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesinin Makine ve torna tesviye bölümünü bitirerek teknik öğretmen oldu.
Üçüncü çocuğumuzun bir kız olmasını arzu ediyorduk,bu arzumuz bin dokuz yüz yetmiş beş yılının bitmesine yedi gün kala gerçekleşti.O yılın yirmi dört aralık günü nur topu gibi bir kızımız dünyaya merhaba dedi.Böylece üç çocuğumuzun üçünün de doğum yeri Kozdere oluyordu.Kızımın adını Emel koyduk ve hemen nüfusa kayıt yaptırdım.Bir kızımızın olduğunu öğrenen bacanağım mektubunda bebeğimize Ayşin adını koymamızı önerdi.Ne yazık ki ben çocuğun adını kayda geçirtmiştim;buna rağmen bacanakla baldızın gönlünü hoş etmek üzere çocuğumuza Ayşin diye hitap etmeyi uygun gördük.Kızımızın bizim aramızdaki adı böylece Ayşin oldu.
Ayşin çok sessiz,çok uykucu bir çocuktu.Karnı tok,altı kuru olduğu sürece hiç ağlamıyor,sızlanmıyor ve durmadan uyuyordu.Bazen yaşıyor mu diye üzerine eğilerek soluğunu dinlediğim oluyordu.Çoğu zaman sevmek,oynamak,doya doya koklamak için burnunu sıkarak uyandırıyordum.Ağabeylerine göre sorunsuz bir şekilde gelişimini sürdürüyordu.Hele büyük ağabeyi Kadir’in ilk dört ayını düşününce bu günlerin çok rahat olduğunu görerek seviniyorduk.
Eğer en büyük oğlumuz Kadir geçirdiği hastalık izlerinden tamamen kurtulmuş olsaydı galiba dünyada, yaşamının her anının çok mutlu geçtiğini söyleyen nadir ailelerden biri olurduk.Ne yazık ki Kadir’in rahatsızlığının kalıcı bir durum arz etmesi yaşamımız boyunca mutluluğumuzu engelleyen bir gerçek olarak devam eti.
Kozdere’de geçirdiğimiz on yıl içerisinde, farklı kişilik yapısına sahip meslektaşlarla birlikte görev yaptık.Bunların içerisinden en ilginç olan ikisinden söz etmem gerektiğini düşünüyorum.Biri eğitmen ve o köyün yerlisi Hasan Bey,diğeri stajiyer öğretmen olarak yanımıza atanan Adanalı Hali Bey.Eğitmen Hasan Bey elli yaşın üzerinde beş çocuklu bir arkadaştı.İlk eşinin ölümünden sonra üç çocuğu ile kalmışken,kendinden yirmi yaş genç bir bayanla evlendikten sonra üç çocuk daha ilave ederek altı çocuklu bir aile oluşturmuştu.Çok neşeli,şen şakrak,şakacı bir yapısı vardı.Büyüklerle büyük,küçüklerle çocuk olmayı beceren ve herkesle kolay diyalog kurabilen bir yapıya sahipti.Onunla birlikte geçirdiğimiz üç yıl boyunca günlerimiz çok canlı ve neşeli geçti.Üç yılın sonunda bir olayla suçlanıp sorgulanmasının ardından, şehre tayin edilmek durumunda kalarak aramızdan ayrıldı.
Adanalı Halil Bey,Hasan Bey’den boşalan kadroya atanarak aramıza katıldı.Okulu o yıl bitirmiş olduğu için doğal olarak stajiyer öğretmendi.Okulların açıldığı haftadan birkaç gün sonra, iş gününün yorgunluğunu birkaç köylü vatandaşla sohbet ederek atmaya çalışırken, oturduğumuz odaya esmer tenli,zayıf yapılı ve yaklaşık bir yetmiş boylarında bir genç girdi.Ellerini önünde birleştirmiş çekingen bir tavırla kapının hemen yanı başında duruyordu.Köyden bir öğrenci velisi zannederek, “bir şey mi söyleyecektiniz?” diye sordum.Çekingen ve titrek bir ses tonuyla,” ben buraya yeni atandım,” dedi.Şaşırdığımı belli etmemeye çalışarak, “arkadaşım,buyur gel,neden öyle kapı arkasında bekliyorsun?Lütfen geç,otur,hoş geldin.” Dedim.Tokalaştık ve elini bırakmadan oturacağı yere kadar birlikte yürüdüm. Adım Halil Uzunoğlu,Adananın Kadirli ilçesindenim.Düziçi Öğretmen okulu mezunuyum.” Diyerek kendini tanıttı.İlk gün karşılıklı birbirimizi tanımaya çalıştık.Ben, köyümüz,okulumuz ve çevremiz hakkında bilgi verdim.
Halil Bey yandaki lojmana yerleşti.Uyumlu ve sakin bir yapısının yanında bazı çocuksu tavırlarını görmek mümkündü.Ancak beni asıl şaşırtan okuldan yeni mezun olmuş biri olarak her öğretmenin bilmesi zorunlu bazı bilgilerden haberinin olmamasıydı.
Okula adım attığı ilk gün sınıfları gezdik.Sınıfların duvarlarında öğretmenlerin yıl boyu yapacağı çalışmaların yıllık ve ünite planları asılıydı.Halil Bey bu planların ne olduklarını sorunca çok şaşırdım.Yani bu öğretmen arkadaşım nasıl olur da bu planlardan habersiz olabilirdi?Yıllık,ünite ve günlük planlar, her öğretim yılı başında her öğretmenin sorumluluğunu yüklendiği sınıflarda yapacağı eğitim öğretim çalışmalarının birer yol haritasıydı.Bize öğretilen ve bizden öncelikle istenen bu planlardı.Bu planlar olmadan iyi bir eğitim yapılamayacağına inandırılmıştık ve doğrusu da buydu.Ama Halil Bey bu planları ilk kez gördüğünü söylüyordu.Buna inanmak güçtü ama madem öyle söylüyordu bana düşen bu planları ona öğretmekti.Nitekim iki üç hafta boyunca planların nasıl yapılacağı konusunda ders verdim ve zaman zaman da çalışmalarına katıldım.Böylece Halil Bey de gördüğüm ilk eksiklik bir ölçüde giderilmiş oldu.Ancak Halil Bey’in bir başka uygulaması bana başka şeyler düşündürdü.
Derslere yoğunlaştığımız öğretim yılının ortalarında bir gün, teneffüse çıktığımda Halil Bey’in dışarı çıkmadığını görerek onun sınıfına girdim.Ders matematikti ve Halil Bey o derste çocuklara bayağı kesirlerin toplanma kurallarını öğretiyordu.Bir kenara çekilerek tahtada örnek bir toplama yapan öğrenciyi izlemeye başladım.Öğrenci öğretmeninin verdiği iki bayağı kesri,paylar toplamını pay,paydalar toplamını da payda olarak yazdı sonra işlemi tamamlamış biri olarak öğretmenine baktı.Halil Bey bana bakan gözlerinde dersi iyi kavratmış bir öğretmenin duyduğu hazzı yansıtarak “aferin çocuğum yerine oturabilirsin” dedi.Ben hayretle Halil Bey’in yüzüne baktım.İçimden acaba çocukla dalga mı geçiyor diye düşündüm.Hayır,Halil Bey’in bakışlarında tam bir gurur yansıması vardı.Sıraların arasında gezinerek sınıftaki diğer çocukların bu işlemi nasıl yaptıklarına bir göz attım;hepsi de aynı şekilde toplamışlardı. Halil Bey’e yaklaştım, “arkadaşım bu işlemi sen böyle mi öğrettin?” diye sordum. “Evet,başka nasıl olacaktı?” diye başka bir soru ile karşılık verdi. “Halil Bey,sen derse girmeden önce konu hakkında bilgilerini tazelemek için kitaplara bakmıyor musun?Bayağı kesirlerin toplama kurallarını ne çabuk unuttun?Böyle bir yanlışı nasıl yaparsın?Çocukların ders kitaplarında kurallar birer çerçeve içine alınarak dikkat çekilmek istenmiş ve sen buna bile bakmadan ders vermeye kalkıyorsun.Lütfen kenara çekil de bu yanlışını düzeltelim” dedim.İtiraz etmeye kalktığını görünce hemen bir kitap aldım ve ilgili bölümü açarak kuralın yazılı olduğu yeri okuttum.Bu defa öğretmen okulundaki matematik öğretmenini suçlamaya başladı. Öğretmenleri bu şekilde öğretmiş.Elbette böyle bir şey olamazdı.Halil Bey,kendini kurtarmaya çalışıyordu. “Çocuklar,bu derste öğretmeniniz sizin bu konuda hazırlık yapıp yapmadığınızı,bu toplama kuralını okuyarak öğrenip öğrenmediğinizi anlamak istemiş.Bakıyorum hiç biriniz kitaptan bu konuyu açıp okumamış.Şu sayfayı açıp okumuş olsaydınız size yapılan şakayı anlardınız.Bakın burada paydaları eşit olan bayağı kesirlerin toplanmasında,paylar toplamı pay,eşit paydalardan biri de payda olarak alınır,yazıyor.Oysa siz paydaları da topluyorsunuz.Bu kesinlikle yanlış,şimdi söyleyeceğim kesirleri bu kurala göre toplayın bakalım.” Diyerek birkaç alıştırma yaptırdım ve çocukları dışarı gönderdim.Halil Bey küplere bindi.Öğretmen okulundaki öğretmenlerine atıp tutuyordu.”Bırak,Halil Bey,öğretmenlerini boşuna suçlama,kendi eksikliğini bu şekilde başkalarına yüklemeye kalkışma.Hiç bir matematik öğretmeni bu kadar basit bir kuralı yanlış öğretemez.Bu mümkün değil,ayrıca öyle olsa bile senin her derse girmeden önce bilgilerini tazelemen gerek.İnsan unutabilir ama bakarsa hatırlar ve böyle bir yanlışa düşmez.” Dedim.Bu olaydan sonra Halil Bey hakkında içimde bir kuşku uyandı.İçimden “acaba” diyordum. “Halil Bey’in bir ikiz kardeşi vardı,öğretmen okulunu o bitirdi ama her nedense atandığı yere gelmek kısmet olmadı,onun yerine ortaokul mezunu ikiz kardeşi Halil öğretmen olarak geldi.” Çünkü Halil Bey’in bilgi ve becerisi ancak bir ortaokul mezunu kadardı.
Halil Bey göreve başladıktan sonra teftişe gelen müfettiş,arkadaşın eksiklerini bir kere daha dile getirerek bu konularda kendini yetiştirmesini istedi.Aksi taktirde yıl sonu raporunun yetersiz olacağını ve stajiyerliğinin kalkmayacağını açık açık belirtti.Müfettişle birlikte kaldığımız odada Halil Bey adamın karşısında oturuyor ve katıldığı sohbet sırasında mantıksızca konuşarak hepimizi şaşırtmaya devam ediyordu.Örneğin memleketinde
Üç yüz metreyi aşan yükseklikte ağaçların yer aldığı ormandan söz ediyor,bizim düzeltme çıkışlarımıza şiddetle karşı koyarak söylediklerinin doğruluğunda inat ediyordu.Oysa bizim ülkemizde o yükseklikte bir ağaç kesinlikle yoktu.Bizim duyduğumuz üç yüz metre yüksekliğe kadar uzayan tek ağaç cinsi sekoya ağacı idi onun da ancak ekvator bölgelerindeki amazon ormanlarında yetiştiği söyleniyordu.Buna benzer bir çok söylemine gülüp geçmekten başka bir şey yapamıyorduk.
O yıl öğretim yılında müfettişin söylediği durum ortaya çıktı.Halil’in stajiyerliği kalkmadı.
Benim küçük bir sazım vardı.Öğretmen okulunda bir müzik aleti çalma zorunluluğu olduğu için ben mandolin ve flüt çalıyordum.Elbette amatörce ve ancak basit melodileri seçerek okulda müzik derslerinde çocukları da bu konuda teşvik etmeye özen gösteriyordum.Ağabeyim iyi bir saz ustasıydı ve bizde saz çalmak bir gelenekti.O yüzden küçük bir saz aldım ve ara sıra çalarak çocuklarımı heveslendirmeyi amaçladım.Halil Bey kendisinin de saz çalmak istediğini söyleyerek benim kendisine yardımcı olmamı istedi.Saz üzerinde notaları gösterdim.Pena vuruşlarını anlattım.Halil çok hevesli görünüyordu.O güne kadar hiçbir enstrüman çalmamış olmasına rağmen benim sazı aldı ve çalışmaya başladı.Ama öyle bir çalışma ki her insanın yapacağı bir şey değil.Her gün ders çıkışında sazı alıyor ve gece saat ikilere üçlere kadar durmadan uğraşıyordu.Bu şekilde bir ay çalıştıktan sonra bazı besteleri düzgün çıkarmaya başladı ve üç ay sonra artık sazı iyi derecede çalabiliyordu.Böylece Halil saz ustası oldu çıktı.
Kozdere’ye geldiğimin üçüncü yılında eğitmen Hasan Bey bir soruşturma sonucu ilçeye tayin oldu.Ondan boşalan kadroya benim hem çocukluk hem ortaokul ve hem de öğretmen okulundan arkadaşım Erdoğan geldi.Erdoğan ile çok iyi arkadaştık.Çok ortak anımız vardı.Birlikte çalışmamızın çok zevkli geçeceğini düşünüyordum.
Erdoğan evli ve iki çocuklu olduğu için Bekar olan Halil Bey lojmanı onların kalması için boşaltarak bir köy evine taşındı.Böylece ikiz yapılı lojmanda iyi anlaşan iki arkadaş olarak sırt sırta kalacak,acı ve tatlı günlerimizi uzun bir süre daha paylaşacaktık.
Halil Bey’in ikinci eğitim öğretim yılının sonunda da yetersiz rapor alıp, tam kadrolu bir başka okula atanıncaya kadar birlikte çok kalıcı anılar yaşadık.Aslında ikinci yılda Halil Bey’in stajiyerliği kaldırılmalıydı; ancak bir yıl önce teftiş yapan ve o arada Halil hakkında olumsuz bir ön yargıya varan müfettiş tüm karşı duruşuma rağmen yetersiz rapor düzenledi ve arkadaşım başka yere gitmek zorunda kaldı.Oysa benim uyarılarım O’nun kendini geliştirme konusunda etkili olmuş,bir yıl öncesine göre daha yeterli bir seviyeye gelmişti.Elbette müfettiş Halil Bey’in,meslek dışı kişisel bazı kaba davranışlarına kızarak değerlendirme yapmamalıydı ama bunun önüne geçme gücüm yoktu.Böylece ikinci yılın sonunda Halil gitti.
Erdoğan aramıza katıldıktan sonra geçen bir yıl içinde anlatmaya değer birçok anımız oldu.Bunların tümünü değilse de önemsediğim birkaçını anlatmak istiyorum.Havaların uygun olduğu hafta sonlarında üçümüz birer tüfek alır, köyün yaylasına doğru avlanmaya çıkardık.Köyden en çok beş altı kilometre uzakta,ormanlık alanın bir derin vadisinde kurulu yayla evlerinde,yaz kış en az sekiz on aile kalırdı.Yaz aylarında ise yayla çok kalabalıklaşırdı.
Bir cumartesi günü, ellerimizde tüfekler olduğu halde, yakın komşu köylerden Boldacı Tekkesi sınırlarının başladığı alanda yer alan dere boyunca ilerleyerek yaylaya doğru yol aldık.İçimizde iyi bir avcılık özelliği olan birisi yoktu.Yani hemen hemen her hafta sonu ava gitmemize rağmen doğru dürüst bir av yapamadan döndüğümüz çok olurdu.Yani avanak bir kuş karşımızda en yakın bir ağacın dalına konup,“gel beni vur” dercesine sabit durarak bize kendisini avlama fırsatı vermediği sürece, biz hiçbir şey avlayamadan akşam ederdik.Zaten asıl amacımız hiçbir zaman bir şeyler avlamak değildi.Amacımız gezmek,spor yapmak,hoş zaman geçirmekti.Zaten her avlanma gününün akşamına yakın Elbeyi Yaylası’na uğruyor,orada bize sunulan taze et kavurmaları ve halis ballarla mükemmel bir şekilde karnımızı doyuruyorduk.Hele süt,yoğurt ve peynir bir harika oluyordu.
O gün uğradığımız yayla evinin sahibi bize çoğu zaman yaptıkları gibi et kavurması ve hemen yanı başlarında yer alan kovanlardan elde ettikleri baldan ikram etti.Et yemekten kanıksamıştık.Bal çok güzel görünüyordu.Erdoğan, ev sahibine hitap ederek, “yahu Hüseyin,Halil bal yemiyor buna ne gerek vardı?” dedi.Elbette gerçek bu değildi ve Halil de en az bizim kadar bal seviyordu.Erdoğan şaka olarak bunları söylemiş ve Halil’in ne tepki vereceğini görerek sohbeti neşelendirmeyi amaçlamıştı.Ev sahibi “bal yemezse et,yoğurt,peynir yesin Halil Hocam “ diye karşılık verdi.Halil’in yüzüne baktım,kızdığını biliyordum ama bunu belli etmemek için anlamsız bir ifade takınmıştı.Sofra kurulumu tamamlanınca yemeğe oturduk.Erdoğan ile ikimiz bala saldırdık.Zira et kavurması çok boldu.Kocaman tepsi tepeleme doluydu.Biz bal yemeye devam ederken Erdoğan ara sıra “Halil sen de bir lokma al,”dedikçe O inat ediyor ve bala uzanmıyordu.Yemeğimizi yiyip çayımızı içtikten sonra ev sahibine teşekkür ederek yola koyulduk.Yayla evinden elli metre ayrıldığımızda Erdoğan ile Halil münakaşaya başladı.Halil, “yahu sana ne benim bal yiyip yemediğimden,ne biliyorsun benim bal yemediğimi?” dedikçe Erdoğan’ın kahkahaları ortalığı çınlatıyordu.Ben araya giriyor,Halil sen çocuk musun?Erdoğan bal yemez deyince neden bal yemiyorsun?”deyince Halil, “arkadaş ayıp oluyor yani,biri bana bal yemez demiş,ben nasıl bal yiyeceğim?” karşılığını veriyordu.Bu tartışma karşılıklı sitemler,söz düellosu ve hahkahalar eşliğinde köye kadar sürdü. Halil işte böyle,çocuk ruhlu saf bir arkadaştı.
Gene bir hafta sonu, üç kafadar adını ve yerini öğrendiğimiz bir mağarada keşifler yapmak üzere sabah saat dokuzda yola koyulduk.Mağara Kozdere köyü ile Sarıköy arazisinin sınır noktasında Düzbek denilen ardıç ağaçları ile kaplı kayalık alanın bitim noktasında yer alıyordu.Düzbek adı gibi gerçekten dağların doruklarında yer alan düz bir alandı.Ucu bucağı görünmeyen bu düzlüğün yüzeyi özellikle serpiştirilmiş görünen kalarla kaplıydı.
Mevsim kıştı ve yaklaşık yarım metre kar her tarafı beyaza kesmişti.Yola çıkmadan önce gerekli olacağını düşündüğümüz bir çok malzemeyi birkaç gün önceden hazırlamıştık.Çok derin ve uzun bir dehliz şeklinde tanımlanan mağarada en çok lambaya ihtiyaç duyacağımız kesindi.O yüzden her birimiz en az üçer pilli el fenerleri ile bunlara ait yedek piller almıştık.Bundan başka sağlam ve uzun ipler,kısa saplı kürek ve kazmalar almayı da ihmal etmemiştik.İşimizin gün boyu sürebileceğini düşünerek yiyecek bir şeyleri sırt çantalarına koyduktan sonra birer de av tüfeği omuzlayarak yola çıktık.
Yolumuz oldukça uzun ve yorucu olacaktı.Köyden sürekli dik meyille tırmandığımız yol Abaza yaylasını geride bıraktıktan sonra Düzbek denen ardıç ormanında devam ediyordu.Hiç birimiz Abaza yaylasından öteye gitmemiştik ve yöre hakkında bilgi sahibi değildik.Gençliğin verdiği cesaretle hep batıya doğru bize tarif edilen bir konumda ilerlemeye devam ettik.Köyden ayrıldıktan yaklaşık iki saat sonra Düzbek’in sonuna ulaştık.Düzbek’in sonu keskin bir şekilde dik bir uçurumla sona eriyordu.Bu noktada durup çevreye bir göz attık.Uzak bir yerlerde görülen köyün Sarıköy olduğu kanısına vardık.Mağara buralarda bir yerde olmalıydı.Bıçakla kesilmiş gibi duran yalçın kayalığın önüne güçlükle inebildik.Mağara karşımızda belirdi.Görünen ağzının genişliği yaklaşık üç dört metre kadardı.Gereçlerimizi kontrol ettikten sonra mağaraya girdik.Sekiz, on metre ilerledikten sonra mağaranın içi görünmez oldu.El fenerlerini yakarak ilerledik.Kısa bir süre sonra önümüze iki dehliz çıktı.Yukarı doğru giden dehlizin yeryüzüne uzanan bir baca görüntüsü olduğu için biz aşağı gidenle ilgilenmeyi tercih ettik.Çok geçmeden bir alt dehliz daha belirdi.kazma ve kürekleri kullanarak alt dehlize indik.Burası bir oda büyüklüğünde vardı.Ancak zamanla tabanı toprakla yükseldiği için tavanı dik duracak kadar yüksek değildi.Buranın tabanını kazmaya karar verdik.Belki antika bir şeyler bulabilirdik.Uzun uzun kazılar yaptık.Kemik parçaları ve kiremit kırıntıları bulduk.İşe yarar hiçbir şey çıkmıyordu.Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığımız için mağaraya gireli ne kadar süre geçtiğini bilmiyorduk.Yorulduğumuzu anladığımızda saate bakmayı akıl edebildik.Saat üçü geçmişti.Kış mevsiminin günleri zaten çok kısaydı ve çok geçmeden karanlık kavuşacaktı.Her şeyi olduğu gibi bırakarak dışarı yürüdük.Mağaranın önüne çıktığımızda ortalığı kaplayan yoğun sis bizi şaşkına çevirdi.Sis öyle bir yoğundu ki üç metre ileriyi göremiyorduk.Sanki her taraf zifiri karanlık olmuştu.Durmanın sırası değildi,bir an önce tanıdık topraklara ulaşmalıydık.Yalçın kayalığın üzerine çıktık.Kendimize göre doğru olduğunu düşündüğümüz bir yön tayin ederek hızla ilerlemeye başladık.Bu yön mağaranın tam aksi istikameti idi ve biz oradan geldiğimizi düşünüyorduk.
Bir saate yakın bir süre adeta kör gibi yol aldık ama ulaşmış olmamız gereken Abaza yaylasına bir türlü ulaşamadık.Bulunduğumuz yerde sis görüş alanımızı sıfırlıyordu ama her nerede bulunuyorsak aşağılarda bir derin vadinin tabanını görebiliyorduk.Bu vadiyi ilk kez gördüğümüz kesindi.Bu durumda biz yanlış bir yerlerdeydik.Çünkü geldiğimiz yol güzergahında böyle bir vadi yoktu.İçimizdeki kaybolma duygusu bir paniğe dönüştü.Zaman daralıyor ama biz hala nerede olduğumuzu bile bilmiyorduk.Yüksekliği yarım metreyi geçen karda yürümek bizi bir hayli yormuştu.Hatta sırtımın terlediğini, atletimin sırtıma yapıştığını hissediyordum.Bu gidişle sıfırın çok altında seyreden soğukta donma tehlikesi vardı ve bu yüzden de çabucak bir köye ulaşmamız lazımdı.Nereye doğru yol alacağımıza kesin bir karar vermek üzere durduk.Üçümüz gidilecek yön konusunda farklı düşünüyorduk.Erdoğan Hoca,doğru yolda olduğumuzu,aynı yönde devam etmemiz gerektiğini,Halil Hoca, yukarılara doğru gitmemizin daha uygun olacağını, ben ise Çekerek ırmağına ulaşmakla tanıdık bir yerlere varma düşüncesi ile aşağıdaki derin vadiye doğru ilerlememiz gerektiğini söylüyordum.Sonunda bir süre daha aynı doğrultuda ilerledikten sonra aşağı yönelmeye karar verdik.On dakika kadar hızlı bir şekilde yol aldıktan sonra önümüze bir vadi daha çıktı.Bu arada hafif bir rüzgar sis yoğunluğunu azaltmıştı.Bu vadiyi de ilk kez gördüğümüzü sanıyorduk. “Arkadaşlar,rüzgar çıktı,birazdan sis dağılır,şu ilerideki kayanın duldasına oturup birer sigara yakalım.Hem dinlenmiş hem de aklımızı biraz toplamış oluruz” dedim.Kayalığın rüzgar almayan korunaklı bir köşesine sığındık.Birer sigara yaktık.Çevreyi dikkatle taramaya başladım.Önümüzdeki vadinin ortasında küçük bir dere akıyordu.Aşağılarda bir yerlerde hayal gibi görünen ağaçlığın kavak kümesi olduğunu fark ettiğimde birden burasının Abaza yaylasının kuzey yakası olduğunu anladım.Vadinin ortasından akan derenin suyu oturduğumuz kayalığın altından çıkıyordu.Bir kaç kez buraya pikniğe gelmiştik ama bulunduğumuz konumdan bu yöreyi hiç gözlemlememiştim.O yüzden çevre bana yabancı gelmiş olmalıydı.Sevinçle, “arkadaşlar biz Abaza yaylasına gelmişiz,artık köyü bulmak çok kolay,şu vadi tabanında akan dereyi görüyor musunuz?O suyu izlersek bizi doğruca köye ulaştırır.Haydi geçmiş olsun.” Dedim.Sevinçle ayağa fırladık ve hiç yorgun değilmişiz gibi dere tabanına doğru koştuk.
Köy yarım saatlik bir mesafede bizi bekliyordu.Korkudan kapanan çenelerimiz tekrar açıldı ve güle oynaya evlerimize döndük.
Halil Bey ile olan önemli anılarımı tamamlamak istiyorum.Zira bir daha Halil konusuna dönmeyeceğim.
O yıllarda en büyük sorunumuz ulaşımdı.Köyler arasında ya da köylerle şehir merkezi arasında gidip gelmek çok zordu.Öğretmen arkadaşların çoğu o yılların en geçerli ulaşım aracı olarak kabul gören birer Rus motoru almışlardı. Bu motosikletler bir aileyi rahatça taşıyabiliyordu.Eğer bir de sepeti varsa en az beş kişi rahat rahat yolculuk yapıyordu.Az çok bir birikimim vardı.Ben de hem kendi köyüme gidip gelirken hem de şehre gitmemiz gerektiğinde kullanmak üzere bir motosiklet almayı düşünüyordum.Bu fikrimi Halil Bey’e açtığımda ortak motosiklet almayı önerdi.Neden olmasın diye düşündüm.Zaten çoğu kez aynı yerlere gidiyorduk.Anlaştık ve bir hafta sonra çift silindir,temiz bir motosiklet aldık.
Ben o güne kadar hiç motosiklet kullanmamıştım ama bisiklet kullanmakta usta sayılırdım.Bir iki gün yaptığım alıştırmalardan sonra motoru rahatça kullanabilmeyi başardım.Halil Bey bisiklet kullanmayı bile bilmediği için motor kullanmakta zorlanıyordu.Biz de her fırsatta okula yakın duran çok geniş bir harmanı sürüş alanı olarak kullanmaya başladık.Motoru aldığımızın üzerinden iki hafta geçmeden Halil de az çok motosiklete hakim olmaya başladı.Benim gözetimimde kısa mesafelere gidip gelmeye başladık.
Halil Bey,hafta sonlarında düşük süratlerle yola çıkmaya başladı.Bir cumartesi günü gene alıştırma yaptığımız harmana gittik.Burada birkaç kez döndükten sonra yola çıkacaktık.Halil motora bindi,bu arada ben gerekli uyarıları yaptım.Komşu evlerde oturan hanımlardan bir kaçı, sonbaharın sıcak güneşinden yararlanmak üzere bu harmanın yola yakın bir kenarında oturmuş, ellerinde örgü işleri olduğu halde bizi izliyorlardı.Halil bir iki kez harmanda aşağı yukarı gitti geldi,sonra yola doğru yöneldi.Motora tam hakim olamadığı için asıl gitmesi gereken yerden değil de yarım metre kadar yükseklikle uzayan harman kenarından yola çıkmak istediğini anladım. “Halil oradan geçme,” demeye kalmadı motora gaz vererek yüksekliğin üzerinde durdu.Motorun ön tekerleği yola çıkmıştı ama arka tekerlek yumuşak toprakta patinaj yapıyordu.Halil motoru patinajdan kurtarmak amacıyla sonuna kadar gaza asıldı.Motor kendini parçalarcasına bağırıyor arka tekerlek deli gibi dönüyordu.Arka tekerlek sert zemine ulaştı ve motor aniden havaya fırladı.Halil usta bir akrobat gibi havada uçan motora hakim olmayı başararak sert bir şekilde yere indi.Artık ne yaptığının farkında değildi.Gaz kesmek aklına gelmiyor,durmak için el frenini sıkmak yerine gaza asılmaya devam ediyordu.Motor dengeli bir şekilde yere basar basmaz son hızla yolu çevreleyen yüksek taş duvara tam doksan derecelik bir açı ile çakıldı.Halil tekrar havaya fırladı.Ellerini direksiyondan bırakmadığı için amuda kalkmış gibiydi.Hızla düşerken çenesini direksiyona çarptı.Bir kaç saniye içerisinde olan bu olayları biz bir sinema filmi izler gibi izliyorduk.Çevredeki kadınlar hep birlikte çığlık atıyorlardı.Koşarak yerde yatan Halil’in yanına ulaştım.Elinden tutup kaldırdım.Çenesinden yaralanmıştı.Ancak rahatça ayakta durabildiğine göre önemli bir şeyi olmadığını tahmin ettim.”Bir yerin ağrıyor mu?Kendini bir yokla bakalım,kırık çıkık olmasın,”dedim.Motorun yanından uzaklaşırken bilinci yeni açılmış gibiydi. “Yok,yok bir şeyim yok,” dedi.Rahat bir nefes aldık.Çok büyük bir kaza atlatmıştık.Eğer duvara çarptığı an,Halil ellerini bırakmış olsaydı kesin olarak taş duvara ya da duvarın üzerinde sıralanan kavaklara çarpacak,mutlaka bu kadar ucuz atlatamayacaktı.Halil yavaş yavaş kendini toparladı.Ben de bu arada motorun yanına gittim.Yerde yan yatıp kalmıştı,kaldırdım.Çarpmanın etkisi ile ön amörtisörler gövdeye yapışmıştı.Bu şekilde kullanılamazdı.Şehre gönderip tamir edilmesi gerekiyordu.Gereken yapılacaktı elbette.Önemli olan arkadaşa bir şey olmaması idi.
Halil bu kazadan sonra bir daha motor kullanma sevdasından vazgeçti.O günden sonra motoru satıncaya kadar asla tek başına motora binmedi.
Sonbahar mevsiminin son günlerinden bir hafta sonu, Halil Bey’le bize çok yakın olan Turgutalp köyündeki öğretmen arkadaşımızı ziyaret etmek istedik.Motosikleti ben kullanıyordum.Saat ona doğru yola koyulduk.Turgutalp köyü ile aramızdaki yolun yarısına yakını dikçe bir meyil geri kalanı ise hafif engebeli bir düzlük şeklindeydi.Motosiklet kullanma işinde oldukça ustalaştığım için kısa sürede meyilli yolu bitirerek tepeyi geride bıraktık.Önümüzdeki düzlüğün ortalarına yakın bir yerden küçük bir dere geçiyordu.Bu dere ilkbahar aylarındaki aşırı yağışlarda ortaya çıkıyor yaz ortalarına doğru kuruyordu.Derenin yatağı düz olduğu için yatağı da oldukça geniş bir alana yayılmış ve kenarlarında yapışkan bir çamur oluşturmuştu.Çamurlu alana girince hafifçe yalpaladık ama sulu alanı geçtik tam o sırada motorun arka tekerleği patinaja tutulunca kurtulmak üzere gaza asıldım.Motor güçlüydü.Bir anda kendini topladı ve ileri atıldı.Kuru yola çıktığımız için gazı kesmeye gerek görmedim ve hızımızı artırarak ilerledim.Bu arada arkamda oturan Halil Bey’e bu yöre hakkında bilgiler vermeye çalışıyordum.Düzlüğü geçtikten sonra önümüze çıkan son dönemeci de geride bıraktıktan kısa bir süre sonra köyün girişinde yer alan okula ulaştık.Motordan indim ve kenara stop etmek üzere hazırlandım.O an gözüm arkada oturan Halil Bey’i aradı.Aman tanrım,arkamda Halil yoktu.Nasıl olur,nerede kalabilir,diye içimde bir sürü karamsar senaryo uyandı.Halil yanımda olmadığına göre ve ben durmadan ilerlediğime göre isteyerek motordan inmiş olamazdı.Mutlaka bir yerde düşmüş olmalıydı.Derhal motora bindim ve geldiğim yoldan deli gibi ilerledim.Turgutalp Köyünün göründüğü son dönemeci geçtiğimde biraz önce ortasından dere geçen düzlüğün başlarında bana doğru gelmekte olan Halil’i gördüm.O’nu sapasağlam yürüyor görmek beni rahatlattı.Çok geçmeden yanına ulaştım. “Arkadaş sen nerede kaldın?Ne zaman motordan indin?Neden bana haber vermedin? Şeklinde sorular sıraladım.Halil aldırmaz bir tavırla “Ya arkadaşım,sen dereden geçerken yalpaladıktan sonra gaza asılınca ben boş bulundum ve sırt üstü yere düştüm.Haberin oldu sandığım için seslenmedim.Sen de son hızla uzaklaştın.” Dedi.Şu işe bakınız;adam motordan düşüyor ve bana haber bile vermiyor.Ben de arkamda Halil var gibi konuşa konuşa yol alıyorum.İşte Halil Bey’le böyle bir çok anımız var.Sanıyorum Halil Bey faslını burada kesmek gerek.
Halil Uzunoğlu Kozdere’ye geldiğinin ikinci yılının sonunda, ikinci kez aldığı yetersiz teftiş raporundan ötürü(ilgili yasa gereği), tam kadrolu yani bağımsız müdürü bulunan bir okula,Üzümören Köyü’ne atanarak aramızdan ayrıldı.
Benim Kozdere İlkokulunda çalıştığım on yıl boyunca, farklı arkadaşlarla görev yapmak durumunda kalmış olsam da, anılarımızın en yoğun geçtiği yıllar Erdoğan Ulusoy,Halil Uzunoğlu ile birlikte olduğumuz yıllar olduğu için daha çok o günleri yad etme gereği duydum.Zira Gülseren Aktaş,soyadını anımsayamadığım Müşerref,Rıza ve Fadik ile de güzel çalışmalara imza attığımızı belirtmek isterim.
Okulumuzun öğrenci sayısı iki yüze yaklaşmıştı.Bu durumda üç yerine öğretmen kadromuz dörde çıkarıldı ve Rıza ile Fadik hanım geldiler.Karı-koca bu arkadaşlarımızın gelmesi ile eğitimde daha iyi bir başarı yakalamak için elimizden geleni yapıyorduk.Bu arada halkın okula ilgisini artırmak ve daha iyi bir veli profili oluşturmak adına halka yönelik çalışmalar yapmamızın iyi olacağını düşündük.Ben orta okuldan beri sürdürdüğüm yazma çalışmalarına devam ediyordum.Hem sürekli okuyor hem de farklı türlerde yazıyordum.Bir radyo programında dinlediğim, yanlış inanışlardan kaynaklanan bazı uygulamaların insan hayatına mal olacak sonuçlar doğurabileceği varsayımından yola çıkarak “sarılık ağacı” adında kısa bir tiyatro eseri yazdım.Yazdığım bu skeci arkadaşlarıma okuduğumda bunu sahnelememizin iyi olacağı düşüncesi ortaya atıldı.Hemen bir ön çalışma başlatarak nasıl,nerede ve kimlerle bu işi yapabileceğimizi tartıştık.Sonunda öğrenci ve öğretmenlerin birlikte oynayabileceğini,önce kendi çalıştığımız köyde, sonra da çevre köylerde bu oyunu canlandırabileceğimize karar verdik.Derhal bir rol dağılımı toplantısı yaptık.Erdoğan köy ağası,Rıza ile eşi Fadik hanım sarılık hastalığına yakalanan çocuğun anne-babası,öğrencilerden biri hasta,diğeri çocuğun ablası,birkaç çocuğu kahvehanede oturan halktan birileri ve ben de hakim rolünü üstlendim.Her gün ders saati sonrasında oyunu prova etmeye başladık.Yaklaşık bir ay içinde hazırdık.Önce Kozdere’de iki seans olarak oynamaya karar verdik.Tiyatro için en uygun mekan olarak köyün tam ortasında yer alan camiyi seçtik.Cami oldukça büyüktü.Köy alevi köyü olduğu için caminin tiyatro için kullanılmasına herhangi bir itiraz gelmedi.Sıralardan sahne yaptık.Öğrenci oturaklarını traktörle camiye taşıyarak oturma yerleri ayarladık.Önce gündüz bayanlar için oynadık.Oyun çok beğenildi ve istenen amaca ulaştığımız yönünde bir kanaat oluştu.Akşam erkekler daha çok sayıda gelerek camiyi doldurdular. Bu ilgi karşısında oyunu büyük bir zevkle oynadık,karşılığını da alkış olarak geri aldık.Oyunun konusu, sarılık olan çocuğunu köy öğretmeninin tüm ısrarına rağmen doktor yerine sarılık ağacı ziyaretine götürmekte direnen babanın çocuğu öldüğünden,çocuğunun ölümüne sebep olmaktan mahkemede yargılanmasıydı.Bu oyunu çevre köylerden ikisin de daha oynadık ve çok beğeni topladık.Sahne dekorlarının,kostümlerin köyden köye taşınması sırasında yaptığımız özverili çalışmalar herkes tarafından taktirle karşılandı.Zira çocuklar,bayanlar ve eşyalar eşeklerle taşınması sırasında her birimizin ne denli zorluklarla karşılaştığımız anlaşılabilir.
Bu çalışmalar gerçekten de beklediğimiz ve amaçladığımız hedeflere ulaşmamızda önemli bir adım oldu.Halkın okula ve eğitime verdiği önem arttı.Öğrenciler aileleri tarafından daha çok izlenir ve teşvik edilir oldu.
O yıllarda yaptığımız öğretmenlik anlayışı ile bu günlerde karşılaştığım anlayışların ne kadar farklı olduğunu görmek ve öğretmenliğin bir idealizmden uzak,sadece bir öğretici şeklinde algılanıyor olması bana çok acı veriyor.Nitekim yeteri kadar vatan millet sevgisi kazandırılamamış,Atatürk’ün gösterdiği hedeflerin hedef olmaktan çıkarıldığı,öğretmenliğin sadece ekmek sağlama aracı şeklinde algılandığı bir meslek olarak tanıtılması ile ortaya çıkan tabloda, ülkemin geleceğinden kaygı duymamak mümkün değil.Şimdi bakıyorum ki öğretmen,eğiten değil sadece öğreten,öğrenci eğitilen,biçimlendirilen değil ezberletilen,öğretilen olmuş.İnsani değerler önemini yitirmiş,evrensel değerlerin adı kalmamış;iyilik,güzellik,estetik,doğa ve insan sevgisi,büyüklere saygı, küçüklere sevgi,hoşgörü ilkesi ortadan kalkmış.Vatan,ulus,birlik- beraberlik,tasada,kıvançta birliktelik diye bir kavram yok olmuş.Bayrak,bayram,acı- tatlı paylaşımı insanlar arasında geçerli akçe olmaktan çıkarılmış.Toplumsallık anlamını yitirmiş;bireysellik,kişisel çıkar ülke ve toplum çıkarlarının önüne geçmiş.Kurtuluş savaşı ile kazanılan ve kutsal sayılması gereken vatan topraklarını parçalama sevdalıları ortalıkta cirit atmaktalar.Siyaset baştan sona pisliğe bulaşmış; yalan-dolan,ülke vergilerinden oluşan genel bütçeyi eş-dost,hısım-akraba arasında peşkeş çekmek, bir erdem sayılmaya başlanmış.Atatürk ilke ve devrimleri savunucuları vatan haini yerine konulmak istenmekte ve iktidar yanlısı savcı ve hakimler tarafından sorgusuz sualsiz içeri tıkılmaktalar.Tamamen yansız ve bağımsız olması gereken yargı, iktidar tarafından ele geçirilmiş,sindirilmiş,ülkede adaletsizlik ve hukuksuzluk egemen olmaya başlamıştır.Tüm bunların nedeni tek başına olmasa bile en başta eğitim alanındaki yozlaşmadan başka bir şey değil.Milli eğitim bakanı denen adam, bir dini cemaatin öğretileri doğrultusunda ülke eğitimine yol haritası çizmeye kalkışırsa işte olacağı budur.Okullarda dini hurafeler bilim diye sunulmakta,bilim adamları,akademisyenler,ilerici ve Atatürkçü profesörler tutuklanıp hapse atılmaktalar.Bence bu manzaranın hazırlayıcısı elbette eğitim ve öğretimin gerçek bilimsel rayından çıkarılmış olması ve gericiliğin,dogmatizmin bu günkü eğitim kadrolarında egemen görüş olarak kabul görmesidir.İki bin dokuz yılına ulaştığımız bu gün,eğitimde ,bilimde,ahlakta,sanatta ve çağdaş düşünce sisteminin her noktasında, elli yıl öncesinden daha gerilere sürüklendiğimizi görmek, geleceğe olan kaygılarımı artırmakta ve benim gibi ömrünü ülkesine adamış yaşlı eğitimcileri, doğal olarak karamsarlığa itmektedir.
Kozdere, benim ve diğer meslektaşlarımın gençliğinin,dinamizminin ve atılganlığının en doruk seviyede olduğu bir konumda çalıştığımız bir yerleşkeydi.O yüzden aslında çok mahrumiyet bölgesi olan bu köyde çalıştığımız sürelerin ağır koşullarına dayanabildiğimizi şimdi daha iyi anlayabiliyorum.Köy ilçeye kırk kilometre kadar uzakta,Yozgat-Tokat il sınırını oluşturan dağ sıralarının eteklerinde yer alıyordu.Yollar dar ve stabilize, çoğu yerde de toprak yol özellikliydi.Yirmi dört saatte bir sabahın erken saatlerinde köyden kalkan ve her tarafı yıkık dökük olduğu için benim bir bostan kulübesine benzettiği otobüs,yaklaşık iki saate ulaşabildiği ilçeden, öğle sonu saat üç sularında tekrar köye doğru hareket ederdi.Yağmurlu günlerde otobüsün tavanından sular damlar,havanın soğuğunu ve sıcağını içimizde hissederek yolculuk ederdik.O günlerde bu ulaşım şekli bile çok yerden daha iyiydi,çünkü her köyün değil belki onda bir köyün bile böyle bir ulaşım olanağının olmadığını biliyorduk.Kış mevsiminde çok kar yağardı.Karın çok olduğu zamanlarda otobüs Kozdere’ye çıkamaz,beş kilometre aşağıda yer alan,aynı zamanda otobüsün ortaklarından birinin köyü olan, Kızılca Köy’de kalır,oradan eşyalarımızı sırtlanarak, beş kilometrelik yolu yaya olarak kat etmek zorunda kalırdık.
Köyde elektrik, telefon yoktu.Sağlık ocağının olmamasına rağmen benim köye atandığımın üzerinden geçen üçüncü yılın sonunda, köye genç bir ebe tayin edildi.
Bu olumsuzlukların yanında bazı avantajlar da yok değildi.Örneğin dar olsa da bir lojmanımız vardı.Lojmanda akan ve sadece okula ait olan kaynak suyunun olması çok büyük bir nimetti.Bahçemiz genişti.Yaz ortalarına kadar kenardan geçen derenin suyu ile sulama olanağı vardı.Dere kuruyunca lojmandan sulayabiliyorduk.Orman köyü olmasından kaynaklanan odun bolluğu vardı.Her gün her öğrenci, sabah ve akşam olmak üzere birer odunla geliyor,havaların iyi olduğu zaman soba yakma gereksinimi olmadığından, çok miktarda odunu kış için biriktirebiliyorduk.Ayrıca ikiz planda yapılmış lojmanda iki aile kaldığı için komşu arama derdi de yoktu.Zaten okul hemen köyün bitişiğinde olduğu için köy halkı ile de yakın ilişkiler kurma olanağı vardı.Bu özellikler benim uzun süre aynı yerde kalma nedenimdir.Çok az köyde rastlanabilen bu olumlu özellikler yüzünden, tam on yıl aralıksız olarak,yaz ve kış Kozdere’de kalabildim.
Her köyün olduğu gibi bu köyün de kendine özgü halleri vardı.Örneğin çok kötü bir özellik olarak sık sık hırsızlık olaylarının yaşanması idi.Köyde sayıları ve çoğunlukla kimlikleri belli olan kişi ve ailelerin hırsızlık yapmakta olduklarını hemen hemen herkes biliyordu.Orada yaşadığım on yıl içinde ben de bu hırsızlık olayından nasibi aldım.Bir keresinde üç hindimiz,bir keresinde de kümesteki tüm tavuklarımız çalındı.Çalanları biliyordum ve herhangi bir şekilde kanıtlayamayacağım için üstlerine gidemedim.Zaten hırsızlıkların çoğu tavuk,hindi,keçi,koyun çalma türünden olaylardı.Bunları çalan kafadarlar,ormanda,daha doğrusu yaylada yaşadıkları için, çaldıklarını anında kesip kendilerine ziyafet çekiyorlardı.
Köy halkının bir başka kötü alışkanlığı da kumar oynanması idi.Aslında nüfus yoğunluğuna göre arazisi az görülen,gençlerinin İstanbul ve Ankara da simit satarak gelir elde etmeye çalıştığı bir ortamda, kumar oynanması kadar büyük bir çelişki olabilir mi?Oluyordu işte.Aylarca köyden uzakta kazandıkları paraları, köye döndükleri ilk günün gecesinde, kumarda kaybedip geldikleri yere beş parasız geri dönenler bile oluyordu.Bu kumar oyunlarına ara sıra tanıklık ettiğim olmuştu.Paralar masada sıra ile dört oyuncu arasında gidip gelirken, nasıl o kadar soğukkanlı olabildiklerini şaşkınlıkla izliyordum.Yüzlerinde hiç üzgünlük ifadesi olmamasını anlamam mümkün değildi.Ben empati yaparak onlardan birinin yerine kendimi koyduğumda,kaybedeceğim her kuruşun beni üzüntüye boğacağından asla kuşkumun olmayacağı hissine kapılıyordum.Ama adamların yüz ifadeleri birer m asktan farksız olarak hiçbir anlam değişikliği sezilmiyordu.
Köye bazen Samsun,Ordu ve Giresun yöresinden özellikle kumar oynamaya gelenler olduğunu duyuyordum.O köyde kaldığım on yıl boyunca bu kumar işinden vazgeçilmesi için durmadan uyarılar ve engellemeler yapmaya çalıştıysam da başarılı olamadım.Halk bu konuda bildiğini okumaya devam etti.Ailelerinden uzakta ve çok zor koşullar altında kazanılan paralar, nasıl bu kadar kolayca kumara veriliyordu, bunu bir türlü anlayamıyordum.
Kozdere Köyü ile komşu köy Turgutalp Köyü arasında bir yayla anlaşmazlığı vardı.Bu iki köy halkı,ortak arazilerinin arasında yer alan bu yaylanın kendilerine ait olduğunu iddia ederek sık sık tartışıyorlardı.Aslında yayla hazine arazisi idi.Ama kullanım hakkının hangi köyde olduğu konusunda kesin bir belge yoktu.Bu tartışmalı arazinin iki köy arasını daha da açacağı kesindi.Buna bir çare bulmak gerektiğini düşündüm.Tokat Orman müdürlüğünde çalışan bir akrabamı devreye sokarak yaylanın ağaçlandırılması konusunda yardımcı olmasını istedim.Çok kısa bir süre sonra orman bölge müdürlüğü yaylayı ağaçlandırma kapsamına aldı.Görevliler binlerce çam fidanı ile birlikte köye geldiler.Bu iş için çok sayıda insan gücüne gereksinim vardı.Kadın,erkek,genç,yaşlı ağaç dikebilecek kim varsa çalışabilecekti.Bu arada her iki köyün insanlarına iş çıkmıştı.Kozdere halkı bu işten çok memnundu.Turguralp köyü halkı ellerinden yaylanın gideceği endişesi ile karşı çıkmak istedilerse de devlet görevlilerinin kararlı tavırları karşısında seslerini çıkaramadılar.Ağaçlandırma çalışmaları başladı.Yayla çok genişti.Bu kadar geniş alanın ağaçlandırılması yıllar alacaktı.Bu iş köye iyi bir gelir getirdiği için sonuçtan herkes memnun kaldı.
Ağaçlandırma çalışmaları iki üç yıl kadar sürdü.Yıllarca daha sürebilirdi ama genel seçimler sonrasında oluşan yeni hükümet tasarruf gerekçesi ile işi sonlandırdı.Ancak oldukça geniş bir alan ağaçlandırılmıştı.Yıllar sonra o bölgenin içine girilmez sıklıkta bir çam ormanı olduğunu duymak beni son derece mutlu etti.
Bin dokuz yüz yetmiş dört yılında Kıbrıs tüm dünya kamu oyunun dikkatlerini üzerine çekmeye devam ediyordu.Kıbrıs konusunda bu günki statüyü oluşturan bin dokuz yüa elli dokuz antlaşması hiçbir zaman Kıbrıslı Rumlar ve yunanlılar tarafından kabul görmemişti.Kıbrıslı Rumlar adanın sadece kendilerine ait olduğunu savunarak durmadan azınlık olarak gördükleri Türk nüfusa baskı uygulayarak adadan ayrılmaya zorluyorlardı.Bu duruma asla seyirci kalmayacağını açıklayan Türkiye artan baskılara dur demek için çareler ararken Kıbrıs Rumlarının lideri başpiskopos Makaryos adanın yunanlılara ilhak edilmesi için elinden geleni yapıyordu.Bu arada Makaryos’tan daha da radikal düşünceli Simpson adlı rum çete başının bir darbe ile Makaryos’u devirip Türklere karşı başlattığı soy kırım hareketi bardağı taşıran son damla oldu.Türkiye’de CHP ile MSP ‘nin oluşturduğu bir koalisyon hükümeti iş başındaydı.Amerika Türkiye’nin adaya müdahale etmesine kesinlikle karşı olduğunu bildirmiş, hatta nato ile ilgili hiçbir silahın kullandırılmayacağını,daha da ileri giderek, ABD savaş gemilerinin adayı abluka altına alarak Türk kuvvetlerinin geçişine izin verilmeyeceğini açıklamıştı.Hiç bir ülke Türkiye’nin bu kadar baskı karşısında adaya müdahale edebileceğine ihtimal vermiyordu.Ancak Ecevit,hiç kimsenin beklemediği bir anda ve tüm dış baskılara aldırmadan yirmi temmuz bin dokuz yüz yetmiş dörtte Kıbrıs’a karşı Barış hareketini başlattı.Türk ordusu birer ara ile üçer gün ilerleyerek planlanan sınırlara ulaşarak ada Türklerinin güvenliğini sağladı.Ada iki bölgeye ayrıldı.Bu hareketten sonra bir çok olay gelişti.Yunanistan da hükümet yıkıldı.Amerika Türkiye’ye karşı ekonomik ve askeri ambargo uygulamaya başladı.Gene Amerika ve diğer Avrupa devletleri Ecevir hükümetini devirmek için çalışmalarını yoğunlaştırdı.Ülkeyi sağ sol çatışmalarına iterek bir kaos ortamı yaratılmaya çalışıldı.O tarihten sonra gerçekten de başta Amerika’nın olmak üzere tüm dış güçlerin ortak çabaları ile ülke adım adım iç savaşa sürüklendi.Sokaklar giderek kan gölüne döndü.Ecevit hükümeti devrildi,erken genel seçimlerde hiçbir parti gerekli çoğunluğu sağlayamadı.İki yüz on dört milletvekili çıkaran Ecevit’in,hükümeti tek başına kurmak için on bir milletvekiline bakanlık vererek oluşturduğu hükümet hiçbir varlık gösteremedi.Ekonomik sıkıntılar arttı,ülkenin ekonomisini elinde bulunduran zenginler Ecevit’in sol söylemlerine karşı,tüm ihtiyaç mallarını piyasadan çekerek müthiş bir karaborsacılığın önünü açtılar.Ülkede temel ihtiyaç malları bulunamaz oldu.Petrol,yağ,çay şeker, ikinci dünya savaşı yıllarında olduğu gibi karneyle alınır oldu.Anarşi bu durumda daha da azdı.Nihayet aradan çok geçmeden Ecevit hükümeti düşürüldü ve Demirel hükümeti kuruldu.Ülkede her gün onlarca genç hayatını kaybediyordu.Türkeş liderliğindeki MHP’nin gençlik örgütleri,resmi devlet güvenlik güçlerinin silah da dahil, her türlü gizli desteğini yanlarına alarak, tüm sol görüşlülere karşı savaş verirken,alevi inancının yoğun olduğu illerde Alevilere karşı toplu katliamlara başladılar.Çorum’da,Erzincan’da,Kahramanmaraş’ta alevi mahallelerine baskın düzenleyen ülkücüler,savaş alanlarında düşmanların yaptıklarından geri kalmayacak bir anlayışla, yaşlı, çoluk çocuk,genç kadın demeden yüzlerce insanı katlettiler.Bu durumda ülkenin kısa süre içinde iç savaşa başlayacağı kesin görünüyordu.Tüm bu olaylar gelişirken ordu sessizliğini korumakta,sanki olayların dönülmez bir noktaya ulaşması için özellikle bir önlem alma çabasına yönelmemekteydi.Halk bir an önce ordunun yönetime el koymasını açık açık dile getirmeye başladı.O dönemin ordu komutanlarının amacı da bu olsa gerek,on iki eylül bin dokuz yüz seksen de askeri bir darbe yaparak,ülke yönetimine el koydu.Ülkedeki kaos ortamı da birkaç gün içinde bıçakla kesilmiş gibi sona erdi.
Piyasada bulunamayan temel ihtiyaç malları birden bire bollaştı.Hiç bir malın yokluğu çekilmez oldu.Ancak iş başına gelen askeri cunta yönetiminin kabul ettirdiği anayasa insana zorla giydirilen dar bir palto gibiydi.Ülkede ne kadar ilerici,aydın fikirli,düşünen,fikir üreten,bilimsel düşünceye sahip insanı varsa onları susturmakla,dini ağırlıklı bir yapılanma ile ülkenin durulacağını,her şeyin güllük gülistanlık olacağını sandı.İmam Hatip okullarının artmasını teşvik ederek,teknik ve düz liselerin önem yitirmesine seyirci kaldı.Dinci akımlar,gericiler bu ortamda gelişip palazlandı.Daha sonra gelen hükümetler de aynı yoldan yürüdüler.Dini siyasete alet ederek inançlı masum insanları kandırarak oy almanın cazibesini gören siyasi partiler, bu alanı sonuna kadar kullanmaktan geri durmadılar.Ülkede cemaatler,din bezirganları geçerli akçe oldular.Bu anlayış ülkeyi adım adım Recep Tayyip Erdoğan kadrosunun iktidar olmasının yolunu açtı.Bu kadro hükümet olduktan sonra da yurdun tüm temel değerleri bir bir yok edilmeye çalışılarak, ılımlı İslam adı ile ortaya konan layt bir İslam devleti olmanın önü açıldı.Atatürkçü olmak,ulusçuluğu savunmak,ülkenin birlik ve beraberliğini savunmak suç işlemekle eşdeğer sayıldı.Ergenekon adında uyduruk bir terör örgütü yaratılarak,hükümetle işbirliğini kârlı bir alan sayan ya da hükümetle aynı kafada olan savcı ve hakimlerle,ülke genelinde bir baskı ortamı sağlandı.Yazarlar,çizerler,muhalif gazeteciler,sanatçılar,akademisyenler,türbana taviz vermeyen rektörler,çağdaş bir gençlik yetiştirmeyi amaçlayan yardım kuruluşlarının yöneticileri,emekli ya da muazzaf subaylar,emekli kuvvet komutanları birer beşer içeri alındı.Hiçbir suç delili olmadan içeri alınan bu değerli insanlar sorgusuz sualsiz hapis yatmakla yargısız infaza tabi tutuldular.Başkent üniversitesinin kurucusu ve rektörü Mehmet Haberal gibi dünyaca ünlü bir bilim insanı ile ömrünü lepra ile mücadeleye adamış,bu hastalığın kökünü kazıma başarısı göstermiş,daha sonra kendisini eğitim gönüllüsü olmaya adamış,ülke genelinde elli binden fazla yoksul öğrenciye burs verme başarısı yakalamış ama kendisi kanser gibi amansız bir hastalığa yakalanmasına rağmen, çalışmalarından asla geri durmayan profesör Türkan Saylan’ı bile Ergenekon terör örgütü ile ilişkilendirmekten geri durmayan bu hükümet tam bir faşizm uygulamaya devam ediyor.Hükümetle aynı çizgide yer alan medya,siyasi kadroyu eleştirebilme cesareti gösteren insanları hedef göstererek, savcı ve hakimlerle işbirliği yapmaya başladılar.Yandaş medya adı verilen bu medya grubu, hükümet tarafından sonuna kadar desteklendi.Artık Atatürk’ün Türk ulusuna nihai hedef olarak gösterdiği çağdaş uygarlık, hedef olmaktan çıkarıldı ve yerine bağnazlık,tutuculuk,gericilik,dincilik egemen oldu.Şimdi yıl iki bin dokuz ve durum bundan ibaret.Düşünen,üreten,bilim yolundan başka aydınlanma biçimine sıcak bakmayan insanlar, geleceğe daha karamsar bakmaya başladılar.Bakalım gelecek ne gösterecek?
Bin dokuz yüz yetmişli yıllardan, birden bire günümüze yani iki bin dokuza atladık ama sanıyorum okuyucu bunun nedenini anlayabilir.Zira yaklaşık otuz -kırk yıl önceden bu günlerin hazırlıklarının yapıldığı apaçık ortada değil mi?Zaten güzelim ülkem ta çok partili sisteme geçilme aşaması olan bin dokuz yüz elli yılından beri dincilikten kişisel çıkar sağlamayı amaçlayan sağ siyasi iktidarların elinden bir türlü kurtulamadı.Bundan sonra da kurtulma şansı yok gibi.Ama biz asıl öykümüz dönelim;yani yetmişli yıllara.
Bin dokuz yüz yetmiş beş yılının aralık ayının yirmi dördünde dünyalar güzeli bir kızımız oldu.Adını Emel koyduk ama bacanakların arzusu üzerine Ayşin ikinci adı ile çağırır olduk.Annesi gibi yuvarlak yüzlü ve buğday tenli, uslu mu uslu bir çocuk olan kızımız, önemli bir rahatsızlığı olmadığı sürece bizi hiç üzmeden büyüdü.Karnı tok altı kuru olduğu sürece saatlerce uyuyor asla sesi çıkmıyordu.Öyle ki bazen sevmek,okşamak için uykudan zorla uyandırdığım olurdu.Ancak bademcikleri sık sık iltihaplanıyor,ateşi yükseldikçe bizi endişelendiriyordu.Yılda üçbeş defa tekrarlayan bu rahatsızlığından temelli kurtulmak amacıyla Tokat’a kulak burun boğaz hastalıkları uzmanına götürdük.Kızımın bademciklerini al dememize karşılık doktor,bir boğaz kültürü yaptırıp öyle karar verelim dedi.Tahlil sonunda almayı gerektirecek,hastalık mikroplarının başka organlara zarar veren türden olmadıklarını ve on yaşını geçtiğinde bu sorunun kendiliğinden geçeceğini söyleyen doktor bizi ikna ederek geri gönderdi.Soğuk ve değişken hava koşullarında kızımıza daha iyi koruma yapabilirsek bademciklerinin şişmeyeceğini anlattı.Yapacak bir şey yoktu ve doktora uymak zorundaydık.Nitekim giderek bu sorun azaldı ve on yaşını geçtiğinde bir daha görülmez oldu.
Kızım köyde kaldığımız süre içerisinde bir kez ciddi bir rahatsızlık geçirdi.Aslında hayati tehlike yaratmayacak türden bir rahatsızlık olan idrar yolları iltihabına yakalandı ama şehre gidip gelme güçlüğü ve o sıralarda yaşanan çok olumsuz kış koşulları, tedavi yolunu geciktirince hastalığı arttı.Bir an önce iyileşmesi için bir doktora götürmemiz gerektiğini düşünüyordum.Ancak yaklaşık yüksekliği bir metreyi bulan kar yüzünden köyün otobüsü günlerdir köye çıkamıyordu.Otobüs beş kilometre daha aşağıda olan Kızılca köyde kalıyor,zorunlu olarak şehre inmek durumunda kalan insanlar, o köye kadar yürüyerek gidiyorlardı.Hasta kızımı bu soğukta beş kilometre uzaklıktaki köye kadar,at ya da eşek sırtında götürmeyi göze alamazdım.Bir çare bulmam gerekiyordu.Belki hava koşullarında hızlı bir iyileşme olur,otobüs ya da başka bir araç köye kadar çıkabilir diye ümitle birkaç gün geçirdik.Ne yazık ki traktör dışında köye araç gelmedi.O gün son dersten çıktıktan sonra merakla eve girdiğimde kızımın hastalığının daha da ağırlaştığını gördüm.Eşim gözünü açmadan,hiçbir şey yiyip içmediğini söyleyince artık duramayacağımı anladım.Ne yapıp edip bir araba getirmeli ve kızımı doktora ulaştırmalıydım. Akşam yakın olmasına rağmen bulunduğum köye yaklaşık on beş kilometre uzaklıkta olan eski adı ile Maşat,yeni adı ile Yalınyazı köyünden bir taksi getirmekten başka bir çözüm yolu görünmüyordu.Her taraf karla kaplıydı ve sıcaklık gündüz bile sıfırın çok çok altındaydı.Yanıma çok yakın komşularımdan Rıza’yı alarak yola çıktım.
Rıza güçlü kuvvetli,iri yapılı ve hareketli bir yapıya sahipti.Yerinde duramayan,işi olmasa bile akşama kadar evi ile köy meydanı arasında mekik dokuyan biriydi.Nereden öğreniyorsa köydeki her konudan haberi olduğu için ‘balcı’ olan lakabına bir de ‘gazeteci’ eklenmişti.Herkes onun ayaklı gazetecilik yaptığını söyleyerek eğlenirdi.İki evliydi ve eşlerinden birer kız çocuğu sahibiydi.Bir erkek evladı olmadığına üzülürdü.İkinci eşinden ikinci çocuğunu beklerken erkek olacağı varsayımı ile doğacak çocuğun adını Murat olarak tasarlamış ama bebeğin kız olduğunu görünce Muradiye olarak değiştirmişti.İşte bu Balcı Rıza ile ailece iyi anlaşabiliyorduk.Sık sık karşılıklı ziyaretlerde bulunur,hoşça vakit geçirdiğimiz bu ziyaretlerden büyük bir keyif alırdık.
Rıza yolumuzun uzun ve riskli olduğunu söyleyerek çok sıkı giyinmemizi ve birer tüfek almamızı önerince hiç itirazım olmadı.Zira o bir dağ köylüsüydü ve bu yörenin koşullarını en iyi o bilirdi.Aslında uzunca bir yolculuğa çıkılacak zaman değildi ama benim kızımın sağlığı söz konusu olduğu için hiç sesini çıkarmadan kısa sürede hazırlandı ve yola koyulduk.
Kış günleri kısacıktı.Saat on altı sularında ortalık kararmaya başladı.Biz ise henüz yolun başındaydık.Kozdere’den Kızılca’ya doğru uzanan yolu izlemiş olsak yolculuğumuz belki daha az riskli olurdu ama Yalınyazı’ya daha geç ulaşabilirdik.Malum,araba yolu daha dolambaçlı ve uzundu.Biz en kısa hattı izleyerek dere-tepe demeden,yokuş-iniş önemsemeden, bir an önce oraya ulaşmak istiyorduk.Bu yüzden köyün hemen aşağısındaki dik meyilli bölümü geride bıraktığımız andan itibaren ana yoldan ayrıldık.Şimdi Ormanın başlangıç noktasından akan dereyi izleyerek önce Tekke Köyü’ne ulaşacak daha sonra bağlar yolundan Yalınyazı’ya gidecektik.Balcı Rıza bu yörenin çocuğu olarak bu yollardan defalarca gidip gelmiş olduğunu söylüyordu.Yani onun söylediğine göre biz en kısa olan güzergâhı izliyorduk.
Hava kararmış olmasına rağmen ortalık zifiri karanlık değildi.Yüksekliği bir metreyi aşkın olarak her tarafı kaplamış olan karın beyazlığı ,gece karanlığının şiddetini azaltıyor, bize belli bir görüş alanı sağlıyordu.En azından bastığımız yeri seçebiliyorduk.Ağaçları,yükseltileri,dere yatağını ve hareketli nesneleri az çok görme olanağımız vardı.Gerçi yanımızda birer el fenerimiz vardı ama bunları kullanma gereği duymadan yürüyebiliyorduk.Ellerimizde eldivenler vardı.Tüfeklerimizi her an ateş edecek şekilde hazır tutuyorduk.Ne ile karşılaşacağımızı bilemeden yürümek içimizde bir tedirginliğe neden oluyordu.Nitekim iki köy arazisinin kesim noktası konumundaki küçük dereye yaklaştığımızda, ilerideki tarlanın ortalarında bir yerlerde hareketli varlıklar görmek bizi heyecanlandırdı.Bunların kurt mu köpek mi olduğunu anlayacak durumda değildik.Tam yolumuzun üzerinde duruyorlardı.Bir an ne yapmamız gerektiğini düşündük. “Rıza bunlar kurta benziyor,köpek olsalardı mutlaka havlarlardı” dedim. “Haklısın hoca,büyük ihtimalle bu bir kurt sürüsü.Şimdi ben onlara doğru ateş edeceğim,sen de hazır ol,gerekirse sen de ateş edersin” dedi.Amacımız kurtları öldürmek değil onları korkutup yolumuzun üzerinden çekilmelerini sağlamaktı.Rıza nişan almadan,o yöne doğrulttuğu tüfeği ateşledi.Tüfeğin namlusundan çıkan ateşle bir an ortalık aydınlandı ama kısa bir süre sonra hiçbir şey göremez olduk.Zira karanlığa alışan gözlerimiz ışığın etkisi ile körleşmiş gibiydi.Ben tüfeğimi sıkıca tutarak her an ateş edecekmiş gibi bekledim.Az sonra gözlerimiz karanlığa uyum sağladığında karşımızdaki canlıların ormana doğru uzaklaştıklarını hayal meyal görebildik.Bu bizi rahatlattı.Artık yola devam etmekte bir sakınca yoktu.Tüfeğin çıkardığı gürültü hayvanları korkutmuş olmalıydı. Çevreye daha çok dikkat ederek yürümeye devam ettik.
Tekke Köyün’nden geçerken birkaç köpeğin saldırısını önemsemeden ve hızımızı kesmeden yürümeye devam ettik.Köpeklerin bize bu kadar yakın olmaları korkudan daha çok güven hissi verdi.Zira bu köpekler olmasa köyleri kurtlar basardı.Köyü geride bıraktığımızda hiçbir yol belirtisi olmadan ilerlerken içimden acaba doğru yönde gidiyor muyuz diye kuşku dolu düşünceler geçiyordu.Ben Rıza’ya güveniyordum.Çünkü bu yoldan çok gidip geldiğine inanıyordum.
Karda yürümek zordu.Bazen yüzeyi buz tutmuş olduğu için kayarak düşme tehlikesi geçirirken bazen de tipinin doldurduğu çukur alanlara rastladığımızda göbeğimize kadar kara saplanıp kalıyorduk.Bata çıka ilerlemek bize zaman kaybettiriyordu.Acele etmezsek gece on ikiden önce Yalınyazı’ya ulaşamayacaktık.Tüm gücümüzü kullanarak olabildiğince hızlı yol almaya çalışmak dondurucu soğuğa rağmen terlememize neden oluyordu.
Birkaç küçük tepe aştık,birkaç suyu donmuş dereden geçtik, sonra bir ağaçlık alana girdik.Rıza, burasının Yalınyazı’nın bağları olduğunu söyledi.Çevresi oldukça yüksek duvarlarla çevrilmiş bağlar arasından geçen dar yolda ilerlerken bana sanki bu yol hiç bitmeyecek gibi gelmeye başladı.İçimdeki karamsarlık büyüdü.Kızımı düşündüm.Biz köyden ayrılalı yaklaşık iki saatten fazla bir zaman olmuştu.Acaba durumu şimdi nasıldı?Köyde yaşamanın,köyde görev yapmanın,köy öğretmeni olmanın zorluğunu hiç bu kadar içimde hissetmemiştim.Şimdi ilçelerde,illerde,Ankara-İstanbul’da veya herhangi bir büyük kentte görev yapan diğer devlet memurları benim ya da ailemin katlandığı bu durumla karşılaşmış olmayı düşlerinde bile görebilirler miydi?Düşlerinde görseler gerçek hayatta böyle güçlüklerin olabileceğine ihtimal verebilirler miydi?Sanmıyorum.Bu koşulları yaşamayan birilerine bu yaşadıklarımı anlatsam belki asla inanmazlar ve hatta alay ederek gülüp geçerler ama ben ve biz bunları fazlasıyla yaşadık.Öyle ki bu yaşadıklarımı şimdi anlatırken ben bile gerçekleri tam olarak okuyucuya yansıtabilecek bir etkinlikle anlatabildiğime inanmıyorum.Zira olaylar anlatılır ama duyguları anlatmak,hissettirmek çok zor.Duygular sözle anlatılmaz, yaşanır.Biz yaşadık.
Yalınyazı’ya ulaştığımızda saat yirmi üç otuz beşti.Yani gece yarısına sadece yirmi beş dakika kalmıştı.Köyde ışığı yanan birkaç evin dışında hayat belirtisi yoktu.Rıza, köy ortasında bulunan kahvehaneye gitmemiz gerektiğini zira orada henüz oyun oynayan birilerinin bulunabileceğini söyledi.Gerçekten de kahvehaneden dışarıya yansıyan parlak lüks ışığı,henüz bir takım insanların oturmakta olduğunu anlatıyor gibiydi.Nitekim kapıdan içeri girdiğimizde ortadaki sobaya en yakın duran bir masa etrafına toplanmış altı yedi kişi bizi ilgi ile karşıladılar.Rıza’yı hemen hepsi tanıyor olmalıydı.Kalkıp hoş geldin derken,içlerinden bir kaçı, “hayırdır Rıza, gündüzler çuvala mı girdi,bu saate nereden geliyorsunuz?” diye sordular.Rıza beni tanıttı. “Hocanın çocuk hasta,bize bir araba lazım.” Dedi.Birer bardak çay içerken durumu daha iyi anlatmaya çalıştık. ‘Sarı’ lakaplı taksici biraz önce evine gitmiş. “Henüz yatmamıştır,ben çağırayım” diyen kahveci dışarı çıktı.Oturmak yorgunluğumun derecesini açığa vurmuştu.Her tarafım sızlıyordu.Tüm bedenim günlerce işkence görmüş gibi dökülüyor,kendimi nasıl ayakta tutabileceğimi bilemiyordum.Uzun zamandan beri böyle bir yol yürümemiştim.Ayrıca yol koşulları yaşamım boyunca karşılaştığım en olumsuz koşullardı.Sıcağın etkisi ile gevşeyen yorgun bedenimi dik tutabilmek için müthiş bir çaba harcıyordum.Kendi kendimle mücadele ederken biraz önce kapıya çıkan kahveci uzaktan tanıdığım Sarı ile birlikte tekrar içeri girdi.Selamlaşma ve açıklama faslını kısa tuttum.Sarı “hocam,köye çıkabilecek miyiz?Traktörler az çok iz yapmıştır ama benim arabanın altı ortalarda kara sürtünürse köye çıkamayabiliriz.Ama her ne olursa olsun deneyeceğiz.Gidebildiğimiz kadar gider,kaldığımız yere hastayı getirir geri döneriz” dedi.Sarı’nın bu gözü pekliği içime su serpti.Ben itiraz edeceğini ve sabahı beklememizi önereceğini sanıyordum.Orada bulunanlara teşekkür ederek dışarı çıktık.
Sarı’nın anadol marka bir taksisi vardı.Anadol o günlerin en popüler arabalarındandı.Rıza Sarı’nın yanına oturdu,ben arka koltuğa.Yalınyazı köyü bir ovanın ortasında yer alıyordu ve yolunun kapanması söz konusu olmuyordu.Biz Kızılca Köy’e kadar sorunsuz gidebileceğimize inanıyorduk.Çünkü bu ara yollarda otobüs ve diğer araçlar gelip gittiği için yollar açıktı.Bizim yol sorunumuz Kızılca’dan sonra başlıyordu.
Yollar cam gibi buzla kaplıydı ve gecenin karanlığını delip geçen far ışığında pırıl pırıl parlıyordu.Anadol ilerlemekte çok zorlanıyor sık sık patinaja tutuluyor bazen de sağa sola savruluyordu.Yanlarda yükselen kar yığınları olmasa çoktan bir dereye yuvarlanmış olurduk.Zira nasıl yalpalarsa yalpalasın araba bir kar yığınına saplanarak duruyordu.Arabayı saplandığı yerden çıkarıp yeniden yola koyulmak ise oldukça zaman kaybına neden oluyordu.Kızılca Köyü geride bıraktığımızda saat bir buçuğa geliyordu.Oysa Kızılca ile Yalınyazı arası yaya olarak da bir saatte gidilebilecek kadar,yani en çok beş kilometrelik bir yoldu.Oysa biz araba ile bir saatten daha uzun bir zaman diliminde Kızılca’ya ancak ulaşabilmiştik.
Asıl zorluk bundan sonra başlıyordu.Çünkü Kızılcaköy’den itibaren yollar hem daha dar hem de inişli çıkışlı bir hal alıyordu.Ayrıca Tekke Köy yolu ayrımından yukarıya traktör dışında taşıt aracı gitmediği için yollarda çok daha fazla kar yığınları olduğu kesindi.Sarı, tüm becerisini ve dikkatini ortaya koyarak arabayı ilerletmeye çalışırken,benim içimdeki korku ve tedirginlik bedenimi buz kesmiş gibi donduruyordu.Oturduğum arka koltukta,her an bir yerlerde kalacağımız duygusu ile kemikleşen vücudum arabanın her savruluşu ile kırılıp dağılıyormuş gibi gevşiyor sonra tekrar eski durumuna geri dönüyordu.Yolun beni en çok endişelendiren bölümü Tekke Köy ayrımından hemen sonra başlayan ve bir tarafı dere diğer tarafı dağla sınırlı dar yoldan geçip geçemeyeceğimiz düşüncesi idi.Nitekim oraya ulaştığımızda nefes bile almaktan çekinerek arabanın sesine ve hareketine odaklandım.Araba bir bağırıyor bir sessizleşiyor,bu arada çıkardığı sesle uyumlu olarak yavaşlayıp hızlanıyordu.Sarı’nın cesareti ve sabrı her türlü övgüye değerdi.Hiç bir şekilde duygularını belli etmiyor ama sanki, komutası elinde olan arabası onu duyan canlı bir varlıkmış gibi “haydi oğlum,haydi aslanım,haydi durma,yürü be oğlum,yaşa be..” gibi sözcükler mırıldanıyordu.Sonunda en korkulan bölümü kazasız belasız arkada bırakarak gittikçe dikleşen Kozdere yolunda ilerlemeye başladık.
Köyle aramızda yaklaşık üç dört kilometrelik bir mesafe kalmıştı.Tahmin ettiğimiz gibi traktörlerin açtığı iki derin çukur dışında herhangi bir iz yoktu.Yol olup olmadığı da kesin belli değildi.Taksi traktör izlerinde ilerlemeye çalışırken ortada yığılı karı bir grayder gibi önünde toplamaya başladı.Kısa bir süre sonra da yürüyemez oldu.Zira önündeki kar neredeyse arabanın ön kaportasından daha yüksek bir hal almıştı.Sarı, bu durumla karşılaşabileceğini biliyormuş gibi, bagajda bir kürek bulundurmayı uygun görmüş olmalı ki arabadan inerek küreği çıkardı ve arabanın önünde yığılı olan karları temizlemeye başladı.Rıza ile ikimiz de ayaklarımızı kullanarak, orta yerlerde yüksekliği yarım metreyi bulan ve giderek artacağı anlaşılan karla savaşmaya başladık.Yeteri kadar önümüzü açtığımızı düşünerek arabaya doluştuk ve Sarı arabayı yürütmeye çalıştı.Araba olduğu yerden bir türlü ileri hareket edemiyordu.Belli ki patinaja tutulmuştu.Rıza ile arabadan inerek arkadan iteklemeye başladık.Arka tekerlekler olduğu yerde delicesine dönerken,altındaki karı arkaya doğru fırlatıyor ve yüzümüze birer tokat gibi çarpmasına neden oluyordu.Yolda çakılıp kalmamak için ben arabadan daha çok emek sarf ediyordum.Tüm gücümle arabayı ileri doğru yürümesi için iteklerken yüzüme, gözüme, ağzıma dolan kara aldırmamaya gayret ediyordum.Çabamız olumlu sonuç verdi ve araba hareket etti.Araba bir daha durmamalıydı, zira durduğu yerden kalkamıyordu.Çünkü durduğu an arabanın ağırlığından kaynaklanan baskı sonucu tekerlekler altında sulanan kar tabakası anında buzlaşıyor ve bu durum arabanın tekrar ilerlemesini engelliyordu.Araba ilerliyor, Rıza ile arkasından koşarak ona yetişmeye çalışıyorduk.Bir süre bu şekilde yol aldık.Aslında arabaya binmiş olsak ağırlık artacağı için tekerleklerin daha iyi yol tutmasına yardımcı olabilecektik ama bir türlü binemedik.Önümüzdeki kısa düzlüğün ardından başlayan bir başka yokuşta araba tekrar durdu.Gene önüne kar yığılmış,kaportası neredeyse kar altında kalmıştı.Bir önceki hareketler tekrar yaşandı.Karı temizledik.Patinaja tutulan arabayı omuzlayarak yürümesini sağladık.Bu kez daha çevik davranarak henüz hızını artıramadan her iki yanlardaki kapılardan arabaya binmeyi başardık.Yolun bu kesiminde kar daha az gibiydi.Bunun nedeni rüzgarın yoldaki karları aşağılara savurmuş olmasıydı.Bu durum bizim epeyce sorunsuz ilerlememize yardımcı oldu.Ancak köye bir buçuk iki kilometre kala başlayan dik yokuşun başlangıcında artık ilerlememizin olanaksız olduğunu gördük.Buradan bir adım bile ileri gitmenin asla mümkün olmadığını anlayınca ne yapabileceğimizi düşündük.Sarı,”siz gidin ve çocuğu buraya kadar indirin,bundan başka yapacak bir şey yok.”dedi.Saat ikiyi geçmişti ve öylesine bir dondurucu ayaz vardı ki ağzımızdan burnumuzdan çıkan buhar anında buza dönüşerek bıyıklarımızdan aşağı sarkıyordu.Sarı’nın tek başına burada kalmasını doğru bulmadık.Hep birlikte köye giderek durum değerlendirmesi yapılmasının ve eğer kızımın durumu sabahı beklemeye uygunsa sabahı beklemenin daha doğru olacağına karar verdik.Sarı arabanın kapılarını kilitledi.Hep birlikte yola koyulduk.
Eve ulaştığımızda saat üçe geliyordu.Doğrudan bizim oturduğumuz lojmana gittik.Kapıyı tıklatır tıklatmaz eşim kapıyı açtı.Belli ki uyumamıştı ve bizi bekliyordu.İlk sözüm “Ayşin nasıl,rahat mı?” oldu. Eşim alçak sesle, “iyi,iyi,uyuyor,ateşi azaldı,uyumadan da bir şeyler yedi.”deyince sırtımdaki tonlarca ağırlığın bir anda kalktığını ve yok olduğunu hissettim.Rıza, “öyleyse en iyisi sabahı beklemek,Sarı ile bizim eve gidelim,gerekirse sabah erkenden şehre gidersiniz,” dedi.Doğru olan da buydu. “Tamam,” dedim, “sabahı bekleyelim.” Gittiler.
Sabah erkenden uyanan kızımın durumunu dikkatle inceledim.Ateşi düşmüş yüzüne renk gelmişti.Deme ki hastalığı yenmiş olmalıydı.Gülümseyerek bana bakması ve sorularıma yanıt vermesi beni çok rahatlattı.Ancak gece boyu çektiğimiz onca zorlukla köyün aşağısına kadar getirdiğimiz araba orada dururken doktora gitmekten vazgeçmenin doğru olmayacağını düşündüm.Kızımın iyileştiğini bir doktorun ağzından duymadıkça içim rahat etmeyecekti.Eşime ilçeye gitmek üzere hazırlanmasını söyledim.
Rıza ile Sarı saat sekizde geldiler.Kızımın durumunu sordular, “iyi” dedim, “gene de doktora gitmekten vazgeçmedik.Hemen yola çıkabiliriz.” Sarı, “çocuğun rahatsızlığı geçtiyse gitmeniz gereksiz.Eğer beni düşünerek böyle karar verdiyseniz hiç gerek yok,nasıl olsa bana müşteri çıkar,siz üç beş kuruş benzin parası verdiniz mi tamam.” Dedi. “Hayır,bir doktorun görmesini istiyorum,biz hazırız,hemen yola çıkalım,” diye yanıtladım.Eşim kızımı çok güzel sarmıştı.Üşütme olasılığı yoktu.Kızımı kucağıma aldım ve yürüdük.Kızımın yaşadığı ve bize yaşattığı bir kış macerası böylece sona erdi.
Kozdere ‘de kaldığım yıllar içinde bir başka ilginç öykü de ilk kez bir televizyon izlemeye çalışmamız olmuştu.Bitişik lojmanda oturan öğretmen arkadaşım Rıza,ileriye dönük bir hazırlık olmak üzere otuz yedi ekran, siyah beyaz özellikli bir televizyon almıştı.Ülkemizde televizyon yayınları yaygın değildi.İlçe merkezinde yeni yeni kullanılmaya başlayan televizyonlar henüz çok az ailenin alabileceği kadar pahalı ve lüks bir tüketim aracıydı.Müşterisi yoğun olan kahvehaneler aldıkları televizyonu gelirlerini daha çok artırma amacıyla kullanıyor,televizyonlu kahvehanelerde çaylar diğerlerinin iki katı fiyatına satılıyordu.Buna rağmen televizyon denilen aleti merak eden halk akın akın buralara doluşuyorlardı.
Evlerine televizyon alacak kadar varlıklı aileler için televizyon sahibi olmak bir övünç kaynağı olmasının yanında,asıl amaçları televizyon izlemek olan komşuların ziyaret baskınları onları canlarından bezdiriyordu.Çünkü her akşam televizyonlu evler televizyon izlemek isteyen komşuların zoraki akınına uğruyordu.Bu durum önceleri televizyon sahiplerine bir itibar kazandırmış gibi algılanarak gelenlere hoşgörü ile yaklaşılsa da daha sonra komşuluklar arasında bir takım kırgınlıklar yaşanmasına neden olmaya başladı.Zira insanlar televizyonlu evlere o kadar çok sıklıkla ve yoğun olarak toplanıyorlardı ki bu durum ev sahiplerini çileden çıkarıyordu.Gelenlere engel olmanın yolları arandı.Bazen televizyonun sakat olduğu,bazen evde hasta bulunduğu bahaneleriyle komşular geri çevrilmeye başlandı.Bu durum elbette komşular arasında hoş karşılanmadı.Neden içeri alınmak istemediklerini tahmin ettiklerinden kırgınlıklar arttı.
İşte tam o sıralarda Kozdere gibi ilçeden kırk kilometre uzaklıktaki bir köyde televizyon izleyebilmenin çekiciliği insanları okula olan ilgiyi artıracaktı.
Türkiye genelinde yayın yapan tek kanallı TRT televizyonu yurdun her köşesinden izlenebilecek kadar güçlü değildi.Hatta büyük kentlerin dışında kalan yerleşim yerleri yayınları izleyebilmek için özel yansıtıcılar kurmak zorunda kalıyorlar, ancak bu tür yayınların kapsama alanları o yerleşim yerinin genişliği kadar oluyordu.Köyler bu olanaklardan yararlanma şansına sahip değillerdi.
Bizim elimizde televizyon olmasına rağmen yayın alanı dışında kaldığımız için izleme olanağımız yoktu.Buna bir çare bulabilir miyiz düşüncesi kafamızı meşgul etmeye başlayınca bir takım deneyimler yapmaya karar verdik.Lojmanların yanına yakın olan bir kavak ağacı vardı.Bu ağacın tepesine bir televizyon anteni yerleştirirsek zayıf da olsa yayınları izleyebileceğimizi düşündük.Bu düşünceden hareketle ağaca iyi tırmanma becerisi olan bir delikanlı anteni kavağın tepe noktasına yakın bir yere bağladı.Ağaçla dersliklerin arası yaklaşık elli altmış metre kadardı.Antenden en yakın dersliğe kablo uzattık.Televizyon araba aküsü ile çalışma özelliğine sahipti.Traktör sahiplerinden bir akü temin ettik.Televizyonu sınıfın bir köşesine yerleştirdik.Rıza Hoca bir yayın yakalamak için televizyonun düğmeleri ile uğraşmaya başladı.Orada hazır bulunan en az on beş kişi merakla ekrana bakıyorduk.Ara sıra ekranda bir gölge beliriyor ama ne olduğunu tam olarak anlayamadan tekrar kayboluyordu.Uzun uzun uğraşmalardan olumlu bir sonuç alamayınca anteni takan genci tekrar ağaca tırmandırdık.Antenin yönünü değiştirmesi gerektiğini düşünmüştük.Antenle derslik arasına yerleşen bir başkası Rıza Hoca’nın komutlarını ağaçtaki gence iletiyordu.Hoca “sağa çevir,sola çevir,”dedikçe anten istenen yöne çevriliyordu.Bir an Rıza Hoca “kal böyle” diye bağırınca herkes bakışlarını umutla ekrana kilitledi.Ekranda bir şeyler vardı ve ses net olarak duyuluyordu.Galiba haber saatiydi.Tok bir ses o günle ilgili gelişmeleri anlatıyordu.Herkeste bir sevinç, bir heyecan baladı ki görülmeye değerdi.Sanki çok büyük bir keşifte bulunulmuştu.Ekrandaki görüntünün ne olduğu tam olarak seçilemiyordu ama kar tanelerine benzer oluşumlar arasından bir şeylerin kayıp gittiği seçilebiliyordu.Bu bile bize büyük bir olay gibi geliyor, içimiz içimize sığmıyordu.Herkes televizyon seyrettiği için heyecandan bas bas bağırıyordu.Oysa ne doğru dürüst bir görüntü vardı ne de bir şey anlayabiliyorduk.Buna rağmen ekranda beliren gölgeleri kendimizce bir şeylere benzeterek kendimizi avutuyorduk.Bu gün izlenebilen yüzlerce televizyon kanalının net görüntüleri ile o günleri karşılaştırınca aradan geçen yıllar içerisinde ne büyük bir gelişme olduğunu takdirle karşılıyorum.
Kozdere’de kaldığım on yıl içerisinde güzel anılarım olduğu kadar olmasını hiç istemediğim acılı ve üzüntülü günlerimiz de oldu.O yıllarda ülke genelinde yaşanan sağ sol çatışmaları tüm yaşamımızı etkiliyordu.Bin dokuz yüz yetmiş altı ile seksen arası çok çalkantılı geçti.Yurdun her tarafında görülen şiddet eylemleri sonucu günde en az yirmi-otuz genç yaşamını yitirmekteydi.Siyasi partilerin başında bulunan Süleyman Demirel,Alparslan Türkeş,Bülent Ecevit,Necmettin Erbakan arasında bir türlü anlaşma sağlanamıyor,tüm liderler yangına körükle gidercesine,verdikleri demeçlerle ortamı daha çok geriyorlardı.Çatışmalar genellikle ülkücü adı ile anılan Milliyetçi Hareket partisinin gençlik kolları ile kendilerini sol çizgi savunucuları olarak tanımlayan ilericiler arasında kıran kırana bir savaş biçimindeydi.Ülke genelindeki tüm farklı çizgide yer alan dernek ve sendikalar,meslek örgütleri kendi fikirlerine yakın gördükleri yapılara destek olarak, teröre dur demek yerine özendiren bir tavır sergiliyorlardı.
Yurdumuzdaki nüfus yoğunlukları bazı illerde daha fazla olduğu bilinen aleviler, sağcılar ve bilhassa Türkeş taraftarlarınca kominist damgası ile yaftalanıyor,üzerlerindeki baskılar şiddet boyutuna çıkarılıyordu.Bin dokuz yüz yetmiş yedi yılı akan kanın çoğaldığı ve bir iç savaş görüntüsünün ortaya çıktığı yılların başlangıcı oldu.Önce bir mayıs işçi bayramında Taksim meydanında toplanan işçilerin üzerine kimliği belirlenemeyen karanlık ellerin ateş etmesi sonucu çıkan kargaşa sonucu otuz dört insanın ölümü ile başlayan toplu kıyımlar,Çorum,Sivas,Kahramanmaraş,Erzincan,Amasya ve Tokat illerinde alevi mahallelerine yapılan kanlı kıyımlarla son kertesine ulaşıyordu.Gözü dönmüş ülkücü gençler buralarda öylesine bir vahşet uygulamışlardı ki savaş dönemlerinde düşman askerlerinin yaptıklarından aşağı kalır tarafı yoktu.O yerleşim yerlerinde evlerini tespit ettikleri Alevileri,kadın,erkek,bebek ya da çocuk farkı gözetmeksizin hunharca, vahşice,kan akıtmaktan zevk alan canavarlar gibi yok etmeye çalıştılar.Hükümet güçleri bu saldırıları önlemede yetersiz kaldı.Aslında devletin güvenlik güçlerini oluşturan polis teşkilatında kümelenen bazı sağ görüşlülerin,olayları önlemeye yönelik önlemler almak bir yana,bu katliamları destekledikleri görüldü.Aynı ırkın evlatları basiretsiz siyasilerin yönlendirmeleri ile birbirine kırdırılıyor,ancak burada en çok kıyıma uğrayanlar öz be öz Türk olan,Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’e ilk sahip çıkan ve sonuna kadar vatanı için çalışarak,yurdun kurtarılmasında en büyük paya sahip olan, aleviler oluyordu.Türkeş, açıktan açığa gençlik kollarını bu terör konusunda sonuna kadar desteklerken,Başbakan Demirel, “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz,” diyerek gene o kesime destek olmaktan çekinmiyordu.Ordu kendisine yetki verilmediği gerekçesi ile etkili bir tutum içine girmek istemiyor görüntüsü veriyordu.Ülke gerçekten çok büyük bir kaosa doğru son hızla ilerlemekteydi.
O zamanlar ben TÖB-DER üyesiydim.Daha önce TÖS üyesi iken bu öğretmenler sendikasının kapatılması ile kurulan derneğin üyesi oldum.Benim dünya görüşüm fanatik bir çizgiyi sahiplenmeme engeldi.Ben uçlarda olamazdım.Sol görüşü benimsemiştim,her türlü yeniliğe,eleştirel düşünceye,bilime ve medeniyet getirilerine sahip çıkıyor, bu yönde yer alan gruplar arasında olmaya özen gösteriyordum.Her tür kitabı zevkle okuyor bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum.Sosyalizmin temel felsefesini ortaya koyan eserleri okuduğum kadar liberal ve faşist görüşlü yazarların eserlerini de okuyup değerlendirmelerde bulunuyordum.Ben ne Marks’ın işçi diktotaryasını ne de faşizmin burjuvazi hegemonyasını beğeniyordum.Ben daha çok Atatürk’ün ortaya koymaya çalıştığı karma ekonomik modelden yanaydım.Devlet ve özel sektörün birlikte yer aldığı,ekonomik yapılanmaların devlet tarafından sınırlandırıldığı,insanların çabaları,becerileri ve bilgileri ile bir takım mal varlıkları edinebilmelerine olanak tanıyan bir ekonomik çerçevenin uygulanmasını daha doğru buluyordum.Bu fikirlerim o zamanki arkadaş çevremde çok yandaş bulamıyordu.Çünkü bir sosyalizm,kominizm sevdası almış başını gidiyordu.Bu ekonomik yapılanmalar hakkında doğru dürüst bilgiye sahip olmayanlar bile,salt arkadaşlarından ayrı düşünüyor görünmemek için, bu fikirlerin savunucusu gibi görünmeye çalışıyorlardı.Oysa ben körü körüne bir ideolojiye bağlanmak yerine bilen,araştıran,karşılaştırmalar yaparak insan onurunu en üst seviyede tutacak olan ekonomi modellerini tanımak için çabalıyordum.Ortaokul yıllarından beri tadına vardığım okuma aşkı hiç sönmeden aynen ve hatta artarak devam ediyordu.Kitap okumak benim en büyük zevklerimden biriydi. Aldığım maaşın büyük bir bölümünü kitaplığımı zenginleştirmek için harcıyordum.Bu yüzden benim oldukça zengin olan kitaplığımda her tür kitabı bulmak mümkündü.
Ülkede sol görüşlü bazı gençler,küçük çaplı gruplar halinde Amerikan emperyalizmine karşı tavırlarını ortaya koyarken düzenlenen gösterilerde ön plana çıkmaktan çekinmiyorlardı.Bunlar arasında en çok adı duyulanlar,Deniz Gezmiş,Yusuf Aslan,Hüseyin İnan gibi üniversite öğrencileriydi.Bazı Amerikan üstlerinden görevli kaçırma gibi eylemlerle adlarını duyurdular.Türk limanlarını ziyaret etmek üzere gelen yabancı gemileri protesto eylemleri düzenlediler.Devletin tüm güvenlik birimleri bu gençleri ele geçirmek için çırpınırken sol görüşü destekleyen halk kesimleri tam ters yönde çalışarak bu gençleri saklamaya ve korumaya özen gösteriyorlardı.
Köyde görev yaptığım için terörden çok fazla etkilenmiyorduk.Ancak ilçe merkezinde halk iki kesime ayrılmıştı.İlçe merkezinin yüzde otuz beşi alevi inancına sahip insanlardan oluşuyordu.Eskiden beri Zile Alevilerle Sünniler arasında bir çok tatsız olayların yaşandığı bir yerdi.Sünnilerin çoğunlukta olmaları,resmi ideolojinin ve din kurumlarının Sünni inancın yanında yer almaları aleviler üzerinde zaten bir baskı oluştururken,sağ sol çatışmaları bu iki farklı inanç sahiplerini birbirlerinden daha çok uzaklaştırmıştı.Çatışmaların yoğunlaştığı yetmişli yılların sonlarına doğru ilçe neredeyse yaşanmaz bir kargaşa ortamına dönüşmüştü.Her gün alevi ve Sünni kesime mensup insanlar bribirlerine kurşun yağdırı olmuşlardı.İlçenin ana caddesinin hükümet konağına kadar olan kesim Alevilerin geri kalan yerler de Sünnilerin kontrolünde olmak üzere iki bölgeye ayrılmıştı.Çarşıdaki dükkanlar karşılıklı olarak yakılıp yıkılıyor ve yağmalanıyordu.Akşam karanlık basmadan herkes evlerine çekiliyor,zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyor,hatta evlerinde otururken bile en güvenli odada olmaya özen gösteriyorlardı.
Ayda bir kez,yalnızca maaş almak ve aylık gereksinimlerimizi temin etmek üzere ilçe merkezine insek de zaman zaman saldırılara hedef olmaktan kaçınamıyorduk.Hatta bir maaş günü Hüseyin adlı bir öğretmen arkadaşımız,hükümet konağının tam karşısındaki bankanın önünde,kalabalık bir ülkücü grupla karşılaşmış,linç olmaktan ancak kaçarak kıl payı kurtulabilmiş.Oysa bu arkadaşımızın şiddetle hiçbir zaman işi olmamış, şiddete daima karşı olmuştur ama bunu kimseye anlatma olanağı olmadığı için canını çevikliği sayesinde kurtarabilmişti.
İlçede görev yapan öğretmenler okullarına ancak güvenlik güçlerinin korumasında gidip gelmeye başlamışlardı.Bu olayların artması sırasında ilçede bazı mahallelerde karışık yaşamakta olan alevi ve Sünni inancına sahip aileler, kendi bölgelerine taşınmak zorunda kalmışlar,böylece halk tamamen birbirinden ayrılmıştır.
O günleri sonradan değerlendirdiğimde bazı sonuçlar çıkardığımı söylemeliyim.Solcu olduğunu ve ezilen,aşağılanan,horlanan,sömürülen yoksul halk katmanlarının savunuculuğunu yaptığını söyleyen grubun, bir türlü halk çoğunluğunun sempatisini kazanamamış olmaları büyük bir çelişkiydi.Yoksul halkın daha iyi yaşamalarını isteyen,ulusal gelirden herkesin eşit ölçüde pay almasını savunan, her türlü hizmetten eşit olarak yararlanmalarını sağlamak üzere ülke çapında gerçek bir savaşım veren solcu gençlik, savundukları yoksul kesimin desteğini neden tam olarak sağlayamıyorlardı?Burada bir yanlışlık vardı ama bu yanlışlık ne olabilirdi?Bu sorunun yanıtını kendi çalıştığım köy örneğinden verirsem durum daha iyi anlaşılır sanıyorum.
Bizimle aynı okulda görev yapan öğretmenlerden Niyazi Aslan, sağ görüşlü, hatta fanatiklik derecesinde sağ görüşlü bir gençti.Ders çıkışlarında ve sohbetlerimizde ekonomi ve toplumsal ideolojiler üzerine tartışmalar yapardık.Genellikle benim savunduğum sosyal devlet anlayışını kabul eder görünür ama gene de sağcı olmakla aşırı övünürdü.Bazen köy halkı bizim tartışmalarımıza tanık olur,bizim anlattıklarımızı anlamaya çalışırdı.Ancak Niyazi, bizim ekonomi tezimize fazla karşı koyamadığı durumlarda hemen dine sarılırdı.Din onun en önde gelen savunma silahı olduğu için halk onun tezini beğenmese bile Hamza’yı desteklemeye meyilli olurdu.Çünkü Niyazi dinden imandan bahsederek,bilinçsiz halkı etkilemeyi başarırdı.Bizim sol kesimin en büyük hatası o yıllar boyunca solcuların dine karşıymış havası vermesi oldu.Sanki onlar için dinin hiçbir önemi yokmuş gibi konuşur,manevi değerleri küçümser tavırlar takınmayı bir solculuk meziyeti zannederlerdi.Hatta bazı düzeysiz,okumadan,birilerinin anlattıkları ile kendini ilerici, solcu sanan bazı gençler, Türk halkının en çok değer verdiği,Atatürk,bayrak,istiklal marşı gibi kavramlara karşı saygısızca davranmayı solculuğun gereği gibi algılar,bu tutumunu da halka yansıtmaktan çekinmezdi.İşte solcu gençliğin en büyük yanılgısı bu olmuştu.Halkın sahiplendiği,değer verdiği kavram ve kişilere yapılan bu yanlış tutumlar, halkı sol kesimden uzaklaştırdı.Halk bir türlü gerçek sol düşüncenin kendilerine neler kazandırabileceğini anlayamadı.Solcu gençlik de bunu anlatmaktan çok aşağılamayı marifet saydı.O yüzden ilericilik, solculuk ahlaksızlık gibi lanse edildi.Sağ kesim de bu durumdan alabildiğine yararlanmayı bildi.Geniş halk yığınlarını sol düşünceden,ilericilikten,çağdaşlaşmaktan uzaklaştırdı.
Günlük terör kurbanı sayısının otuzları aştığı ve toplu alevi kıyımlarının arttığı bin dokuz yüz seksen yılında, herkesin silahlanmaya ve çıkması muhtemel iç savaşta kendisini ve ailesini koruma tedbirleri almaya hız verdiği bir dönem olan on iki eylül gecesi, ordu yönetime el koyduğunu açıkladı.Genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında oluşturulan askeri komuta konseyi ilk iş olarak solcu ve ilerici kesimi yok etmeyi kendine hedef seçerek,çalışmalarını bu yönde uygulamaya koydu.Askerler galiba sağ kesimin söylemlerinden etkilenmiş,ülkede olagelen tüm terör olaylarının sorumlusu olarak sol ve ilerici gençliği görmüştü.Tutuklamalar,görevden uzaklaştırmalar yoluyla sol kesim yok edilmeye çalışılıyordu.Bin dört yüz iki sayılı sıkıyönetim yasası çıkarılarak üniversitelerde çağdaşlığı,sosyal demokrasiyi,bilimselliği,ilericiliği ve solculuğu savunan ne kadar öğretim üyesi ve personel varsa tümünün işine son verildi.Yurt genelinde töb-der üyesi öğretmenleri baskı altına alındı.Yönetici konumunda olanlar tutuklanarak aylarca işkencelere tabi tutuldu.Bu tutuklananlar arasında açıktan suça karışmış sağ görüşlüler de vardı ama sayıları diğerlerinin dörtte biri kadar bile değildi.Askeri cuntanın başı Kenan Evren her gittiği yere elinde kuranla gidiyor,kendin doğrularını anlatmak için ayetlerden örnekler veriyordu.Bu darbeciler halkı ne kadar dine yönlendirirlerse insanların ahlaklarının o kadar düzeleceğine inanmış olmalılardı.O yüzden dönemlerinde imam-hatip okulları çığ gibi arttı.Genel liselerin,Anadolu liselerinin,fen liselerinin yerini imam-hatipler almaya başladı.İmam-hatip okulundan mezun olanlar sadece ilahiyat fakültelerine girebiliyorlarken,üniversitelerin kapıları sonuna kadar onlara da açıldı.Böylece ülkenin geleceğini karartmanın en önemli aşaması tamamlanmıştı.İmam-hatip doktor oluyor,hakim oluyor,savcı oluyor,öğretmen oluyor,sadece asker olamıyorlardı.Türkiye’nin geleceğinin dinamitlendiği dönem bu askeri rejim zamanı olarak tarihte yerini aldı.Bu gün, yani o askeri darbenin üzerinden yirmi dokuz yıl geçmişken gelinen nokta, ülkemizi yöneten başbakanın imam-hatip mezunu,cumhurbaşkanının imam-hatip mezunu,bakanların,müsteşarların,genel müdürlerin,rektörlerin,kaymakamların,hemen hemen tüm okul müdürlerinin imam-hatip mezunu olduklarıdır ki, elbette bu kadronun Atatürkçü,ilerici,sosyal adaletçi,çağdaş düşünceli ve pozitif bilimci olmaları beklenemez.Şu anda ülkemizi imam-hatipliler yönetiyor.Cumhuriyetin kurulmasının üzerinden seksen altı yıl geçtikten sonra bugün, bir ilin valisi ile asıl mesleği avukatlık olan milletvekili ve başbakan yardımcısı olan bir zat,doğuda yaşayan ailelerin kız çocuklarını okullara çekmenin yolunun, kız ve erkek öğrencilerin ayrı okullarda okumalarından geçeceğini düşünebilecek kadar bu güzelim ülkeye bağnazlıklar yaşatıyorlar.
Askeri yönetim, tüm ülkede sıkı yönetim ilan ederek,akşam saat altıdan sonra gece boyu sokağa çıkılmasını yasakladı.Sokaklarda insanların iki kişiden fazla bir arada yürümesine izin verilmedi.Siyasi liderler göz altına alınarak Marmara’da bir adada zorunlu ikamete tabi tutuldu.Terör olayları birden bire kesilmişti.Halk rahat bir nefes aldı.Genel olarak ülke genelinde askerlerin yönetime el koyması memnunlukla karşılandı.Çünkü aslında on yıldır ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirenler siyaset adamlarından başkaları değildi.Eğer siyasi liderler mantıklı davranarak aralarında bir anlaşmaya varabilselerdi asker müdahale edemez,müdahalenin gerekçesi olmazdı.Ne yazık ki bire bir yaşadığım tüm askeri darbelerin yapılmasının nedeni siyasi liderlerin bizzat kendileriydi.Menderes,bin dokuz yüz elli yılı başlarında,ülkenin ilk kez çok partili bir sisteme geçişinin ardından aldığı iktidar sorumluluğunu, giderek bir faşizme doğru taşımasaydı, bin dokuz yüz altmış yılının yirmi yedi mayıs günü yapılan darbe de olmazdı.Tıpkı yetmişli yıllarda olduğu gibi ülke halkı, bizden ve bizden olmayan şeklinde ikiye bölünmüş ve demokrasiyi rafa kaldırma,iktidardan sonsuza dek ayrılmamanın uygulamaları başlatılmıştı.Nedense az gelişmiş ülkelerde siyasi liderler demokrasinin temel değerlerini,olmazsa olmaz koşullarını ya anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar.Zira çoğunlukçuluk ile çoğulculuğun anlamlarını ayırt edememekte, bu yüzden aldıkları oy oranını, çoğunlukçuluk şeklinde yorumlayarak,canlarının her istediklerini yapabileceklerini düşünüyorlar.Anayasa ve yasaları istedikleri gibi değiştirme,insan haklarını kısıtlama,işlerine gelmeyen yasalara uymama gibi, bir demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayacak arayış ve uygulamalara girişiyorlar.Anayasalarda yer alan,yasama,yürütme ve yargı erklerinin kuvvetler ayrılığı ilkesini görmezden gelerek,yargı kararlarını kendilerinin önünde bir engel gibi algılamaya başlıyorlar.Aldıkları oy çoğunluğu ile bu üç bağımsız erkin ellerinde bulunmasını istiyorlar.Nitekim ülkeyi yedi yıldır mecliste üç yüz otuz yedi milletvekili çoğunluğu ile elinde bulunduran AKP hükümeti de, iş başına geldiği günden beri aynı yanlışı ısrarla sürdürmeye çalışmakta,halk arasında bu yüzden büyük gerginlikler yaşanmakta olduğunu görmezden gelmektedir.Kendi ideolojileri doğrultusunda bir anayasa oluşturma çabasına girişen RTE hükümeti,anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez diye nitelenen başlangıçtaki ilk üç temel maddenin değiştirilmesi için oyun üstüne oyun sergilemektedir.Bilhassa demokrasinin temel direği ve olmazsa olmaz koşullarından olan laiklik ilkesini anayasadan çıkarmak için ellerinden gelen çabayı göstermektedirler.Bu çalışmaları sonucu anayasa mahkemesine AKP nin kapatılma istemi ile açılan dava sonunda, on bir üyeden oluşan anayasa mahkemesi üyelerinden on tanesinin,iktidar partisinin laiklik ilkesine uymayan uygulamaların odağı olduğu kararı çıkmasına rağmen, aynı kadro ülkeyi yönetmeye devam ediyor.Bu garip durumun açıklanması ve anlaşılması çok zor,zira anayasaya sonradan eklenen,bir partinin temelli kapatılması için on bir üyeden en az yedisinin bu yönde oy vermesi şartının konulmuş olması, bu garip durumun yaşanmasına neden olmakta.Yani on bir üyeden altı tanesi “parti kapatılsın derse bu karar uygulanmıyor,geriye kalan dört- beş üyenin yani azınlıkta kalan üyelerin kararı doğrultusunda bir uygulama onaylanmış oluyor.Şu an ülkede yaşanan garip durum bu.Kapatılma kararından bu garip anayasa hükmü ile kıl payı kurtulan hükümet,ülke tarihinde görülmemiş “Ergenekon”adlı bir dava oluşturarak,kendisine karşı fikir belirten,cumhuriyetin temel ilkelerine,vatanın üniter yapısının korunmasına çalışan yazarları,çizerleri,gazetecileri,medya mensuplarını,emekli kuvvet komutanlarını,üniversite rektör ve profesörlerini,hukuka tamamen aykırı yol ve yöntemlerle tutuklatarak bir korku ortamı yaratmaktadır.Ne yazık ki hükümetle aynı fikri yapıda olan savcı ve hakimlerden oluşan bir yargı kurulu da bu yasa ve hukuk dışı uygulamaların gönüllü maşalığını yapmaktalar.İşte bu uygulamalardan bir türlü kurtulamayan ülkemizde, gene bir darbe havası solunmakta ama darbelerin bir çare olmadığını anlayan silahlı kuvvetlerin komuta kademesi, böyle bir yolu tercih etmediklerini sık sık dile getirerek, halkın bizzat kendisinin bu gidişata,sandıkta “dur” demesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktalar.Demokrasiyi,Atatürk’ün önderliğindeki kahramanların,vatan aşkını her şeyin üstünde bilen atalarının, canları ve kanları pahasına yaptıkları bir kurtuluş savaşı sonrasında, yeniden yarattıkları devletin bireylerine, bir altın tepside sunulmuş bulan halkların, ne yazık ki, bu evrensel değeri yeteri kadar savunma refleksine sahip olamadığı görülmektedir.Bu sahipsizlik demokrasinin gelişmesine izin vermemekte,yaklaşık her on, on beş yılda bir yapılan askeri darbeler de bu konuda gelişme sağlayamadığı gibi tam tersine engel oluşturmaktadır.Bin dokuz yüz altmış yılının yirmi yedi mayısında yapılan ilk darbe sonrasında oluşturulan,demokrasi ilkelerine en çok yer verilen “altmış bir anayasası”, aradan üç beş yıl geçmeden,iktidara gelen yöneticilerin basiretsizlikleri yüzünden, kısa zamanda değiştirilerek demokrasinin gelişmesine en çok katkı sağlayacağı kesin olan sivil toplum örgütlerinin kurulmasının ve gelişmesinin önü kapatılmıştır.Hükümeti yönetme yetkisi alan siyasi kadroların,sivil toplum örgütlerince denetim seçeneği ortadan kalktığı için,bireysel çıkışların da etkili olamayacağından,demokrasi her defasında sekteye uğramakta,hükümetler yetkilerinin kısıtlanmasını içlerine sindiremediklerinden, yasa dışı uygulamalar ülkeyi karanlığa ve bir felakete sürüklemektedir.İşte çok partili demokrasiye geçildiği bin dokuz yüz elli yılından beri,bu kısır döngü aynen devam etmekte,ne yazık ki artık askeri darbelerin de bir çözüm olmadığı göz önüne alındığında ve halkın bu duyarsızlığı karşısında,ülkemizin bu kısır döngüden nasıl kurtulacağını öngörebilmek mümkün olmuyor.Şu an iki bin dokuz yılının on iki nisanı ve saat on altı;ufukta demokrasi adına yaşanacağını ümit ettiğim tüm güzelliklerin tesis edilebilmesi adına,önümüzdeki Pazar günü Ankara’nın Tandoğan Meydanı’nda yapılacak olan “cumhuriyete sahip çık mitinglerinden” başka tutunacak dal yok.
Bir yaşam öyküsünü anlatırken nereden nereye atladık değil mi?Bin dokuz yüz yetmiş ve seksenli yılları anlatırken sözü bir anda günümüze getirdik.Yani yaklaşık bir çeyrek yüz yıl ileri atlayıverdim.Ama yaşadığım bunca deneyimlerden sonra,ülkemizin demokrasiyi bir türlü rayına oturtamamasının nedenlerini yarınlara anlatmam gerektiğini düşündüm.Zira geçmişten ders alınmadıkça gelecek daha güzel kurulamıyor.Hani bir düşünür şöyle der: “Tarih bir tekerrürdür diyorlar,geçmişten ders alınsaydı,tarih hiç tekerrür eder miydi?”Evet eğer geçmişten ders alınsaydı,bu güzelim ülkede defalarca darbe yaşanmaz,demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanırdı.Ne yazık ki bunu bir türlü başaramıyoruz.Her neyse,biz artık öykümüze kaldığımız yerden devam edelim.
Bin dokuz yüz seksen darbesinin bana faturası,yüzlerce kitap ile tam takım bir av tüfeğimin yok olmasına mal oldu.Nasıl mı? Anlatayım.Askeri darbe olur olmaz, en başta TÖB-DER üyesi öğretmenlerin evleri aranmaya ve sol içerikli kitap bulunduran öğretmenlerin sorgusuz sualsiz tutuklanarak,askeri ceza evlerine doldurulmaları eylemi başlatıldı.Ben çok okuyan biri olduğum için,sayısı bine yakın zengin bir kitaplığım vardı.Zaten benim en büyük zenginliğim kitaplarımdı.Gerçi her türden kitaplar vardı ama,içerik açısından sol içerikli kitaplarım çoğunluktaydı.Aranma sırasının bana da geleceğini düşünerek sakıncalı olacağını düşündüğüm kitapları yok etmem gerektiğine karar verdim.Mevsim güzdü ve salça zamanıydı.Hiç olmazsa son kez bir işe yarasınlar diyerek kitaplarla salça kaynattık.Yüzden fazla kitabı bir bir salça leğeninin altına atarak yanışlarını derin bir üzüntü ile izledim.Geriye kalan kitaplarımın çoğunluğu dünya ve Türk klasikleriydi.Her halde arama yapacak olanlar bu kitapları sakıncalı bulmazlardı.Öyle umuyordum,ancak benim evim aranmadı.Olan kitaplarıma oldu.
Bin dokuz yüz seksen yılının eylül ayına ulaştığımızda artık bu köyde duramayacağımı biliyordum.Dile kolay,her türlü olanaktan yoksun bu çevrede koca bir on yılı geride bıraktığımda bu koşullara nasıl dayanabildiğime ben bile şaşırıyordum.Kesin kararlıydım,evimi ilçeye taşıyacaktım.
O yıllarda ilçe merkezine atanmak puan esasına göre değil istek sırasına göre yapılıyordu.Daha önce girdiğim ilçe sırası geldiğinde henüz kendimi ilçede yaşamaya hazır hissetmediğimden atanmaktan vazgeçmiştim.Bu davranışımın temel nedeni elbette ekonomik koşullardı.İlçeye atandığımda aldığım maaşla geçinemeyeceğim kuşkusu vardı.Ancak ikinci isteğimden asla vazgeçmeyecektim.Nitekim o yılın öğretim yılı başına geldiğimizde atanma sırasının en önünde yer aldığımı öğrendiğime çok sevinmiş ve bir an önce,yani kış koşullarının ortaya çıkmadan önce ailemi ilçeye taşıyarak ön hazırlık yapmamızın iyi olacağını düşünmüştüm.Bu düşüncemi gerçekleştirmeye yönelik olarak ilçeden bir ev kiraladım.Kısa sürede taşınma hazırlıklarını tamamladım.Ağabeyimin traktörüne takılı iki adet vagondan birine eşyalarımızı diğerine de o yıl yakacağımız kadar odunu doldurarak şehrin yolunu tuttuk.Artık köy yaşamı geride kaldığı için kiraladığım iki katlı ahşap eve sevinçle yerleştik.
Evimi ilçe merkezine taşımama hangi düşüncenin neden olduğunu daha önce açıklamıştım.İlçeye atanma listesinin birinci sırasında yer aldığım için bu öğretim yılının ilk yarısında mutlaka tayinimin çıkacağını düşünüyordum.Çıkması kesindi de her zaman evdeki hesap çarşıya uymuyordu.On iki eylülde yapılan askeri darbe tüm hesapları alt üst etti.Atamalar durdu.Herkes olduğu yerde işine devam edecekti ve atamaların ne zaman başlayacağı konusunda net bir bilgi yoktu.Bu durum benim ileriye dönük düşüncelerimin gerçekleşme olasılığını sıfıra düşürdü.Şimdi bu öğretim yılında da Kozdere’de çalışmam gerekirse ilçede olan ailemle nasıl bir bağım olacaktı?Ulaşım olanakları çok kısıtlı olan köyden ilçeye her gün gidip gelmem söz konusu olamazdı.Bu yüzden acilen bazı değişik planlar geliştirmem gerektiği kanaatine vardım.İlk aklıma gelen çözüm yolu ilçeye rahatça gidip gelebileceğim ve işlek bir yol üzerinde yer alan bir köy okuluna tayinimi çıkarmaya uğraşmalıydım.Bu elbette zor bir olasılıktı ama denemeye değerdi.Okullarda eğitim öğretim faaliyetleri başlamadan bu işi halletmeliydim.Ertesi gün İl merkezine gitmek üzere yollardaydım.
İl Milli Eğitim müdürüne durumumu anlattım.Beni anlayışla karşıladı.Açık kadrosu olan köylerin listesini vererek bir yer seçmemi istedi.Kadro açığı köylerin hiç biri benim beklentilerime uygun değildi ama gene de içlerinden birini seçmem gerekiyordu.Kendi köyüme üç kilometre uzaklıkta yer alan Acısu okulunu seçtim.Bu köy Ankara asfaltına yakın sayılırdı.Yarım saatlik bir yaya yürüme ile trafiğin işlek olduğu ana yola ulaşmak mümkündü.Zaten diğer kadro açığı köylerin tümü ulaşım açısından daha kötü durumdaydı.O hafta içinde atandığımı öğrenmek beni memnun etti.her gün olmasa da haftanın iki gününü ailemle geçirebilecektim.
Atandığım Acısu köyüne gitmek için gerekli hazırlıkları yaptım.Bir kat yatak,birkaç parça mutfak aracı,küçük tüp,gaz lambası ile bazı eğitim araçlarından oluşan eşyalarımı traktöre yükledikten sonra ağabeyimle yola koyulduk.Acısu köyü ile kendi köyüm komşu köylerdi ve insanları beni tanımasa da ağabeyimi tanıyor olmalıydılar.Çünkü iki köy arasında çok yoğun bir komşuluk ilişkileri vardı.İki köyün arazisini Çekerek Irmağı ayırıyordu.Bağları,tarlaları yan yanaydı.Karşılıklı yardımlaşmalar sınırsızdı.O bakımdan Acısu’da rahat bir yıl geçireceğim inancına sahiptim.Ama yanıldığımı yaşayarak öğreneceğimi o zaman elbette bilmiyordum.
Köy okulunda üç öğretmen vardı ve ben dördüncü olarak aralarına katılıyordum.Diğer üç öğretmenden ikisi karı koca, diğeri ise ötekilerle aynı yaşta genç bir bayandı.Eş olanların Antalyalı diğerinin Balıkesirli olduğunu duymuştum.Nasıl idare edebiliyorlarsa üçü okulun tek olan lojmanında birlikte kalıyorlardı.Bu durumda benim kalacak bir yere ihtiyacım vardı.Ne yazık ki köyde benim kalabileceğim uygun bir yer bulmak mümkün olmadı.Köyden yaklaşık beş yüz metre uzakta,ormana komşu olan ve köyle arasında küçük bir derenin yer aldığı, besicilik için tasarlanmış binada kalmaktan başka bir seçenek çıkmadı.Burasını da orta okuldan Acısulu arkadaşım Gülbey,eski arkadaşlık hatırına bana vermeyi kabul etmişti.Gülbey ilçe merkezinde oturuyor,kendisi taksicilik yaptığı için köye yolcu taşıyordu.Köye yolcu getirdiği bazı günler,boş olarak geri dönmektense sabah gene yolcu almayı amaçlayarak, besicilik için yaptırdığı bu binada gecelemeyi tercih ediyordu.
Hayvanların besleneceği ahır binası samanlıktan ayrı yapılmıştı.Samanlığın üzerine yerleştirilen iki küçük oda ise hayvan bakıcısının kalması için düşünülmüştü.Samanlık çatısı çok saman alması için yüksek tutulmuş olduğundan üzerine oturtulan iki odacıktan oluşan ev uzaktan leylek yuvası gibi görünüyordu.Odacıkların yerleşik bir merdiveni yoktu.İki uzun kalasa çivilenen normalden uzun aralıklı, zayıf basamaklı merdivenle odalara ulaşmak hem cesaret hem de iyi bir sportmenlik istiyordu.Çünkü alttan meyilli toprağa,üstten derme çatma sahanlığa temas eden merdivenin her an kayma ve bir tarafa uçma tehlikesi vardı.Bu durumda odalara tırmanmak için akrobat olmak gerekti ama o özellik de bende yoktu.Hiç olmazsa yan tarafında bir korkuluk ağacı bulunsaydı belki tırmanan ya da aşağı inmeye çalışanlara bir güvence olurdu;maalesef böyle bir şey de düşünülmemişti.Benim eve her inip çıkışım bir olay olacağa benziyordu.
Traktör bu leylek yuvasının önünde durduğunda içimde bir ürperti oluştu.Kendimi çok kötü hissettim.Kurbanlık koyun gibiydim.Ağabeyimin yüzünde gördüğüm endişe izlerine karşı tavrımı değiştirmem gerektiğini düşündüm.Zira benim için endişelenmelerini istemiyordum.İçim kan ağlasa da eşyaları gülümseyerek indirdim.Bir kaç parçadan oluşan eşyaları odaya çıkarmakta oldukça zorlandık.Ağabeyimi tanıyan birkaç köylü olmasa bu işi zor yapacağımızı kesindi.Köylüler bu merdivenlere alışık olmalı ki kazasız belasız eşyaları yukarı taşıdılar.Ağabeyim köylülerin tüm ısrarlarına rağmen derhal köye dönmeyi tercih etti.Giderken “hoca size emanet” dedi.Gözlerinde kaygı gölgeleri uçuşarak traktöre bindi ve arkasına bile bakmadan gazlayıp uzaklaştı.Yapacak bir işim yoktu,köylülerle okula doğru yürüdüm.
Antalyalı olan öğretmenin av meraklısı olduğunu öğrendim.Öylesine bir av tutkunuymuş ki bazen derse girmektense ava gitmeyi tercih ediyormuş.Elbette ben bu davranışı yadırgadım.Ne demekti ders saatleri içerisinde ava gitmek?Böyle bir saçmalığa nasıl göz yumulabilir diye düşündüm.Köylüler yani öğrenci velileri bu duruma neden tepki göstermezlerdi?Köy muhtarı böyle bir durum karşısında öğretmeni uyarabilir hatta üst makamlara şikayette bulunabilirdi.
Okulun giriş kapısının yaklaşık yirmi metre yakınında kurulu evde oturmuş sohbet ediyorduk.Ev sahibinin adı Bektaş, lakabı cebe idi.Cebe hem köylerinde bakkal işletiyor hem de üstü kapalı kamyon kasasında çevre köylere seyyar satıcılık yapıyordu.Çevre köylerde Cebeyi tanımayan yokmuş.Güleç ve hoş sohbet bir adamdı.Uzun süre okul ve öğretmenler üzerinde konuştuk.Akşam yakındı ve öğretmenler, her neredelerse hala okula gelmemişlerdi.Sabah ders başı yapacaktık.Leylek yuvası evime dönmem gerektiğini düşündüm.Beynim tersini yapmak istese de, ayaklarım beni, en az bir yıl süre ile bana evlik yağacak besi kompleksine doğru sürükledi.
Akşam evde tek başınaydım ve uzaktan köpek ulumaları duyuluyordu.On dört numara gaz lambasının koyu sarı ışığı çamur sıvalı küçük odayı aydınlatmada çok yetersiz kalıyordu.Tahta sedirin üzerine açtığım yatağın üzerine uzanmış bir durumda kitap okumaya çalışıyordum.Ancak içimde öyle bir tedirginlik vardı ki bir cümleyi defalarca okusam da bir türlü anlayamıyordum.Odanın küçük penceresi köye bakıyordu ama hiçbir ışık görünmüyordu.Bunun nedeni köyle aramızda kalan dere boyunca uzanan kavak ve söğüt ağaçları olmalıydı.Bu güne kadar, Diyarbakır günleri de dahil olmak üzere ,kendimi bu kadar yalnız ve huzursuz hissettiğimi anımsamıyordum.Sanki uçsuz bucaksız bir ormanda,üzerime her an saldırmaya hazır vahşi hayvanların üzerime dikilen gözlerinin tehdidi altında gibiydim.Tek yoldaşım olan kitapların, beni avutmaktan bu kadar aciz olabileceklerini asla düşünmemiştim.Bu gecenin sabahına, sağlıklı bir akılla ulaşıp ulaşamayacağımdan emin değildim.Ruhsal yapım bu kadar zordaydı.
Sabaha kadar yarı uyur yarı uyanık bir durumda yatakla boğuştum.Her on, onbeş dakikada bir açılan gözlerim, odanın perdesiz penceresinde gün ışığı arıyor,henüz tan ağartısının belirtisi bile olmadığından umutsuzca tekrar kapanmaya zorlanıyordu.Sabaha nasıl ulaştım bilmiyorum.Pencerenin griye çalan aydınlanmasıyla birlikte yataktan kalktım.Küçük tüpü, akşamdan üzerine yerleştirdiğim çaydanlıktaki suyu kaynatmak üzere ateşledim.Traş oldum,elimi yüzümü yıkadım,temiz gömlek giyerek okula hazırlandım.Tüm işleri bitirip eski planlarımı yerleştirdiğim küçük suni deri çantamı elime aldığımda,akşamdan beri içimi dolduran ağırlığın yok olduğunu hissettim.Odanın kapısını kilitleyerek asma merdivenlerden dikkatli bir şekilde aşağı indim.Ayaklarım kızıl renkli toprağa değer değmez kendime olan güven duygusunu tekrar tattım.Hangi tür güçlüklerle karşılaşırsam karşılaşayım, hepsinin üzerinden geleceğime olan inancım beni yaşama zevki ile buluşturdu.Toprak orman yolundan dereye kadar uçuyormuşum gibi ilerledim.Yakın zamanda yağan yağmurlarla suyu artan dereden geçerken,dere yatağına yerleştirilen kayalardan birinin azizliğine uğrayarak bileklerime kadar suya batmam da moralimi bozamadı.Mesleğine aşık ve ilk kez göreve başlayan genç bir idealist bilinci ile okula ulaştım.
Okul müdürünü daha önce uğradığımda kısa bir süre de olsa tanıma fırsatı bulmuştum.Bayan öğretmenlerle ilk kez karşı karşıya geldik.Her üçü de aynı yaşlarda görünüyorlardı.Antalyalı olan karı koca öğretmenler esmer tenli diğeri yani Balıkesirli bayan beyaz tenliydi.İçimden “bölgelerin iklim koşulları insanların fiziki yapılarında etkin belirleyici oluyor galiba” diye düşündüm.Antalya, Balıkesir’e göre çok daha güneşli ve daha sıcak bir iklim kuşağındaydı.Elbette insanlar daha esmer tenli olacaklardı.
Tanıştık,karşılıklı olarak hal hatır sorduk.Bu arkadaşların üçünün de ilk görev yerleri burasıymış.Yani henüz iki yıllık bir meslek yaşamları vardı.Oysa ben meslekte on dördüncü yılımı yaşıyordum.Arkadaşlara göre hem tecrübeli hem de yaşlıydım.
İlk gün sınıf paylaşımı yaptık.Okulda üç derslik ve dört öğretmen olduğu için sınıflardan en az ikisi ikili öğretim yapmak zorundaydı.Bu durumu dikkate alarak, ben beşinci sınıfı, Balıkesirli bayan ise birinci sınıfın sorumluluğunu üstlenerek normal öğretim yapmaya, diğer eşlerden bayan ikinci üçüncü sınıfları birleşik olarak okutmaya,kocasının da dördüncü sınıfı üstlenmesine karar verdik.Öğrencilere durumu açıkladık ve derslere başladık.Müdürün eşinin sınıfları öğlen gelmek üzere evlerine gönderildikten sonra üç arkadaş ders başı yaptık.
Okulun açıldığının daha ilk gününde,benim meslek yaşamımda o güne kadar hiç yaşamadığım,hatta hiç tanık olmadığım, okul müdüründe gördüğüm gayri ciddilik beni çok şaşırttı.Okul sanki bir eğitim yeri değil,adamın babasının iş yeriymiş de, canının istediği zaman işe gelir gidermiş gibi bir tutum ve davranış içindeydi.Bir gün,üç gün, beş gün derken o hafta geride kaldı ve ben, Cuma günü ders biter bitmez ilçedeki evimin yolunu tuttum.
Ertesi haftanın ilk günü,yani pazartesi sabahı, Ankara’ya giden otobüsle saat yedide ilçeden hareketle yedi otuzda ırmak köprüsüne,oradan da haftalık kullanacağım tüm eşyalarıma atarak, dik bir yokuşla ulaşılan Acısu köyüne yaya olarak,saat sekizi on geçe ulaştım.Öğrencilerin çoğu okul bahçesinde oyun oynamakta ve ders saatinin başlamasını beklemekteydiler.Eşyalarımı kaldığım eve bile götürmeden okulun müdür odasına bıraktım.Zira eşyaları götürmek zaman kaybına neden olacağından,zamanında derse başlayamam endişesi vardı.Sekizi yirmi geçe toplanma zilini çaldırdım.Öğrenciler sıralandı,andımız okundu ve içeriye,sınıflara girdiler.Balıkesirli öğretmen çocuklar içeri girerken çıkageldi.Ama asıl herkesten önce gelmesi gereken okul müdürü, geçen hafta her gün yaptığı gibi gene ortalarda yoktu.Biz sınıfta ders yaparken öğretmensiz olan diğer sınıfın gürültüleri bizi rahatsız ediyordu.Böyle bir duruma dayanamayacağımı anladım.Arkadaşı uyarmalıydım.İlk ders saati bitmek üzereyken müdür uykulu gözlerini oğuşturarak geldi.Geldikten üç beş dakika sonra teneffüs zili çaldı,dışarı çıktık.Doğrudan müdürün yanına gittim. “Arkadaşım,her gün sınıfa geç kalıyorsun ve senin sınıf bizim çalışmalarımızı engelliyor,neden zamanında dersine girmiyorsun?” dedim.Biraz şaşırmış gibiydi.Benden böyle bir uyarı beklemediğini anladım. “Erken kalkamıyorum,ne olmuş biraz derse geç başlarsam?Bu çocuklar okuyup da ne olacak?Hem sen bana ne karışıyorsun?Burada yönetici benim.” Demez mi?Birden kan beynime sıçradı.Bedenim titremeye başladı. “Sen nasıl böyle konuşabilirsin?” dedim.Burası bir okul ve sana emanet edilen en az yüz çocuk var.Sen hangi okulu bitirdin?Sende vicdan denen bir kavram yok mu?Ben ta ilçeden zamanında derse yetişiyorum,oysa sen,on adım öteden gelemiyorsun.Böyle bir saçmalığa göz yumamam.Bir de yöneticilikten bahsediyorsun,sen yönetici değil okula hademe bile olamayacak bir adamsın.Bir daha zamanında derse girmezsen olacaklardan sen sorumlusun.Burası babanın işyeri değil.”Yüzü bembeyaz kesildi.Diğer bayan öğretmen sessizce ve endişe ile bizi izliyordu.Müdürün ağzından anlaşılmaz bir şeyler çıktı,ne dediğini anlayamadım.yanından uzaklaştım.
Bu genç öğretmenin görev anlayışına akıl sır erdiremiyordum.Göreve başladığı iki yıl boyunca hemen hemen her gün aynı şekilde davranmış.Bu yüzden çocuklar da okula zamanında gelme alışkanlığını yitirmişler.Benim görev anlayışımda böyle uygulamalara asla yer yoktu.Derse bir dakika bile geç girersem vicdanım beni rahatsız ediyor,aldığım ücretin haram olacağına inanıyordum.Bu inancım hem aileden hem de okulda kazandırılan idealizmden kaynaklanıyordu.Okulda bize ülkenin neresinde,hangi koşullarda olursa olsun yılmadan ve asla görevin gerektirdiği sorumluluğa halel getirmeden çalışmak ve ülkemizi aydınlık geleceğe hazırlamak için çalışmamız öğretilmişti.Bu güne kadar hiçbir zaman bu anlayıştan başka duygu ve uygulamalara yer vermediğim için bu okulda karşılaştığım olumsuzluklara aşırı tepki veriyordum.Ancak ben bu tutumdan taviz vermedim ve hem okul müdürünü hem de çocukları uyulması gereken davranışlara zorlayarak kısa zamanda düzeni sağladım.Ancak müdür bunun acısını yıl sonu raporunda bana orta başarı notu vererek çıkardı.Sorumluluğunu aldığım beşinci sınıf öğrencilerini başarılı bir çizgiye taşımış olmama rağmen orta derece ile değerlendirilmem müdürün art niyetinden kaynaklanıyordu.Elbette teftişe gelen müfettişler de müdürün yönlendirmesine uyarak aynı yönde değerlendirince bir yıl sonra katılmak istediğim yurt dışı öğretmen elemelerine katılamadım.Çünkü o sınava katılma koşullarında geriye doğru en az üç yılın teftiş notlarının çok iyi olması vardı.Geriye doğru beş yıl çok iyi olan raporlarım son yılın ortası yüzünden bir işe yaramadı.Böylece müdür bana olan hıncını almış oluyordu.Hiç umurumda değildi,müdür egosunu tatmin etmiş olabilirdi ama ben bir okulda olması gereken düzeni sağlamıştım.Müdür dahil diğer öğretmenler de yıl sonuna kadar zamanında derslerine girme konusunda titiz olmayı öğrendiler.
O yıl meslek yaşamımın en zor,en karamsar ve en sıkıcı yılı olarak geride kaldığında,atamalar açılmış ve atanma sırasında ilk sırada olduğum için atamam ilçe merkezine yapılmıştı.O yılın ne tür zorluklarla geçtiğini anlama açısından sadece bir olayı anlatmakla yetinmek istiyorum.
Ocak ayının ilk haftası havalar çok soğumuştu.Hafta boyunca, zaman zaman yağan kar,çevrede kalın bir tabaka oluşturmuştu.Bilhassa akşamları,bir leylek yuvasını andıran derme çatma odamda donmamak için,bacaklarımın arasında tuttuğum,küçük tüpe takılı gaz sobası da içimden yükselen titremelere engel olamıyordu.Çoğu kez yatağın içinden çıkmadan kitap okurken,bulunduğum ortamın dayanılmaz koşullarını unutuyor,buradan çok uzaklardaki sıcak ülkelerde yaşamakta olduğumu düşleyerek ısınmaya çalışıyordum.
Oldukça eski üç derslikli okulun, dört öğretmen kadrosu olmasına karşılık yalnızca bir lojmanı vardı.Lojman diğer üç öğretmen tarafından kullanılıyordu.Okula en son atanan öğretmen bendim.Köye ilk geldiğimde, uzun aramalardan sonra, köyden epeyce uzakta, hayvan beslemek üzere planlanmış ama henüz kullanıma başlanmamış ahırın, bakıcı odasını kendime kalacak yer olarak bulabilmiştim.Samanlığın üzerine oturtulmuş sekiz metre karelik odadan ibaret olan evime girebilmek için, her gün cambazlık yapmak zorunda kalıyordum.Çünkü kalıcı ve düzenli bir merdiveni olmayan oda ,yerden en az altı metre yüksekte idi. Odanın altında henüz duvarları tamamlanmamış samanlık yer alıyordu.Tek odalık evime on dört basamaklı seyyar bir merdivenle çıkabiliyordum.Merdivenin kayma olasılığı vardı.O yüzden odaya girip çıkmak için çok dikkatli ve becerikli davranmam gerekiyordu.
Okul ile evimin arasında yarım kilometrelik bir mesafe vardı. Ayrıca yağışlı günlerde suyu oldukça artan bir dereden geçmek zorundaydım. Dere üzerinde köprü yoktu.Birer adım aralıklarla suyun içerisine yerleştirdiğim taşlara basarak geçmeye çalışıyordum.Yanlışlıkla ya da kaza ile ayağımı taşlardan birine rast getiremezsem suya batıyordum.Ayakkabım su doluyor,pantolon paçalarım ıslanıyordu.Bunları kurutacak sobam yoktu.Ancak sınıflardaki sobalarda kurutabiliyordum. Sık sık suya batmama rağmen hasta olmamamı, bünyemin güçlülüğüne bağlıyordum
Köyde kalmak zorunda olduğum haftanın beş iş gününde, tam bir sefilleri oynuyordum.Beş gün dört gece boyunca burada kalıyordum.En doğal ihtiyaçlardan bile yoksundum.Evimde tuvalet,mutfak,banyo olmadığı gibi içme ve kullanma suyu bile yoktu.Akşamları,yedi numara gaz lambasının zayıf ışığı ile idare etmek zorundaydım.Radyonun dahi bulunmadığı bu ortamda tek zevkim kitap okumaktı.Bu iş için de ışık yeterli değildi.Beni bu yokluklar ortamından kurtaran hafta sonlarının gelmesini iple çekiyordum.Her hafta sonunu, ilçe merkezinde oturan ailemin yanında geçiriyordum.Benim için Cumartesi ve Pazar günleri ,bir sonraki hafta çekeceğim sıkıntılara hazırlanma ve moral depolama günleri idi.
O gün,sabah erken kalktım.Evde su yoktu.Akşam yatmadan önce, ısınırım umudu ile yaptığım birkaç bardak çayı bile kar eriterek demleyebilmiştim.Yüzümü yıkayamadığım gibi sabah çayı da yapamadım.Hafta başında ilçeden gelirken yanımda getirdiğim ekmek bir gün önce bitmiş olduğundan, köyün tek bakkalının sahibi Cebe’den aldığım ve akşamdan kalan taş gibi köy ekmeğinin, kırıntılarını çiğneyerek kahvaltımı yaptım.Yeni başlayan günün Cuma olduğunu unutsam bu sefalete zor katlanırdım.Tüm sıkıntıların üzerine bir çizgi çektim.Evden ayrılmadan önce, her Cuma sabahı yaptığım gibi, yol çantamı hazırladım.Hafta boyu kullandığım ve kirlenen eşyaları doldurduğum çantaya küçük tüp sığmadı.Onu ayrı bir file torbaya koydum.Çantanın taşıma ipleri ile fileyi birleştirdim ve bunları bir heybe gibi omzuma astım.Ders saati yaklaşıyordu.Tehlikeye aldırmadan dik ve eğreti merdivenlerden inerek okulun yolunu tuttum.
Nöbetçi öğrenciler dersliklerin sobalarını yakmışlardı. Dünden beri sıcak yüzü görmeyen bedenimi doyasıya ısıttım. Artık görevimi yapmaya hazırdım. Saat sekiz otuzda ders zilini çaldırdım.
O Cuma, hiç akşam olamayacak gibi geldi. Sabah kahvaltısı yapamadığım gibi öğle yemeği de yiyememiştim. Ne yiyecektim ki?Evde ne ekmek vardı ne de başka bir yiyecek.Açlıktan mıdır nedir,bu gün her zamankinden daha çok üşüdüğümü duyumsuyordum.Dersliğin ortasına kurulmuş ve yüksekliği bir metreyi bulan odun sobasına,içerisindeki odunlar tamamen yanıp kül olmadan, tekrar tekrar odun attırdım.Ders saati içerisinde asla oturma alışkanlığım yoktu.O yüzden, tüm ders saatleri boyunca, sobanın çevresinde dolandım durdum.Son derste, kendimi ders konusunu işlemeye iyice kaptırdığım sırada çıkış zili çaldı.Dersi o an noktalayarak hafta sonu çalışmaları ile ilgili kısa bir açıklamada bulundum.Acele etmem gerekiyordu.Çocukları dışarı aldım.
Hava daha da soğumuş gibi geldi.Çocukların ağız ve burunlardan çıkan su buharı bir anda buz kristallerine dönüşüyordu.Kısa ve siyah bıyıklarımın ince buz tabakası ile kaplandığını sezebiliyordum.Büyük bir bölümünün sırtında doğru dürüst kışlık giyecekleri olmayan öğrencilerin, soğuktan büzüşmüş bir halde titremelerini, üzülerek gözlemleyebiliyordum.
Bayrak törenini kısa tuttuk.Hava durumunu göz önüne alarak,bayrak törenlerinden sonra yapmayı alışkanlık haline getirdiğimiz, toplu eğitim konuşmalarından vazgeçtik.”Dağılabilirsiniz,”sözlerini duyan öğrenciler, koşar adım evlerine doğru uzaklaştılar.
Benim hiç zaman geçirmemem gerekiyordu.Bir an önce şehrin yolunu tutmalıydım.Paltomun yakasını kaldırdım.Boyun bağımı boğazıma sardım.Eldivenleri giydim.Birbirine sıkıca bağladığım çanta ile küçük tüpün bulunduğu fileyi omzuma attığım gibi yola koyuldum.
Sabahtan beri devam eden kar serpintisi, şiddetlenen rüzgarla birlikte etkisini artırmıştı.Akşam yakındı.Bir an önce ana yola inmem gerekiyordu.Köyün hemen çıkışından itibaren başlayan pelit koruluğunun içine daldım. Arabaların izlediği yol uzun ve dolambaçlıydı.Yayalar genellikle koruluğun içinden geçen patika yolu kullanıyorlardı.Çünkü burası araba yoluna göre çok daha kısa idi.Ağaçlık alan köyün güney batısında yükselen Karadede’nin doruğuna kadar uzayıp gidiyordu.Bu bölgenin ağaçlık ve sarp doğal yapısının, bir çok yabani hayvan türünü barındırdığı söyleniyordu.Ağır kış koşullarının hüküm sürdüğü bu kış mevsiminde, aç kalan kurtların, sık sık köy kıyısındaki ahırlara kadar indiği oluyordu.Silahım yoktu.Aç kurt sürüsü ile karşılaşmam benim sonum olabilirdi.İçimi ürperten bu korkuya fazla pirim vermeden adımlarımı hızlandırdım.
Uzun zamadır yağan ve erimeyen kar ,çukurları yok ederek yürüyenler için mükemmel tuzaklar oluşturmuştu.Ne kadar özenli yürümeye çalıştımsa da ana yola kadar, birkaç kez bu tuzaklara yakalanarak düşmekten kurtulamadım.Her şeye rağmen bir yerlerimi kırıp incitmeden şoseye inmeyi başardım.
Şehirler arası yol bir hayli işlekti.Ancak günün her saatinin trafik yoğunluğu farklıydı.Gidilecek yöne göre değişen araba trafiği hesaba katılmadan yola çıkılırsa,uzun süre yolda araba beklemek kaçınılmaz oluyordu.Her ne kadar yolun bu durumunu bilsem de benim şehre gitme saatini seçme şansım yoktu.Zira her Cuma günü,okuldaki derslerin bitiminden sonra yapılan bayrak töreninin ardından, yaya olarak ana yola çıkıyordum.Buna göre saat on altıdan önce yola inmem olası değildi.O gün, hava koşullarından kaynaklanan on dakikalık gecikme ile saat on altı onda ana yola ulaşmıştım.
Rüzgarla birlikte kar hızını artırdı.Hızlı yol aldığım için soğuğa rağmen sırtımın terlediğini hissediyordum.Bir noktada durarak araba bekleyemezdim.Üşümemek için hareket etmeliydim.Ayrıca ormanla kaplı iki dağ arasında kalan bu dar vadinin, güvenli olmadığını düşündüğümden yürümeye devam etme kararı aldım.Irmak köprüsünün üzeri buzlanmıştı. Eskimiş ve tabanı yıpranmış ayakkabılarımın beni yere atmaması için köprü korkuluklarına tutunarak ilerledim.Köprüden sonra başlayan ve ırmak yatağını sınırlayan sık ağaçlar, rüzgarın savurduğu karların belli bölgelerde birikmesine neden olmuştu.Bu kesimde kar kalınlığı daha fazla görünüyordu.Arabaların tekerlek izleri buzlanmaya yol açtığı için karlar üzerinde yürümek istesem de kalın kar tabakası buna izin vermiyordu.Tüm zorluğuna rağmen ilerlemek zorundaydım.Çünkü akşam karanlığı çökmek üzereydi.
On beş dakikadır yürümeme rağmen hiçbir aracın gelmemesi moralimi bozuyordu.Irmağın kıyısından uzaklaşırken başlayan yokuşta yürürken çok fazla zorlanacağım belliydi.Bu arada kar ve rüzgar, söz birliği etmişler gibi giderek hızlarını artırıyorlardı.Havadan dökülen karlara rüzgarın yerden savurdukları eklenince göz gözü görmez oluyordu.Sırtımdaki çanta ile tüpün ağırlığı beni zorluyordu.Boş olarak bile yürümenin büyük bir enerji ve beceri gerektirdiği bu ortamda, sırtta heybe taşımak, insan üstü bir çaba gerektiriyordu.Tüm dikkatimi yolu doğru takip etmeye odakladığımdan, arkamdan gelen arabanın homurtusunu çok geç fark ettim.Bir gürültü duyduğumda içimi dolduran sevinçle arkaya baktım.Görüş alanını neredeyse sıfırlayan fırtınanın savurduğu karları yararak gelmekte olan kamyon, bir anda benliğimi esir alan karamsarlığı yok etti.Kenara çekildim.Bulunduğum yer arabanın durup kalkmasına uygundu.Kamyon sürücüsünün beni görebileceğini tahmin ettiğim bir aralıkta, ellerimi kaldırarak ‘dur’ işareti yaptım.Kamyon hızını değiştirmeden geliyordu.Ben,sürücünün görmeme olasılığına karşı iki elimi birden, durmadan sallıyordum.Arabanın durmaması bence olası değildi.Çünkü içinde en küçük insanlık kırıntısı taşıyan herkesin bu aşırı kış koşullarında yolda birini bırakmayı düşünemeyeceğini sanıyordum.Ama düşüncelerimde yanıldığımı anlamak uzun sürmedi.Kamyonla aramızda on metre kalmış olmasına rağmen hala aynı hızla ilerlediğini görünce, havalara hoplamaya ve bağırmaya başladım.Beni görmesi için o anda aklıma ne geldiyse öyle davranıyordum.Bu kadar işareti ve bağırmaları görmemesi olanaksızdı.Elbette beni görmüştü.Görmemesi için kör olması gerekti.Eminim gözleri değil ama vicdanı kör olan sürücü arabasını durdurmadı.Yanımdan geçerken inadına gaz pedalına asıldı.Kamyon arkasında koyu renk dumanlar çıkararak gözden kayboldu.Tam akşam olmadan dünyam karardı.Kar fırtınasında boğulmakta olduğumu hissettim.Sürücüye lanetler savurdum.O an silahım olsaydı, mutlaka kamyonun tekerleklerine ateş edebilirdim.Ortam güneş ışığını yitirmiş ve şimdi yerini kar alacası almıştı.İçimin karanlığının, dışarıdakinden daha fazla olduğundan emindim.Yarı ayaklarımın üzerinde ,yarı dizlerimle yuvarlanırcasına yol almayı sürdürdüm.
Irmakla arasında yaklaşık iki kilometre olan en yakın köyün yol ayrımına yaklaşmıştım.Köyün yol sapağına kadar bir karara varmam gerekiyordu.Ya o köye giderek sabahleyin yoluma devam edecektim ya da bir araba gelinceye kadar yürümeyi sürdürecektim.Ancak ikinci seçeneğin riski büyüktü.Yola devam kararı aldığımda ,eğer bir araba gelip beni almaz ise, donarak bu dünyaya elveda demekte vardı.Ama risk taşımasına karşı yola devam kararı almam ağırlık kazanıyordu.Çünkü bir haftadır ayrı kaldığım evime,eşime ve çocuklarıma büyük bir özlem duyuyordum.Bu özlem bana güç veriyordu.Gene de yol ayrımına kadar kesin bir karara varmak zorunda değildim.Tam yerinde elbet bir karara varacaktım.Şimdi umutla yürümemi sürdürmeliydim.
Her adımda kayan, tabanı kayganlaşmış ayakkabılarla yürümek, gerçek bir işkenceydi.Kafamı meşgul eden ikilemden kurtulmak için savaşım verirken ,kendimi bir anda güçlü bir ışık demetinin ortasında buldum.Hızla yaklaşmakta olan arabanın ışığı,aynı zamanda kararan içimi de aydınlattı.Daha rahat hareket etmek için sırtımdaki heybeyi kenara bırakarak ellerimi havaya kaldırdım. Farlarının yere yakın oluşundan gelen aracın bir otomobil olduğunu tahmin ettim.Yaklaşmakta olan araç, bu yollarda görmeye alışık olmadığımız türden lüks bir otomobildi. Tam karşımda duracakmış gibi yavaşladı.Kenara bıraktığım eşyalarımı almak üzere yere eğildiğimde birden hızını artırarak yanımdan uzaklaştı.Neye uğradığımı şaşırmıştım.Son umudum da benden hızla uzaklaşıyordu.Nasıl bir tepki vereceğimi bilmeden,”heeey,nereye gidiyorsun,duuur,dursana pezevenk,”diye bağırdım.Beni duyabilmesi olanaksızdı,ama yapacak başka bir şey de yoktu.Öylesine canhıraş bir şekilde bağırmış olmalıyım ki yakındaki ormandan yankılanarak geri dönen, umutsuzluk ve korku dolu sesimi duydum.Arabanın arkasından bakakalmıştım.Araba,yaklaşık elli metre ilerideki köy yolu sapağında durdu.Dörtlü ışıklarını yakarak beklemeye başladı.Bir an gözlerimin beni yanılttığını düşündüm.Dikkatle tekrar baktım.Hayır yanılmıyordum,araba durmuş beni bekliyordu.Kuşlar gibi kanatlandım.Elli metrelik karlı yol bana tozlu yol gibi geldi.Kendimi arabanın yanında buldum.
Her tarafım karla kaplıydı.Kardan adama benzediğimden kuşkum yoktu.Arabanın kapısına asılmadan önce üzerimdeki karları temizledim.Ayaklarımı yere vurdum.Bulunduğum tarafın kapısı açıldı.Elimdekileri koltukların arasına bırakarak kendimi içeri attım.Arabada iki kişi vardı.Arka koltuklar boştu.İçerisi sıcacıktı.Şoförün yanında iyi giyimli biri oturuyordu.Adam,”merhaba,”dedi.”Yokuş olduğu için yanında duramadık.Yolda aşırı buz olduğu belli. Tekrar hareket etmekte zorlanabilirdik.” Boğazım kurumuştu.Sesim çıkmıyordu.Konuşamadım.Adamın zaten cevap beklediği de yoktu.Konuşmasını sürdürürken araba hareket etti.”Nedir bu haliniz,bu mevsimde akşam vakti yola çıkılır mı?”Birkaç kez yutkunarak boğazımı konuşma tavına getirdim.Bu arada” bu perişan halimi nasıl açıklasam acaba?” diye düşünüyordum.Anlatsam, gerçekten benim duygularımı anlayabilir miydi?Soğuktan moraran dudaklarıma söz geçirmeye çalışarak konuşmaya başladım.”Acısu’da öğretmenim.Eşim ve çocuklarım ilçede oturuyor.Her hafta sonu ilçeye gitmek zorundayım.” “Kaç yıllık öğretmensiniz?Niçin hala köylerde çalışıyorsunuz?”Diye sordu. “On beş yıllık öğretmenim.”Dedim. “Şehir merkezine sıra ile geliniyor.Ben de birinci sırada atama bekliyorum.” “Yazık,”dedi,adam. “Çok yazık,bu koşullara nasıl dayanıyorsunuz?” Derin derin soluklandım.Giderek ısındığımı hissediyordum. “Dayanmak zorundayım.” Dedim.”Benim işim bu.Bana nerede görev verilirse orada çalışırım.Bakmakla yükümlü olduğum bir ailem var.Başka ne yapabilirim?Her türlü ortam ve koşulda çalışmam gerek.” Adam bu sözlerime karşılık diyecek bir şey bulamamış olacak ki , “Allah kolaylık versin.”demekle yetindi.Bir daha da konuşmadı.
Hava tamamen kararmıştı.Artık farların aydınlattığı alanın dışında hiçbir yer görünmüyordu.Arabanın ışığında, kar fırtınasının hız kesmeden sürdüğü görülebiliyordu.Daha önce giden araçların tekerlek izleri olmasa, yolu bulmak bile olası değildi.Şoför tüm dikkatini işine yoğunlaştırmıştı.Gözleri bir radar gibi geceyi tarıyordu.Sıcak, gerilen sinirlerimi yumuşatmıştı.Başımı koltuğa yasladım.Gözlerimi kapattım.Bu gün verdiğim ölüm kalım savaşımını şimdiye kadar kaç kez yaşadığımı anımsamaya çalıştım.Bu günün ilk olmadığından adım kadar emindim.Elbette son da olmayabilirdi.En iyisi, her şeyi unutmam ve gözlerimi geleceğin umutlu yollarına çevirmem gerektiğini düşündüm.Gece sona ermeden kavuşacağım eşimin ve çocuklarımın mutluluğu her türlü fedakarlığa değerdi.İçimden,”yılmak yok,sevmek ve çalışmak var,”dedim.
İlçenin en uzak mahallesi olan istasyon mahallesi ilkokulunda bir öğretim yılı görev yaptıktan sonra merkez Cumhuriyet ilkokuluna atandım.İstasyon ilkokulunda kaldığım yılın en önemli anısı çok zor bir kış geçirmemizdi.O kış çok kar yağdı.Okula gidip gelmelerde oldukça zorlandık.Ancak asıl sorun sağlığımın bozulmasıydı.Nitekim o yıl o güne kadar geçirdiğim sağlık sorunlarının en ağırını yaşadım.Üşütmeye bağlı olarak yakalandığım zatürre beni haftalarca yatağa bağladı.Meslek hayatımda ilk kez okulumdan bu kadar uzun bir süre ayrı kaldım.Hastalığı yendiğimde bu hastalığın bana zorunlu olarak yaptırdığı kalıcı yararını da belirtmeden geçemeyeceğim.Zira yirmi yılı aşkın kullandığım sigara alışkanlığından bu hastalık sayesinde kolayca vazgeçtim.Akciğerlerimi etkileyen bu hastalık hasta yattığım süre içerisinde sigara içmeme engel olduğu gibi,sigaranın bir nefesinin bile beni boğuyormuş hissi vermesi nedeniyle beni sigaradan nefret eder derecesinde uzaklaştırdı.Bir daha da asla ağzıma sigara koymadım.Bu gün altmış yaşımı geçtiğimde hala sabahları öksürmeden güne başlıyorsam bunu sigarayı bırakmış olmama borçlu olduğumdan eminim.
İlçe merkez okuluna geldiğim ilk yıl bana bir sınıf verilmedi.Joker öğretmen olarak hangi okulda öğretmen açığı varsa oraya gönderildim.Sıra ile,Altınyurt İlkokulu,Necmi Muammer İlkokulu,Sakarya İlkokulu ve asıl kadrolu olduğum Cumhuriyet İlkokulunda o öğretim yılını tamamladım.İkinci yıl Okulumda birinci sınıfları alarak,emekli oluncaya kadar çalışacağım, yerleşik ve kalıcı görevime adım attım.
Kiracı olarak kaldığımız iki katlı ahşap ev çok geniş olmasına rağmen uzun süre oturmak için içimize sinmiyordu.Odalar düzensiz,plansız ve kullanışsızdı.Giriş aşağı kattan olduğu için normal kat yüksekliğinden fazla olan ikinci kata uzanan ahşap merdivenlerden yukarı çıkmak oldukça zordu.Ayrıca kış mevsiminde evi ısıtmak mümkün değildi.Zira kapı ve pencereleri düzensizdi.Çatı katına açılan bir kapak üstten gelen soğuğu engellemeye yetmiyordu.Biz bu düşüncelerle yeni bir kiralık ev aramaya yönelik çalışmalara başlamak üzereyken, yıllardır ilçede oturan ve yaptığı ilk evi iyi bir fiyata sattıktan sonra daha güzel bir ev yapma başarısı gösteren yakın akrabamız postacı Ali Rıza eşi ile birlikte bize ziyarete geldi.Ali Rıza eşimle öz be öz amca çocuklarıydı, ayrıca kökten bizimle de yakın akrabalığı vardı.Sohbet sırasında ev konusu açılınca bize hiç beklemediğimiz bir öneride bulundu.yakın akraba olmamıza rağmen Ali Rıza’nın kişiliği konusunda herhangi bir bilgiye sahip değildim.Çalışma yerlerimiz ve görevlerimiz gereği o güne kadar topu topu bir iki kez bir arada bulunduğumuzu sanıyorum.Ne o benim hakkımda ne de ben onun hakkında detaylı bir bilgiye sahiptik.Buna rağmen önerisini dikkatle dinledim.Şöyle diyordu:Sattığı evden eline geçen para ile yeni yaptırdığı iki katlı betonarme evin ancak ikinci katını yaptırabilmiş.Evinin birinci katı kaba sıvası ile kapısız penceresiz olarak yarım kalmış.Parası kalmadığı içinde ne zaman yaptırabileceğini bilmiyormuş.Bize “eğer siz bizim alt katı yaptırır da kiralamak isterseniz,çevredeki kira ücretlerinin yarısı kadar bir kira bedeli ile istediğiniz kadar oturabilirsiniz.Ne zaman eve harcanan para biterse o zaman da gene diğer kiracılardan daha ucuza oturursunuz.Biz yakın akrabalarız.Küçük hesaplar içinde olacak değiliz ya.Hem birbirimize destek olur hem de yaramaz bir komşu endişesinden kurtulmuş oluruz.” Dedi.Bu güzel duygulara katılmamak mümkün değildi.Ayrıca yaptığı öneri bizim için de bulunmaz bir fırsattı.Belki birkaç yılın kira ücretini evi yaptırmak için peşin vermiş olacaktık ama bunun karşılığında da düşük bir kira bedeli ile uzun bir süre ev derdi çekmeden gönül rahatlığı içinde oturabilecektik.Elimde birikmiş param vardı.Evi yaptırmakta zorlanmayacağımı biliyordum.Tek düşüncem Ali Rıza’yı yeteri kadar tanımamaktan doğan ikilem içinde olmamdı.Acaba dediği gibi yapabilir miydik?O gün kesin bir karara varmadık.Eşimle durumu değerlendirmemiz gerektiğini düşündüm.Ne de olsa eşim amcasının oğlunu benden daha iyi tanıyordu. “Biz bir düşünelim ve paramızın bu işe yetip yetmeyeceğini inceleyelim,size en kısa sürede bir yanıt veririz” dedim.
Ertesi gün bu konuyu eşimle enine boyuna konuştuk.Amca oğlunun çok tutarlı biri olmadığını düşünüyordu.Buna rağmen tam olarak kişilik yapısı hakkında bir değerlendirme yapamayacağını söyledi.Bu durumda karar verme aşamasında son söz bana kalıyordu.Tekrar tekrar düşündüm,eğer biz o evi yaptırır da uzun bir süre ucuz bir tarifeden kiralayabilirsek maddi yönden oldukça yararımıza olacağı kesindi.Ali Rıza ile ya da ailesi ile iyi anlaşabilir miydik,bunu şimdiden bilemezdik.Ancak ben ve ailem hiçbir öğretmenin üç yıl kalamadığı Kozdere gibi bir köyde, sorunsuz olarak tam on yıl görev yapabildiğimize göre bir akraba ile haydi haydi uyuşabilirdik.Uyuşmak biraz da kişinin kendine bağlı bir durumdu.Ben bu konuda hem kendime hem de eşime tam olarak güveniyordum.Evi tamamlama konusunda olumlu bir karar aldık ve bunu Ali Rıza’ya bildirdik.
O hafta işe başladık.Kapı pencerelerin ölçüsünü verdik,taban döşemesi için taş getirttik.Sıvacı ustalar ayarladık.Bu arada ben bedenen bir işçiden daha çok gayret ederek çalışıyor ve işi bir an önce bitirmeyi istiyordum.Zira işi ne kadar erken bitirirsek o kadar çabuk taşınacaktık.Bir ay gecemi gündüze katarak çalıştım ve bir ay sonra ev taşınmaya hazır oldu.Kendi çalışmalarımı ücret olarak değerlendirmeden harcadığım parayı belgelerle ortaya koydum.Yaklaşık kırk bin lira harcadığım ortaya çıktı.Çevredeki evlerde kiracıların kaça oturduklarını araştırdım.En fazla aylık bin beş yüz liraya oturulduğunu öğrendim.Bu evler benim oturacağım evden daha geniş,daha lüks ve üst katlara ait kira bedelleriydi.Benim tutacağım ev gibi birinci kat ya da giriş katlar en fazla bin lira civarında bir bedelle kiraya verilmişti.Amca oğlu Ali Rıza bize verdiği sözü unutmuş olmalı ki bizim aylık kiranın bin lira olmasını istedi.Oysa emsal kira bedellerinden daha aşağı olacağını vaat etmişti.Ne ben itiraz ettim ne de eşim.İlk günden bir sorun çıkmasını istemediğimiz için bin lira kira bedeli ile eve taşındık.Bu hesaba göre en az üç yıl boyunca para ödemeden oturacaktık.Evi yaptırmak için verdiğim para bu süreyi fazlası ile karşılıyordu.Biz böyle düşünüyorduk ama bizim amca oğlu Ali Rıza’nın tam bir ali Cengiz olduğunu öğrendiğimizde iş işten geçmişti.
Üç ay beş ay taşındığımız evde huzur içinde oturduk.Evimizin tabanı her ne kadar yer seviyesinden bir basamak aşağıda ve tavan yüksekliği normal daire yüksekliğinden otuz kırk santimetre alçak olsa da rutubet olmaması bizim huzur içinde oturmamız için yeterli bir nedendi.Ayrıca ev sahibimiz ile çok sıkı olmayan seviyeli bir ilişki çizgisi tutturarak,iyi bir komşuluk ve akrabalık ilişkisi sergiliyor olmak bize mutluluk veriyordu.Bu arada bize hoş geldin ziyaretinde bulunan diğer akrabalar her ne kadar “siz ne akla bu adamın evine girdiniz,nasıl bu kadar para harcamayı göze aldınız,başka bir yer bulamadınız mı?” türünden bir sürü eleştiri getirseler de neden böyle konuştuklarını bir türlü anlayamıyorduk.Çünkü henüz Ali Rıza’nın olumsuz bir davranışına tanık olmamıştık.Elbette o günlerin yeni evliler için söylenen cicim ayı olduklarının farkında değilmişiz.Yangının kokusu altı ay geçtikten sonra çıkmaya başladı.
Ali Rıza evine taşındığımızın üzerinden altı ay geçtikten sonra bir akşam üzeri yüzünde yalancı ve riyakârca olduğu apaçık belli olan bir gülümseme ile yanımıza geldi. “Amca oğlu altı ay geride kaldı.Bak bu süre içinde çevrede oturan kiracıların yarı fiyatına oturdunuz.Ev yaptırdığım sırada borçlanmıştım.Geçinmekte zorlanıyoruz.Hiç olmazsa siz de bundan sonra aylık iki bin lira kira bedeli vereceksiniz.Yani her ay hesaptan iki bin lira düşeceğim.” Dedi. Söylediği tamamen gerçek dışıydı.Çünkü çevrede benim oturduğum özellikteki hiçbir dairenin aylık kirası bin beş yüz liranın üzerinde değildi. “Rıza ağabey,çevrede kiralar bin beş yüz lira,bu aydan itibaren biz de hesabı bu fiyattan yapalım” dedim.Birden öyle yüksek sesle konuşmaya başladı ki şaştım kaldım.Adamda ne kibarlık kalmıştı ne akrabalık hatırı. “Olmaz arkadaş,sen de herkes kadar kira vereceksin,bedava oturacak değilsiniz.İşinize gelirse böyle işinize gelmezse siz bilirsiniz.Başınızın çaresine bakarsınız.”Böyle bir tepki alacağımı asla beklemiyordum.Bizim üç çocuk aval aval adamın yüzüne bakıyorlardı.Ses tonundan ürkmüş gibiydiler.Karşı çıksam mutlaka kavga edeceğimizi anladım. “Tamam,dediğin gibi olsun,” dedim.
Bir yılı doldurduğumuzda altı ay öncesinin olayını tekrar yaşadık.Kira üç bine çıktı.Artık her altı ayda bir kiranın yüzde elli artacağını anlamıştık.Böylece dört yılda bitecek paramız iki yılda bitti.Üçüncü yıl başlarken o çevredeki kiracıların neredeyse iki katını ödüyorduk.Artık orada oturamayacağımızı anlamıştık.Akraba dediğimiz adamın akrep olduğunu ne yazık ki geç anladık, bu da bize pahalıya mal oldu.Bazı akrabaların Rıza hakkında neden olumsuz düşünceler beslediğini anladığımızda bizim kırk bin liramız gitmişti.Daha sonra kendisi kirada oturan Ali Rıza’nın üvey damadı, “n asıl,şimdi bizim kayın pederden uzak olmamızın nedenini anlayabildiniz mi?Sizden daha akıllı adam yok muydu o evi yaptıracak?Galiba akrabalar arasında en saf olarak sizi buldu, kandırdı ve evini yaptırdı.Keşke bu işe girişmeden önce bize sorsaydınız” dedi.Çok haklıydı ama iş işten çoktan geçmişti.Meğerse evini aynı koşullarla yaptırma teklifini tüm yakınlarına götürmüş ama kendisini yakından tanıdıkları için hiç biri bu işe yanaşmamıştı.Biz onun için çok kolay av durumundaymışız.Kabak bizim başımızda patladı.
Eşimle ev aramaya çıktık.Elimizde bir miktar para vardı.Bu para ile eski mahallelerden ahşap bir ev alabiliriz ümidindeydik.Satılık olduğunu duyduğumuz bir çok eve baktık.Paramıza uygun ev vardı ama bize uygun olmadığını düşünüyorduk.Eşim bu evleri gördükçe üzülüyor,daha iyisini alacak gücümüz olmadığı için de gizli gizli ağlıyordu.Bana kalsa Ali Rıza gibi fırıldak ve iki yüzlü bir adamın betonarme evinde durmaktansa kümes gibi olsa bile kendime ait bir evde oturmayı tercih ederdim.Uzunca bir süre satın almak için ev aradık ama paramıza göre bulduğumuz hiçbir ev içimize sinmedi.Beklemeye ve araştırmayı sürdürmeye karar verdik.Ancak gene rahat yüzü göremedik.
Mayıs ayının ortalarında bir gün okuldan eve döndüğümde eşimi evin önünde ağlarken buldum.Ne olduğunu sordum.Tam o sırada benim geldiğimi yukarıdaki odasından fark eden Ali Rıza küplere binmiş olarak bağırmaya başladı. “Evimi kiraya verdimse bahçeyi de mi size verdim?Sen ne hakla benim vişne ağacımı kırdırırsın?Çıkın evimden arkadaş.Arını,evini ocağını hemen taşı evimden.” Rıza ağabey sorun nedir,neden avaz avaz bağırıyorsun?” dedim.Ön bahçedeki vişne ağacının tepe dalını gösterdi.Vişnenin doruğuna bir arı oğlu konmuş,dal çok ince olduğundan, belki yarım kilo bile ağırlığı olmayan arı oğlu yüzünden kırılmış görünüyordu.Kırılan dalın kalınlığı serçe parmağı kadar ya var ya da yoktu.Meğerse evin arka bahçesine Rıza’nın kovanlarının yanına izin alarak koyduğum bizim kovan oğul vermiş,oğul da vişne dalına konarak incecik dalın kırılmasına sebep olmuştu.Aslında kırılan dalın hiçbir önemi yoktu.Ama Ali Rıza için aleyhimize kullanabileceği bulunmaz bir fırsat çıkmıştı.Öylesine utanmazca bağırıyordu ki duyan komşular çevrede toplanmaya başladı.Herkes Ali Rıza’yı kınıyor,sakin olmasını söylüyordu ama kimseyi duyduğu dinlediği yoktu.Karşılık vermenin bir yararının olmayacağını biliyordum.Bu adama haber anlatmanın deveye hendek atlatmaktan daha zor olduğunu geç de olsa öğrenmiştim.Hemen bir teneke hazırladım,oğulu ağaçtan aldım.Kırılan dalı da keserek ortadan kaldırdım.Ağaçta hiçbir kırılma belirtisi yoktu.Ben tüm bu işleri yaparken adamın çenesi hiç durmadı.Artık kesin kararımızı verdik.Burada kalıp katil olmaktansa derhal taşınmalıydık.
Önceki kirada durduğumuz mahallede oturan yeğenimin o günlerde tayini Turhal’a çıktığı için boşalttığı evi ben kiraladım.Sahibi Almanya’da işçi olan eve benim yakın arkadaşlarımdan bir öğretmenin karışıyor olması işimizi kolaylaştırdı.O hafta sonunda Ali Rıza’nın evinden taşınarak bir kâbustan kurtulduk.
Taşındıktan sonra sevgili eşimin amca oğlunun evinde kaldığımız üç yıl içerisinde ne kadar güçlüklerle karşılaştığını,acılar yaşadığını öğrendiğimde çok üzüldüm.Meğer amca oğlu ben okula gittikten sonra her gün evi teftiş ediyormuş.Duvara çakılan bir çivi,oynatılan bir fayans,çizilen bir duvar boyası arıyor, yeni talimatlar vererek eşimi bir bunalıma sürükleyerek gidiyormuş.Oysa üç yıl kaldığımız evi,çıkarken ilk günkü temizliğinde bırakmıştık. Bize gelip gidenler üç çocuklu bir aile olarak her yıl kirlettiğimiz daireyi yeniden boyattığımızı sanıyordu.Halbuki üç yıl sonra ilk boyasını yeni boyanmış gibi ve duvarlara bir tane bile çivi çakmadan teslim etmiştik.Bizim bu sabrımız işe yaradı mı diyorsanız,açık ve net söylüyorum,elbette; zaten var olan inancımızın fazlası ile işe yaradığını görmek ilahi adalete olan inancımızı güçlendirdi.Ali Rıza hırsızlık suçundan posta dağıtıcılığı görevinden atıldı.Meğerse yabancı ülkelerde çalışan işçilerin ailelerine gönderdikleri mektup zarflarını açarak,içerisine konulan paraları alıyormuş.Bu işe öyle alışmış ki diğer posta memurlarının sorumluluğunda olan bölgelere ait olan ve içerisinden para çıkması olası zarfları da bir şekilde alarak içini boşaltmaya başlamış.Arkadaşları durumu anlamışlar ve amirleriyle birlikte bir suç üstü yapmışlar.Yargılandı ve suçu sabit görüldüğü için ceza evine girdi.Hem kendisi hem de ailesi perişan oldu.Bu durumlara düşmesine üzüldüğümüzü söylersem yalan olur.Sadece ben mi üzülmedim,hayır.Ali Rıza’yı tanıyan hiç kimse onun düştüğü bu duruma üzülmedi.Hatta benim gibi, “alma mazlumun ahını,çıkar aheste aheste” diye söylenen ata sözünü yad ederek, “oh olsun” diyenler çoğunluktaydı.Benim hakkımı yediğinde veremediğim cezasını kendi elleri ile vermiş olmasından ötürü sevindim.
Yeni taşındığımız evde çok güzel bir huzur yakaladık.Çocuklar ve ben her gün okullarımıza gidiyorduk,eşim de ev işlerini zevk alarak yapıyordu.Bir sürü eziyet çekerek,fazlasıyla paralar ödeyerek üç yıl kirada kaldığımız önceki akraba evinde, biz zindanda yaşamışız,bunu yeni anlıyorduk.Bu huzurlu ortamda,Ali Rıza’nın evinde yaşamak zorunda kaldığımız durumu düşünerek ileriye dönük planlar yapmaya başladım.Tam o sırada yeni iktidarın çıkardığı konut edindirmeye yönelik düzenlemeleri bir fırsat olarak değerlendirmeye karar verdim.Çıkarılan yasa ile çok uygun koşullarla konut kredisi kullandırılacağı açıklanmıştı.Hemen bu işe dört elle sarıldım.Bir miktar birikmiş paramız vardı.Birkaç yıl önce kayın biraderden satın aldığım köydeki tarlayı satarsam kredi almak için gerekli koşulları sağlayabileceğimi düşündüm.Derhal düşündüklerimi hayata geçirmeye karar verdim.
Tarlayı satılığa çıkardım.Bir yandan da arsa aramaya başladım.Şehrin sanayi tarafları ile kuzey yöndeki arsalar bizim alabileceğimiz fiyatlarla satılmaktaydı.Kirada oturmakta olduğum yöre daha çok alevi kesimin çoğunlukta olduğu bir alandı.Bu yöreden arsa almamız gerektiği düşüncesi ağırlık kazanmaktaydı.Bunun nedeni, seksen yılının on iki eylülünde, askeri darbe öncesinde yaşanan sağ- sol,alevi- sünni çatışmalarının acı anılarının hala belleklerdeki yerini korumasıydı.Aslında bu bölgenin ileriye dönük iyi bir yatırım seçimi olmadığını biliyordum.Çünkü ilçedeki sosyolojik yapı gereği alt yapı hizmetlerinin buralara yeteri kadar gelmeyeceğini,planlı yapılaşmanın teşvik görmeyeceğini,bu yüzden de yapılacak konut yatırımının değerlenme olasılığının az olduğunu tahmin edebiliyordum.Öte yandan seksen öncesi çatışmaların yeniden başlama olasılığı göz önüne alındığında, dayanışma açısından bu yörenin bize daha uygun olacağını biliyordum.Bu karşılaştırmalar ışığında arsa seçimini oturduğum yöreden yana kullanma kararı aldım.Sonunda Saraç yolu üzerinde eski yerleşim yerleri ile aralarında bir yol bulunan ve yeni parsellenmiş boş bir alandan dört yüz on beş metre kare büyüklüğündeki bir arsayı,bin dokuz yüz seksen dört yılının ekim ayında, altı yüz yetmiş bin liraya satın aldım aldım.Bir an önce kredi alabilmenin koşullarından olan başlanacak evin temelinin atılmış olması koşulunu yerine getirmek amacıyla çalışmaya başladım.Evin planını çizdirdim,belediyeden inşaat ruhsatını alarak kasım ayının ilk günlerinde ilk kazmayı vurdum.Temel bir ay içerisinde tamamlandı ama bu işte ne kadar acemi olduğumu ve bana ne kadar fazla paraya mal olduğunu da belirtmem gerek.
Arsamızın tam karşısında yolun alt tarafında yer alan ve ileride bizim en yakın komşularımızdan biri olacak olan ev sahibinin inşaat ustası olduğunu öğrenince,hem ev için hazırladığımız demir,çimento,kum,kereste gibi malzemeleri koruma açısından hem de komşu dururken işi başkasına vermenin ayıp olacağı düşüncesinden hareketle, temel atma işini Ahmet Usta’ya, yüz kırk bin lira işçilik bedeli ile götürü olarak verdim.Yani malzeme benden,işçilik ustadan olmak kaydı ile anlaştık.Yalnız temelin iç dolgu malzemesi olan toprak ve taş temini ustaya aitti.Toprak kazı işini tamamladıktan sonra işi ustaya devrettim.Bu arada ihtiyacı olduğunu söylediği için parasını peşin ödedim.İşte bizim inşaat alanındaki acemiliğimizin ilk göstergesi buydu.Parayı benden peşin alan Ahmet usta birkaç gün bizim temel üzerinde çalıştıktan sonra başka işlere gitmeye başladı.Neden böyle yaptığını sorduğumda ekmek parası kazanmak zorunda olduğunu söylüyordu.Acaba benim verdiğim para ekmek almaya yetmemiş miydi?Bu tür çatışmalarla temelin duvarları tamamlandı,sıra içinin doldurulmasına ve tabanın taşla döşenmesine geldi.Ahmet Usta birkaç kamyon ücretsiz toprak bularak temele boşalttırdı ama henüz temelin dolması için en az üç kamyon toprağa daha ihtiyaç vardı.Usta parasız toprak bulamayınca yarım metre derinlikteki temele çevreden bizim de katkılarımızla getirtilen taşları döşemeye başladı.Taşlar döşendiğinde duvar seviyesi ile taş döşeme arasında hala otuz beş santimden fazla bir yükseklik varken tüm uyarılarıma ve itirazlarıma rağmen Usta,malzeme benim üzerimden olduğundan, acımasızca tüm boşluğu harçla doldurmayı tercih etti.O sıralar ben ve çocuklar okula gidiyorduk.Eşim de ev işleri ile uğraştığından inşaatı denetleme olanağımız yoktu.Ahmet Usta,benim tüm inşaatıma yeteceğini düşündüğüm,kum,çimento ve demiri temele harcadı.Altı kamyon kum,yüz torba çimento,bir buçuk ton demir temele harcanarak,yok oldu.Oysa harcana bu kadar malzeme,inşaata başlamadan önce, bu işten anlayanların, yüz metrekare inşaata ne kadar malzemenin yeteceğini söyledikleri, toplam malzemeydi.Kısacası inşaatın tamamına yeteceğini varsayarak aldığım malzemelerin tümü temele harcanmıştı.Ben bu işten yüz de yüz zararlı çıktım ama yapacak bir şey yoktu.
Bu arada yeri gelmişken ailemle ilgili konularda kısa bir paragraf açmak gereği duyuyorum:
Ben oldum olası aileme mensup olanlarla daima çok sıcak ilişkiler içinde olmayı düşünmüşümdür,istemişimdir.Aileden ya da yakın akrabadan kim olursa olsun, her konuda karşılıklı sevgi,saygı,hoşgörü,yardımlaşma,dayanışma ilkelerinin tam anlamı ile egemen olmasını arzu etmekteydim.Elimden gelse her konuda aile bireyleri ile birer ikiz kardeş kadar yakın olmaktan yanaydım.Ama her nedense bizim ailede hiç kimse gerçek duygularını apaçık olarak ortaya koymazdı.Ne babam ne de annem, bize aşırı sevgi bir yana, sıradan sevgi duygularını bile ifade etmekten çekinir bir tavır içindeydiler.Ailenin dokuz çocuğu olarak bizlerin her birimiz kendinden bir sonra dünyaya gelen kardeşini büyütmekle yükümlüydü ve hepimiz istinasız bu kuralı uygulayarak yetiştik.Sadece son beşik olan kız kardeşim, kendinden sonra doğan başka bir çocuk olmadığı için bu kural dışında kaldı.Kademeli olarak küçükler, yaşına bakmaksızın babamıza olduğu kadar büyüklerine saygılı davranır,büyükler de gene yaşına ve kademesine bakmaksızın küçüklerine sevgi duyarlar ama bu sevgilerini açıkça ortaya koymayı bir zaaf olarak görürlerdi.Bu davranış biçimi bir aile geleneği gibi içimize işlemişti.Ben bu durumdan hiç hoşnut değildim.İstiyordum ki karşımızdakine ne gibi duygular besliyorsak bunu en açık biçimi ile yansıtalım.Birbirimize sarılalım,konuşalım,sohbet edelim,gerekirse saygı çerçevesinde tartışalım.Ama asla böyle olmuyordu.İşin kötüsü ben tamamen bu duruma karşı olmama rağmen elimde olmaksızın, kendi çocuklarıma da aynı davranış biçimini yerleştirdiğimi anladığımda, iş işten çoktan geçmişti.
Ömür boyu başkalarında gördüğüm ve imrendiğim sıcak ilişki biçimi bizim ailede egemen olmadığı için, her birimiz evlenip ayrı yuvalar kurduğumuzda, ne yazık ki ilişkilerimiz daha da zayıfladı.İşte bu anlayış ve davranış çerçevesinde yetişen aile fertlerinden hiç birinin aklına, bana maddi ya da manevi destek olma fikri gelmedi.Köyde yaşayan kardeşlerim bir yana,ilçede yaşayan, başkalarına amelelik yaparak geçinimini sağlayan en büyük ağabeyim, ücret karşılığı işçilerin başında durması için yaptığım teklifi bile kabul etmeyerek başkalarının işine gitmeye devam etti.İki ev ötemizde oturan kız kardeşim bir gün bile “kolay gelsin” demek için dahi yanımıza uğramadı.Gece bekçiliği yapmakta olan ağabeyimin yapısını bildiğim için ondan hiçbir beklentim yoktu.Zaten o da yanımıza hiç uğramadı ve kendinden beklenen davranışı sergileyerek bizi şaşırtmadı.Tüm bu olanlar elbette beni çok üzdü.Ama kendileri de dahil, bu yazdıklarımla ilgili olarak, hiç kimseye bu konuda bir yakınmada bulunmadım.Şimdi bunları yazıyorsam kendi iç dünyamda aileme karşı ne tür duygular beslediğimin anlaşılması içindir.
Şimdi aradan yıllar geçti.Bu gün bile hala aynı davranışların esiri olarak aile bireyleri arasında kopukluklar devam ediyor. Babam o zaman hayatta değildi ama annem yaşıyordu.Annem,en büyük kardeşimiz,yukarıdan dört numara olan ağabeyim bu dünyadan göç ettiler.Zamanı belli olmasa da elbet bizim de bu dünyayı terk etme sıramız gelecek.Ne götüreceğiz?Gidenler ne götürdü ki biz ne götürelim?İçimde hep bu aile sıcaklığını yaşayamamanın acısı da benimle birlikte gidecek.En büyük üzüntüm, bu soğuk görünen aile içi ilişkileri bilmeyerek,asla ve asla istemeyerek, kendi çocuklarıma da yansıttığımızı hissetmek ve görmek.Bu bana çok acı veriyor.İşte biraz da bu yüzden yılları geri döndürmek istiyorum.
Temel inşaatını bitirir bitirmez konut kredisi kullanmak için Yapı Kredi bankasına başvuruda bulundum.Bir ay sonra, kredimin onaylandığı banka tarafından bana duyuruldu.Ancak kış mevsiminin başlamış olması ve inşaat işlerinin yapılamayacak olması nedeni ile krediyi ilkbaharda kullanabilecektim.
Bin dokuz yüz seksen beş yılının Nisan ayında krediyi kullanmaya başladık.Gelen banka eksperinin verdiği inşaatı gerçekleştirme oranını belirten rapor doğrultusunda aldığım para ile yeniden gerekli malzemeleri temin ederek işe giriştik.Bu kez daha temkinli olmaya dikkat ederek kabala işine yanaşmadım.Tuttuğum gündelikçi usta ve işçilerle bu işi götürmeyi tercih ettim.Ancak bu yolun bize yarar mı zarar mı getireceğini elbette iş bitiminde görebilecektik.
Eğer herhangi bir iş için,birilerini çalıştırmak durumunda kalınıyorsa, insanın doğru kişilerle karşılaşmış olmasının önemini özellikle belirtmem gerekiyor.Zira eğer vicdanı güdük,evrensel insanlık değerlerinden bihaber birilerine iş yaptırıyorsanız, bu işten çok zararlı çıkacağınızı peşinen kabul etmek durumundasınız.Nereden mi biliyorum?Elbette bu evi yaptırma aşamasında karşılaştığım olay ve kişiler yüzünden, bu konuda deneyim sahibi olduğum için biliyorum.Çalıştırdığım kişilerin kimi aranan özelliklerdeydi kimi de tam tersi yapılarda.Temel inşaatını kabala verdiğim komşu Ahmet Usta ile temel aşamasında bazı tatsızlıklar yaşadıksa da ileride yüz yüze bakacağımız düşüncesi ile ikinci aşamada gündelikçi usta olarak iş vermeye devam ettim.”İnsan ne bulursa iyi niyetinden bulur” derler ya ben de bu iyi niyetimden ötürü büyük ölçüde zarar gördüm.Ahmet Usta günlük içme alışkanlığı olan bir adamdı.Ben akşamları içmesi durumunda bunun kendinden başka kimseye zarar vermeyeceği düşüncesindeydim.Ancak İnşaat son aşamaya geldiği günlerin birinde öğrendim ki ben okula gider gitmez Ahmet Usta da hemen yakınımızdaki bakkala gidip zil zurna sarhoş olana kadar içiyor,benim okuldan dönmeme yakın bir zamanda işe geri dönüyormuş.Hatta bir keresinde iç bölme duvarlarından birinin çok yanlış ve biçimsiz örüldüğünü gördüğümde,elinde ipi ve terazisi olan bir ustanın neden bu kadar acemice iş yaptığının nedenini anlayamamıştım.Meğerse iyice sarhoş olduğu zamanlardan birinde bu duvarı örmeye çalışmış,bu durumda da elbette ortaya bir garabet çıkmıştı.Bu yanlış örülen banyo ile tuvalet duvarını yıktırıp yeniden ördürdümse de gene de tam düzelmiş olduğunu söyleyemem.Bir sürü malzeme boşa gitmişti ama en kötüsü de küçük antrenin görüntüsü hiç hoş değildi.Ben bu adama ne diyebilirdim ki?Vicdanı kısaydı ve olanı da çiviye asıp unutmuş olmalıydı.Sonuç olarak, bin dokuz yüz seksen beş yılının, haziran ayının yirmi beşinde kendi evimize taşındığımızda, piyasaya yaklaşık beş yüz bin lira borçlu kalmamı, çalıştırdığım insanların beni uğrattığı zararla ilgili olduğunu belirtmem lazım.Bankadan kullandığım iki milyon iki yüz elli bin lira inşaatı tamamlamaya yetmediği için borçlanmak zorunda kalmıştım.Oysa inşaattan anlayan,işini çok iyi takip edebilen ya da aileden birilerine takip ettiren,benimle aynı durumdaki arkadaşlarımın,inşaatlarını tamamladıklarında bankadan aldıkları paradan bir miktarda artırdıklarını öğrendiğimde evin bize ne kadar tuzluya mal olduğunu daha iyi anladım.Üstelik seksen beş bin lira maaş almakta olduğum,bununla hem okula devam etmekte olan üç çocuğumuzla birlikte aile geçinimini sağlayacak olmam, hem de piyasaya olan borcu ödemem gerektiği düşünüldüğünde bizi hangi zorlukların beklediği daha iyi anlaşılabilir.Ayrıca kısa bir süre sonra aldığım krediye karşılık,bankaya aylık önce kırk dört bin,sonra otuz yedi bin lira taksit ödeme durumunda kalmamızın ailemiz için tam bir yıkım olacağının farkında bile olamamıştım.Yaklaşık dört ay sonra ilk taksit ödemesi başladığında yeni bir eve sahip olmanın sevinci kursağımızda kaldı.Hayat o günden sonra bizim için tam bir kâbusa dönüştü.
O yıl maaşım seksen beş bin lira civarındaydı.Olsa olsa iki bin lira eksik ya da iki bin lira fazla.Eve taşındığımızın üzerinden üç ay geçtikten sonra,kullandığımız krediyi geri ödeme planı uyarınca, aylık olarak sabit kırk dört bin lira ödemem gerektiği bildirildi.Maaşın kırk dört bin lirası kredi taksitine gidince geriye yaklaşık kırk bir bin lira da bize kalıyordu.Bu para ile hem piyasaya olan beş yüz bin lirayı ödeyecektim hem de ev geçindirecektim.Çocukların üçü de okula gidiyordu.Büyük oğlum Kadir’i, ortaokuldaki derslerinde başarılı olduğu halde,düz lise yerine,devlet garantili iş bulmasını önemsediğim için, yatılı sınavını bin altı yüz elli öğrenci arasından on birinci sırada kazandığı ziraat meslek lisesine göndermiştim.Diğer iki çocuğumuzdan Bahtiyar ortaokula,kızımız Emel de ilkokula devam ediyorlardı.Taksitten geriye kalan para ile hem ev geçindirmemiz hem de borç ödememiz olanaksızdı.Eşimin terziliği olmasa kesinlikle aç kalabilirdik.Ben çocuklarla birlikte ek gelir yolları ararken eşim gecesini gündüzüne katarak elbise dikiyor, eve önemli ölçüde gelir sağlıyordu.O günlerde yıllık enflasyon korkunç denecek kadar yüksekti.Piyasadaki her hangi bir ürünü bir ay arayla aynı fiyata almak olanaksızdı.Resmi enflasyon çoğu zaman yüzde yetmiş- seksen olarak açıklanıyordu ama gerçek enflasyonun yüzde yüzden aşağı olmadığı kesin bir gerçekti.Kredi taksitlerinin ödemesi başladıktan sonra,güzel ve yeni bir eve sahip olmanın verdiği mutluluk yok olup gitmişti.İlk günler sevinçten göklerde uçtuğumuzu hissediyorken geçim güçlüğü ile yüz yüze geldiğimizde kendimizi bir zindanda bulduk dersem,maddi ve manevi olarak içinde bulunduğumuz durumu tam olarak ifade etmiş olurum.
Aldığım maaşın geçinmemize yetmediğini görür görmez başka gelir yolları aramaya başladım. Babadan kalan herhangi bir yan gelirimiz yoktu.Eşimin babası da yaşlıydı ve ancak kendilerinin geçinimini güç koşullarda sağlayabilmekteydi.Kardeşlerimden asla bir şey beklemiyordum,zira evin yapımına başladığımızdan beri yanımıza bir kez olsun uğramayan insanlardan ne bekleyebilirdim?İş başa düşmüştü ve ben içine düştüğümüz bu zor durumdan çıkmanın bir yolunu bulmak zorundaydım.Gelir kapısı olarak aklıma ilk gelen yol,o yıllarda revaçta olan kağıt kese yapımıydı.Henüz naylon poşetler icat edilmediği için bakkallar,manavlar sattıkları ürünleri eski gazete kağıtlarından yapılma kese kağıtlarına koyarak pazarlıyorlardı.Benim elimden gelecek başka bir ustalık,başka bir hüner olmadığına göre bu işi denemeye karar verdim.Eski gazete satılan yerden kilosuna yüz elli kuruş vererek birkaç kilo gazete aldım.Kese kağıdı yapımı için gerekli olan yapıştırıcı almak yerine hamur kullanmayı tercih ettim.Böylece hem ucuza mal edecektik hem de ağırlığını önemli ölçüde artıracaktık.Çocuklarla birlikte işe koyulduk.Çocuklar okuldan gelir gelmez kısa sürede ödevlerini tamamlıyor ve benimle birlikte kese yapmaya başlıyorlardı.Eşim dikecek elbise olmadığı zaman bize katılıyordu.Bu şekilde hızlı bir yapım çalışması temposu tutturduk.Her gün yaklaşık üç kilo kadar kese kağıdı yapabiliyorduk.Bunun da kilosunu üç liradan bakkala manava verince bize her kilo da yüz elli kuruş kâr kalıyordu.Bu yolla aç kalmayacağımızı garantilemiş olduk.Artık her gün gece geç saatlere kadar kese yapmayı sürdürdük.
Yeni evimizin bahçesi genişti.Bakir toprağın verimli olacağını düşündüm ve satılabilecek ürünler ektim.Kıska soğan ve maydanoz bu işe en uygun olanlardı.Kısa sürede bu işten de az çok para kazanmayı başardık.Borçlu olduğum kişilerin güvenini kazandığım için,piyasaya olan borçlarımı sıraya koydum ve alacaklılara her ay bir miktar ödeme yapmayı başardım.Ne yazık ki bu ödemelerle edindiğimiz borcun temizlenmesi çok zordu.Bunun bilincindeydim ve daha başka yollar denemeliydim.
Büyük oğlum Kadir, ailemizin çektiği ekonomik sıkıntıların farkındaydı.Bahtiyar ile Emel henüz bu durumu kavrayacak kadar büyümemişlerdi,çocukluğun en saf, en temiz çağlarını yaşıyorlardı.Kadir, yatılı okuduğu Amasya Gökhöyük’ten her izine geldiğinde,benim asla izin vermememe karşın,kendince iş arıyor ve bazen boyundan büyük işlere giriştiği oluyordu.Üç yaşında geçirdiği lanet bir hastalığın tam kapanmayan izlerinden biri olarak sol göz kapağını çok iyi kapatamadığı için,kendi işimiz bile olsa, tozlu topraklı ortamlara,pis işlere asla yaklaşmamasını istiyordum.Buna rağmen bir keresinde akşam eve geldiğinde gördüğümüz hali içler acısıydı.Eli yüzü,elbisesi,kısaca her yeri simsiyah olmuş,adeta zenciye dönüşmüştü.Meğer o gün yirmi tonluk bir kömür kamyonunu,bir arkadaşı ile birlikte boşaltarak,bir evin bodrumuna taşımışlardı.O gün ki çalışmaları karşılığında onar lira kazandıklarını söyledi.On lira o günlerde iyi sayılırdı ama eğer o işi, bu konuda deneyimli birileri yapmaya kalksaydı,en az ellişer liraya boşaltırlardı.Oğlumu bu halde görmek içimi parçaladı.Bir daha böyle işlere girişmemesini söyledim.Ancak temiz iş çıkarsa ikimiz birlikte çalışabiliriz dedim.
Bizim sokağın alt tarafında komşumuz Ahmet ustanın kızı ile damadı oturuyordu.Damat Mehmet eşinden bir hayli yaşlı,ufak tefek,eli yüzü kırış kırış olmuş bir yapıdaydı.Bu dış görünüşünden ötürü sokakta ona karikatür lakabını takmışlardı.Kadir bir gün karikatürün gece bekçiliği yaptığı inşaatta çalıştırmak üzere işçi arandığını öğrenmiş.İnşaat tamamlanmış ve içeride kalan moloz temizlenecekmiş.Birlikte olursak çalışabileceğimizi iletmesini istedim.Karikatür Mehmet, benim gibi bir memurun,üstelik de öğretmen olan birinin,inşaatta çalışmak istediğine şaşırmış ama istiyorsak komşuluk hatırına gelebileceğimizi söylemiş.Yaz tatilinde olduğumuz için çalışmamıza engel bir durum yoktu.Üstelik günlerden Pazar olması da ayrıca bizim için tercih nedeniydi,zira işçiliğe giderken eş dost tarafından görülmemizi istemiyordum.En azından sabah sokakların boş olacağını umut ediyordum.Sabah altı otuzda yola koyulduk.Önümüzde kara kuru Karikatür Mehmet,arkasında oğlumla şehir merkezine doğru yol alıyorduk.İş elbiselerimizi inşaatta giyinmek üzere elimizdeki çantada taşıyorduk.Gerçektende sokaklar çok ıssızdı.Tanıdık hiç kimseye rastlamadan şehrin güney kıyısına yakın bir konumdaki inşaata ulaştık.
İnşaatın bodrum katının izbe bir köşesinde iş elbiselerimi giydim.Bir başka köşede giyinip yanıma yaklaşan oğlumu gördüğümde içimden bir şeyler koptu,boğazıma doğru yükselirken nefesimi kesti,boğulacak gibi oldum.Gözlerime biber sürülmüş gibiydi,ağlamamak için kendimi zor tuttum.Yaşı henüz on beşlerde olan bir öğretmen çocuğunun düştüğü şu hale bakmak olanca nefretimi ülkeyi yönetenlere çevirdi.Bize layık gördükleri bu yaşam koşullarına lanet okudum.Sonra inşaat artıklarını katlardan aşağı taşımak üzere çalışmaya başladık.Akşama kadar içim içimi yedi.Okuma yazması bile olmayan,karikatür gibi bir adamın altında işçilik yapmak zorunda kaldığım için kendi kendime de kızıyordum ama çıkış yolu bulamıyordum.Eminim Karikatür akşama kadar benim burada toz toprak içinde çalışmamın nedenini anlamak için kafa yormuştur.Ama anladığını sanmıyorum,çünkü bizimim evin geçinimi konusunda dışarıya karşı ağzımızdan tek laf çıkmamıştı.
Üç gün çalışarak işi bitirdiğimizde bir ay rahatlayacak kadar elimize para geçmiş olması çektiğimiz sıkıntıları unutturdu.
Henüz yaz tatilinin başlarındaydık.Tam o sıralarda Kozdereli Nazım, oturmakta olduğu Ankara’dan köye giderken bize uğradı.Ev yaptırdığımı duymuş;hem hayırlı olsun demek için hem de uzun zamandır görüşemediği arkadaşını,yani beni görmek istemiş.Nazım ile gerçekten iyi anlaşan iki arkadaştık.Köylerinde öğretmen olduğum yıllarda kendilerine bazı yardımlarım olmuştu.Hatta çok zor durumda kaldıkları bir zaman kendilerini Anakara’ya gitmeye ben zorlamıştım.Ankara’ya gitmeleri onlar için çok yerinde bir olaydı ve bu yüzden onunla her karşılaşmamızda bana minnet duyduğunu dile getiriyordu.
Buraya gelmişken biraz Nazım ve ailesinden bahsetmek yerinde olacak.Benim Kozdere’ye atandığım ilk yıllardan itibaren Nazımla tanışıyorduk.O yıllarda Nazım İstanbul’da simitçilik yapmakta,kazandığı para ile köydeki beş çocuklu ailesini geçindirmeye çalışmaktaydı.Evleri okulun bahçesinin alt duvarının önünden geçen yolun bitişiğinde ve bahçenin güney duvarını sınırlayan derenin yanı başındaydı.Bir ilkbahar mevsiminde, bu küçük dereden aşağı inen şiddetli sel suyu evlerini yerle bir edince bu yoksul aileye daha bir yakınlık duydum.Geçici bir eve taşınmaları sırasında ve bazı gereksinimlerinin temin edilmesi aşamasında küçük çaplı yardımlarımız oldu.Çocuklarından üçü okulumuzda öğrenciydiler.Bu nedenle de İstanbul’dan geldiği sıralarda çocuklarının durumu hakkında bilgi almak için yanıma uğrardı.Bu tanışıklığımız Nazım’ın dürüst,saygılı,sıcak tavırlarını gördükçe ilerledi.Artık her fırsatta yanıma geliyordu.
O yıllarda Almanya’ya işçi gitmek modaydı.Erkeklerin işçi olarak gitmelerine bazı sınırlamalar getirilmişti ama bayanlar için böyle bir sorun yoktu.İşçi yazılan sağlıklı bayanlar en geç üç beş ay içerisinde Almanya’ya gidebiliyorlardı.Oraya kapağı atar atmaz da eşlerine istek yaparak yanlarına alabiliyorlardı.Nazım evi sele gitmeden önce iyi kötü geçinebilirken,evsiz kalması ile birlikte geçinim koşullarının daha da zorlaştığını görerek eşini Almanya’ya işçi yazdırdı.Tüm yazışmalarda ve yönlendirmelerde benden yardım alıyordu.Dilekçelerini,arzuhallerini ben yazıyordum.Ne zaman başı sıkışsa bana koşuyordu.Benden bilgi alıyordu.Nitekim eşi işçi yazıldıktan üç ay sonra Almanya’ya davet edildi.Paraları yoktu ama babadan kalma iki üç parça tarlaları vardı.Almanya’ya gidinceye ve oradan Türkiye’ye para gönderinceye kadar geçinimlerini temin etmek üzere gerekecek parayı, tarlalarından ikisini satarak temin etti.Geriye kimsenin beş para verip almayacağı kadar işe yaramaz bir tarlaları kalmıştı.Karısını yarı üzüntü yarı,sevinç duygularıyla uçağa bindirip Almanya’ya yolcu ettiğinde de Nazım’ı ben teselli etmeye çalıştım.Ve Umutlu bekleyiş başladı.
Aradan iki hafta geçmeden, Nazım’ın eşinden iki mektup geldi.Bir lokantaya temizlikçi olarak yerleştirildiğini ve oldukça rahat olduğunu belirten mektubu Nazım’a ben okumuştum.Daha önce belirttiğim gibi Nazım’ın okuma yazması yoktu.Ayrıca başkasına okutmaktansa bana okutmayı tercih ediyordu.Hatta mektupların karşılıklarını da bana yazdırmıştı.Bu konuda her nedense çocuklarından bile yardım almak istemiyordu.Okunacak,yazılacak ne varsa koşarak bana getiriyordu.
Yaklaşık kırk gün sonra Nazım, elinde bir mektupla ve gene heyecanlı bakışlarla yanıma geldi.Aradan geçen zaman içinde, eşinin Almanya’ya uyum sağladığını,alıştığını ve kazandığı paralardan bir miktarını kendilerine gönderebileceği beklentisi içinde olduğunu anlayabiliyordum.Zaten eşini gönderirken sattığı tarlaların parası bitmiş,tekrar eşden dosttan borç alınır duruma gelinmişti.Artık bir an önce Alman markına kavuşmayı beklemek haklarıydı.
Okulun önündeki düzlüğe iki sandalye çıkarıp oturduk.Uzattığı zarfı aldım,dikkatli bir şekilde açtım. Zarfın içinden çıkan kağıttaki yazıların her zamankinden kısa oluşu dikkatimi çekti.Hızlı bir şekilde ne yazıldığına bir göz gezdirdim.Mektup Nazım ve çocukları için müthiş bir hayal kırıklığının belgesi gibiydi.Bir süre sessizce Nazım’ın yüzüne baktım.O, her zaman yaptığı gibi eşinden gelecek olan güzel haberlere kendini hazırlamışçasına,çukur gözlerini dolduran umutla bana bakıyordu.Benim sessizliğimin uzaması yüzünde gölgelenmelere neden oldu.”haydi hoca,oku şu mektubu” der gibi yutkundu.Bu mektubun içeriğini nasıl en az yıkımla anlatabileceğimin hesabını yapıyordum.Sonunda,”Nazım,eşin rahatsızlanmış galiba,” dedim. Oturduğu yerden diklendi:”ne olmuş karıma,haydi okusana,”diye ısrarlı tavrını sürdürdü.Yarı mektubu okuyormuşum gibi,yarı sohbet havası vermeye çalışarak ve ağzımdan dökülen yıkıcı sözcüklerin anlamlarını olabildiğince yumuşatmaya çalışarak durumu açıkladım.Nazım’ın eşi mektupta çok hasta olduğunu,çalıştığı yerde kendisine çok kötü davranıldığını,çalışma koşullarının dayanılmaz olduğunu,zorla domuz eti yedirdiklerini belirterek derhal yurda geri dönmek istediğini yazıyordu.Kendisine çok acele uçak bileti parası göndermezlerse canına bile kıyabileceğinden söz ediyordu ama ben bu bölümü başka türlü açıkladım.Nazım önce inanmaz gözlerle bana bakmaya devam etti.Galiba şaka yaptığımı sanıyordu.Oysa mektubun içeriği benim söylediklerimden daha ağır şeylerle doluydu.Yüzünde acı bir gülümseme ile,”benimle şaka yapıyorsun değil mi?” dedi.Ben asla şaka yapmadığımı anlatmak istercesine ciddi bir ifade ile başımı iki yana salladım. “Şaka yapmıyorum Nazım,mektubu olduğu gibi okudum.Anlaşılan eşin gerçekten zor durumda,bu yüzden gerekeni bir an önce yapmalısın.” Dedim.Oturduğu yere pelte gibi yığıldı ve derin bir soluk aldı.Yüzünün esmerliği arttı.Derin bir sessizliğe gömüldü.
Nazım bir anda sekiz on yaş birden yaşlanmış gibiydi.Ne düşündüğünü neye karar verdiğini anlamak olanaksızdı.Oturduğu yerden güçlükle kalktı ve sessizce bahçe kapısına doğru yürüdü.Destek olmak için arkasından,”üzülme Nazım,her şeyin bir çaresi vardır.Sen bir an önce eşine yardım etmenin yollarını ara,” diye seslendim.
Bu mektubun üzerinden on gün geçti geçmedi Nazım’ın eşi Almanya’dan geri geldi.O’nu gördüğüm ilk an bende bıraktığı izlenim hiç de hasta olmadığı,zorda kalmadığı şeklindeydi.Hatta giderken gördüğüm halinden daha fazla kilo almış gibiydi.Ama gölgelerde yan gelip yatarken, kocasının simit satarak kazandığı paraları yemeye alışmış bir kadının el işinde çalışmaktan hoşlanmayacağını anlamamız lazımdı.Şimdiye kadar el işinde çalışmamıştı.Çocuk doğurmaktan öte yaptığı bir yok sayılırdı.Zira bu köyde çocuklar ya kendi kendilerine büyüyorlar ya da bir önce doğan kendinden sonra geleni büyütüyordu.Kadını böyle sağlıklı ve zinde görünce içimden yüzüne tükürmek geldi.Ailesinin bu kadar zor bir döneminde Almanya gibi bir gelir kapısını tepip gelmesi akıl alır bir davranış değildi.En azından eşini yanına aldıracak kadar orada karşılaşacağı her güçlüğe katlanması beklenirdi ama olmadı.
Eşinin yaptıklarına çok sinirlenen Nazım, artık köyde bir gün bile durmak istemiyordu.İstanbul’a gitmeden yanıma uğramak istemiş.Almanya konusunu açmanın onu daha çok üzeceğini biliyordum.Başka şey öğütledim.Köyde tarlası ve hatta evi bile olmadığına göre artık tüm ailesini çalıştığı şehre taşımasının çok yerinde olacağını anlattım.Madem ailesini geçindirmek için aylarca İstanbul’a, Ankara’ya gidiyordu,o zaman neden ailece gitmeyeceklerdi?Hem yetişmekte olan çocuklara da iş olanağı çıkar şimdiki durumdan daha kolay geçinebilirlerdi.Bu önerim aklına yattı.Geriye tek sorun kalıyordu,eşini köyden taşınmaya ikna edip edemeyeceği yolundaki kuşkusu.”Sen biraz para kazandıktan sonra bir ev kirala,öyle gel.Eşini ikna edebileceğine inanıyorum” dedim.
Nazım gittikten altı ay sonra köye geri geldi.Önerdiğim gibi Ankara’ya yerleşmeye karar vermiş ve bir gecekondu kiralamıştı.Evini taşımakta kesin kararlıydı.Ancak Almanya’dan dönüp koyu gölgelerde yatmaya devam eden karısının taşınmak istemediğini söyledi. “Sen onun ne istediğine aldırma,”dedim. “Bir araba ayarla,eşyalarını doldur,eşine de geliyorsan buyur gel,gelmek istemiyorsan ben çocukları alıp gidiyorum,de.Bak o zaman arkandan koşarak geliyor mu gelmiyor mu?”Nazım aynen söylediğimi uyguladı.Gitmek istemeyen eşi Nazım’ın kararlı tavrını görünce kuzu kuzu arabaya binip gitti.Böylece Nazım Ankara Cebeci’ye yerleşti.
Nazım Ankara’da çiçekçiliğe başlamış.Kızılay’dan Ziya Gökalp Caddesine çıkan ara yolda kurulu ve belediyenin onayladığı alanda çiçek satıyormuş.Bu işin simit satmaktan hem daha kolay olduğunu hem de çok iyi para getirdiğini görmüş.Köyden taşınmayan eşi çiçek işine öyle bir alışmış ki Nazım’dan bile çok iş yapar olmuş.İki yıl sonra Batıkent’ten dubleks daire aldıklarını duyunca çok sevindim.Artık varlıklı bir aile oldukları haberi geliyordu.
İşte size kısaca tanıtmaya çalıştığım Nazım’a ev yaptırmamız sırasında piyasaya borçlandığımız ve ödeme zorluğu içinde olduğumuzu anlatınca bana yaz boyu Ankara’da çiçek satmamı önerdi.Kendileri yaz mevsiminde çiçek tezgâhlarını açmak istemiyorlarmış.Haftada iki gün İbni -Sina hastanesi önünde ziyaret saatleri içerisinde çiçek satmakla yetiniyorlarmış. “Acaba ben bu işi yapabilir miyim?” diye tereddüt edince, “neden yapamayacaksın hocam?okuma yazması bile olmayan bizler bu işi yapıyorsak sen çok daha iyisini yaparsın.Ankara’da bakanlık memurlarının bir çoğu mesai saati çıkışında bizlerden aldıkları çiçekleri bir iki saat içerisinde satarak evlerine ek gelir sağlıyorlar.” Diyerek beni cesaretlendirdi. “Nerede kalacağım diye aklına bir şey gelmesin.Bizim evde bir Köroğlu bir ayvaz oturuyoruz.Sana da yer var.İstediğin kadar kalabilirsin.” Diyerek sözlerini bağladığında bu işi denemeye karar verdim.Köyden iki gün sonra geri dönerken birlikte gitmeye karar verdik.
Ben ömrümde hiçbir şey satmamıştım.Ticaret konusu hayatta en uzak kaldığım bir alandı.Bu yüzden içimde bir tedirginlik vardı.Ancak öyle bir geçinim sıkıntısı çekiyorduk ki yasa dışı olmamak kaydıyla hangi yol olursa olsun denemekten kaçınamazdım.
Bir hafta sonra Ankara Cebeci semtinde Nazım’la çiçek mezatındaydık.Nazım parasını da kendi ödemek suretiyle her zaman yaptığından daha özenle çiçek alımı yaptı.Damadının kullandığı ve mülkiyeti Nazım’ın olan kartal marka arabayla çiçek balyalarını eve taşıdık.Bir kısmını hastane önünde kendilerinin satmaları için buket yapmak üzere ayırdı,geri kalanını benim satıcılığını üstleneceğim tezgâha koymak üzere düzenledi.Bu arada buket nasıl yapılır,demet nasıl bağlanır,çiçekler tezgâha nasıl yerleştirilir onları anlattı.Ertesi sabah erkenden tezgâhı kurmak üzere Kızılay’daydık.
Nazım’ın sahibi olduğu tezgâh,birçok satıcının yer aldığı meyilli yolun ilk sırasında yer alıyordu.Arkamızda yükselen inşaatın perde ile kapatılan önüne yerleşmiş olan yaklaşık on kadar çiçek tezgâhı vardı.Nazım çiçekleri özenle yerleştirdi.İnşaata sakladıkları tahtaları ve briketleri kullanarak basamak oluşturduğu tezgâhın gerçekten çekiciliği görülmeye değerdi.İşini tamamladıktan sonra, “bak hocam,artık tezgâh senin;sattığın çiçek parasından ben ana parayı alırım,kârın tamamı sana kalır.Ben kâr istemiyorum.Akşam saat beş- altı sularında gelirim,” diyerek yanımdan ayrıldı.
Tezgâhın başında tek başıma kaldım.Yukarı doğru sıralanan diğer çiçekçilerle tanıştık.Her biri yurdun farklı bir köşesindendi. Sivas ve Malatyalılar çoğunluktaydı.Hemşeri sayılırdık.Hepsi birden bana kolaylıklar dilerken,istediğim her yardımı yapmaya hazır olduklarını belirttiler.
Saat sekize doğru önümüzdeki yoldan işlerine gidenler yoğun bir kalabalık oluşturmaya başladılar.Çiçekçilerin her biri farklı yöntemlerle alıcı çekmeye çalışıyorlardı.Müthiş bir reklam atağına geçtiklerini görünce ben de bir şeyler yapma gereği duydum.”Çiçek,çiçek” diye bağırmak istedim.Kupkuru boğazımdan ses çıkmadı.Boğuk bir hırıltıya benzeyen sesimden utandım.Biraz aşağı yukarı adımlayarak kendimi işime ısındırmaya çalıştım.Yutkunarak boğazımı ıslatmak ve sesimin güçlü çıkmasını sağlamak istedim.Ancak bir türlü boğazım istediğim kıvama gelmiyordu.Göğsüme bir kuş sıkışmış,durmadan çırpınıyor ve dışarı çıkarak serbest kalmak istiyor gibiydi.Bir daha “çiçek,”diye seslenmeye çalıştım.Olmuyordu,bir türlü etkili bir ses çıkaramıyordum.İçimde ben olmayan bir başkası vardı.Kaygılı gözlerle önümüzden geçenlere bakıyor, aralarında bizi tanıyan var mı,yok mu dercesine bir tedirginlik içerisinde çırpınıp duruyordu.Sanki Ankara halkının hepsi beni tanıyordu da, “hoca bu ne hal?Çiçekçiliğe mi başladın?”diye her an birileri beni ayıplayacak gibi bir his duyuyordum.Oysa beni burada hiç kimsenin tanıdığı falan yoktu,olamazdı da.Hatta sağlıklı düşünebilsem,çiçek satmanın neresi ayıplanacak bir olaydı?Ama bunu kendime bir türlü anlatamıyordum.Akşama kadar bu duygular içinde debelendim.Yanımdakiler çiçeklerinin çoğunu sattılar.Ben sadece bir buket ile bir adet kırmızı gül satabildim.Buketi komşular yaptılar.Gülü de iki sevgiliden erkek olan kız arkadaşına verdi.Hatta fiyatına iki lira dediğim güle verdiği iki buçuk liranın üzerini de almayarak sevgilisine ya da belki de bana bir jest yaptı.
Akşam dediği saatte yanıma gelen Nazım, karşılaştığı manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi.Çiçekler bıraktığı gibi duruyordu.Yaz sıcağında en geç iki-üç gün içerisinde satılamayan çiçeklerin çöpe atılması kaçınılmaz bir sonuçtu.Böyle bir durumda mezata verdiği ana parayı bile çıkaramayacak gibiydim.Uzun ve seyrek bıyıklarının altında gizlenen dudakları bir gülümseme izi taşısa da gözleri üzüldüğünü açığa vuruyordu.Gelir gelmez reklama,bağırmaya başladı.Onu tanıyan ve sürekli müşterisi durumunda olan memurlardan bir kaçı evlerine dönerken her zaman yaptıkları gibi çiçek aldılar da o günün birkaç kuruş getirisi olabildi.Bu da gene Nazım’ın satıcılık becerisinden kaynaklanmıştı.
Üç gün tezgâh başında bekledim ve her gün bir öncekinden çok da farklı olmadı.Ben bir türlü çiçek reklamı yapamadığım için bana doğru yönelen müşterilerin bir çoğu diğer satıcılara gittiler.Dördüncü gün yani Perşembe Nazımların hastane günüydü.Nazım,“Madem burada satamıyorsun,öyleyse hastane önüne birlikte gidelim” dedi.
Perşembe sabahı erkenden kalkarak buket yapmaya başladık.Ben buket yapmayı bilmiyordum ama çiçekleri renk ve cinslerine göre bir araya getiriyor,temizliyor ve alt fonu oluşturacak olan yeşillikleri düzenliyordum.Saat on bire kadar otuz altı adet buket yapıldı.En geç saat on ikide hastane önünde olmamız gerekiyormuş.Buketlerden başka gül ve karanfil demetlerini de alarak yola koyulduk.Cebeci’nin dik meyilli yolunu indikten sonra Kurtuluş parkını izleyerek Hacettepe alt geçidinden Samanyolu yokuşuna doğru tırmandık.Yüksek ihtisas hastanesini geçince başlayan İbni Sina Hastanesi bahçesine ulaştığımızda diğer çiçekçilerin bizden önce geldiğini gördük.Çiçekçiler Ankara hastanelerini kendi aralarında paylaşmışlar.Her hastanenin büyüklüğüne yani yatak kapasitesine göre ikişer üçer çiçekçi ayarlamışlar.Buraya iki çiçekçinin yanı sıra Kızılay çiçekçilerinden olmayan korsan dedikleri çiçekçilerden de gelenler oluyormuş.Bu iki çiçekçi grubu arasında zaman zaman tartışma çıkarmış.
Hastane bahçesine girer girmez Nazım işyeri taksimi yaptı.Eşi Ulus yönünde açılan kapıya,kendisi Samanyolu yokuşundan girilen araba kapısına ben de Hacettepe yokuşundan girilen denetimli nizamiye kapısına yerleşerek,buralardan giriş yapan hasta yakınlarına yönelik satış yapacaktık.Demetlerin tümünü elimizde tutma olanağı yoktu.Her birimiz yeteri kadar demet ve çiçek aldıktan sonra geri kalanları, bahçedeki çam ağaçlarından birinin altına sakladık.Ben üç demetle on tane gül almıştım.Nizamiye kapısının önüne yakın bir yere durdum.Demetlerden ikisini koltuk altına yerleştirdikten sonra bir demetle gülleri ayrı ayrı tuttum.hasta ziyaretine gelen insanlar akın akın bahçeye doluşmaya başladılar.Kapıdan giren kimilerinin çiçek almak istedikleri ya da en azından fiyatını öğrenmek istedikleri bakışlarından anlaşılabiliyordu.Ancak benim ağzımdan bir kez olsun çiçek sözcüğü çıkmıyordu.Bu durumda alacak olanlar biraz ötelerde gördükleri diğer satıcılara yöneliyorlardı.Öyle ciddi,öyle asık suratlı görünüyor olmalıyım ki, çiçek almak isteyen kişi bana yaklaşıp çiçek fiyatını bile sormaya cesaret edemiyordu.Hatta belki duruşumdan,görünüşümden,tavırlarımdan benim de hasta ziyaretine geldiğim düşüncesine kapılıyorlardı.Kendimi satıcı tavrı,duruşu göstermeye zorlasam da bunu bir türlü beceremediğimi sanıyorum.Bir saat boyunca sadece bir demet satabildim.Yaşlıca bir çift tüm cesaretlerini toplayarak yanıma yaklaşıp çiçeklerin satılık olup olmadığını sorduktan sonra, benim boğuk ve soğuk ses tonuma önem vermeden, yedi buçuk lira ödeyerek hastalarına götürmek üzere, bir demet çiçek aldılar.Saat en geç on dörde kadar çiçekleri satmamız gerekiyordu zira o saatten sonra hasta ziyaretçisi gelmiyordu.On üç otuzda Nazım yanıma geldi. “Ne yaptın hoca, satamadın mı?” diyerek elimde tuttuğum çiçekleri aldı ve uzaklaştı.On dört olmadan tüm çiçekleri satmış olarak yanıma geldiler.Ben burada da satış yapamadığım için utanıyordum. “Nazım kardeş ben bu işi beceremiyorum,bu akşam memlekete geri döneyim bari,” dedim.Artık O’da benim bu işten para kazanamayacağımı anlamış olmalıydı.Çok ısrarlı olmayan bir ses tonuyla “dur bakalım,cumartesi günü şansımızı bir daha deneyelim de ondan sonra karar verirsin,” dedi.
Cumartesi de perşembeden farklı olmadı,evime dönmeye karar verdim.Nazım ev yapımından kalan borçlar yüzünden zorda olduğumu biliyordu.Çok vefalı dost olduğunu ortaya koyan bir anlayışla ne zaman rahatlarsam o zaman geri ödemem koşulu ile bana yüz elli bin lira vererek memlekete gönderdi.Bu para da bizi oldukça rahatlattı.
Evimize taşındıktan iki yıl sonra maddi yönden rahatladık.Bu iki yıl içerisinde,yıllık resmi enflasyon sürekli yüzde yetmiş-seksen oranında arttığı için maaşlara da aynı oranlarda yapılan zamlar düzlüğe çıkmamıza neden oldu.Bu arada ev için çektiğim kredinin geri ödeme taksitlerinde sabit taksit seçeneğini tercih ettiğim için aylık ödediğim otuz yedi bin lira toplam maaş içinde küçüldü.Üçüncü yıl sonunda maaşım üç yüz kırk bin liraya yükselmişti ama ev taksiti aynı devam ediyordu.Bu durumda taksitlerin hiçbir önemi kalmamıştı.Toplam on beş yıl boyunca ödemem gereken krediyi altıncı yılın sonunda toptan ödeyerek bankaya gidip gelmekten kurtuldum.Zira altıncı yılın sonunda,maaşım sekiz yüz bin lira olurken eve ödediğim otuz yedi bin lira, bir tiryakinin aylık sigara gideri kadar kalmıştı.Sonunda güzel bir eve sahip olmuştuk ama bu bizim çok acılar yaşamamıza mal olmuştu.Başka türlü de olamazdı zira tek maaşla,üç çocuklu bir aileyi geçindirmenin yanı sıra,başka bir yerden en küçük gelir olmayınca, bir takım güçlüklere katlanmadan ev sahibi olmamız da mümkün değildi.
Bu arada Kadir,bin dokuz yüz seksen sekiz yılının haziranında ziraat meslek lisesini bitirdi ve aynı yılın on iki aralık günü Urfa’nın Siverek ilçesine atandı.Bahtiyar’ı da düz lise yerine o zamanların gözde okullarından endüstri meslek lisesine kaydettirmiştim.Girdiği sınavda birinci olarak elektrik bölümüne girmeye hak kazanmasına rağmen tehlikeli olduğunu düşünerek torna tesviye bölümüne girmesini tavsiye ettim.Böyle yapmakla iyi mi yapmıştım,işte bundan emin değilim.Bu yaşa geldiğimde arkada kalan yıllar içerisinde “keşke” diye düşündüğüm durumlardan biri de Kadirle Bahtiyar’ın eğitimlerine yaptığım müdahaleler.Şimdi geriye dönüş olsa galiba oğullarımın her ikisini de düz liseye yazdırırdım.Böylece yüksek öğretimde bölüm seçme tercihleri kendilerine kalır,bu gün içlerinde bir geçmişte yaşadıklarımız içerisinde,kafalarında “keşke” ikilemi kalmışsa, bunun sorumluluğunun kendilerine ait olmasını sağlardım.Şimdi düşünüyorum da çocukların her ikisi de okullarında başarılılardı ve girecekleri yüksek öğretim sınavlarında istekleri doğrultusunda bir yerlere yerleşebilecekleri kesindi.
Bahtiyar endüstri meslek lisesindeyken matematik öğretmeni çoğu kez bana,”oğlunuz beni çok şaşırtıyor,bazı günler benim saatlerce uğraşarak çözüme ulaştığım bir problemi iki dakikada, bir başka yöntemle sonuca ulaştırıyor,keşke onu düz liseye gönderseydiniz” şeklinde konuşuyordu.Kadir ise yıllar sonra,evli iken girdiği Ziraat Fakültesinin gece bölümünü birincilikle bitirerek başarısını bir kez daha ortaya koyuyor ama ziraat mühendisi olmasına rağmen mesleğini bir türlü sevemediğini söylüyordu.
Kızım Emel, aileden genetik olarak sanatsal yeteneği almış biri olarak ortaokuldan itibaren resim dalında sivrilmeye başladı;lisede devam etti ve On Dokuz Mayıs Üniversitesi’nin resim öğretmenliği bölümüne girerek amacı ve isteği doğrultusunda eğitimini tamamladı.Kadir ile Emel üniversite yıllarında hiçbir sorun çıkarmadan,eğitim süresi içerisinde okullarını bitirdiler.Ancak Bahtiyar bizi oldukça uğraştırdı.Biraz bu konu üzerinde durmak istiyorum.
Bahtiyar, endüstri meslek lisesini bitirdiğinde, başarılı bir öğrenci olarak,üniversitenin kendi isteği doğrultusunda, bir bölümüne girebileceği izlenimi vermiş ancak her nedense mühendislikler ya da tıp gibi yüksek puan isteyen okulların hiçbirini tutturamadığından eğitimini aldığı konuda eğitim veren Ankara Gazi Üniversitesi,Teknik Eğitim Fakültesi’ne yerleştirilmişti.Kendisi bunun nedenini,sınavda cevap anahtarında yaptığı bir kaydırma hatasından kaynaklanmış olabileceğini söylediyse de gerçekliği tartışılır.Ancak biz gene de bu sonuçtan memnun olduk.Zira teknik öğretmen olarak mezun olduklarında devletçe atamaları yapılacağından,çok sayıda öğrencinin tercih edebileceği,iş arama sorunu olmayan gözde bir bölümdü.Bir yıl kayıt dondurarak gelecek yılın sınavında bir kez daha şansını denemek isteyen Bahtiyar’ı okula devam etmesi konusunda ikna ettik.İsterse gelecek yılın sınavlarına girebilirdi.
Bin dokuz yüz seksen dokuz yılının öğretim yılında Bahtiyar okuluna başladı.Okula başladığı yıl O’na bir teklifte bulundum.Eğer isterse,Ankara’ya tayin isteyerek yanına gidebileceğimi söyledim.Ancak Bahtiyar, “her üniversiteye kaydolan çocuğun ailesi yanına mı gidiyor?Artık kendi kendimize yetmeyi öğrenmemiz lazım.Sizin gelmenize gerek yok,ben de her üniversite öğrencisi gibi başımın çaresine bakarım,” diye mantıklı bir yanıtla bizi bu düşünceden caydırdı.Birinci yıl güçlükle yerleştirebildiğimiz Tahsin Banguoğlu öğrenci yurdunda kaldı.Yıl sonunda sınıfını geçtiğini söyledi,memnun olduk.İkinci yılda aynı öğrenci yurdunda kalmaya devam ettiyse de yakınmaları arttı.Üniversiteye giden öğrencilerin büyük çoğunluğu gibi evde kalmak istediğini söylüyordu.Evde kalmasının maddi yönünü karşılayacak maddi durumdan yoksunduk ve gelecek yıl kızım Emel de üniversiteye girerse her ikisinin aylık giderini karşılayamayacağımızı biliyorduk.Bizim karşı çıkmamıza rağmen üçüncü yıl, Bahtiyar bize haber vermeden öğrenci yurdundan,bir daha geri dönmemek üzere ilişiğini kesmiş.Her şey olup bittikten sonra bize haber verdi.Afyonlu iki arkadaşının kaldığı bir eve taşındığını söyleyerek,elektrik sobası,perde,yatak -yorgan,tencere,tava,çaydanlık gibi bir çok ev eşyası göndermemizi istedi.Bunları gönderme olanağı yoktu.Kendisinin gelmesini ve istediklerini götürmesini söyledik ama Bahtiyar’ın para isteğinin arkası kesilmiyordu.Yurtta kalırken ayda gönderdiğimiz para miktarını haftada istemeye başladı.Benim bu kadar para göndermem mümkün değildi.Bir akşam otobüse atladığım gibi soluğu Ankara’da aldım.Bana verdiği adresi bulmakta zorlanmadım.Dışkapı semtinde,Sigorta hastanesinin yakınlarında bir yerde kaldıklarını söylemişti.Sabah saat beş buçuk sularında evi buldum.Beş-altı katlı apartmanın bodrum katında kalıyorlarmış.Toprak seviyesinden aşağı doğru uzanan yirmi basamaklı merdiveni inerek bodrum kapısına ulaştım.Kapı ziline bastım,birkaç defa zil çaldıktan sonra uykulu gözlerle Bahtiyar kapıyı açtı.İçeri girdiğimde gördüğüm manzara gerçekten korkunçtu.İlk aklıma gelen tepki bu koşullarda bir köpeğin bile kalamayacağı şeklindeydi.Bomboş odalarda beton zemin üzerine serilmiş battaniyelerin üzerine kıvrılmış yatan gençlerin hali içimi acıttı.Ne söyleyeceğimi ne yapacağımı şaşırmıştım.”Oğlum senin ev dediğin burası mı?Bu kuyuda nasıl kalabiliyorsunuz?Saray gibi yurda bu izbeyi nasıl tercih edebildin?” Soruları ardı ardına sıraladım.Bahtiyar sessizce yüzüme bakıyordu.İçinde bulunduğu durumdan kendisinin de memnun olmadığı yüzünden okunabiliyordu. “Burada kalamazsın,kalmana izin veremem.Hemen bir yurda girmeni sağlamaya çalışacağım.” Dedim.Cevap vermedi,anladım ki O’da burada kalmak istemiyor ama bir çıkış yolu da bulamıyordu.İş bana düşmüştü,gerekeni yapmak için işe koyulmaktan başka çarem yoktu.
Okuldan iki günlük izinle yola çıkmıştım.Bu iki gün içerisinde bir şeyler yapmayı ümit ediyordum.O gün önce kaydını aldığı yurda gittim.Yurtta çalışan bir tanıdığı araya koyarak Bahtiyar’ı yurda geri kabul etmeleri ricasında bulundum.Yönetici,Bahtiyar’ın yatırdığımız depozitoyu aldığını,bir daha geri dönmemeyi taahhüt eden bir dilekçe vererek buradan ayrıldığı için yurda kabul edemeyeceklerini söyledi.Israr etmemizin bir yararının olmayacağını anlayınca üzüntü ile oradan ayrıldım.Ertesi gün de yurt işini çözemedim.Aldığım iki günlük izin bittiği için tekrar gelmek üzere memlekete geri döndüm.
Bahtiyar’ın yurt işi için defalarca Ankara’ya gitmem gerekeceğini o zaman asla düşünmemiştim.Aradan zaman geçiyor bir türlü yurt işini bir çözüme kavuşturamıyorduk.Bu arada artan masrafı da karşılayamaz olmuştuk.Ankara’ya son kez giderken, Yurt-Kur genel merkezinde çalışan Zileli bir hemşerimizin akrabası olan bir siyasiden aldığım rica mektubu ile bu sorunu kesinlikle çözebileceğimiz umudunu taşımaktaydım.Yurt-Kur genel merkezinden girerken içim ferahtı.Ancak soyadı Kaleli olan hemşerimizin bu kadar duyarsız,bu kadar soğuk,bu kadar aldırmaz biri olabileceğini hesaba katmamıştım.Nitekim konuyu açtığımda adamın yüzünün aldığı şekil tüm umudumu yıkmıştı.İçimden “ bu adamdan bize hayır gelmez” diye geçirdim.Düşündüğüm gibi,adam benim nereli olduğumu sorup ta alevi olduğumu anladıktan sonra suratının tam bir yezit suratına dönüştüğünü fark ettim.Onun için bize yardımcı olmayacağını tahmin ettim.Odadan ayrılırken,kurtuluş savaşı sırasında,bu toprakların her karışında akan alevi kanına rağmen,kendi ülkemde Alevilere karşı resmi devlet anlayışının ne kadar gaddarca olduğunu görmek beni bir kez daha derinden yaraladı.Tam bir ruhsal çöküntü içerisinde kapıya yönelmişken beynimde bir şimşek çaktı.Buraya kadar gelmişken aklıma, yurt-kur genel müdürü ile görüşmemin yararlı olabileceği geldi.Sekreterlerden müdürle görüşmek istediğimi söyledim,müdür müsaitmiş,beni içeri aldılar.Durumu kısaca anlattım.Müdür de öğretmen kökenliymiş.Benim öğretmen olduğumu öğrenince,”madem meslektaşız,sana bir çözüm yolu önereyim,” dedi. “Sizin mecliste tanıdığınız bir milletvekili ya da bir bakan yok mu?Onların belli sayılarda kontenjanları var.İsterlerse milletvekilleri on öğrenci,bakan ise yirmi öğrenciyi kontenjanından istediği yurda sokabiliyor.Bana bir kontenjan belgesi getirirseniz çocuğunuzu istediğiniz yurda yerleştiririz.” Dedi.Bu çözüm yolu bende bir umut ışığı yanmasına neden oldu.Zira seçimlerde kendisini desteklediğimiz Güler Hanım,kabinede devlet bakanıydı.Yakından tanışıyorduk ve seçimde kendisi için çalıştığımızı biliyordu.Bizden bir kontenjan esirgeyecek hali olamazdı.Yurt-kur genel merkezinden çıktığım gibi bakanlığın yolunu tuttum.
Devlet bakanları binasında bakan Güler’i bekleyen en az yirmi kişi vardı.Ben de aralarına katıldım.Akşam saat on altı sularında geldi.Bekleyenler hep beraber odasına doluştuk.Herkes sıra ile sorununu aktardı,sıra bana geldiğinde,”senin derdin ne hocam?”diye güya bir yakınlık sergiledi.Sorunumu en anlaşılır bir şekilde belirttikten sonra,yurda sokmak için bana bir öğrenci kontenjanı kullanmasını istedim. “Mümkün değil hocam,adalet bakanımız Sayın Oktay Bey, bize kesinlikle hiç kimseye aleyhimizde delil olacak şekilde bir belge vermememizi söyledi. Ben size kartımı veremem.”dedi.Canımın sıkıntısından tepeden tırnağa kadar tere battığım bir anda bu yanıt bana buzlu su ile duş etkisi yaptı.İçimden bir titreme geldi.Kabaran öfkemi bastırmaya çalışarak,”Sayın Bakanım,ben sizden bir yasa dışı işlem ya da yasa dışı bir iş mektubu istemiyorum,ben sizin yasal hakkınız olduğunu öğrendiğim, yurda oğlumu yerleştirmede bir kişilik kontenjan kullanmanızı istiyorum,” dedim. “Hayır,üzgünüm,ben belge veremem,hem kontenjanım doldu.”dedi.Artık kendimi tutamadım ve yüksek bir sesle, “seçim zamanı yaptığınız vaatleri ne çabuk unuttunuz?Ben sizin içi ailemle birlikte en az bin adet tercih yaptırdım,bunun karşılığı bu mu olmalıydı?Ben bunun hesabını sorarım,”diyerek ayağa kalktım.Orada bulunanlar benim bu çıkışım karşısında şaşırmışlardı.Aval aval yüzüme bakıyorlardı.Kapıya doğru yürürken,arkamdan, “ beni makamımda tehdit mi ediyorsun?” diye seslendi.Geri döndüm ve, “nasıl anlıyorsanız öyle.” Diyerek kapıdan çıktım.Dışarıda hava kararmak üzereydi.Ne yapacağımı, nereye baş vuracağımı bilmiyordum.Bahtiyar beni ne kadar zor durumda bıraktığının farkında bile değildi.Derin düşüncelere dalmış bir durumda Kızılay Meydanı’nı geçtim,Ziya Gökalp Caddesi’nden aşağı doğru yürürken bir anda kendimi Doğru yol Partisi’nin genel merkezi önünde buldum.Bu partinin genel başkan yardımcılarından Ali Şevki Erek de Tokatlıydı.Bir de burada şansımı denemeye karar verdim.Başkan yardımcılarının odalarının bulunduğu en üst kata çıktığımda Zileli esnaflardan ve bu partinin ileri gelenlerinden Ahmet Kağızman’la karşılaştım.Aynı ilçede oturuyorduk ve kendisi kırtasiyecilik yapmaktaydı.Doğrudan okulları hedef alan bir iş kolunun sahibi olarak zorunlu bir tanışıklığımız vardı.Samimi olmasak da selamlaşıyorduk.Çok fazla sivri particilik anlayışında olan biri değildi.Kibar ve kültürlü bir adamdı.Selamlaştıktan sonra burada ne için bulunduğumu sordu.Kısaca anlattım. “Birazdan Ali Bey gelecek,sorunu çözmesini rica ederiz.” Dedi.Saat on yediye doğru Ali Bey odasına girdiğinde kapı önünde kendisini bekleyen yaklaşık on kişi olmuştuk.Hep beraber arkasından odaya doluştuk.Geniş odanın karşı duvarının önünde duran masanın çevresinde yarım daire oluşturacak şekilde sıralanmış sandalyelere oturduk.Ali Bey, “hoş geldiniz arkadaşlar,sizi beklettiğim için özür dilerim,şimdi önce ne içeceğinizi söyleyiniz,Ayrıca buradan yemeğe gideceğimiz lokantaya kaç kişi geleceğimizi bildireyim sonra sorunlarınızı anlatırsınız;içeceklerinizi yudumlarken sohbet ederiz.”dedi.Deneyimli bir siyasetçi olan Ali Şevki Erek ile, siyasete yeni atılıp o günkü koşullar gereği, kendisini bir anda bakan koltuğunda bulan Güler İleri’nin seçmenlerine karşı takındığı tavrın ne denli farklı olduğunu gördüm.Ben Güler Hanım’la ortaokul yıllarından beri tanışıyordum.Eczacı olduktan sonra da sürekli iletişim içinde olmuştuk.Ülkemizde tercihli oy sisteminin ilk kez uygulandığı genel seçimlerde,aday sıralamasında dördüncü sırada ve asla seçilemeyecek bir konumda bulunmasına rağmen,yapılan tercihle ikinci sıradan milletvekili seçilen Güler Hanım için en az bin oy verilmesini sağladığımdan emindim.Şu an kendisinden istediğim çok küçük bir yardımı bile benden esirgemesi karşısında, ilk genel seçimlerde tekrar seçilmemesi için elimden geleni yapmaya ant içtim.
Çaylarımızı içtikten sonra herkes sıra ile derdini anlattı.Sıra bana geldiğinde kendimi tanıtarak sorunumu dile getirdim.Şaşırmış gibiydi; “maaşından başka gelirin yok,üniversitede iki çocuk okutuyorsun ve senin oğlun yurda giremiyor öyle mi?” dedi. “Evet” dedim.Hemen telefona sarıldı ve sekreterine kendisini yurt genel müdürü ile görüştürmesini söyledi.Az sonra sekreter hanım, yurt kur genel müdür yardımcısının görüşmeye hazır olduğunu haber veriyordu. “Doğan Bey merhaba,şu an benim karşımda bir öğretmen arkadaşım var,bu arkadaşımın iki çocuğu üniversitede okuyor ve oğlu Ankara’da bir yurda girememiş.Bu nasıl olabiliyor?Siz yurda kimlerin çocuklarını alıyorsunuz? Maaştan başka geliri olmayan bir öğretmenin çocuğu yurda giremiyorsa kimlerin çocukları giriyor.Bu konuya bir eğilin kardeşim.Şimdi arkadaşı size gönderiyorum,çocuğunu istediği yurda yerleştirmeye yardımcı olun lütfen.İyi akşamlar,müdür beye selamlar.” Sevinçten içim içime sığmıyordu.Ali Bey’in bu tavrı,bu iş bitiriciliği karşısında saygı duymamak mümkün değildi.Benim kim olduğumu tam olarak araştırmadan,hangi partiye yakın durduğumu öğrenmeden,salt öğretmen olduğum için,belki hemşerisi olduğum için,belki de sırf vatandaş olduğum için göstermiş olduğu ilgi beni çok duygulandırdı.Oysa cumhuriyet kurulduğundan beri ne benim ailemden bir kişi ne de bizzat ben, herhangi bir sağ partiye oy vermemiştik.Yıllardan beri sülalece hizmet ettiğimiz partiye mensup bir bakanla,hiç oy vermediğimiz bir partinin genel başkan yardımcısının vatandaşa verdiği değer karşılaştırması,bende bazı ön yargılardan kurtulmamız gerektiği yolunda bir ikilem oluşturdu.Siyasi konularda hiçbir partinin çantada gördüğü keklik olmamaya söz verdim.
“Haydi hocam,Doğan Bey sizi bekliyor,gidin ve çocuğunuzu istediğiniz yurda kayıt yaptırın.” Dedi.İçimde hala bir kuşku vardı.Aylardır beni uğraştıran,geceleri uykumu kaçıran,yemekten içmekten kesen bu konunun çözümü, bu kadar basit miydi yani? “Sayın bakanım,bana bir kartınızı verebilir misiniz?Belki beni tanımayabilirler,işimi sağlama almak üzere bir belge verir misiniz?” dedim. “Amma yaptın sayın hocam, müdür yardımcısı ile ne konuştuğumuzu sen de duydun,hala işim olacak mı kuşkusu yaşıyorsun öyle mi?” derken önündeki kutudan aldığı kağıda bir şeyler yazdı ve bana uzattı. “Hiç gerek yok ama,için rahat etsin,al bakalım sana belge;doğruca yurt kur genel merkezine git,seni bekliyor olacaklar.”
Merdivenleri ikişer üçer inerek caddeye fırladım.Kızılay kavşağından Cebeci yönüne giden belediye otobüsüne bindiğimde saat on yediye geliyordu.Akşam karanlığı çökmekteydi.İçimde ben yurt kur genel merkezine ulaşamadan mesainin biteceği ve herkesin evlerine gideceği korkusu vardı.Yurt kur genel merkezine elli metre uzaklıkta arabadan iner inmez koşar adımlarla ilerledim.Yurt kur binasının ışıkları yanıyordu.İkinci kata yürüdüm.Daha önceki gelişlerimde genel müdür odasının ikinci katta olduğunu öğrenmiştim.Merdivenlerin sonunda beni bir bayan sekreter karşıladı. “Ali şevki Bey’in gönderdiği bey siz misiniz?” Diye sordu. “Evet,benim,” dedim. “Sizi müdür beyin odasına alayım,müdür bey birazdan gelecek,”diyerek bana yol gösterdi.Genel müdür odası geniş ve gösterişliydi.Koltuklardan birine oturdum.Yaklaşık üç beş dakika sonra genel müdür içeri girdi.Sanki kırk yıllık dost gibi boynuma sarıldı. Daha önce tanıştığımızı anımsıyor olmalıydı. “Ali Bey’in selamını aldım.Madem Ali Bey’le hemşerisiniz ve tanışıyorsunuz,bu zamana kadar boşuna yurt aramışsınız.”Dedi.Ben bu arada Ali Bey’in verdiği pusulayı uzattım. “İşte bu kadar basit,şimdi hangi yurda girmek istediğinizi söyleyin,bakalım,” diyerek uzattığım kağıdı aldı,okudu. “Şimdi ne siz ne de ben zor durumda kalırız.Oğlunuz Ali Bey’in kontenjanından istediği yurda girebilir.” Daha önce Bahtiyar’ın Cebeci yurduna girmek istediğini biliyordum. “Müdür Bey,Cebeci yurdunu tercih ediyordu,mümkünse oraya yerleştirelim,” dedim. “Elbette,hemen telefon ediyorum,” diyerek telefona sarıldı.Sekretere Cebeci yurdunu aramasını söyledi.İki dakika sonra telefonun hazır olduğunu bildirdiler. “Size bu akşam bir öğrenci gönderiyorum.Ali Şevki Erek bey’in kontenjanından yurda kaydını yapınız.Babasını da bu gece misafir ediniz” dedi.Telefonu kapattı. “Haydi hayırlı olsun,” dedi.Sonra “madem siz Ali Bey’in hemşerisisiniz,ayrıca da meslektaşız,bir iyilik de ben yapayım,”dedi.Zile bastı ve içeri giren sekretere, bana bir başbakanlık burs formu getir,”dedi. Sekreter az sonra bir evrakla geri döndü.Elindeki başbakanlığın karşılıksız burs formu olduğu anlaşılan kağıtları müdüre uzattı.Müdür Bey, “bu evrakı doldurun da hemen onaylayayım,” dedi.Evrakları doldurdum,müdür yanımda imzaladı,ve olur kaşesi bastı. “Bu da öğrencimize bizden olsun,”dedi. Teşekkür ettim.Odacının getirdiği kahveleri yudumlarken kendisinin Konya’da öğretmen lisesi müdürü olduğunu,DYP den milletvekili adayı olmasına rağmen seçilememesi üzerine bu göreve getirildiğini anlattı.İçimde müthiş bir rahatlamanın hafifliği vardı.Nihayet haftalardır benim huzurumu kaçıran bir sorunu çözebilmiştim.Genel müdüre içtenlikle bir kez daha teşekkür ederek yanından ayrıldım.
Bahtiyar’la sabahtan sözleştiğimiz üzere Kızılay’da buluştuk.Bu günkü gibi cep telefonu olmadığı için iletişim sorunu vardı.Oradan tekrar Cebeci arabalarından birine binerek öğrenci yurduna gittik.Yurt müdürü bizi güler yüzle karşıladı.O gece ben de konuk olarak yurtta kaldım.
Ankara’dan ilçeme döndükten sonra ilk işim bakan Güler İleri’nin,ilk genel seçimde defterini dürmek üzere çalışmaya başlamak oldu,ve kıvançla belirteyim ki ilk genel seçimde bir daha meclise ayak basmamak üzere hesabını gördük. Zaten bakanlık koltuğunda altı aydan daha fazla oturamadı.Şimdi Ankara belediye başkanlığı koltuğunu üç dönemdir işgal eden,bu ülkenin gelmiş geçmiş en aşağılık,en kaba,en utanmaz adamlarından biri olan Melih Gökçek’in, çocuk esirgeme kurumuna yerleştirdiği adamlarının oyunu sonucu,yolsuzlukla suçlanarak görevinden ayrılmak zorunda bırakıldı.Üzüldüm mü,asla üzülmedim.Zaten o basitlikte bir insanın öyle önemli koltuğa getirilmesi bir hataydı.Halk ağzında söylenen “dağdan indim şehire,şaşırdım birden bire” tekerlemesinde olduğu gibi,Güler Hanım hiç hak etmediği koltuğa oturtulunca şaşırmakta gecikmedi.Kısa zamanda layığını buldu.
Bahtiyar’ın bizlere haber vermeden yurttan ayrılması,okuduğu yıllar içerisindeki en basit olaylardan biriydi.Şöyle bir kaçına değinip geçtikten sonra bize en çok acı çektiren bir olayından bahsedeceğim.
Öncelikle belirteyim ki Bahtiyar, bin bir güçlükle yerleştirdiğim Cebeci yurdunda da barınmadı.Gene bizden habersiz eve çıktı.Bu kez kendi ilçemizden üç arkadaşı ile evde kalmakta olduğunu söyleyince itiraz etmedik.Okul bitinceye kadar da bir kez olsun yurt lafını ağzımıza almadık.
Dördüncü yılın sonunda memlekete döndüğünde,mezun olamadığını,kalan birkaç dersini gelecek yılın ilk yarısında vererek diplomasını alacağını söyledi.Duyduğumuz kadarıyla yüksek öğretime devam eden gençlerin çok az bir kesimi eğitimlerini normal süresi içerisinde tamamlayabiliyorlardı.O yüzden Bahtiyar’ın bir yarım ders yılı uzatmasını önemsemedik. “Canın sağ olsun,oğlum,geç olsun da güç olmasın” diyerek O’nu teselliye çalıştık.
Beşinci öğretim yılı başında tekrar Ankara’ya döndü.Yarıyıl geldiğinde derslerden ikisini veremediğini ve yıl sonuna kadar Ankara’da kalması gerektiğini bildirdi.Ailece canımız sıkıldı ama yapacak bir şey yoktu. “Ya sabır” diyerek yıl sonunu beklemekten başka bir çare göremedik.
Beşinci yıl bitti ama Bahtiyar memlekete dönmedi. “Okuldan mezun oldum,ancak yaz tatili boyunca bir iş bulup çalışacağım,”dedi.Her ne kadar “oğlum ne gerek var,memlekete dön,yaz tatilinde gez,dinlen.Öğretmen atamaları yapılıncaya kadar yanımızda kalmanı isteriz” dediysek de çalışmakta ısrar etti. “Tamam” dedik.
Tam buraya gelmişken,ileride aynı konuya dönmek kaydıyla, büyük oğlum Kadir için bir parantez açmam lazım.
Büyük oğlum Kadir Urfa’nın Siverek ilçesinde üçüncü yılını çalışmaktaydı.Girdiği üniversite sınavında Ege Üniversitesi Meslek Yüksek Okulunu kazanarak,kayıt yaptırdı.Hem çalışıp hem de okuma yolu açıktı.Bu olanak vardı ve bu haktan yararlanmak istiyordu.Ancak ülkenin yönetiminde bulunan Anavatan Partisinden referansı olmayanın İzmir gibi bir batı kentine atanması mümkün değildi.Tüm zorluğuna rağmen oğlumun öğrenim hakkının yok olmaması için İzmir’e tayin edilmesi gerekiyordu.Bu iş için tam iki yıl Ankara’ya gidip geldim.İlk yıl atamasını yaptıramayınca kayıt dondurduk,ikinci yıl çabamızı sürdürdük.Türkiye Büyük Millet Meclisi,bakanlıklar benim için tozlu yol oldu.Kimleri aracı koymadım ki.Bu iki yıl içerisinde tam üç kez atama kararnamesini elimle son yetkili olan bakanlık müsteşarının önüne koyup gelmeme,hatta son defasında müsteşarın, “oğluna tayininin yapıldığı müjdesini verebilirsin” demesine rağmen ataması yapılmadı.Bunun nedenini çok iyi biliyordum.Nedeni,ben müsteşarın yanından ayrılır ayrılmaz bizim şeceremiz araştırılıyor,hem alevi,hem sol görüşlü,hem de Anavatan partisine oy çıkmayan bir köyden olduğumuz öğrenilince atama dosyası çöpe atılıyordu.Daha ilginç bir olay anlatayım da dünyada neler oluyor anlayın.
Hasan ağabeyimin kızı matematik öğretmeni Hamiyet,görev yaptığı ilçede tanıştığı Eskişehirli bir savcı ile tanışıp,babasının tüm muhalefetine rağmen o adamla evlenmişti.Bir gün Hamiyet eşi ile birlikte Zile’de oturan ablasını ziyarete gelmişler.Eşimle birlikte uzun zamandır göremediğimiz yeğenimi görmek için biz de yanlarına uğramak istedik.Hoş beşten sonra konu bizim Kadir’in tayin işine geldi.Hamiyet’in eşi savcı, “Tarım Bakanı Lütfullah Kayalar ile hukuk fakültesinden arkadaşız,Şimdi de her fırsatta görüşüyoruz.Ben bir mektup yazarsam sanıyorum bu işi halleder,” deyince çok sevindik.Bizden herhangi bir istek gelmeden böyle bir önerinin kendisinden gelmesini savcının iyi niyetine,insani yanının ağır basmasına yorumladık.Kendileri o sıralar Ordu da görev yapıyorlardı.Gitmeden bir mektup yazar mı diye ağzını aradım,ama O,daha sonra,uygun bir ortamda,daha ayrıntılı yazarak bana ulaştıracağını söyledi.Konu bu şekilde kapandı.Yeğenim Hamiyet,merak etmememi,kendisinin de bu mektup işini geciktirmemek için elinden geleni yapacağını belirtti. Ve Ordu’ya döndüler.
Aradan on beş yirmi gün geçti savcıdan bir ses çıkmadı.Hamiyet’e telefon ederek konuyu anımsattım. “Amca bu hafta içinde sana posta ile gönderirim,” dedi.İki hafta bekledim ama mektup gelmeyince,bir kez daha telefon ettim.Yeğenim, “Yarın postaya veriyorum,amca,”dedi.Gerçekten de o dediği gün postaya vermiş olmalı ki bir hafta geçmeden Ordu damgalı bir mektup bize ulaştı.İç içe iki zarf vardı ve her ikisinin de zarfları sıkıca kapatılmıştı.Dış zarfın içinden çıkan pusulada yeğenim,mektubu geç ulaştırdıkları için özür diliyor,ikinci zarfı bakana ulaştırmamı söylüyordu.O akşam Ankara’ya gitmek üzere yola çıktım.
Tarım Bakanlığı binasının önünde çok sayıda ziyaretçi bekliyordu.Ben bakan odasının bulunduğu kata çıktım.Bakan henüz yerinde değildi.Ne zaman geleceği konusunda bir bilgi verilmiyordu.Beklemeye başladım.Ziyaretçilerin kimi beklemeyi,kimi daha sonra gelmek üzere gitmeyi tercih ediyorlardı.Ben hiçbir yere ayrılamazdım, zira salt bu iş için görevimden izinli olarak gelmiştim.Fazla uzatmanın gereği yok,sabahtan itibaren bakanlık binasında bekledim ve bakan saat on altı civarında makamına geldi.Gelen ziyaretçilerin çoğunluğu beklemekten vazgeçmiş geriye taşradan gelen bir grup muhtar kalmıştı.Bu muhtarların da bakanın hemşerisi olduğunu öğrendim.Bakan odasına girer girmez biz de arkasından odaya daldık.Orada bulunan bakan danışmanı beni de muhtar sanıyor olmalıydı ki sandalye gösterirken “şöyle buyurun muhtarım,”diye hitap etti.Hiç istifimi bozmadan oturdum.
Bakan Lütfullah Kayalar’ın bu muhtarların çoğu ile tanıştıklarını anladım.Tek tek isimleri ile hitap ederek hal hatır sordu.Memleketlerinden birileri hakkında bilgi almaya çalıştı.Muhtarların dışında bakanın tanımadığı yalnız ben vardım.O’da dikkatle bana baktı ve “sizi tanıyamadım” dedi.Kendimi tanıttım. “Sayın bakanım,arkadaşınız savcı İlker Bey’den selam getirdim,” diyerek üzerinde bakanın adının yazılı olduğu zarfı kendisine uzattım.Bakan zarfı açtı,içinden çıkan kağıdın baştan başa yazılı olduğunu gördüm. “Bu kadar uzun ne yazmış olabilir” diye düşündüm.Bakan mektubu sonuna kadar okurken odada tam bir sessizlik vardı.Bu arada yüzüne dikkatle bakarak bir anlam çıkarmaya çalışıyordum.Okuması sona erdiğinde elindeki kağıdı masasına yakın duran müşavire uzatırken, “arkadaşla ilgilen,” dedi.Müşavir kağıdı alarak dışarı çıkarken bana hitaben, “buyurun beyefendi,” dedi.Bakana teşekkür ederek müşavirin arkasından dışarı çıktım.Müşavir yan odada kalıyordu.Birlikte odasına girdik.Tam o sırada kapıda birkaç ziyaretçi göründü.Elindeki kağıdı masasının üzerine bırakan müşavir, yeni gelenlerle ilgilenmek üzere dışarı çıkarken, “ben birazdan geliyorum,siz oturun lütfen,” diyerek beni odada yalnız bıraktı.Kağıtta ne yazılmış olduğunu çok merak ediyordum.Dayanamadım masada duran kağıdı aldım ve hızlı bir şekilde okumaya çalıştım. Yeğenimin eşi olan Savcı, daha ilk cümleden itibaren, bu mektubu isteyerek yazmadığını,eşinin zorlaması ile,evlilik huzurunun bozulmasını önlemeye yönelik olarak yazmak zorunda bırakıldığını,bakanın bu mektubu dikkate alması gerekmediğini ve böyle bir mektup yazmak zorunda bırakıldığı için özür dilediği şeklinde uzayıp gidiyordu.İçimde bir öfke seli oluştu. Böyle bir durumla karşılaşacağımı bilseydim o terbiyesiz adamdan mektup getirir miydim?Oysa ben herhangi bir istekte bulunmadan, kendisi bakanla arkadaş olduğunu,fakültede dört yıl aynı sırayı paylaştıklarını ve kendisini kırmayacağını övünerek anlatmış,mektup yazma önerisi kendisinden gelmişti. İçimden en kaba küfürleri sıralarken, dışarıdan sakin görünmem için kendimi zorluyordum.Bu tür bir davranışı ya onun bunun çocuğu olan sokak serserisi,ya akli dengesi olmayan bir deli ya da içkici, ayyaş biri yapabilirdi ki savcı İlker’in tam bir ayyaş olduğunu daha sonra öğrenecektim.
Aslında o mektubun içeriğini öğrenir öğrenmez müşavirin gelmesini beklemeden,mektubu da alarak çıkmam gerekirdi ama ne yazık ki yaşadığım şok sağlıklı düşünmemi engelledi.Oturduğum yerden bir türlü kalkamadım.Müşavir geldi,mektuba bir göz attı ve “bu konu ile ilgileneceğiz,sonucu hakkında telefonla bilgi alabilirsiniz,” dedi.Yani kibarca “haydi güle güle,havanızı alırsınız” demek istediği belliydi.Kafam karma karışık odadan çıktım ve otobüs terminaline doğru yürüdüm.
Bu iş için Ankara’ya çok gidip geldim ama ne yazık ki oğlumun atama işlemini yaptıramadım.Oysa biliyor ve görüyorduk ki,okuldan yeni mezun bir ziraat teknisyeni bile göreve başlar başlamaz,kazandığı üniversitenin bulunduğu şehre atamasını yaptırabiliyordu.Benim oğlum iki yıldır aynı yerde çalıştığı halde tayinini yapmadılar.Bunun tek bir nedeni vardı onu da yukarıda belirttim.Bu yüzden siyasetten nefret ettim, hala da nefret ediyorum.Bizim ülkemizde temiz siyaset, temiz hizmet yok.Siyaset bana tam bir pislik yuvası gibi geliyor.
Bir türlü atamasını yaptıramadığımız oğlum Kadir Siverek’te şehrin yerlisi olan bir genç kızla anlaşmış.Bizim oraya gelerek kızı ailesinden istememizi söyledi.Biz oğlumuzun o bölgeden biri ile evlenmesine karşıydık.Bunun nedeni bölgeler arasındaki kültür farkının ileride aile içi sorunlar yaratacağı ve mutlu bir evliliğin olamayacağı düşüncesi idi.Karşı olduğumuzu bildirmemize rağmen, Kadir ısrar edince biz de eşimle oğlumuzun kararına saygılı olmak adına, kızı istemek amacıyla Urfa’ya gitmeye karar verdik.On Dokuz Mayıs Üniversitesi’nin resim öğretmenliği bölümüne hazırlanmakta olan, kızımız Emel’i evde tek başına bırakamazdık.Gece bekçisi olan amcasının evlerinde kalmasını kararlaştırarak 16 temmuz bin dokuz yüz doksan üç günü yola koyulduk.
Siverek her şeyi ile tipik bir güney doğu ilçe merkeziydi.Oğlumun kaldığı kiralık ev oldukça yeni betonarme bir binanın giriş katıydı.Ben yaklaşık yirmi yedi yıl önce Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde görev yaptığım için bu yöre hakkında az çok bir fikir sahibiydim.Ancak eşim buraları ilk kez görüyordu.İlçenin genel görünümü,halkının giyim ve kuşamı ona çok yabancı ve ilginç geldi.Kadir’in bu ilçeden bir aile kızı ile evlenmesine karşı içinde zaten var olan itirazı giderek artmış, asla kabul edemeyeceği noktasında yoğunlaşmıştı.Ben oğlumla eşimin aralarında bir denge kurabilmenin savaşını vermeye çalışıyordum.Oğlumun tanıştığı kızla evlenme ısrarına çok fazla sıcak bakmasam da,olaya eşim kadar katı yaklaşmayı doğru bulmuyordum.Kendi seçimi olan bu evliliğe en azından saygılı olmamız gerektiğine kendi kendimi inandırmaya gayret gösteriyordum.
Siverek’e vardığımız ilk gün Kadir’in nişanlanmak istediği kız bir bahane ile yanımıza geldi.Kız esmer,kara kuru ve en küçük bir özelliği olmayan sıradan biriydi.Eşim kızı gördüğünde kararında ne kadar isabetli olduğunu belirterek ne pahasına olursa olsun oğlumuzun bu kızla evlenmesine engel olmanın bir yolunu bulmamız gerektiğini tekrarlamaya başladı.Kızın genel görünümü ve tavırları benim de içime sinmedi. Kadir’i bu kızdan vazgeçirmek olanaksız gibi göründüğüne göre, kızı ya da ailesini evlilik konusunda olumsuz bir tavra nasıl yönlendirebilirim düşüncesinin planlarını yapmaya başladım.Kadir’in aynı dairede çalıştıkları,Siverekli meslektaşlarından biri ile tanışmıştım.Kadir’e duyurmamasını isteyerek, o arkadaşından, çarşıda baş başa görüşme isteğinde bulundum.Şehrin merkezinde yer alan parkta bir araya geldiğimizde, anne baba olarak bu evlilik konusuna olumsuz yaklaştığımızı, ancak Kadir’i bir türlü ikna edemediğimizi söyledim.Neden karşı olduğumuzu anlatırken,bölgesel kültür farklılığının,sosyal yaşam farkının,dil farklılığının yanı sıra mezhep farklılığının da kurulacak aile ortamında kaçınılmaz sürtüşmeler doğurabileceği ve sağlam bir evlilik olmayacağı konusunda haklı endişelerimizin olduğunu belirttim.Yaşı kırk civarında olan adam, bizim haklı olabileceğimizi ama evlilik konusunda gençlerin kendi kararlarına da saygılı olmamızın daha gerçekçi bir yaklaşım olacağı düşüncesini dile getirdi.Bu kendi kişisel düşüncesiydi;buna rağmen bizim evlilik konusunda hangi düşüncede olduğumuzu kızın ailesine ileteceğini söyledi.
Ertesi gün bir ara aynı adamla kendi dairelerinde bir araya geldik.Durumu kızın ailesine anlattığını,ailenin kızlarının kararlarına saygılı oldukları ve bu evliliğe karşı olmayacakları yönünde bir izlenim edindiğini bildirdi.
Artık kaçacak bir köşe kalmamıştı.O akşam, eşimin üzüntü göz yaşlarına rağmen, kızı ailesinden istemeye gittik.Kızın ailesi çok iyi insanlardı.Bölgenin en kültürlü ailelerinden oldukları açıktı.Bize saygıda kusur etmemek için çırpınıyorlardı.Baba adliyede,oğulları ceza evinde memurdular.Varlıkları yerinde gibi görünüyordu.Sunulan kahve ikramından sonra konuyu açtım.Aileyi bu işten vazgeçirebilecek aklıma ne geldiyse ortaya dökmeye çalıştım.Biliyordum ki o aile şafi mezhebindendi.Ben buradan,yani mezhep farklılığından gidersem evliliğe karşı çıkacaklarını düşündüm. “Biz aleviyiz,” diye söze başladım. “Bizim inançlarımız bazı katı kurallar içerir.Farklı mezheplerden ne kız alınır ne de verilir.Eğer bu kurala uymayan bir aile olursa toplumdan dışlanır ve çok ağır yaptırımlar uygulanır.Örneğin,hiç kimse komşuluk etmez,ibadete alınmazlar,selam bile verilmezler.Eğer köyde yaşanıyorsa hayvanları otlağa alınmaz,ortak çalışmalara çağırılmaz,nişana,düğüne derneğe,cenaze kaldırmaya katılamazlar.Yani hayat o aileye zehir edilir…”dedim.Böyle bir şey gerçekten uygulanıyor muydu?Elbette hayır,böyle bir şey yoktu ama ben kızlarını oğluma vermekten vazgeçmeleri için bunları uyduruyordum.Bu kadar olumsuzlukları nereden çıkardığıma gelince,belki yüz yıl kadar önce,bu koşulların bir kısmının yaptırım olarak uygulandığı yönünde, aile büyüklerinden dinlediğim bazı duyumlarımın üzerine, o an aklıma gelen eklemeler yapmaktan ibaretti.Ancak benim anlattıklarım hiçbir işe yaramadı.Beni sabırla dinleyen kız babası, “sizin inancınız bizi ilgilendirmez beyim,kızım ile oğlunuz anlaştıktan sonra siz ister alevi olun,isterse hırıstiyan.O sizin sorununuz.Bu konular bizim evlilik konusuna bakışımızı değiştirmez” dedi. Şaştım kaldım.Böyle bir yanıt alacağımı asla tahmin edemezdim.Bu aile nasıl bu kadar rahat olabiliyordu,bunu anlamakta zorlanıyordum.Sanki kızlarını başlarından atar bir tavır içinde gibiydiler.Bu tavırlarının nedeni sınırsız bir hoş görüye sahip olmalarından kaynaklanıyor olamazdı.Bunun nedenini en sonunda bir konuya bağlayabildim.Bu tavırları galiba,kızları ile oğlumun arasındaki arkadaşlık ilişkisi hem kendileri,hem de mahalle halkı tarafından öğrenildiği için, bu evlilik işini kızlarının namuslarını kurtarmanın tek ve kaçınılmaz yolu olarak görmelerinden kaynaklanıyordu.Başka türlü koşullarda, benim saydığım olumsuz konular üzerinde mutlaka itiraz edecekleri bir şeyler bulabilirlerdi.Evet,evet,kızın ailesinin tek derdi aile namusuna leke sürdürülmemesiydi.Aksi halde bizim kızlarını almama konusundaki isteksizliğimizi kör,sağır ya da dilsiz olan birileri bile anlayabilirdi.
Kız istemekten kaçınamayacağımızı görünce,yerine getirilmesi gerekli kurallara uyarak kızı istedik.Ertesi gün iki aile bireylerinin katılımı ile nişan için gerekli takı ve giysileri alarak işi resmileştirdik.Tam o gün Zile’den kızımı telefonla aradım.Kızım telefonda öyle bir haber verdi ki yaşadığımız üzüntülere tuz biber eklenmiş gibi oldu.Söylediğine göre,Ankara’dan bir bayan,Bahtiyar’ın kızlarını kaçırdığını ve kendilerinden haber alamadıklarını söylemiş.Bir an önce kızlarını bulmaz isek savcılığa suç duyurusunda bulunacaklarmış.Bu haberle müthiş bir sarsıntı geçirdim.Eşim kızımla ne konuştuğumuzu sorduğunda yanıt verirken yüzümün aldığı renk ve şekilden olumsuz bir şeylerin olduğunu sezinlemiş gibiydi.Bu durumda ona doğruyu söyleyemezdim.Buraya geleli her gün ağlamaktan gözleri şişmişti.Şimdi bir de bunu söylersem yüreğinin dayanamayacağından korktum.İnandırıcı olmaya çalışarak bir şeyler söylemeye çalıştım.Artık Siverek’te bir saat bile kalamazdık.Aynı gün,akşam otobüsüne yetişmek üzere Urfa’ya doğru yola çıktık.
Burada Bahtiyar konusunu uzun uzadıya anlatmaya başlamadan önce Kadir’in evlilik öyküsünü tamamlamaya çalışmak istiyorum.Tüm karşı çıkmamıza rağmen oğlumun ısrarı ve kız tarafının aşırı istekli davranması üzerine yaptığımız yarı söz kesme yarı nişan anlamındaki işler için bir hayli para harcadık.Kıza küpe ve gerdanlık takılarının yanı sıra elbise ve farklı giyecekler aldık.Bilezik dışında hemen hemen istenen her şeyi yapmıştık.Bileziği isteyerek almadık çünkü içimizde bu nişanın ileride bozulabileceği umudu vardı.Nitekim aynı yılın atama döneminde tayin isteğinde bulunan oğlumun tayini Tokat’a çıktı.Bu bizi çok sevindirdi.Aylar geçerken Kadir Siverek’te kalan nişanlısından bir hayli soğumuş gibiydi.Bunun nedenini kızla aralarında bir sözlü anlaşma yaptıklarını ve bu anlaşmanın koşullarının yerine gelmediği şeklinde açıklıyordu.Anlaşma içeriğinin geçici görevle posta idaresinde işe giren nişanlısının resmen kadroya geçmesi olduğunu öğrendik.Yani kız kadro alamazsa evlenme sözleşmesi geçersiz kalacakmış.Bu bize göre anlamsızdı ve bir evlilik öncesi anlaşması olamazdı.Gene de böyle bir anlaşma yapmaları bizim beklentilerimizi gerçekleştirmede gerekçe olarak ortaya sürüldüğü için memnun kaldık.Sonunda Kadir resmen nişanı bitirme kararı aldı.Ancak işin en güç tarafını çözümlemek gene baba olarak bana düştü.Çünkü nişanın bozulduğunu öğrenen kız tarafı telefonla tehditler savurmaya başladı.Ben olabildiğince alttan alarak konuyu anlatmaya ve bu işte ailelerden önce gençlerin kararlarının dikkate alınmasının kabul edilmesi gerektiğini ileri sürdüm.Sonunda kızın babasına uzunca bir mektup yazarak,zarfın içerisine nişan yüzüğünü koyup gönderdim.Kızlarına ve kendilerine mutluluklar diledim.Benim bu yaklaşımım etkili olmuş olacak ki aradan çok geçmeden aynı içerikli olmasa da yumuşak bir üslupla yazılmış bir mektup zarfının içerisinde karşı tarafın yüzüğü geldi.Bu işten bu kadar kolay kurtulmamıza ailece sevindik.Zira çok farklı olaylarla da karşılaşmamız mümkün olabilirdi.Kaybımız maddiyatla sınırlı kaldı.
Hiç zaman geçirmeden Kadir için uygun bir eş aramaya başladık.Kadir mutlaka çalışan biri ile evlenmek istediğini söylediği için duyduğumuz çalışan bayanları araştırıyorduk.Zile devlet hastanesinde çalışan bir hemşire olduğunu duyan eşim ön araştırmayı yaptıktan sonra kızı resmen istememizin uygun olacağını söyledi.Kızın erkek kardeşi yokmuş.Dört kız kardeşlermiş.Babası terzilik yapıyormuş.Kızın evlerinin yerini öğrendikten sonra kız istemeye gittik.Ailesi bizi iyi karşıladı.Aramızdaki konuşmalarda olumsuzluk anlamında bir konu olmadı.Yalnızca kızın babasının bağ-kurdan emekli olması için altı yedi aylık bir prim ödemesi bulunduğunu ve bunu ödemek için belli bir süre kendisine maddi yardım yapmalarının gerekliğini anlattı.Bunun bizce bir mahzuru yoktu.Gerekirse kızlarının bir yıl süre ile maaşını babasına verebileceğini söyledik.Bunu duymak onları da rahatlattı.İlk izlenimimize göre bu iş olacak gibiydi.Bir kaç gün sonra tekrar geleceğimizi söyleyerek ayrıldık.
Biz sevinçle bir an önce oğlumuzun nişan töreni için gereken hazırlıkları yapmak üzere çalışmalara başlamışken olay yakın çevremize de duyurulmuştu.O hafta ortalarında nişan yapmayı bile planlamış bu düşüncemizi kız tarafına da dolaylı olarak duyurmuştuk.Bir akşam kayınbirader Cafer eşi ile bize geldi.Olayı duymuştu.Birden bire söze girerek, “yahu siz başka bir aile kızı bulamadınız mı da o adamın kızına talip oldunuz,” dedi.Birden bire ne diyeceğimizi nasıl davranacağımızı şaşırdık.Biz tebrik cümleleri ve destek beklerken öyle bir eleştiriyle karşılaştık ki sevincimiz kursağımızda kaldı. “Neden böyle konuşuyorsun?Bu aile hakkında neler duydun?Bizim bilmediğimiz bir şey mi var?” diye bir sürü soru sıraladım. Cafer o çok bilmiş haliyle anlatmaya başladı. “O adamın kızları herkesin dilindeymiş.Açık saçık geziyorlarmış.Erkeklerle konuşup dolaşmaktan çekinmiyorlarmış…”Bir sürü olumsuzluk sıraladı.Aslında söylediklerinin hiç biri o ailenin karalanmasını gerektirecek davranışlar değildi.Zile gibi oldukça tutucu bir yerde modern davranışlar sergileyen kızlara böyle yakıştırmalar yapmaları gayet doğaldı.Adamın erkek çocuğu yokmuş.Evin tüm işlerini kızlar yapıyorsa bunda ne gibi bir art niyet olabilirdi?O zamanlar bu günkü düşüncem olsaydı asla bu söylencelere itibar etmez, o kızın gelinim olması için gerekeni yapardım.Ama ne yazık ki o günler böyle durumlardan fazlasıyla etkileniyordum.Cafer’in olumsuz konuşmaları üzerine bir anda oğlumuzun nişanlanma sevinci yerini bir hüzne bıraktı ve içinden çıkılması güç bir olayla karşı karşıya kalmamıza neden oldu.Şimdi bu durumda karşı tarafı kırmadan nişan işinden vazgeçtiğimizi nasıl ve hangi gerekçelerle anlatabilecektim.O gece sabaha kadar uyku tutmadı.Eşim benden de üzgündü. “Keşke abim bu konuda hiç konuşmasaydı,” deyip durdu.
İş gene başa düşmüştü.Ertesi gün kızın babasının dükkanına gittim.”Biraz konuşmak istiyorum,” dedim.Adam benim yüz hatlarımdan bir takım olumsuzluklar sezmiş gibiydi.Gülen yüzü bir anda asıldı ve “buyur,seni dinliyorum,” dedi. “Dün bütün gün oğlumla nişan olayını konuştuk.Bir yıl boyunca bağ-kur ödemesi için gereken parayı kızınızın maaşından ödemesine karşı çıkıyor.Evlilikte bu tür koşulların olmaması gerektiğini söylüyor,bu yüzden biz bir süre daha bu konuyu düşünmek istiyoruz.”diye sözümü tamamladım.Adam, “anladım,” dedi. “Artık kızımı istemeye gelmenizi istemiyorum.Nasibinizi başka yerde arayın.” Benimde beklediğim yanıt buydu. “Eyvallah” deyip yanından ayrıldım.
Aradan fazla bir zaman geçmeden kız aramaya yeniden başladık.Birileri maliyede çalışan bir kızdan söz etmişlerdi.Ben bir bahane ile maliyeye gittim ve kızı gördüm.Kız beklediği gibi değildi.Bir de eşimin görmesini istedim.Nasıl ve nerede görecekti?Bizim uzun yıllardan beri tanıdığımız ve sürekli iletişim kurduğumuz bir bakkal vardı.Bakkal kız meslek lisesi yolu üzerindeydi.Bizim yolumuzda buradan geçiyordu.Olayı bakkal Durmuş’a anlattığımda, “kızı tanıyorum, ara sıra benden alış veriş eder.İsterseniz yenge akşama yakın buraya gelsin;kız evine giderken ben gösterebilirim,” dedi.Teklifi uygun buldum.Hanım kızı görmek üzere Durmuş’un dükkanına gitti.Durmuş,kızın güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayılabileceğini söyleyince eşim de görmekten vazgeçerek eve dönmüş.Bu arada Durmuş kendi kızlarından bahsetmiş.Kızlarını ben de tanıyordum ama uzun zamandır görmüyordum.Büyük kızı evliymiş ama diğer ikisi evlenme çağında bekârmış.Durmuş’un bunları anlatması bize, bir mesaj gibi geldi.Yani istersek kendi kızlarını da isteyebileceğimiz imajında bulunmuş gibi algıladık.Geçek düşüncesinin de böyle olduğunu iki gün sonra öğrendim.
İki gün sonra Durmuş’un bakkal dükkanında otururken, “Abi senin de evlenme çağında iki kızın varmış.Bize neden başka yerde kız aratıyorsun?Çalışan kızını oğluma isteriz.” Dedim. O çalışmayan kızını istememiz halinde bu işin olabileceğini söyledi. “Bence ikisi de uygun ama oğlum illa da çalışan istiyorum diyor.O yüzden çalışan kızına talibiz,” diye ısrar ettim.Baktım adam oldukça ılımlı yaklaşıyor.O halde tez elden kız istemeye gitmemiz gerektiğine karar verdim.Aradan iki gün geçmeden Durmuş’un ebe- hemşire olan kızını istemeye gittik.Onlar bizi, biz onları uzun yıllardan beri tanıyorduk.İsteğimize sıcak yaklaştılar.Ancak gene para davası ortaya kondu.Bu kez bakkal Durmuş ev aldığını,iki yıl boyunca ev için çektiği krediyi ödemede zorlanacağını, o yüzden kızı evlense bile iki yıl boyunca maaşını kendisine vermesi gerektiğini söyledi.Bu koşul bize yabancı değildi.Bir önceki de aynı koşulu ileri sürmüş ama o bundan biraz daha insaflı davranarak altı-yedi aylık bir süre söylemişti.Bizim şansımız da maaşın kız ailesine verilmesi varmış.Kızının maaşını iki yıl boyunca babasına vermesine razı olduk.Ben bu oyunları daha önce de izlemiştim.Henüz bekârken,benimle evlenmek üzere tanıştırılan bir başka Zileli aile de aynı istekte bulunmuş ve bunu kesinlikle reddetmiştim.Aslında Zileli ailelerin amacı kızlarının maaşını afiyetle yeme özleminden başka bir şey değildi ama biz bunu anlamazlıktan gelmeyi işimizi halletmenin gereği saydık.Bunu duymaktan memnun oldukları yüzlerinden belliydi.Onlar da çok iyi biliyorlardı ki,elbette her dünür böyle bir koşulu asla kabul etmezdi.Bizim gibi enayi az bulunuz hesabı ile kızlarını İstanbul’dan getirterek oğlumuzla görüşmesine razı oldular.
Bir hafta sonra kızlarının geldiğini haber verdiler.Oğlumla kızları bir odaya çekilerek gelecekte birbirlerinden neler bekledikleri konusunu görüştüler.Karşılıklı uyum sağlayıp sağlayamayacaklarını tartıştılar.Yaklaşık bir saatlik bir konuşmanın ardından evlenmeye karar verdiklerini açıkladılar.Her iki ailede mutlu olduğumuzu ve bir an önce atılması gereken adımların atılmasına karar verdik.
Biz düğüne hazırlıklıydık.İşleri çok çabuk hallettik.Bin dokuz yüz doksan dört yılının yaz sezonu sonunda düğün yapıldı.Hem evimizin önünde yapılan eğlencelere hem de belediye düğün salonundaki baloya çok sayıda davetli katıldı.Öyle ki yaklaşık bin kişilik düğün salonu tıklım tıklım dolduğu gibi geç kalan konukların bir kısmı için aşağıdaki kahvehanelerden sandalye getirtmek zorunda kaldık.Buna rağmen birçok misafir yer bulamadıkları için tebriklerini sunduktan sonra geri gitmek zorunda kaldılar.
Bu arada düğün için az çok borçlanmıştık.Bu yüzden bir süre yeni evlilerle bizim evde birlikte oturmaya karar verdik.Gelinimiz Kadriye’yi ikinci kızımız olarak kabul ettik.O da bizi davranışları ile fazlası ile memnun ediyordu.Bu güzellik dolu günler devam ettikçe mutluluğumuz artıyordu.Ta ki gelinimize ters öğüt vererek onun aklını çelen birilerinin müdahalesine kadar böyle devam etti.Bu arada ilk karşı görüş Kadriye’nin babasına verilen maaş konusunda yaşandı.İki yıl kesintisiz olarak tüm maaşını babasına vermesine ses çıkarmadık.Ancak dünürün para isteğinin ardı arkası kesilmiyordu.Sonunda oğlum isyan etti.Ben de duruma müdahale etmek gereği duydum.Gelinime, “babana sor; ne kadar borcu varsa söylesin.Ben de ödemeye katılmak suretiyle borcunu ödeyelim de bu iş bitsin” dedim.Babası durumdan memnun olmamıştı ki bizim bu önerimizden sonra Kadriye’nin de tavrı değişti.Anladık ki babası bizim hakkımızda kızını menfi yolda etkilemişti.Buna rağmen bize söylenen tutarı ben de katılmak suretiyle ödedik.Bu maaş verme işine son verdik.Ancak bu olay oğlumun,doğal olarak eşinin ailesinden soğumasına yol açtı.Bir daha da eski sıcaklık tekrar sağlanamadı.
Şimdi Bahtiyar’ın öyküsüne kaldığımız yerden devam etmek istiyorum.Urfa’dan Zile’ye dönüyorduk.
Zile’ye doğru yol alırken eşim, Kadir’in nişan işinden konuşuyor ve ne kadar üzgün olduğunu tekrarlayıp duruyordu.Ben onu bir yandan teselliye çalışırken öte yandan Bahtiyar ile ilgili aldığım haberi nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum.Bir ara, “karıcığım,biz Kadir’in işine odaklanmış ve onunla uğraşırken ister misin, Bahtiyar’da Ankara’dan bir kız alıp gelmiş olsun?” Yüzüme dikkatle baktı. “Aman Allah korusun,şakası bile kötü,” diye yanıtladı.Sonra neden böyle bir şey söylemek istediğimi anlamak ister gibi, “bana söylemediğin bir şey mi var?” dedi. Artık sakin bir şekilde durumu açıklamalıydım,zira Zile’ye ulaştığımız aynı akşam Ankara’ya gitmem gerekiyordu. “Bak,sakince beni dinle,” dedim.Otobüs yolcularının bizi duymalarını istemiyordum. “Emel,Ankara’dan bir bayanın amcasının evini aradığını ve Bahtiyar’ın kız kardeşini kaçırdığını söylemiş.Bu saçma iddianın aslını öğrenmemiz lazım.Biliyorsun Bahtiyar on beş gündür bizi aramadı.Nerededir,ne iş yapıyordur? Bilmiyoruz.Benim Ankara’ya giderek konuyu açıklığa kavuşturmam gerek.” Yüzü kızgınlıktan mosmor oldu.Ne diyeceğini,nasıl davranacağını bilemez bir haldeydi. Eşimin bu durumu beni endişelendirdi. “Yahu hemen olayın ciddi olduğunu düşünme.Belki biri şaka yapmıştır,ya da bir yanlış anlama vardır.Bahtiyar böyle bir işe kalkışmaz.Lütfen sakin ol ve üzülme.Henüz ortada somut bir şey yok.Yakında gerçek nedir,öğreniriz.”dedim.
Zile’ye saat on civarında ulaştık.Akşam saat on sekiz Ankara arabasından yer ayırttım.Aynı gece gene yollardaydım.İçimde bir korku vardı: “Ya duyduklarımız doğru ise biz ne yaparız?” Diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
O gecenin sabahı,saat altı sularında Ankara’nın Gazi Mahallesinde,Bahtiyar’ın üç arkadaşı ile birlikte kaldıkları evin önündeydim.Daha önce geldiğim için evi biliyordum.Bodrum daireye inen karanlık merdivenlerden inerken içimden Bahtiyar’ın evde olmasını diliyordum.Merdivenlerin en alt basamağında önümde duran kapıyı yumrukladım.Uyumakta olduklarını düşünerek,uykudan uyandırmak üzere, mümkün olduğunca ses yapmaya çalışıyordum.Defalarca kapıya vurmama rağmen içeriden bir hareket belirtisi alamadım.Biraz hayal kırıklığı yaşayarak tekrar sokağa çıktım.Sokağın karşısında yer alan bakkal dükkanı düzenlemekle meşguldü.Bahtiyar’ı ve arkadaşlarını tanıyordu.Yanına gittim. “Günaydın,” dedim, “kolay gelsin.” Aynı ses tonu ile karşılık verdi. “Bizim çocukları tanıyorsun.Galiba evde yoklar.Bahtiyar bu günlerde size uğramadı mı?” Diye sordum.Bakkal, “yakın bir zamanda hiç birini görmedim,okullar tatil girdikten sonra bu eve uğrayan olmadı,”dedi.İçimde kabaran öfkeyi bastırarak, “Bahtiyar yaz boyu hiç uğramadı mı?” diye üsteledim. “Hayır, okulun ilk kapandığı günler dışında onları hiç görmedim.” Duyduğumuz haber doğru olabilir miydi? Bu kuşku giderek ağırlık kazanmaya başlıyordu.O günlerde cep telefonu olmadığı gibi sabit telefon kullanımı da yaygın değildi.Bahtiyar’ın bilebildiğim arkadaşlarının evlerine tek tek uğramaktan başka çıkar yol yoktu.Bakkalın ısrarla içmeye zorladığı sabah çayını bitirdikten sonra, “eğer bu sıralar Bahtiyar’ı ya da arkadaşlarından birini görürseniz,benim kendisini aradığımı bildirin lütfen,” diyerek oradan ayrıldım.
O gün en az beş eve baktım.Bu evlerden sadece birinde hala oturanlar vardı.Diğer evlere,okul tatile girdiğinden beri kimse uğramamış.Öğretmen evinden kalacak bir yer ayırtmadığım için Kırıkkale’ye döndüm.Ertesi gün kaldığım yerden Bahtiyar’ı aramayı sürdürecektim.
Ertesi gün kayın biraderim Mürsel’de benimle birlikte Ankara’ya gelerek aramalara katıldı.Ne yazık ki, aramaya başladığım ilk hafta geride kaldığında, hala Bahtiyar’dan en küçük bir haber alamamıştım.İçimde kabaran korku giderek yerini gerçek bir paniğe bırakıyordu.Bu arada Gazi Üniversitesi’ne uğradım.Orada okutmanlık görevinde bulunan hemşerimiz Şükrü Serimer’in yardımı ile,Bahtiyar’ın o yıl ki sınıf arkadaşlarının,ev adreslerini veya varsa telefon numaralarının tümünü aldım.Bana adres ve telefon numaralarını veren üniversite sekreterinin Bahtiyar hakkında verdiği bilgi beni büyük bir karamsarlığa sevk etti.Zira söylediğine göre Bahtiyar’ın vermesi gereken on sekiz dersi varmış.Oysa Bahtiyar bize okuldan mezun olduğunu ve ataması yapılıncaya kadar özel sektörde çalışmak istediğini söylemişti.Hatta mezun olduğuna bizi öyle inandırmıştı ki ikimiz birlikte atamaya ilişkin evrakları bile hazırlamıştık.Bu bilgi elbette benim için bir yıkımdı ama şu an benim tek düşüncem, yaşamından endişelenmeye başladığım oğlumu bir an önce sağ salim bulabilmekti.
İkinci hafta tek başıma gene Ankara sokaklarında oğlumu arıyordum.Hemen hemen uğramadığım adres,etmediğim telefon kalmamıştı.Bu arada Vakıf Bank’ın merkez şubesinde çalışan ve Bahtiyar’ın kız kardeşini kaçırdığını iddia eden bayanla tanıştım.O ısrarla aynı görüşünü sürdürüyordu.Bu kanıya nereden vardığını sorduğumda, kız kardeşi ile Bahtiyar’ın çok yakın iki arkadaş olduklarını,hatta aralarında evlenmekten bahsettiklerini kendi kulaklarıyla duyduğunu söylüyordu.Kısacası ikisinin birlikte kaçtıklarından emindi.Yavaş yavaş ben de aynı düşünceye yaklaşıyordum.Çünkü ortada olmamalarının başka bir açıklaması yoktu.
Gazi Mahallesi başta olmak üzere,Cebeci,Kurtuluş,Seyran Bağları,Yeni Mahalle,Beş Evler,Emek,Bahçeli Evler,Batı Kent’in altını üstüne getirdim.Artık yavaş yavaş ümidim tükeniyordu.Ankara adliyesine giderek savcılığa kayıp ihbarında bulundum.Savcılık bir yazı vererek beni Emniyet müdürlüğüne gönderdi.Emniyet müdürlüğünde dosyaları bulunan kayıp kişiler,ölmüş ama sahibi bulanamamış cenazelere de bakılması isteniyordu.Emniyette bana bir çok ölü resmi gösterdiler.Bunlar arasında aradığımız kişilerin olup olmadığını teşhis etmem gerekiyormuş.Artık içim kan ağlıyordu.Aklıma öylesine kötü senaryolar geliyordu ki artık sağ bulmaktan ümidimi kesmeye başlamıştım.Günlerdir aç,susuz,boğazımdan bir lokma bile geçmeden yaşamamı sürdürüyordum.Saçım zaten yoktu da sakalım neredeyse elle tutulur hale gelmişti.Aynada ben beni tanıyamaz olmuştum.İkinci haftanın dördüncü günü de Batı Kent’te bakabileceğim her yere baktıktan sonra aşırı yorgun olarak Ankara merkezine geri dönmüştüm.Artık bir adım atacak gücüm yoktu.Kızılay’dan yürüyerek Ulus’a gidecek,oradan Kırıkkale arabalarına binecektim.Saat üç otuz civarında Sıhhıye Parkı’na ulaştığımda artık bir adım bile atacak gücümün olmadığını anladım.Bir süre dinlenmeden yola devam etmem mümkün değildi.Ortadaki havuzun kenarına yakın konumdaki salkım söğüdün koyu gölgesine sırt üstü uzandım.Başımın altına koyduğum el çantası yastık görevi yapıyordu.Islak çayırlar üzerinde uyuyakalmışım.
Uyandığımda saat on yedi ondu ve her tarafım tutulmuştu.Sırtım kazık kesilmişti,boynum kırılmış gibi ağrıyordu.Olduğum yerden bir zaman kalkamadım.Sonunda güçlükle de olsa ayağa kalkarak Bent Deresi’nden kalkan Kırıkkale arabalarına doğru yürüdüm.
Kırıkkale’de oturan kayın biraderin evine ulaştığımda saat sekize geliyordu.Dairenin bulunduğu beşinci kata çıktığımda neredeyse olduğum yere düşüp kalacaktım.Kapıyı Mürsel açtı.Yüzünde bir gülümseme vardı.Benim içinde bulunduğum sıkıntıların farkında olan bir kişi nasıl böyle gülümseyebilirdi?Kendimi kanepeye bıraktım.Mürsel karşımda ayakta duruyordu.Ve hala yüzünde aynı gülümseme vardı.İçimden bir öfke dalgası yükselirken, “enişte Bahtiyar’ı bulduk demez mi?Benimle dalga geçme olasılığını düşündüm,buna imkan yoktu.Yüzüne daha dikkatle baktım.Benim bir tepki vermediğimi görünce inanmadığımı düşünmüş olacak ki, “yemin ederim Bahtiyar’ı bulduk,birazdan burada olacak,” dedi. Doğru söylediğini anladım. “Nasıl,ne zaman ve nerede buldunuz?” diye soruları art arda sıraladım. “Bu gün Bahtiyar Zile’ye ablama telefon etmiş.Ablam da derhal Kırıkkale’yi aramasını ve on beş gündür onu aramakta olduğumuzu söylemiş.Meğer bu sabah çalışmakta olduğu işyerine verilmek üzere bir belge almak için okuluna gitmiş.Okul sekreteri de bizim kendisini aradığımızı bildirmiş.Böylece durumdan haberdar olan Bahtiyar burayı aradı,ben de derhal buraya gelmesini söyledim.Birazdan gelir” diye sözünü tamamladı.Birden öyle bir rahatladım ki hoşaf gibi olduğum yere yığıldım.On beş gündür çektiğim tüm sıkıntıları unuttum.Bir an önce oğlumun gelmesini beklemeye başladım.Bu arada bana uzatılan çayı ilk kez zevkle yudumladım.Saat yirmi bir sularında kapı zili çaldı.Kapıya ilk koşan ben oldum.Kapıyı açtım ve karşımda dikilen oğluma sımsıkı sarıldım.İki haftadır uzayan sakalım Bahtiyar’ın yanaklarına gömüldü ve uzun süre ayrılamadım.Gözlerimden akan sevinç yaşları sakalımı ıslatıyordu.Bahtiyar durumu tam olarak anlamamış olmalı ki bu davranışım onda şaşkınlığa neden olmuştu.Sonra geri çekilerek içeri girmesine izin verdim. “Baba ne oldu? Beni neden arıyordunuz?”diye sordu.Durumu kısaca özetledim. “Hayır baba,ben kızı tanıyorum,arkadaşım ama öyle söylendiği gibi bir olay yok.Ben bir işyerinde çalışıyorum.Kız da ailesi ile aralarında çıkan bir tartışmadan sonra bir kız arkadaşının yanına sığınmış.Yani size söylendiği gibi o kızla bir ilişkimiz yok.”Bu açıklama bana mantıklı ve doğru bir söylem gibi geldi. “Oğlum,kızın ablası kız kardeşini senin kaçırdığını sanıyor ve savcılığa böyle bir dilekçe vermiş.Biz yarın bu kızı alıp ablasına teslim edelim.Daha sonra ne halleri varsa görsünler.” Dedim.Mürsel’de beni destekledi. “Tamam baba,yarın bu konuyu hallederiz,sen merak etme.” Dedi.
Sabah erkenden Mürsel’i de yanımıza alarak Ankara’ya doğru hareket ettik.Kızı evden çıkmadan yakalamalıydık.Sabancı kız yurdunun önünde arabadan inerek Gazi Mahallesi’ne yöneldik.Bahtiyar kız arkadaşının bu civarda oturduğunu söylüyordu.Tren istasyonunu geçtikten sonra sağ tarafa uzanan ilk sokağa saparak yüksek duvarla çevrili yol boyunca ilerledik.Büyükçe bir marketin arkasındaki üç katlı evin önünde durduk.Bahtiyar bizim burada beklememizi,kendisinin kızı ikna ederek yanımıza getireceğini söyledi.Bahtiyar apartmanın kapısından içeri girer girmez Mürsel, “enişte sen bu tarafı ben de öbür tarafı görecek şekilde bekleyelim.Kız bizim yanımıza gelmeden buradan ayrılmak isterse haberimiz olsun.Kızı bulmuşken elimizden kaçırmayalım,” dedi.Doğru söylüyordu.Bu işi çözümlemek için kızı ablasına teslim etmeliydik.Her ikimiz de binanın dört bir yanını görecek şekilde duruşumuzu ayarladık.Artık kuş uçsa gözümüzden kaçmazdı;beklemeye başladık.
Aradan bir saat geçti,iki saat geçti ne gelen vardı ne de giden.İçimize bir kuşku düştü.Acaba bizi atlatarak binadan ayrılmış olabilirler miydi?Bu olasılık içime bir kurt gibi girdi. “Mürsel sen içeri bir göz atabilir misin?Neler oluyor, bu kadar beklemelerinin sebebi nedir? Bir anlayalım.” Dedim. Mürsel duvarla çevrili apartmanın demir kapısını aralayarak içeri doğru giderken Bahtiyar’la kız dışarı çıkmaktaydılar.Kapının önünde karşılaştılar.
Yaklaşık iki yıl önce bu kızı, öğretmen evinde gene Bahtiyar’ın yanında görmüştüm.Uzunca boylu esmer bir bayandı.Yanımıza geldiğinde “hoş geldiniz” dedi. “Hoş bulduk,kızım;durumu Bahtiyar açıklamış olmalı.Ablan ve ailenle olan sorunların bizi zor durumda bıraktı.Birlikte ablana gidelim ve durumu açıklığa kavuşturalım.”dedim. “Gidelim amca.” Dedi.Saat on ikiye geliyordu.İlk rastladığımız telefon kulübesinden ablasına telefon ettim. Kızılay’ın bir arka sokağındaki bir meslek lokalinde buluşmayı kararlaştırdık.
Kararlaştırdığımız yere hemen hemen aynı saatte ulaşmıştık.Bahçede düzenlenmiş masalardan en uzak köşedekine oturmayı tercih ettik.Biz söze başlamadan kızın ablası gene saldırıya geçti.Oğlumuzun kızlarını kandırdığını,evden kaçmasına sebep olduğunu,komşulara rezil olduklarını,bu yüzden oğlumla kız kardeşinin evlenmesi ile bu sorunun çözüme kavuşmuş olacağını söylüyordu.O ana kadar ablası ile tek kelime olsun konuşmayan genç kız sert bir ifade ile ablasına karşı çıktı. “Seninle ve annemle olan sorunlarımı görmezden gelerek ne Bahtiyar’ı ne de bu beyleri suçlayabilirsin.Benim evden ayrılmam konusunda tüm sorumluluk bana ait.Bizim aile içi sorunlarımızla bunların ne alakası var?” Ablası gene itiraz edecek oldu. “Hanımefendi sözlerinize dikkat ediniz.Bizim hiçbir alakamız olmadığını bizzat kız kardeşiniz söylüyor.Bu durumda bizi suçlamaya hiç hakkınız yok.Biz sizin aklınıza gelen saçma bir düşünce yüzünden yeterince üzüntülü günler geçirdik.Kız kardeşinizin oğlumla arkadaş olması bizim bu sıkıntıları çekmemizin nedeni olmamalıydı ama biz insanlık namına kardeşinizi bulup size getirdik.Şimdi kardeşinizle aranızda olan sorunları çözmek ve onu tekrar eve döndürmek sizin elinizde.Bu dakikadan itibaren bizimle hiç bir işiniz kalmadı.” Dedim. Sonra genç kıza döndüm, “bak kızım,her ailede ufak tefek sorunlar yaşanır,bu sorunlar gene aile içinde karşılıklı konuşularak çözümlenmeli.Evden ayrılmak doğru bir yaklaşım değil.Annen ve diğer aile fertlerin haftalardır üzüntü çekiyorlardır.Bu gün ablanla eve dön ve sorunlarınızı aile içinde çözmeye çalış.Bizim işimiz kalmadı,kalkın gidelim.” Diyerek konuşmamı tamamladım.Bu son sözlerim Mürsel ile Bahtiyar’a yönelikti.İçtiğimiz çay paralarını masaya bırakarak “hoşça kal” bile demeden oradan uzaklaştım.Kızın ablasının tavrı beni öfkelendirmişti.Bize teşekkür edeceğini beklerken O, bizi suçlamaya ve bir emrivaki ile karşı karşıya bırakmak istiyordu.Ablasının üniversite bitirmiş bir yetişkine uymayan tavır ve sözlerini gördükten sonra, genç kızın neden evden ayrılmak istediğini daha kolay anlayabiliyordum.
Oturduğumuz binanın duvarlarının dışına adım atar atmaz üzerimden tonlarca bir yükün kalktığını hissettim.Kendimi tüy gibi hafif hissediyordum. Şimdi saatlerce hiç yorulmadan Ankara sokaklarında gezebilirdim.
Bu işi olumlu bir çözüme kavuşturmakla kısa bir süreliğine yakaladığım huzurlu dakikalar, Bahtiyar’ın okuluyla olan ve çözümü zor gibi görünen ilişkisini anımsamakla son buldu.İki yıldır okuldan mezun olduğunu söyleyen oğlumun hala bir çok dersten sorumlu olduğunu öğrenmek beni gene kaygı dolu dakikalara,saatlere,gün ve haftalara uçurdu.
Bahtiyar bizim yanına gitme önerilerimize kesinlikle karşı çıkarak o yıl mutlaka okulu bitirmeye söz verdi.Altıncı yıla sarkan üniversite eğitiminde bize düşen ağır yükü geçte olsa fark ettiğini ve bizim Ankara’ya taşınarak daha fazla fedakarlık yapmamıza gerek olmadığını söylüyordu.Aslında bizim için de Ankara’ya taşınmak çok zordu.Bir kere yeni düğün yaptığımız için oldukça borçlanmıştık.Gelin maaşını iki yıl boyunca babasına verecekti.Oğlum Kadir’in maaşı ile benimki bize ancak kıt kanaat yetecek kadardı.Bir de kızımız Emel Üniversiteyi kazandığı için bir başka gider kapısı daha ortaya çıkmıştı.Bahtiyar’ın mantıklı ve tutarlı konuşmaları ile bizim içinde bulunduğumuz güç maddi koşullar birleşince oğlumuza güvenmekten başka çıkar yol göremedik.Yanına taşınmaktan vazgeçtik.Bahtiyar o yılda tek başına okula gitti ama ne yazık ki verdiği sözü tutmadı ve yedinci yıla gene bir çok ders bırakarak bizi büyük bir hayal kırıklığına uğrattı.
Asıl büyük sorun galiba yeni başlıyordu.Bahtiyar’ın,önümüzdeki eğitim öğretim yılında da bu derslerden birini bile verememesi durumunda okuldan ilişiği kesilecekti.Yani okul yaşamı başarısızlıkla sonuçlanacak, gelecek yaşamı tam bir kaosa doğru sürüklenecekti.Bu duruma asla izin veremezdim.Her ne yol ile olursa olsun oğlum bu okuldan mezun olmalıydı.Altı yıldır çektiğim sıkıntılar bir yana bundan sonraki yaşamının düzenliliği için okulu bitirmeliydi.Okulu bitirmemesi durumunda geleceğin bizim için acılarla dolu bir yaşam olacağından asla kuşkum yoktu.O gün karar verdim;derhal emekli olacak ve Ankara’ya taşınacak,Bahtiyar’ın yanında kalarak okulu bitirmesini sağlayacaktım.Bu kesin kararla Zile’ye döndüm.
Bahtiyar’ın Ankara’da kalmasını istemedim.Zaten verdiğim karar gereği ailece Ankara’ya taşınmak üzere hazırlık yapmamız lazımdı.Öncelikle para sorununu çözmeliydim.Emel Samsun’da On dokuz Mayıs Üniversitesi resim bölümünde okuyordu.Aldığım maaşla hem Ankara’da geçinecek hem de kızıma aylık geçinebileceği kadar para göndermem gerekecekti.Maaşla bu iş olamazdı.Emekli olup emekli ikramiyesini alıncaya kadar geçecek zaman içerisinde geçinebilmemiz için başka bir gelir kaynağı bulmalıydım.Bu durumda bir öğretmen arkadaşımla, bin dokuz yüz yetmiş dört yılında İstanbul’dan ortak olarak aldığımız arsayı satmaktan başka bir seçenek kalmamıştı.Arkadaşıma arsayı satmam gerektiğini,istiyorsa kendisinin almasını,almayacaksa alan birine kendi hissemi satacağımı söyledim.O’da “birlikte aldık,birlikte satarız,sen müşteri bul,bana haber ver,derhal tapusunu devredelim,” dedi.Bu çerçevede arsayı satmak üzere İstanbul’a gittim.
Arsayı o güne kadar hiç görmemiştim.Arsayı bulan,beğenen ve almak isteyen asıl alıcı, ortak olduğumuz Erdoğan’dı.O,almak üzere olduğu bir arsa bulduğunu ve istersem ortak olabileceğimizi söylediğinde hiç tereddütsüz,ileriye dönük bir yatırım olacağı inancıyla ortak olmuştum.Şimdi yerini bile bilmediğim arsayı bulacak ve satılığa çıkaracaktım.Bu konuda bana yardımcı olacağını düşündüğüm Kozdereli öğrencilerimden Mustafa, İstanbul’da arsamızın bulunduğu Ümraniye’de oturmaktaydı.Önceden haber vererek beni karşılamasını istedim.Mustafa ve kardeşleri beni çok iyi karşıladılar.Köylerinde görevim gereği oturmaktayken, aileleri ile çok iyi anlaşır,ailece görüşürdük.Bana gerçekten de çok yardımcı oldular.Kısa sürede hiç görmediğim arsamı onların sayesinde bulabildik.Arsanın bitişiğinde yer alan ev sahibine arsayı satmak istediğimi söyledim.Adam başka birinin alması durumunda bazı sorunlar çıkabileceği düşüncesi ile alıcı oldu.Konuyu ilk açtığımda,eğer üç gün içerisinde alıcı çıkmaması durumunda ,Mustafa ile kardeşleri ortak olarak arsayı alabileceklerini söylemişlerdi.İhtiyaç duydukları için değil,benim işimin görülmesi için böyle bir karar almışlardı.Böyle davrandıkları ve böyle düşündükleri için kendilerine minnet duyuyordum.Arsa komşumuz alıcı olunca durum değişti.İki yüz on beş bin liraya satış konusunda anlaştık.Zile’ye Erdoğan Hoca’ya telefon ettim,ertesi gün geldi.Arsanın tapusunu vererek paramızı aldık.Yirmi yıl önce on sekiz bin liraya aldığımız arsa ne yazık ki beklediğimiz değeri kazanamamış,hatta aldığımız para, yirmi yıl önce verdiğimizi değer olarak karşılayamamıştı.Ama satmak zorundaydım.Çabucak satıldığı için çok sevindim.Bu şekilde para işini çözmüş olduk.
Okullar açılmadan bir hafta önce Bahtiyar’la Ankara’ya gittik.Yaklaşan eğitim öğretim yılının ilk haftası içerisinde yapılması gerekli ders kayıt işlemini yapmak ve bir yıl boyunca kalabileceğimiz kiralık bir ev bulmak istiyorduk.Kiralık evin öncelikle okula yakın olması gerekiyordu.Okula en yakın konumdaki Gazi Mahallesi’nde araştırmalarımıza başladık.Bir hafta içerisinde bu ev işini çözmemiz gerekiyordu,zira benim de görevim gereği okulda olmam lazımdı.Bir an önce uygun bir ev bulmalıydık.
Hafta boyunca araştırmalarımızdan olumlu bir sonuç alamamış,neredeyse kısa zamanda bir ev bulmaktan ümidimizi kesmiştik.Bu arada Üniversitede yapılması gereken ders kayıtlarını Bahtiyar’la birlikte yaptık.Bahtiyar’ın birinci sınıftan bir adet olmak üzere ve çoğunluğu en ağır meslek derslerinden o sekiz dersinin kayıtlarını,saatlerinin birbirleriyle çakışmamasını gözeterek düzenlemek oldukça zor oldu.Sonuç olarak tüm sorumlu olduğu derslerin kaydı yapıldı.Oğlumun sorumlu olduğu derslerin kayıtlarının tekrar tekrar gözden geçirilmesini bölüm sekreterinden bizzat ben istedim ki, ileride herhangi bir sorunla karşılaşmayalım.Sekreter kesin olarak sorun olmayacağı güvencesini verdikten sonra okuldan ayrıldık.
Hafta sona eriyordu.Günlerden Cuma idi ve biz en geç Pazar akşamına kadar bir ev bulmalıydık.O gün akşama doğru, Atatürk Orman Çiftliğine giden yolun altında,ana yola ikinci sırada duran apartmanlardan birinde kiralık bir yer olduğunu öğrendik.Umutla ev sahibinin kapı ziline bastık.Uzun uzun çalan zil sesinden sonra kapı güçlükle açıldı ve yetmiş yaşın üzerinde olduğu görünen kilolu bir bayan, elinde tuttuğu bastondan destek alarak dışarı çıktı.Kiralık evlerini görmek istediğimizi söyledim.Kulaklarının duymadığı belliydi.Bağırarak çok acayip bir biçimde konuşuyordu.Kendisinin yalnız yaşadığını,evini kendisine de yardımcı olacak bir aileye vermeyi tercih ettiğini anlattı. “Biz anlaşabilirsek üzerimize düşen yardımı yapmaktan kaçınmayız” dedim.Sesimi duyurmak için ben de izin verdi.Kendi oturduğu dairenin tam karşısında olan kapıyı açarak içeri girdik.Daire oldukça bakımsızdı.Banyo ve tuvaleti bir aradaydı.Mutfak denen bölme küçük ve teşkilatsız bir odadan ibaretti.Banyoda ne soba vardı ne de şofben.Odalar arka bahçeye bakıyor,evin ışık alan tarafında hiçbir şey görünmesine olanak vermeyen komşu evler sıralanıyordu.Aslında uzun süreli oturmaya kesinlikle uygun olmayan evi bir öğretim yılı için tutabileceğimize karar verdim.Sanki normal ve düzenli bir daire gibi ev sahibinin istediği aylık beş bin lira kirayı kabul ettikten sonra, bir aylık kira bedelinin yanında bir beş bin lira da depozito vermek zorunda kaldım.Dairenin neresine zarar vereceksek,evden çıkarken bu bir yıllık sürede eve verilmesi düşünülen olası zararın tazmin edilmesine yönelik bu istek anlamsız olmasına karşın uymak durumundaydık.Sonuç olarak evi tutmuş olmanın rahatlığı ile Zile’ye döndüm.Bahtiyar’ın dersleri önümüzdeki pazartesi başlıyordu.Biz de en geç okulların açıldığı ilk hafta içerisinde Ankara’ya taşınmaya çalışacaktık.
Okullar başlar başlamaz öğretmenlerin aralarında yaptıkları sınıf bölüşümü sırasında emekli olacağımı belirterek üzerime sınıf almak istemedim.Almak zorunda kalacaksam benim yokluğumdan en az etkilenecek ikinci ve üçüncü sınıflardan birinin verilmesini söyledim.O yıl merkeze yeni atanan öğretmenlerden bizim okula gelenlerin sayısına göre okulumuzda öğretmen fazlalığı olduğu görülüyordu.Bu durumu dikkate alan müdür bana sınıf vermedi.Ben joker öğretmen olarak boşalabilecek sınıflara girecektim.
Aslında ben ders yılı başlar başlamaz emekli olmayı düşünmüştüm.Ancak emekli sandığı genel müdürlüğünde çalışan bir tanıdık,on beş aralıkta emekli olursam, gelecek yılın memur zammından da yararlanacağımı ve emekli ikramiyesine ek ödeme olacağını söyleyince aralık ayına kadar rapor ve izin kullanarak görevde kalmayı uygun buldum.
Eğitim öğretim yılının başladığı ilk hafta Çarşamba günü Ankara’ya doğru yola çıktık.Turhal’dan kiraladığım küçük bir kamyonete, bize en çok gerekli olabilecek eşyaları yüklemiştik.Gereksiz eşya götürmenin yanlış olduğunu düşünüyorduk.Nasıl olsa en fazla sekiz-dokuz aylık bir süre için Ankara’ya taşınıyorduk.Fazla eşyaya ne gerek vardı?
Ankara’da kiraladığımız evin önünde durduğumuzda,eşyaları indirmeden önce oturacağı daireyi görmek isteyen eşim bulduğumuz evi hiç beğenmemişti. “Burada nasıl zaman geçirebileceğiz?” diyordu.Hele ev sahibini tanıyıp da kadının çekilmez biri olabileceğini anlayınca iyice üzülmeye başladı.Ben burada kısa bir süre kalacağımızı,daha uygun bir yer bulamadığımız için burasını kiraladığımızı anlatarak onu teselli etmeye çalışsam da yüzünün asıklığı bir türlü gitmedi.Yapacak bir şey yoktu.Bir hafta aradıktan sonra güçlükle bulabildiğimiz evden bu aşamada birden bire vazgeçemezdik.Ancak ileride daha uygun bir daire bulabilirsek taşınabilirdik.Nasıl olsa çok az eşyamız vardı ve taşınma zorluğu olmazdı.
Eşyaları eve yerleştirdik.Bahtiyar üç beş gündür arkadaşlarında kalıyordu.O akşamdan itibaren bir daha arkadaşlarında kalmayacağı için ders kitaplarını ve kendine ait olan eşyalarını evimize taşıdı.Şimdi tek amaç vardı:Bahtiyar’a uygun bir ders çalışma ortamı sağlamak ve yıl sonunda yüzde yüz başarı sağlayarak, okuldan mezun olmasının önünü açmaktı.Bu amacı gerçekleştirmek için katlanamayacağımız fedakarlık olamazdı.Öncelikle Bahtiyar’ın düzenli olarak tüm derslere girmesini sağlamam lazımdı.Bunu göz önüne alarak sabah erkenden kalkıyor ve onunla birlikte okula gidiyordum.Bahtiyar’ın derse katıldığını görmeden de geri dönmüyordum.Bu belki yadırganacak bir davranış gib görülebilir ama işi şansa bırakmaya hiç niyetim yoktu.Madem ki daha uzunca bir süre çalışmayı düşlemekteyken ve hiç aklımda yokken çok sevdiğim mesleğimden ayrılmak zorunda kalmıştım bunun karşılığını almalıydım.Önceleri Bahtiyar kendisi ile okula gidip gelmeme olumsuz bakmaktaydı,zamanla alıştı.Hatta okul çıkışlarında başka yerlere takılma olasılığını düşünerek ders sonlarında da kendisini bekliyor,ikimiz birlikte eve dönüyorduk.
Ben her yirmi gün rapordan sonra üç beş gün ya da en çok bir hafta çalıştıktan sonra tekrar rapor alarak Ankara’ya dönüyordum.Benim Zile’de olduğum bir hafta süresince oturduğumuz evin üst katını satın alanlar,büyük bir tadilata girişmişler.sabah erkenden başlayan onarım gürültüleri yüzünden evde durulmaz olmuş.Bizim en çok sahip olmak istediğimiz sessiz ve sakin ortamın tam aksi olarak gürültü dayanılmaz boyutlara çıkmış.Üstelik banyo ve tuvaletten aşağıya su sızmaya başlayınca,tanıdığı bir bayanı yanına alan eşim çevrede kiralık bir ev aramaya başlamı.Sonunda kendine göre daha uygun olacağını düşündüğü kiralık bir yer bulmuş.Bulduğu daire oturduğumuz yerden daha küçük ve üstelik de giriş olmasına rağmen gerçekten oturmamıza daha uygun gibiydi.En azından mutfağında doğalgaz ocağı,banyosunda kombisi vardı.İç içe iki küçük odası bizim için yeterliydi.Üstelik ödediğimiz kira ücreti aynı olunca derhal taşınmaya karar verdik.Aralık ayının birinde lapa lapa kar yağarken yeni evimize taşındık.Taşınmak çok kolay oldu.Küçük bir pikap işimizi görmeye yetti.Ayrıca Bahtiyar’ın okul arkadaşları bize el vurdurmadan eşyaları taşıdılar.Eski ev sahibi depozitoyu vermeyeceğini söyledi.Evine en küçük zarar vermemiş olmamıza rağmen kış ortasında çıkmaya hakkımızın olmadığını söyleyerek, depozitoyu vermediği gibi mahkeme yoluyla bir yıllık kira bedelini bizden alacağını söylüyordu.Hiç önemsemedik. “Bildiğin yere gidebilirsin” diyerek oradan ayrıldık.
İlk bir ay Bahtiyar benim belirlediğim yaşam koşullarına uymak istemedi.Aramızda bir soğuk savaş yaşanıyordu.Uyulması gerekli davranışları bir liste halinde yazarak odanın kapısının arkasına astım.Bu listede,sabah kalktıktan sonra gece yatıncaya kadar saat saat neler yapılacağı yazılıydı.Bir askeri garnizondaki talimnameye benzeyen liste oğlumun hoşuna gitmiyordu.Bazen arkadaşlarını çağırıyor,bazen de kendisi gitmek istiyordu.Ben izin vermedikçe ne arkadaşlarını çağırmasına ne de kendisinin arkadaşlarına gitmesine izin verebilirdim.Artık arkadaşlık olayı sadece okul bahçesi ile sınırlı olmalıydı.Okul dışında zaman kaybına neden olacağı için arkadaşlık ilişkileri en alt düzeye çekilmeliydi.
Bu arada biz de eşimle ders çalışmak için gerekli koşulları sağlamaya azami dikkat ediyorduk.Bahtiyar evde olduğu sürece ne televizyonu açabiliyor ne de yüksek sesle konuşabiliyorduk.Tam bir sessizlik sağlamak üzere, ders çalışması sırasında dikkatinin dağılmasına neden olabilecek hiçbir davranışta bulunmamaya özen gösteriyorduk.
Bana göre olması gereken bir ortam ama Bahtiyar için bir sıkı yönetim uygulaması gibi algılanan bu durum çok geçmeden hepimiz için bir doğal yaşam biçimine dönüştü.Artık Bahtiyar bu yaşam biçimini tercih eder bir havaya girmiş gibiydi.Haftada ya da on beş günde bir, ya arkadaşlarını bizim eve çağırmasına ya da arkadaşlarının evlerine gitmesine izin vermeye başladım.Çünkü ders çalışma temposu tam bir düzene girmiş,ilk girdiği vize sınavlarından aldığı notlar doksandan aşağı düşmez olmuştu.Kendisi durumun ciddiyetini kavramış,okulu bu yıl mutlaka başarı ile bitirme azmini yakalamıştı.Artık bizim onu zorlamamıza gerek yoktu.Biz sadece ona ders çalışması için uygun bir ortam yaratmaktan öte bir yaklaşımın gereksiz olduğunu görmüştük.
Öğretim yılında kararlaştırdığım gibi aralık ayının on beşinde son maaşımı aldıktan sonra emeklilik işlemlerimi başlattım.Emeklilik evraklarını elimle takip ederek İlde yapılması gerekli işlemleri tamamladıktan sonra Ankara’ya emekli sandığı genel müdürlüğüne teslim ettim.Emekli sandığında çalışan bir tanıdığın yardımı ile emekli ikramiyemi otuz aralık akşamı gene Ziraat Bankasının Ankara Kızılay şubesinden aldım.Aldım derken hesabıma geçirttim.O günlerde enflasyon çok yüksek seyrettiği için banka faizleri de iyi getiri yapıyordu.Elime geçen toplam sekiz yüz altmış milyon lira oldukça iyi bir paraydı.Yurdun neresinden olursa olsun,bu parayla normal bir daireyi satın alabilirdik.Ancak bir süre repoda bekletmeyi uygun gördüm.Her ay ana para üzerine yaklaşık on milyon eklenecek kadar faiz veriliyordu.Bu gelir azımsanacak bir şey değildi.Ev almanın bir acelesi olmadığına göre bir süre böyle devam etmeyi kararlaştırdık.
O yıl tüm yurtta olduğu kadar Ankara’da da kış çok ağır geçti.Yaklaşık iki ay boyunca sokaklardaki kar kalkmadı.Isı çoğu kez sıfırın çok çok altında seyrediyordu.İlk tuttuğumuz evden ayrılmakla ne kadar iyi bir karar aldığımızı düşünmekten kendimizi alıkoyamıyorduk.Zira doğru dürüst mutfağı, banyosu, tuvaleti olmayan, üzerinden sular damlayan odaları ile bu kış koşullarını orada nasıl geçirebileceğimizi düşünmek bile korkunç geliyordu.
İkinci dönem başlar başlamaz Bahtiyar aynı yoğun çalışma temposuna girdi.Artık bizim herhangi bir uyarı yapmamıza gerek yoktu.Zaten Bahtiyar’ın ne kadar zeki olduğunu daha önce belirtmiştim.Zeki olmasına zeki idi de onun yapısında bir farklılık vardı.Öncelikle olaylara karşı biraz kayıtsız ve yavaş davranıyordu.Arkadaşlıklar arasında belli bir mesafe olması prensibinden uzaktı.Başkalarına gerektiğinde “hayır” demeyi bilmiyordu.Kendi zararına bile olsa arkadaşlarından gelen bazı önerilere itibar edebiliyordu.Gelecek yaşama ilişkin atılması gerekli temellerin ya farkında değildi ya da önemsemiyordu.Arkadaşlarının kendisini sömürüyor veya kullanıyor olmalarını samimiyetin yada saf dostluğun bir parçasıymış gibi algılıyordu.Bu yönleriyle biraz bana çektiğini anlayabiliyordum.Ancak ben hiçbir zaman,her kim olursa olsun,hiç kimseye bu derece tavizkâr olmamıştım.Oğlum benim bu tavırlarımı abartarak uyguluyordu.
Bahtiyar bu yılın gelecek yaşamı için ne kadar anlamlı ve önemli olduğunun bilincine vardığından beri üzerine düşen öğrenci sorumluluğunu yerine getirmeye başlayınca biz de eşimle Ankara gibi güzel bir kentte bulunmanın tadını çıkarmaya başladık.Ankara’yı her ikimiz de seviyorduk.Şehrin düzenliliği,insanlarının kültürlü oluşları,birbirlerinin hakkına saygılı davranmaları çok hoştu.Akşamları, çalışanların evlerine dönme saatlerinde, belediye otobüslerinin ya da dolmuşların duraklarında uzanan insan kuyruklarındaki sakin duruşları,hiç kimsenin bir başkasının sırasına tecavüze yeltenmemeleri,bekleyenlerden bazılarının sırada dururken gazete ya da kitap okuyarak zamanı değerlendirmeleri, bizim ulaşmak istediğimiz uygarlık çizgisinde, Ankara halkının bir hayli yol aldıklarının açık birer göstergesi gibiydi.Bu manzaraları yurt genelinde görmeyi hayal ederek geleceğe umutla bakıyordum.
Hemen her gün,Bahtiyar’ı okula yolcu ettikten ve ev işlerini bir düzene koyduktan sonra eşimle birlikte dışarı çıkıyor,bazen Gençlik Park’ına,bazen Ulus’a,bazen Kızılay’a bazen de Atatürk Orman Çiftliği’ne kadar yürüyor,oralarda hoşça vakit geçiriyorduk.Çoğu Ankaralının bile görmediği Ankara Kalesi’ni gezmek bize büyük bir zevk veriyordu.Kuğulu park,Kurtuluş Parkı,Abdi İpekçi Parkı bizim dinlenme ve piknik yapma alanlarımızdı.Piknik dersem öyle mangallı etli değil; dondurma,döner, dürüm vs. gibi ufak tefek yiyeceklerle geçen bir günden bahsediyorum.Okulların ders yılı sonuna kadar Ankara’nın ne kadar görülmeye değer yeri varsa tümünü gezdik.On dokuz Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nda stada erken giderek kapalı bölüme yakın bir yerde,stadı en iyi noktadan görebilecek şekilde yerimizi aldık.Cumhurbaşkanı Demirel ve devletin üst düzey bürokratları hemen yanı başımızda oturuyorlardı.O yıl çok farklı ve çok coşkulu bir milli bayram yaşamanın zevkini çıkardık.
Sonunda öğretim yılının sonuna geldik.Bahtiyar ikinci dönemde derslerine daha çok çalışarak beklediğimizden de iyi notlarla yıl sonunu getirdi.Öyle ki finallerde,en zor derslerden biri olan Akışkanlar Mekaniği dersinden bile seksen beş almayı başardı.Bu soruların tümünü doğru yanıtlaması anlamına geliyordu.
Haziran ayının ikinci haftasında mezun olanların diploma yerine kullanılacak olan geçici belgelerin verileceği duyuruldu.O gün okula Bahtiyar’la birlikte gittim.Sabahtan itibaren, sorumlu oldukları derslerin tümünü verdiklerini belirten belgeyi, bölüm sekreterliğinden temin edenler, çıkış belgelerini alarak güle oynaya okuldan ayrılıyorlardı.Çok yoğun bir çalışma yapılmasına rağmen,bazen beklenmeyen sorunlar çıkması nedeniyle işlemlerde bir yavaşlama meydana geliyordu.Bahtiyar uzun süre sekreterliğin olduğu bölümdeki kuyrukta bekledi.Kendisine sıra ancak öğle sonu gelebildi.Ben her an bir sorun çıkacakmış hissiyle Bahtiyar’ı izliyordum.Sekreterin önüne vardığında ben de odanın kapısına kadar yaklaştım.Konuşulanları duyabiliyordum.Sekreter bilgisayardan Bahtiyar’la ilgili sayfayı açtığında sorumlu olduğu derslerden birinin verilmemiş olduğunu görerek istenen belgeyi veremeyeceğini söylemiş.Cümlesinin sonunu ben de duyabilmiştim.Bir dersten sorumlu olduğunu duyduğum an okul başıma yıkılmış gibi sarsıldım.Bu nasıl olabilirdi?Öğretim yılı başında olsun ikinci dönemde olsun ders kayıt sırasında ben de hazır bulunarak bir hata yapılmaması için her türlü titizliği göstermiştik.Üstelik sekreterden işlemlerin doğru yapıldığı güvencesini almadan içim rahat etmemişti.Şimdi bu ders de nereden çıkmıştı?Derhal yanlarına gittim.Sekreter beni tanıyordu. “Hocam Bahtiyar’ın bir dersten sorumlu olduğu görülüyor.” Dedi. Ben ders kayıtlarını anımsattım ve herhangi bir işlem hatasının olmadığını kendisinin de teyit ettiğini söyleyerek bu dersin nasıl kalmış olabileceğini sordum.Bilemeyeceğini ama bunu daha tenha bir zamanda araştırmak gerektiğini söyledi.Bahtiyar o dersin kendi sorumluluğunda olmadığını,neden sorumluymuş gibi göründüğünü anlayamadığını iddia ediyordu. “Ben bu dersten kesinlikle sorumlu değilim,” diyordu.Bahtiyar da neye uğradığını şaşırmış,karşılaştığı bu sorundan fazlası ile etkilenmişe benziyordu.Yüzü allak bullak olmuş,her an ağlayacak gibi duruyordu. Sakin olmasını ve bir çözüm yolu aramamızı söyledim.Sekreterin o an aklına gelen çözüm yolu bize de mantıklı geldi. “Bahtiyar,seninle aynı bölümden ve aynı sınıftan mezun olmuş bir arkadaşının adını, soy adını söyle.Onun durumu gerçeği ortaya koyar,” dedi.Bahtiyar hemen bir arkadaşının adını verdi.Sekreter mezun olmuş görünen bu öğrencinin sorumlu tutulduğu dersleri bilgisayardan kontrol edince gerçek ortaya çıktı.Meğerse Bahtiyar’ın iddiası doğruymuş.Yani bilgisayarda sorumlu olduğu görülen dersten sorumlu değilmiş.Sekreter derhal o dersi Bahtiyar’a ait dersler listesinden çıkardı.Sonradan düşündüm ki aslında bu hata sekretere aitti,zira ders kayıt sırasında sorumlu olmamasına rağmen adı geçen dersi, Bahtiyar’ın almasının zorunlu olduğu derslerin arasına yanlışlıkla yazmıştı.Durum anlaşılınca öyle bir rahat nefes aldım ki çektiğim tüm sıkıntılar bir anda yok oldu.Bahtiyar sekreterin doldurduğu çıkış belgesini alarak dekanın odasına koştu.Saat akşamın altısıydı ve herkes gibi dekan da evine gitmek için okuldan ayrılmak üzereydi.Bahtiyar okulun kıdemli öğrencisi olduğundan dekanından odacısına kadar herkes tarafından tanınıyordu.Dekan itiraz etmeden imzalamış ve koşarak yanıma geldiğinde yüzünde sevincin ve coşkunun en güzeli vardı.
Bahtiyar’ın koluna girdim.İkinci kattan aşağı inerken merdiven basamaklarına aheste aheste basıyor,dışarı çıkmak için hiç acele etmiyordum.Yedi yıldır aynı merdivenlerden yüzlerce kez inip çıkmış olan Bahtiyar’ın benimle aynı yavaşlıkta inmek istediğinden emin değildim.Ancak kendini benim adımlarıma uydurmaktaydı.Okul binasının önüne çıkınca yanımızdan geçip giden onlarca insana aldırmadan, Bahtiyar’ın elini tutup havaya kaldırdım. “Bahtiyar gel bakalım,şimdi seninle burada bir halay çekeceğiz.Okuldan mezun olmanı kutlamadan buradan ayrılmak olmaz.”dedim.Bahtiyar bu önerime itiraz etmedi.Gerçekten de orada kısa bir halay gösterisi yaptık.Çalgısız,davulsuz, düdüksüz çok anlamlı olmasa da, içimden tutturduğum bir halay havasına ayaklarımı uydurarak, daha önceden içimden geçen dileğimin gereğini yerine getirdim.Çevredekiler bize şaşkın şaşkın bakıyorlardı.Hiç bir şey umurumda değildi.Oğlum sonunda teknik öğretmen olarak mezun olmayı başarmıştı.Bunun anlamı bizim için çok değerliydi.
Bahtiyar bir an önce okuldan uzaklaşmak istiyordu.Gerçekten de yedi yıl burada kalmak kolay iş değildi.Belki bizim de bir takım hatalarımızın yanında, okulu bu kadar uzatmış olmasının asıl sorumlusu kendisi olduğunun bilincindeydi.Belki içinde okula karşı bir soğukluk,bir nefret oluşmuştu.Bu yedi yıl içerisinde ne gibi sıkıntılar çektiğini ve hangi olumsuz koşullarda yaşama savaşı vermiş olduğunu biz bilmiyorduk.Bize asla bu konularda bilgi vermezdi.Ne çekmişse çekmiş,ne yaşamışsa yaşamış ama bunların hiç birinden bize bahsetmemişti.Ben yatılı okulda devlet olanaklarıyla okumama rağmen bilhassa parasızlıktan çektiğim sıkıntıları hala dün gibi anımsadığım için oğlumun neler yaşamış olabileceğini az çok tahmin edebiliyordum.Her neyse okul olayı sona ermişti.Geçen günler acısıyla tatlısıyla tarih oluyordu.Geriye bakmanın bir yararı yoktu.Biz artık hep ileriye bakmalıydık.
Eve sevinçle girdiğimizi gören eşimde durumu anlayarak, Bahtiyar’ın boynuna sarıldı ve bir süre sevinç gözyaşı döktü.Bu sevinç gözyaşlarına ben de katıldım.Planladığımız işi başarı ile tamamlamanın rahatlığı ile memlekete dönüş hazırlıklarına başladık.
O yaz tatilini huzur içerisinde evimizde geçirmenin mutluluğunu yaşadık.Kızım Emel resim öğretmenliği bölümünde son sınıfa geçmişti.O da zaman zaman öğrenci yurdunda kalmaktan sıkıldığını söylüyordu.Bazıları gibi sorumsuzca hareket etmediği için ailemizin durumunu dikkate alıyor,içine düştüğü sıkıntıları bize yansıtmamaya özen gösteriyordu.Ama ben her şeyin farkındaydım.Okul yılları boyunca bize en küçük bir sıkıntı yaşatmayan kızımın ne kadar özverili olduğunu çok iyi biliyordum.İnce ruhlu ve duygulu kızım,yalnızca ailesini değil yakın arkadaşlarını bile üzmeme adına, bazen kendisi üzülmeyi tercih ediyordu.Ona haksızlık etmeyi asla isteyemezdim.Madem bu güne kadar bize hiçbir sorun yaşatmadı,kendisi istemeden,okul yaşamının son yılına geldiği bu aşamada ona iyi bir jest yapmalıydık.Eşimle konuştuktan sonra Samsun’a taşınmaya karar verdik.
Bir yıl önce Ankara’ya taşınma aşamasında yaşadığımız olayları bir yıl sonra aynen tekrarlıyorduk.Zaten Ankara’dan getirdiğimiz eşyaların çoğu koli halinde evin bodrumunda duruyordu.Onlara ekleyeceğimiz eşyaları da hazırlamak zor olmayacaktı.Bu kararla oluların açılmasını beklemeye başladık.
Yaz ortalarında bir gün öğretmen atamalarının yapıldığını öğrendik.Atama duyurusunda,Bahtiyar’ın bitirdiği bölüm olan “Makine-Torna-Tesviye” bölümüne çok az kontenjan açılmıştı.Bu yüzden atamasının yapılmasından fazla ümitli değildik.Nitekim atamasının sınıf öğretmeni olarak Bingöl iline yapıldığını öğrenince fazla bir hayal kırıklığı yaşamadık.Bahtiyar sınıf öğretmenliği yapamayacağını bu yüzden atandığı yere gitmek istemediğini söyledi.Nasıl olsa sanayi iş kolunda kolayca iş bulabileceğine inanıyordu.Ben bu konuda oğlumla aynı fikirdeydim.Ayrıca doğuda hüküm süren terör olayları devam ediyordu.Bu durumda atamasının durdurulmasını istemekten başka bir yol yoktu.Aslında atama dilekçesinde sınıf öğretmenliğini tercih etmemişti.Tercih etmediği halde ataması yapılmasının yanlış olduğunu düşünüyorduk.Zira ataması bu dönem yapılan adaylar,göreve başlamazlarsa önümüzdeki bir yıl içerisinde yapılacak atamalara başvuru haklarını da kaybedecekleri belirtiliyordu.Bu durum adaylar açısından tam bir haksızlıktı.Kendilerinin isteği dışında sınıf öğretmenliğine atayacaksınız,görev almak istemezlerse yıl içindeki bir başka atamadan yararlandırmayacaksınız.Böyle bir mantığı anlamak mümkün değildi.Bu işi düzeltmek amacıyla bir kez daha Ankara’ya gitmem gerektiğine karar verdim.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın ana binasında yer alan atama genel müdürlüğünün en son katta olduğunu öğrendim.Asansörle en üst kata çıkarak doğruca müdür odasına yöneldim.Kapı açıktı.Gene de saygı göstergesi olarak açık kapıyı tıklatarak içeri girdim ve kendimi tanıttım.Emekli öğretmen olduğum için mi yoksa herkese aynı güler yüzlü mü davranıyordu bilmiyorum ama gayet içtenlikle “hoş geldiniz” dedi.Karşısında duran koltuğu gösterdi;oturdum.Kısa birkaç nezaket cümlesinden sonra konuyu kısaca özetledim. “Oğlum teknik öğretmen;atama dilekçesinde sınıf öğretmenliğini tercih etmediği halde Bingöl iline sınıf öğretmeni olarak atanmış.Kendisi sınıf öğretmenliğinde çocuklara yararlı olamayacağını düşünüyor ve bir sonraki atamalara kadar görev almak istemiyor.Bu durumu açıklayan dilekçesinin işleme konulmasını ve sonraki atamalarda hak kaybına uğramaması için gereğinin yapılmasını arzu ediyoruz.” Dedim.Genel müdürün gülen yüzünde gölgeler oluştu. “Hocam oğlunuz bu devirde öğretmenlik gibi iş bulmuş da işe gitmek istemiyor öyle mi?Siz bunca yılın deneyimi ile oğlunuzu ikna ederek göreve başlamasını sağlamalısınız.Ne güzel işte, açıkta bırakılmamış ve ataması yapılmış,ileride kendi branşına geçmesi de mümkün.” Dedi. “Sayın müdürüm ben de oğlumla aynı görüşteyim.Kendi kariyeri doğrultusunda bir görev almaz ise sorumluluğunu üstleneceği onlarca çocuğa yararlı olamayacağı gibi belki zarar da verebilir.Bu bakımdan dilekçesini lütfen işleme koyunuz.”diye diretince müdür bu kez daha da sertleşti ve “ bu nasıl kafa böyle anlayamıyorum.Devlet oğlunuza iş vermiş.Onun gençlik heyecanı ile teptiği bu güzelim işe gitmesini sağlayacağınıza onunla aynı hareket ediyorsunuz.Bunca yıl öğretmenlik yaptıktan sonra böyle bir mantık yürütmenize şaşıyorum,”dedi. Bu sözlerde beni aşağılayan bir taraf sezinledim. “Sayın müdürüm size bir öneride bulunabilir miyim?” dedim.İlgi ile yüzüme bakarken , “elbette,buyurun,”dedi. “Bildiğim kadarıyla sağlık bakanlığı yeterli doktor bulamamaktan şikâyetçi.Benim oğlumun doktor olarak atanmasına yardımcı olabilir misiniz?” deyince yüzünde büyük bir şaşkınlık belirtisi ortaya çıktı. “Nasıl olur,öğretmen doktor olarak atanır mı?” diye karşılık verdi. O zaman ben de, “Doktor olmayan birisini doktor atarsanız en fazla üç beş kişinin ölümüne sebep olur ve durum anlaşılınca kimse o doktora gitmez; geriye kalan hastalar da kurtulur.Bu durumda sınıf öğretmeni olmayan oğlumu sınıf öğretmeni olarak atarsanız,yüzlerce çocuğun geleceğini karartmasına neden olacağı için doktor atanmasından daha çok zarar verir.Yani size göre her okur yazar olan öğretmenlik yapabilir mi? Sınıf öğretmenliği bu kadar basit mi?” dedim.Benim ikna olmayacağımı anlamıştı.Gene de oğlumu bu göreve başlaması için ikna etmediğim için mutlaka aptal olduğuma inanıyor gibi bir tavırla, “siz bilirsiniz,o görevi üstlenecek yüzlerce fakülte mezunu genç var.” Diyerek dilekçeyi imzaladı ve sekreter odasına bırakmamı söyledi.Teşekkür ederek odasından ayrıldım.
Bahtiyar bir sonraki atamalara kadar özel sektörde güzel bir iş bulmakta gecikmedi.
Kadir’in bacanağı Emin Akbaş İstanbul’da küçük çaplı bir sanayici idi.Bahtiyar O’nun işyerinde çalışmaya başladı.Teknik eleman olmanın avantajı burada ortaya çıkıyordu.Herhangi bir resmi işe ya da özel sektöre girmek istemeyen teknik elemanlar isterlerse kendi iş yerlerini açabilme şansına sahiptiler.Kendi işini kurarak büyük bir sanayici olabilen çok sayıda insan vardı.Önemli olan girişimci bir ruha sahip olabilmekti.
Bahtiyar bir yıl İstanbul’da çalıştı.İşvereni olan Emin Akbaş,ücret olarak fazla cömert davranmasa da Bahtiyar’ın teknik bilgisinin kendisine büyük yarar sağlayacağını düşündüğü için onu rahat ettirmek için gerekeni yapmıştı.Kendisini bir süre evinde konuk olarak ağırladıktan sonra dayalı döşeli bir ev kiralayarak rahat etmesini sağlamıştı.Bahtiyar işinden ve işvereninden memnun olduğunu söylüyordu.Bu durum elbette bizi de sevindirdi ama her nedense orada uzun süre kalamadı.Bahtiyar’ın açıkça belirtmemesine rağmen dolaylı anlatımlarından, iş yerinde sorumlu kişi olarak bulunan Emin’in kardeşi Muzaffer’in,yönetim sorumluluğunu paylaşmak istememesinden kaynaklanan bir kıskançlık ve buna bağlı çekişmenin işi bırakmasında en büyük etken olduğunu anladım.Ayrıca kız arkadaşının henüz okula devam etmekte olduğu Ankara’ya gitmeyi tercih etmesi de iş bırakmasında başka bir neden olabilir diye düşünmüştüm.
Bahtiyar,becerikli,yetenekli,uyumlu çalışkan bir yapıya sahip olmakla verimli bir eleman olarak her yerde iş bulabilecek biriydi.Ancak benim otuz yıllık eğitimciliğimden gelen bilgi birikimimle,özel sektörde başarılı olmasını engelleyecek bir eksikliğinin olduğuna inanıyordum.Bu eksikliği, planlı çalışmaya ve işin gerektirdiği disipline daima uyma yönünde titiz davranmaması idi.Özel sektörde çalışacak olanlarda da en çok bu özelliklerin arandığını biliyorum.Bu nedenle kendisinin her fırsatta devlette değil özel sektörde çalışmayı tercih ettiğini söylemesine rağmen ben onun yapacağı en iyi işin öğretmenlik olduğuna inanıyordum.Bu yüzden de Bahtiyar Diyarbakır’da kısa dönem askerlik yaparken açılan öğretmen atamaları için onun adına ve onun haberi olmadan ben başvuru yaptım.Bu dönem öğretmenlik başvurularında belirtilen koşullardan birinin,halen askerlik görevinde olup da on hazirana kadar terhis olacak öğretmen adaylarının da bu dönemde başvuru yapabilecekleri koşulunun bulunması Bahtiyar için çok güzel bir şanstı.Mayıs ayında atama sonuçları açıklandı.Bahtiyar Erzurum iline atanmıştı.
Bahtiyar’ın arkadaşlarından bir kaçı, askerde olduğunu bildikleri Bahtiyar’ın Erzurum iline atandığını öğrendiklerinde,kendisini telefonla arayarak müjdeyi vermişler.Bahtiyar elbette bu habere inanmamış. “Ben atamalarda başvuruda bulunmadım.Nasıl olurda tayinim çıkmış olabilir?Siz şaka yapıyorsunuz ama ben yemem.”demiş.Haberi bizden duyuncaya kadar da inanmamış.Olayı ben anlatınca atamasının yapıldığına sevindi.Tezkeresine kısa bir süre kalmıştı.Ben Diyarbakır’a gittim.Yeğenim Kemal Bahtiyar’ın birliğinde uzman çavuştu.Ailesi de Diyarbakır’daydı.Bahtiyar’ın terhis olacağı gün Kemal’le birlikte Deve Geçidi denen mevkide bulunan askeri birliğe gittik.Bahtiyar’ı aldık.Göreve başlaması için haziranın dokuzuna kadar süre verilmişti.Arada kalan birkaç günü Adıyaman’da geçirdikten sonra ikimiz birlikte Erzurum’a gittik.Oltu Endüstri Meslek Lisesi’ne verildiğini öğrendik.Aynı gün göreve başladı.Bir gece Oltu Öğretmen evinde kaldıktan sonra başlayan yaz tatili sonuna kadar memlekette kalmak üzere geri döndük.
Böylece Bahtiyar mesleğine ilk adımını attı.Önceleri istemediğini söylediği mesleğine atanmasından sonra memnun olduğunu görmek bizi mutlu etti.
Eylül ayının ilk haftasında,gene pazarda sebzecilik yapan bir esnafın kamyoneti ile eşyalarımızı Samsun’a taşıdık.Atakum semtinde, çok iyi iki dost olduğumuz Feyzi Beylere oldukça yakın bir konumdaki ev bir apartmanın birinci katıydı.Site şeklinde etrafı duvarla çevrili altı apartmanın kümelendiği evler aynı zamanda Atakent semti ile komşuydu.Atakent’in sınırları, On Dokuz Mayıs Üniversitesi kampüsünü de içinde barındırıyordu.Yani bulunduğumuz yer Tıp fakültesi ile şehir merkezinin ortasında bulunuyordu.Denizle aramızdaki mesafe en çok dört yüz metre kadardı.Emel’in okula gidip gelmesi için gereken ulaşım olanağı çok iyiydi.Hem belediye otobüsleri,hem de dolmuşlar evin hemen yanı başından geçiyorlardı.Yani Emel için en uygun koşulları barındıran bu ev bizim için iyi bir seçim olmuştu.
O yıl Emel için huzurlu bir eğitim ve öğretim yılı sağlamanın iç huzuru ile geçerken iki önemli olay yaşadık.Bunlardan az da olsa bahsetmek istiyorum.
Çocuklar yılbaşını birlikte geçirmek üzere Samsun’a geldiler.Yılbaşı gecesi gece geç saatlere kadar oturduk,yedik,içtik,eğlendik.Çok geç saatlerde yattık.Ertesi sabah herkes geldiği yere geri döneceklerdi.Gece yatar yatmaz başlayan bel ağrısını fazla önemsemedim.Aslında çocukların moralini bozmamak için kimseyle paylaşmak istemedim.Sabah gelenleri yolcu ettikten sonra sol böbrek çevresinde olduğunu düşündüğüm ağrı giderek artmaya başladı.Eşime anlattım.Doktora gitmemizi önerdi.Feyzi Beyin oğlu Ali Ruşen Tıp fakültesi son sınıfta okuyordu.Bize yardım edebileceği düşüncesiyle Feyzi beye telefon ederek durumu anlattık.Baba- oğul kısa bir süre sonra geldiler.Bu arada ağrım çok şiddetlenmiş dayanılmaz boyutlara varmıştı.Doğruca fakülteye gittik.O gün yılbaşı tatili olduğu için acilde ekilen filmde sol böbrekte taş olduğu görülüyordu.Ağrı kesici iğne verdiler ve ertesi gün ürolojiye görünmemi söylediler.O gün ve gece kıvranarak geçirdim.Sabaha kadar hiç uyumadım.Sabah eşimle tekrar hastaneye gittik.İleri tetkik için emar çekilmesi gerekiyormuş.Hastanede bu iş için uzunca bir zaman sonraya randevu veriliyormuş.Oysa benim bir gün bile dayanacak halim yoktu.Ali’nin radyolojide çalışan tanıdığı bir röntgen teknisyeninin yardımı ile ertesi gün için emar randavüsü almayı başardık.Bu işin eşimin olağan üstü çabası ve becerisi ile gerçekleştiğini belirtmem gerek.
Ertesi gün emar çekilinceye kadar geçen sürede ağrı o kadar şiddetle devam etmekteydi ki dayanacak gücüm kalmamıştı. Bu ağrıyı çekmektense ölmek istiyordum.Emar sonucuna bakan doktor,bir taş kırma merkezine giderek böbrekte oluşan taşın kırdırılması gerektiğini söyleyince soluğu Samsun şehir merkezinde aldık.Cumhuriyet Meydanı civarında rastladığımız ilk özel taş kırma merkezine girdik.Görevli bayan en erken Cuma günü için bize sıra verebileceğini söyledi.Günlerden Çarşamba olduğuna göre iki gün daha bu ağrıyı çekmek durumunda kalacaktım.Ancak günde en az iki üç kez yapılan güçlü ağrı kesici iğnelerle dayanabildiğim bu acı ile iki gün geçirmek bana yıllar kadar uzun görünüyordu.Eşim gene becerisini ortaya koyarak ertesi güne sıkıştırılmamızı sağladı.Perşembe öğle saatlerinde taş kırma cihazına girdim.Doktor makineyi ayarladı.Bir süre sonra müthiş bir ses eşliğinde,sol böğrüme güçlü yumruklar atılıyormuş gibi darbeler inmeye başladı.Ancak günlerdir çekmekte olduğum ağrı o kadar şiddetliydi ki makinenin verdiği rahatsızlık bana zevk bile verir gibiydi.Hatta aşırı bir gürültü çıkaran makine çalıştıkça, azalan ağrı ile birlikte uyumuşum.Uyandırıldığımda ağrım kesilmişti.Kendimi anadan yeni doğmuş kadar diri hissettim.Yaşadığım bir haftalık ağrılı günleri ömür boyu unutmayacağımdan emindim.Kırılan taşlar idrarla döküldü.Bir gün sonra yaklaşık bir tatlı kaşığı kadar esmer renkli taşların döküldüğünü görmek bu sorundan kurtulduğumu müjdeliyordu.O günden sonra asla şehir şebeke suyunu doğrudan içmemeye,her yıl düzenli olarak böbrek muayenesi yaptırmaya özen gösterdim.Ara ara da iyi geldiğine inandığım bir kür uygulayarak yeni bir taş oluşumu riskinden kurtulmaya çalıştım.Bu kür,her sabah aç karına içilen limon,elma sirkesi ve zeytinyağı karışımından ibaretti.Aradan on iki yıl geçmiş olmasına rağmen böbreğimde taş oluşmamasını gösterdiğim özene yormaktayım.
Samsun’da kaldığımız o yıl içinde yaşadığımız bir başka önemli olay ise oturduğumuz Atakum semtinden bir yapı kooperatifine üye olmamızdı.Daha önce çok kötü bir kooperatif deneyimi yaşadıktan sonra, bir daha asla kooperatif üyesi olmayacağım yönünde bir prensip kararı almama rağmen, inşaatının bitmek üzere olduğunu gördüğüm Çakmak Yapı Kooperatifi’nden satılan bir hisseyi devraldım.Ancak her kooperatifte olduğu gibi gene bir sürü sorun çıktı ve pişman oldum.Sonuç olarak evler teslim edildi ama bizi bir hayli uğraştırdı.Teslim aldıktan kısa bir süre sonra çocuklarımın güney bölgelerden bir ev almamın daha uygun olacağı önerisi ile satarak, 2001 yılının kasım ayında, Antalya’dan şu an oturduğumuz daireyi aldım.Ne yazık ki bu işten de pişmanlık duyduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.Keşke Samsun’daki daireyi satmasaydım da orada yaşasaydım; her halde bu güne kadar yaşamak zorunda kaldığımız ve ömrümüzün en büyük darbesini yediğimiz olayları yaşamak zorunda kalmayabilirdim diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.
Kızım Emel başarılı öğrenim yaşamının son gününde bir hayal kırıklığı yaşadı.Aslında hiç önemsemediğim bu olayda onun adına üzüldüm.Her kademe ve her kurumda karşılaşılabileceği gibi, Emel’in öğretmenlerinden birinin kişisel yanlışlığı, iki öğrenci dışında tüm sınıfın bir dersten sorumlu kalmasına neden olmuştu.Öğrencilerin söylediklerine göre öğretim görevlisi, sınav ücreti almak amacı ile sınıfın tamamına yakınına tek dersten yetersiz not vermiş.O sınıfta sadece iki öğrenci onun dersinden başarılı not alabilmiş.Bunun kendilerine büyük bir haksızlık olduğunu gören öğrenciler öğretmeni dövmeye yürümüşler,okula polis çağırılmış,ortalık güçlükle yatıştırılmış ama olan olmuş.Aynı sınıfın otuzdan fazla öğrencisi haziran ayında yapılan geleneksel mezuniyet törenini doya doya yaşayamamışlar.Bunlardan biri de ne yazık ki bu durumu hiç hak etmeyen kızımdı.Hiç üzülmemesini,kasıtlı yaratılan bu olayı önemsememesini söyleyerek teselli etmeye çalıştım ancak bu konuda çok başarılı olduğumu söyleyemiyorum.Her gencin hayalini kurduğu, bir üniversiteyi bitirme aşamasında böyle bir olayla karşılaşmak, hele de bir öğretim elemanının kişisel hırsından kaynaklanan bu durumdan etkilenmemek mümkün değildi.Tüm okulun katılımı ile yapılan mezuniyet törenine katılan kızım, içinden atamadığı tek ders burukluğu yüzünden mezuniyet mutluluğunu doya doya yaşayamadı.
Okulların tatile girmesinden yaklaşık bir ay sonra yapılan tek ders sınavında bu dersi de vererek diplomasını aldı.Ailece çok mutlu olduk.
O yıl yapılan öğretmen atamalarına başvuran adayların atama sonuçlarını beklemeye başladık.Kızım Emel atanmasını çok istiyordu.Yurdun en ücra köşesine bile atansa seve seve gideceğini söylüyordu.Eğer bu dönemde ataması yapılmazsa çok üzüleceği belliydi.Atama sonuçlarını sabırla beklerken, o yaz mevsimi boyunca,sorunlu hamilelik dönemi geçiren gelinimize yardımcı olmaya çalıştık.Doktorların önerileri doğrultusunda bir aydan fazla evde baktıktan sonra üniversite hastanesine yatışını yaptırarak doğrudan doktor gözetimine verdik. Doktorlar bir ekimde sezeryan yapacaklarını söylediler.Görevli olduğu için Kadir Zile’de kalmaya devam ediyordu.Doğuma karar verilince Kadir’e telefon ettim.Samsun’a doğrudan araba olmamasına karşın yola çıktığını ve gelmeye çalışacağını bildirdi.
Bir ekim günü saat üç dolaylarında doğum gerçekleşti.İlk torunumuzu bir hemşirenin kollarında koğuşuna götürülürken görmek bize büyük bir mutluluk yaşattı.Yeni doğmuş olmasına rağmen açık gözleri, sanki çevrede tanıdık birilerini arıyor gibiydi.O kadar canlı bir bakışı vardı ki, zeki bir çocuk olacağı izlenimi veriyordu.Nitekim yıllar geçtikçe devam eden gelişme evrelerinde, bu izlenimimin ne denli isabetli olduğunu görme mutluluğuna erdim.
Aynı gün,yani bir ekim günü,ilk torunumuzun dünyaya merhaba dediği gün,saat on yedi dolaylarında arkadaşım Feyzi bey, Emel’in Adıyaman iline atandığı müjdesini verdi.Atamalar o gün açıklanmış ve Feyzi bey bizim hastanede olduğumuzu bildiğinden,kendisi durumu öğrenerek bize haber vermiş.Bu olay hepimizin mutluluğunu doruklara çıkarttı.Tüm gayretime rağmen, gözlerimden akan mutluluk gözyaşlarının yanaklarıma doğru yuvarlanmasına engel olamadım.
Artık memlekete gitme zamanı gelmişti.Bir yıl önce Ankara’ya doğru yol aldıktan sonra,ardından Samsun’a taşınan eşyalarımızın bu kez Adıyaman’a yöneleceği düşüncesinden hareketle kolileri çok daha sıkı ve sağlam yapmam gerektiğine karar verdim.Koliler önce memleketimiz olan Zile’ye ardından da Adıyaman’a taşınacaktı.Hazırlıklarımızı bu düşünceye göre yaptık.
Ataması yapılan öğretmenlerin en geç kasım ayı içerisinde görev yerlerinde olmaları gerektiği bildiriliyordu.Adıyaman il milli eğitim müdürlüğüne telefon ederek atama kararnamelerinin kendilerine ulaşıp ulaşmadığını sorduk.Ulaştığını ve en kısa zamanda gelmemizin iyi olacağını söylediler.Kasım ayının ilk hafta sonu kızımla Adıyaman’a doğru yola çıktık.
Ben daha Güneydoğu illerinin bir çoğunu görmüştüm ama Adıyaman’a yolum düşmemişti.Diyarbakır benim meslek yaşamımın ikinci yılında,o yıllardaki askerlik yasaları gereği, dört ay Isparta’da er eğitimi aldıktan sonra, askerliğin geri kalanını asker öğretmen olarak geçirmek üzere atandığım ildi.Urfa oğlum Kadir’in görev yeriydi.Gaziantep yol üzeri olduğu için görebildiğim bir kentti.Adıyaman’ı ilk kez görecektim.Ancak güneydoğu izlenimlerim genel olarak olumluydu.Zira bu yöre insanının sosyal ilişkilerinin hala eski sıcaklığını koruduğunu yaşayarak gömüştüm. Yani bu ile doğru giderken içim rahattı.
Yola çıkmadan önce keşke Adıyaman’da bir tanıdık bulabilsek de bize yardımcı olsa diye araştırırken Tokat Sigara fabrikasında çalışan yeğenim Mehmet başından geçen ilginç bir olayı anlattı.Bir yaz mevsiminde ailesi ile gittikleri Mersin’in bir tatil yöresinde, havuz başında oturanlarla sohbet ederken, Adıyamanlı biri ile tanıştığını ama şimdi adını bile anımsayamadığını söyledi.Adıyamanlı,yeğenimle tanıştıktan sonra “eğer bizim ile yolunuz düşerse bize de beklerim.Bize dede oğlu derler.Çarşı içinde bir pasajımız var.Kime sorsanız gösterirler” deyince Mehmet, “benim Adıyaman’da ne işim olacak?”diye düşünmüş ve söylenenleri önemsememiş.Şimdi Emel’in oraya atandığını duyunca bu olayı anlatarak, “bilmem bu olayın size bir yardımı olur mu?” dedi. “Belki olabilir,neden olmasın?” diye düşündüm.
Bu olayın dışında Adıyaman arabasına binmek üzere beklediğimiz Turhal araba garajında,yazıhane önünde duran ve göndericinin Zileli olduğu belirtilen bir torbanın üzerinde, “Mürsel Doruk,Adıyaman emniyet müdürlüğü” yazısını okudum.Bu ismi de hemen cebimde taşıdığım not defterime yazdım.Bu bilgilerle Adıyaman’a ulaştık.
Doğruca öğretmen evine giderek gece kalmak üzere iki kişilik yer ayırttım.Çantamızı da görevlinin gösterdiği bir yere bıraktım.Bir süre dinlendikten sonra çevreyi tanımak üzere dışarı çıktık.Öğretmen evi çarşı içinde sayılırdı.Caddeye çıkar çıkmaz ilk rastladığım dükkan sahibine “dede oğlu pasajı nerede?” diye sordum.Adam “cadde sonundan sola döndüğünüz yerdeki pasaj dede oğlu pasajıdır,” dedi.Bulunduğumuz yere yakın konumda olan pasaja doğru ilerledik.
Adıyaman, evlerinin dış görünüşü ile,çarşı düzeni ile,yerli halkın giyim kuşamı ile tipik bir güneydoğu iliydi.Sanki kendimi daha önce burasını görmüş gibi hissediyordum.Yürüdüğümüz cadde en fazla üç-dört yüz metre uzunluktaydı. Bulunduğumuz caddenin önünü kesen cadde ise daha geniş ve daha işlekti.Caddelerin kesiştiği noktadan sola döndüğümüzde,kendimizi dört katlı ve en az beş altı dükkanın sıralandığı bir binanın önünde bulduk.Yola doğru uzatılmış sundurmaların gölgesinde oturanlar vardı.Kızımla binaya ait olan dükkanları dikkatle inceleyerek ilerledik.Her dükkanda üçer beşer insanın olduğu görülüyordu.İçimden “acaba bu oturanların hangisi yeğenim Mehmet ile Mersin’de tanışan adamdır?” diye geçirerek bina boyunca iki defa gidip geldik.İçeride oturanların dikkatini çektiğimizi bakışlarından anlayabiliyordum. Onlar da bizim yabancı olduğumuzun farkındaydılar.Sonunda dükkanlardan birinin önünde oturan orta yaşlı ve iri kıyım bir adama sormaya karar verdim. Selam verdim, “aleykümselam”dedi. “Ben size birini soracağım ama ne adını biliyorum ne de ne iş yaptığını.Dede oğlu ailesinden olduğunu söyleyen ve Mersin’de tatil yaptığını bildiğim birini arıyorum,”dedim. Adam, “haaa, o bizim Yusuf’tur,” dedi. “Mersin’e her yıl tatile gider.Kendisi benim amca oğlu olur,ben de o ailedenim.Bak şu ilerideki dükkanda oturan adam,” diyerek Yusuf dediği kişinin dükkanını gösterdi.Teşekkür ederek gösterilen dükkana yürüdüm.Kapıdan içeri girer girmez düzenli bir masanın arkasındaki görkemli koltukta oturan kırk yaşlarında,esmer ve orta boylu, yakışıklı adam güler yüzle ayağa kalkarak “buyurun” dedi.Yanında oturanların tümü dışarı çıkarak oturmamız için sandalyeleri boşalttılar.Elimi uzatırken kendimi tanıttım.”Biz Tokatlıyız,kızım öğretmen ve buraya atandı.” Dedim. “Hoş geldiniz.Memnun oldum. Buyurun oturun,ne içersiniz,çay,kahve,soğuk meşrubat?” Diye konuşmasını sürdürdü.Ben burada dede oğullarından birini arıyorum ama kimi aradığımı bile bilmiyorum,” dedim.Güldü, “ben dede oğullarından Yusuf Dolaş, nasıl birini arıyorsunuz?” diye sordu.Mersin’de tatil yaparken,havuz başında yeğenimle tanışmış olan birini arıyoruz,adını ve ne iş yaptığını yeğenim sormamış.” “Yeğenin babayiğit,iri gözlü biri mi? “diye sordu. Tam da Mehmet’in en göze çarpan özelliklerini söylüyordu. “Evet,yeğenim Mehmet uzun boylu,iri gözleri olan yakışıklı bir gençtir;galiba onu hatırladınız.” Dedim. “Evet,evet hatırladım,aradığınız adam benim.Ben her yıl Mersin’e tatile giderim.Bir defasında havuz başında sizin yeğeninizle karşılaşmıştık.Tekrar hoş geldiniz,eşyalarınızı nereye bıraktınız?Eve hanıma telefon edeyim hemen bizim eve gidelim.” Dedi. “Eşyalarımız öğretmen evinde ve biz oradan yer ayırttık, parasını da ödedik.Davetiniz için çok teşekkür ederiz.Tanışıp sohbet etmek ve kiralık ev bulma gibi konularda yardımınızı istemek üzere geldik.Daha sonra evinizi ziyaret ederiz.” Dedim. “Olmaz,asla olmaz.Sizi bırakmam,kiralık ev ne demek,bizim ev çok geniş,hanım kızımızı kiralık eve göndermek ister miyiz?Bizim evde kalsın.” Dedi. Adamın içtenliği, yakınlığı sıcak bir ortam yarattı.Ben ilk tanıştığım kişilerle çok çabuk sıcaklık kuramam ama bu adam sanki kırk yıllık dost gibi geldi.Biz ne kadar gitmek istemediysek de eşine telefon ederek konuk getireceğini, ona göre hazırlık yapmasını bildirdi.“Madem gece yatıya kalmayacaksınız,akşam bizim evde yeriz, içeriz istediğiniz zaman ben sizi öğretmen evine bırakırım.Haydi şimdi doğru bizim eve gidiyoruz,” diyerek ayağa kalktı.Şehre geldiğimizin üzerinden daha iki saat bile geçmeden gerçek bir dost insan bulmanın sevincini yaşadık.Yol boyu çok sayıda kiralık daireleri olduğunu, eğer istersek kiracılardan birini çıkarıp parasız olarak bize verebileceğini anlattı. Bu kadarı da fazlaydı.Teşekkür ederek bu konuyu daha sonra konuşabileceğimizi söyledim.
O gece saat on bire kadar Yusuf beyin evinde oturduk,sohbet ettik.Eşi ve çocukları ile de tanıştık.Bir oğlu ile bir kızı vardı.Eşi çok güzel bir sofra hazırlamıştı.Yemekten sonra birkaç farklı yiyecek ikramında bulundu.Bu yörenin de kendine özgü bir yemek kültürü olduğunu gördük.
Kızım Adıyaman lisesinde geçici göreve başladı.O yıllarda il emrine atanan öğretmenlerin tümü bir okulda toplanıyor, oradan kadro açığı olan diğer okullara atamaları yapılıyordu.İl içi atama listesinde Emel’in Gölbaşı ilçesindeki liseye atandığı görülüyordu.Ancak biz merkez okullardan birinde kalmasını tercih ediyorduk.Bunun için il tarım müdürlüğünde görevli bir ziraat mühendisinin yanına gittik.Bu mühendis daha önce Tokat’ta çalışmış.Doğrudan değil de oğlum Kadir ile ortak bir arkadaşından ötürü tanışıklığı varmış.İlde etkili ve çevresi olan birisi olduğu için kızımın tayininde yardımını istedik.Gerçekten etkili biriymiş ki atama listesi asılmış olmasına rağmen kızımın atama yerini değiştirmeyi başardı ve il merkezinde bir ilk öğretim okuluna yerleşmesini sağladı.Bu işi de çözümledikten sonra geriye oturmamız için uygun bir kiralık ev bulmak kaldı.Bu konuya yoğunlaştık.
Yeni atanan öğretmen sayısı yaklaşık üç yüz civarındaydı.Belki daha da fazla.Bu genç öğretmenler bir ay süreyle atandıkları okula gitmeden önce il merkezinde bir seminere katılacaklardı.Yani bir tür mesleki eğitime tabi tutulacaklardı.Bu süre içinde benim kalmamı gerektirecek bir durum olmadığından memlekete dönmeye karar verdim.Bu arada kızım Emel’i,İskenderun’da çalışan bacanağım polis Durmuş’un yardımı ile Adıyaman polis evine misafir statüsü ile yerleştirdim.Manisalı bir kız arkadaşı ile birlikte aynı odada kalacaklardı.Mesleki eğitim semineri dışında kalan zamanlarda uygun bir ev bulmak için araştırma yapabilirlerdi.Herhangi bir sorun çıktığında Yusuf bey her an kendisini arayabileceğini ve istediği zaman kendi evine gider gibi evlerine gelebileceğini söyleyince içim rahat olarak Zile’ye döndüm.Yusuf beye kalsa kızımın sürekli kendi evlerinde kalmasını istiyordu ama elbette biz kimseye yük olmak istemiyorduk.Kendi başına çözemeyeceği bir sorun çıkarsa yardım etmesinin bizim için çok değerli olduğunu söyledim ve teşekkür ettim.
Seminerin bitmesine birkaç gün kala eşimle Adıyaman’a doğru yola koyulduk.Eşyaların büyük bir bölümünü kargoya verdim.Beş altı koli ile birkaç çantayı da otobüsle yanımızda Adıyaman’a getirdik.Kızım bizi terminalde karşıladı.Henüz uygun bir ev bulamamıştı.Eşyaların bir kısmını öğretmen evine bir kısmını da tanıştıkları bir polisin evine yerleştirdik.Seri bir şekilde ev aramalı ve en kısa zamanda bir ev kiralamalıydık.Araştırmaya başladık.Ev aramalarımıza hem daha önce Adıyaman’a atanmış, Emel’in yeni tanıştığı öğretmenler hem de yerli halktan bir çoğu yardımcı oldular.Sonunda tam çarşı ortasında, alt katını mağazaların kapladığı, dört katlı bir binanın en üst katını kiraladık.O gün günlerden Cumartesiydi ve ertesi gün yani Pazar günü yurt genelinde nüfus sayımı yapılacağı için, sokağa çıkma yasağı vardı.O gün mutlaka taşınmamız gerektiğine karar verdik.Ben kargoda bekletilen eşyaları almaya giderken eşim ile Emel’e de bir mobilyacıdan iki tane kanepe almalarını ve polisin evi ile öğretmen evine emaneten bıraktığımız eşyaları getirtmelerini söyledim.Yolda giderlerken Yusuf beyin arabası ile geçmekte olduğunu görmüşler.Emel “Yusuf abi!” diye selenmiş.Yusuf bey arabasını en yakın bir uygun yere park ederek yanlarına gelmiş.kanepe alma konusunda yardımcı olup olamayacağını sormuşlar.Hep beraber bir mobilya mağazasına gitmişler.Yusuf bey, “buradan istediğiniz eşyayı alabilirsiniz.Ayrıca paranın nasıl ödeneceğini hiç düşünmeyin.Ne zaman isterseniz o zaman ödersiniz.Bu mağaza bizim sayılır,” demiş.İki kanepe seçmişler,şehir içinde arabası ile taşıyıcılık yapan birisi çağırarak evin önüne getirtmişler.Kanepeleri dördüncü kata çıkaracak birileri olmayınca Yusuf bey tek başına kanepeleri sırtlanarak yukarı çıkarmış.Tam o sırada ben kargoda bekleyen eşyalarla eve geldim.Onların çıkarılmasına da Yardım eden Yusuf bey, “Bilal Ağabey,ömrümde ilk kez bu kadar iş gördüm desem inanı mısınız?Ben yanımda daima üç beş adam çalıştırdığım için bu güne kadar böylesine bir ağırlık taşımadım” dedi.Ne diyebilirdim ki.Durumunu gözlerimle görmüştüm.Kendisi Adıyaman’ın en büyük gübre bayiliğini yaparken elbette yanında üç beş kişi çalıştıracaktı.Kökten zengin olan ve aynı zamanda inançsal boyutta alevi dedeliği geleneğinden kaynaklanan saygın kişiliği ile ağır iş yapmaması doğaldı.Bu yapısına rağmen,iki kişinin güçlükle taşıyabileceği iki kanepeyi tek başına dördüncü kata çıkartmış olması, bize olan saygısından kaynaklanıyordu.Ben bu adamın iyiliğini nasıl ödeyebilirdim?Ayrıca sonradan öğrendik ki aldığımız kanepelerin parasını bize söylemeden kendisi ödemiş.Hatta parasını götürüp verirken, ne gereği var hocam,bu da bizden olsun,” diyerek almak bile istemedi.Ancak bunu kabul etmemiz mümkün değildi.Böyle bir şeyi kabul etmek, iyi niyetini kötüye kullanmak olurdu ki ben böyle bir davranışta asla bulunamazdım.
Mersin’de,yıllar önce bir havuz başında, yeğenimle şöyle-böyle bir tanışmanın karşılığında,yıllar sonra bize gösterilen bu sıcak tavırlar ve dostluklar karşısında söyleyecek söz bulmak zordu.İşte özlenen insan ilişkileri,işte sosyal yapının ulaşmasını istediğimiz çizgi burada ortaya çıkmış.Keşke tüm insanlık bu değerleri içselleştirebilse, hayat ne güzel olur değil mi?
Emel ile birlikte dört yıl süre ile kaldığımız Adıyaman günlerimizde Yusuf bey, daima bize aynı sıcak ilgisini ve dostluğunu sürdürdü.Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen onun ve ailesinin dostluğunun özlemini çektiğimi belirtmem lazım.
Adıyaman yurdun başka köşelerinden bakıldığında belki çekinilen,gidilmek istenmeyen,bağnaz,geri düşünceli insanların çoğunlukta bulunduğu gibi bir yer olarak hayal edilir.Güney doğu illeri için geçerli olan peşin hükümlülük burası için de geçerlidir.Oysa Adıyaman bir çok bakımdan batı illerinden bile daha ileride bulunan bir hayat felsefesine sahip insanların yoğun olduğu bir şehir.Hiç kimse için peşin hüküm verme geleneği yoktur.Misafirperverlik en üst seviyededir.Hiç tanımadığınız rast gele bir evin kapısı çalın ve bir çaylarını içmek istediğiniz söyleyin; kapıları ardına kadar açılır ve sizi oturtmak, rahat ettirmek için altlarının yataklarını ayağınızın altına sermekten kaçınmazlar.Çarşıda bir esnafın yanına uğrayın,çay kahve ikram etmeden sizi asla bırakmazlar.İster alış veriş yapın ister hiçbir şey almadan çıkın, davranışları değişmez.İnsana saygı vardır.Hele de başka bir ilden gelmişseniz size güvenleri tamdır.Herhangi bir alış verişi veresiye yapmak durumunda kaldığınız anlarda,sizin onları aldatacağınız,aldığınız malın parasını vermeden gideceğiniz gibi aslında makul ama onlara göre anlamsız bir fikir akıllarından bile geçmez. “Canın sağ olsun beyim,” der malı kucağınıza teslim ederler.Batı illerinde böyle bir uygulamaya tanık olanınız var mı?Biz Aydın ilinde bir yıl yaşadık ve nelerle karşılaştığımızı sırası gelince anlatacağım.Bir batı ili ile bir doğu iline mensup insanlardan hangilerinin evrensel insani değerlere sahip çıktığını o zaman daha iyi anlayacaksınız.
Adıyaman’da kaldığımız dört yıl,hem eşim ile benim için hem de kızımız Emel için çok güzel anıların,çok güzel arkadaşlıkların,dostlukların yaşandığı unutulmaz yıllardı.Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki eşimle ikimizin ortak yaşamının en huzurlu,en rahat,en güvenli ve en çok mutluluk duyduğu yıllar Adıyaman’da yaşadığımız yıllardı.
Adıyaman’da ikinci olarak tanıştığımız kişi, daha önce buraya gelirken Turhal terminalinde bir torba üzerinde adını görüp not defterine adını yazdığım ve çok iyi dostluk ilişkileri kurduğumuz Mürsel Doruk oldu.Ev kiralayıp taşındıktan ve iyice yerleştikten sonra ,yakınlarda bulunan karakola uğradım ve Mürsel Doruk adındaki polis ile görüşmek istediğimi söyledim.Görevli kişi, Mürsel’in izinli olduğunu ve geldiğinde sizi aramasını istediğinizi kendisine iletirim dedi.Ertesi gün evden çıkmak üzereyken merdivenlerde otuz beş yaşlarında bir gençle karşılaştık. “Ben Mürsel Doruk,dün benimle görüşmek istediğinizi söylemişsiniz” dedi.Eve davet ettim ve tanıştık.Kızılca Köylü imiş.Yani benim Kozdere’de çalışırken sürekli içinden gidip geldiğim ve bir çok tanıdığım olan köydendi.Akrabalarından bir çoğunu tanıyordum.Doktor Haydar beyin yeğeni ve Kozdere otobüsünde şoförlük yapan Haydar’ın eniştesiymiş.Cana yakın,içten ve dost canlısı biri olduğu izlenimini edindim.İlerideki ortak yaşamımız boyunca bu izlenimimin ne kadar isabetli olduğunu anlayacaktım.Şimdi bile, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hala bayramdan bayrama da olsa telefonla görüşmekten büyük zevk alıyorum.
Emel’in, arkadaşları arasında sevilen, sayılan ve aranan bir öğretmen olduğunu duymak,görmek bizi çok mutlu ediyordu.Çalışma arkadaşlarından bir çoğu ile aileler arası dostluklar kurarak karşılıklı ziyaretler yapmayı sürdürdük.
Köy hizmetleri il müdürünün Tokatlı olduğunu duydum.Bir çalışma günü içinde ziyaretine gittim.Hasan Eryavuz adındaki il müdürü,yoğun bir çalışma temposu içinde olmasına rağmen makamında bir süre sohbet ettik.Niksar’ın Haydarlı köyündenmiş.Uzun boylu,esmer,zayıf ve sakin bir adamdı.Şehrin ortasından geçen ana yolun üzerinde yer alan,köy hizmetlerine ait bir lojmanda kaldıklarını söyledi.Hasan Beyle kurduğumuz sıcak dostluk bu gün de Antalya da devam etmekte.
Kızımın samimi olduğu birçok arkadaşı ile fırsat oldukça bir araya geliyorduk.Genç öğretmenlerle bir arada bulunmak,onlarla zaman zaman eğitim öğretim konularında görüş alış verişinde bulunmak, bana büyük bir zevk veriyordu.Eşim genç bayanlarla genç, yaşlılarla yaşlı olacak kadar uyumlu biriydi.Hele gençlerle bir araya geldi mi kendini onlar gibi genç hissettiğini söylüyordu.Günlerimiz mutlu ve huzurlu bir şekilde geçip gidiyordu.Eşimle yeni tanışan genç aşıklar gibiydik.Kızımız Emel’i okula yolcu ettikten sonra kendimizi şehrin caddelerine atıyor,kol kola yoruluncaya kadar geziyorduk.Şehrin ortalarında bir yerde bulunan büyük park bizim dinlenme yerimizdi.Parkın ortasında,yer seviyesinden aşağıda yapılmış türkü bar, her akşam gençlerle ve türkü sevdalıları ile dolup taşıyordu.Türkü bar otantik bir şekilde dizayn edilmiş,yöreye has kilim ve dokumalarla dekore edilmişti.Bazı akşamlar kızımla birlikte oraya gidiyor,gece geç vakitlere kadar türkü dinleyerek coşan gençlere katılıyorduk.
Adıyaman’ın kışı sert değildi.Atatürk barajı yapıldıktan sonra kış koşulları daha da yumuşamıştı.
İlkbahar ve sonbahar mevsimi Adıyaman halkının piknik yapma zamanlarıydı.Halk her fırsatta akın akın pikniğe gidiyordu.Yusuf bey her pikniğe gidişinde bizi almadan şehirden çıkmıyordu.Çoğunlukla birkaç aile hep birlikte piknik yapmayı tercih ederlerdi.Oyunlar,geziler,sazlar,türküler ortama ayrı bir canlılık katar,akşama kadar şehir yaşamının ve olumsuzlukların yarattığı stres tümüyle atılmaya çalışılırdı.
Köy hizmetleri il müdürü olan Hasan Bey,Adıyaman’a çok özel ve çok güzel bir hizmet yapmanın huzurunu sanıyorum bir ömür boyunca yaşar.Çünkü bunu fazlası ile hak eden bir iş başardı.
Üniversite ve ordu işbirliği ile Atatürk Barajı çevresinde oluşan ve baraj ömrünü kısaltacağı bilinen erozyonu önleme projesine en büyük katkıyı sağladı.Bu işi koordine etmeye çalışan heyet, Urfa’ya yaptıkları öneriye olumlu bir yanıt alamadıkları için Adıyaman’a gelmişler.Önce vali ile görüşen heyet,il müdürlüğünden bu işte çalışacak gönüllüler için bir yer hazırlanmasına yardımcı olup olamayacağını sormuşlar.Hasan Bey projeyi duyar duymaz koşulsuz olarak kendilerinden her isteneni yapmaya söz vermiş.Heyet, en az beş bin kişinin barınacağı bir çadır kentin, tüm alt yapısının oluşturulmasını istemişler.Yer seçimini de il müdürüne bırakmışlar.Hasan Bey, bu iş için Kâhta ilçesi ile Adıyaman arasında, tam ortalarda bir yerde, kara yoluna yakın bir konumda bulunan bir yerin uygun olduğuna karar vermiş.Burası barajın, oldukça yüksek bir tepeye doğru, dar bir şerit halinde uzandığı, yeşil alanı bol bir yerdi.Yani bir bakıma göl kıyısı sayılırdı.Yakın çevrede hazineye ait düz bir alan üzerine çadır kentin alt yapısı köy hizmetlerine bağlı ekipler tarafından en güzel şekilde yapıldı.Yollar,içme suları,tuvaletler,araba parkı istenen şekilde düzenlendi.Ayrıca barajın ince bir kolunun,yüksekçe bir tepe önünde son bulduğu yere, su kenarını süsleyen ağaçların önüne, ileride getirilmesi düşünülen gösteri sanatları için sahne yapılmıştı.Tepe tabandan doruğa kadar basamaklar şeklinde teraslandıktan sonra beton dökülmüş,yaklaşık yirmi bin kişinin oturarak,yukarılardan sahneyi izleyebileceği büyüklükte, dev ölçülerde bir anfitiyatro yaptırılmıştı.Bu işler kasım ayında tamamlandığında çeşitli üniversitelerden ilk gönüllü gençlerle askerler çadır kente yerleştiler.Baraj çevresindeki çıplak alanlar ağaçlandırılmaya başlandı.Her gün akşama kadar çalışarak yorulan gönüllüler, akşam olduğunda anfitiyatroya koşuyor,özel olarak getirtilen sanatçıların gösterileri ile coşuyor,eğleniyor ve ertesi gün için moral depoluyorlardı.Bu gösteriler tüm halka açık olduğundan Adıyaman’ın halkı, her gösteri sırasında oraya doluşuyorlardı.Bir kaç kez de biz gittik.Gece geç saatlere kadar süren,şehirden en az yirmi kilometre uzaklıktaki eğlence programına, bu kadar yoğun ilginin olması şaşılacak şeydi.Bir keresinde yaklaşık on beş- yirmi bin kişinin, yapılacak gösteriyi izlemek üzere geldiklerinde,sayıları binlerle ifade edilen arabalarının, düzenli bir şekilde yerleştirildiği araba parkını gördükten sonra Hasan Bey’in, ne büyük bir iş başarmış olduğunu daha iyi anladım.Bu ağaçlandırma projesi bir yıllık, beş yıllık değil,süreklilik arz eden bir uygulama olduğu için o bölgenin, ekonomik yönden de kalkınmasına önemli katkılar sağladığı herkesin ortak görüşüydü.Her yıl sonbahar mevsiminde, yirmişer günlük iki veya üç devre olarak gelen gönüllülerin her türlü gereksinimleri, büyük oranda Adıyaman’dan karşılanmaya çalışıldığı için esnaf bayram ediyordu.Ağaçlandırma çalışmaları boyunca şehir canlanıyor,herkesin yüzü gülüyordu.Eğer bu gün Atatürk barajının ekonomik ömrü uzadıysa bu,Hasan Bey’in katkıları ile sağlanan ağaçlandırma çalışmalarının bir sonucudur.
Adıyaman’da kaldığımız dört yıl boyunca kızım Emel’in çok sayıda talibi oldu.Ağa oğlundan mühendise,doktordan hakime kadar bir çok evlenme isteklisi çıkmasına rağmen kızım hiç birini tercih etmedi.Aksaray ilinin Ortaköy ilçesinden olan ve Adıyaman’da görev yapan Erhan adındaki bir öğretmen dedesini,annesini ve babasını çağırarak kızımız Emel’e resmen evlenme teklifi yaptı.Erhan iyi niyetli dürüst bir kişiydi ama benim onun hakkında edindiğim izlenim, milli görüş çizgisine yakın olduğu şeklindeydi.Onun Sünni inancına sahip,bizim de alevi olmamız zaten başlı başına bir sorun gibi görünürken, üstelik birde milli görüşe yakın olması,olması muhtemel evlilikte bir takım sorunların çıkacağının ilk somut işaretleriydi.Ara sıra ışık evlerine katıldığını kendi ağzından duymuştum.Bunu merak ettiği için yaptığını söylemişti ama ben bunun meraktan öte bir ilgiden kaynaklandığından emindim.Ayrıca o yıllarda İstanbul belediye başkanı olan ve milli görüşün sivri dilli isimlerinden Tayyip Erdoğan’dan övgü ile söz etmesinin, bizde kendisine karşı bir antipati oluşturduğunun farkında bile değildi.Tüm bu karşıtlıklarımıza rağmen Emel’i istemesi akıllıca bir davranış değildi.Nitekim ailece dünür geldiklerinde benim neden bu evliliğe karşı olduğumu açıklamamı ailesi de anlayışla karşıladılar.Sosyal demokrat bir çizgide yer aldığını söyleyen dedesi Erhan’dan daha ileri görüşlü çıktı.Benim evlilik konusundaki kuşkularımı aynen paylaşıyordu.Yıllar geçtikten sonra, Erhan’ın sempati duyduğu Tayyip Erdoğan tayfasının iktidar olduktan sonra, ülkeyi taşıdığı kargaşa ortamı, benim o zamanki görüşlerimde ne kadar isabetli olduğumu açıkça ortaya koydu.Erhan’ın toz kondurmadığı Tayyip,iş başına gelir gelmez, ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarına savaş açarak, cumhuriyetin temellerini dinamitleyerek,ABD ile birlikte, kafasında oluşturduğu ılımlı İslam modelini inşa etmeye çalışmaktadır.Böyle bir görüşe açık destek veren bağnaz bir gençle aydın fikirli ve aynı zamanda alevi inancına sahip olan kızımın evlenmeleri ne derece isabetli olabilirdi?Ortaya çıkacak ailede huzur ve mutluluğun asla olmayacağı başından belli değil miydi?
Adıyaman’da kaldığımız dört yıl içerisinde yaşadığımız en büyük acı en büyük ağabeyimi kaybetmemizdi.İstanbul’da vefat etmiş ve cenazesi köye getirilmiş.Bu haberi alır almaz arabamla yola çıktım.Yol uzundu ve bir hayli risk taşıyan bölümleri vardı.Cenazesine yetişmeyi umarak ve içimde büyüyen acının da etkisiyle zaman zaman trafik kurallarını ihlal ettim.Bu yanlışlarım neredeyse hayatıma mal olacak boyutta olmasına karşın, cenaze defnedilmeden önce köye ulaşamadım.Bu içimde bir başka acı bıraktı.
Bin dokuz yüz doksan dokuz-iki bin öğretim yılı başlarında Bahtiyar ve Emel görevlerinin başlarına dönmüşlerdi.Eşimle birlikte, her iki evladımızın kışlık yiyeceklerini hazırladıktan sonra yanlarına gitmeyi kararlaştırdık.Ekim ayının ilk hafta sonuna kadar kışlık hazırlıkları ancak tamamlayabildik.Bu arada benzin fiyatları pahalı diye, tüm araba sahiplerinin yaptırmaya çalıştığı gibi, arabamıza oto gaz sistemi taktırmak istedim.Oto gaz sistemi benzine göre, neredeyse yarı yarıya bir tasarruf sağlıyormuş.Bu işi yaptıranlardan bilgi almaya çalıştım.En iyi sistem hangisi onu öğrenmek istedim.Sonunda bir karara varmış olarak, ilçede bu işi yapan yegane usta olan Ömer’in dükkanına gittim.O günler en iyi marka oto gaz sistemi sekiz yüz marka yaptırılıyordu.Yeğenim Sadık’ın tavsiyesi üzerine tercih ettiğim,İtalyan malı lovato marka oto gaz sisteminin takılması için sekiz yüz marka anlaştık.Ömer usta takacağı aleti gösterdi.Beyin dediği kutunun üzerinde kabartma harflerle yazılmış olan lovato yazısını okudum.Çalışmaları bir süre izledikten sonra ben iki saat sonra geleceğimi söyleyerek iş yerinden ayrıldım.Akşam saat on altı sularında dükkana döndüğümde arabanın hazır olduğunu söylediler.Bir kalfa ile birlikte en yakın oto gaz satılan akar yakıt istasyonuna giderek deneme amaçlı on liralık oto gaz doldurduk.Kalfa ayar işini yaptıktan sonra gaz ile arabanın deneme sürüşü için ana yola çıktık.Arabanın çalışmasında bir sorun yoktu.Çekişi de iyi gibiydi.Bir de usta baktı; “hiçbir sorun yok, yarın çıkacağın yola güvenle çıkabilirsin” dedi.Parasının yarısını verdim ve oradan ayrıldım.
Eşim, Bahtiyar ve Emel için hazırladığı ne kadar eşya varsa kapı önüne çıkarmıştı.Arabaya yerleştirmeye başladık.Arabanın bagajı,içi ve hatta sürücü koltuğunun yanındaki koltuk bile eşyalarla doldu.Arabanın arkası çöktü,önü havaya kalktı.Eşimin oturacağı koltuk bile dolunca, bu şekilde nasıl yol alabileceğiz diye endişelendimse de eşim, “yavaş yavaş gideriz,bizi kovalayan mı var? “deyince sesimi çıkarmadım.Sabaha karşı yola çıkacağımız için evimizi kışa hazırlayıp erkenden yattık.
Sabah ezanı okunurken arabayı yürüttüm.Şehrin sokakları bomboştu.Kendimi zinde hissediyordum.Sesli olarak, “haydi yolumuz açık olsun, “dedim.Eşim “inşallah” diyerek aynı temenniye katıldı.
Turhal’a doğru hafifçe iniş olan yolda arabanın eskisinden daha rahat bir sürüşü var gibi geliyordu.Önceleri, biraz hız yapınca hopur hopur hoplayan şahin gitmiş,sanki yerine mersedes marka bir araba gelmişti.O kadar rahat yol tutuşu vardı.Turhal’ın girişindeki akaryakıt istasyonundan depoyu gazla doldurmasını istedim.Yol boyunca rastlayacağımız istasyonların hepsinde oto gaz dolum işlemi olmayabilirdi.Benzin deposunu da çeyrek doldurdum.Tekrar hareket ettik.
Tokat’ı geride bırakıp Niksar’a doğru ilerlerken gün tamamen ağardı.Yükün fazlalığından meyil aşağı hızlanmaya kalkışan arabayı normal hızda tutabilmek için frenlere sıkı basmam gerektiğini anladım. Oldukça dik ve dar virajların yoğun olduğu eğitse yokuşunu kazasız belasız indik.Niksar’ı karşımıza alarak Reşadiye ilçesine doğru ilerledik.Kelkit ırmağı zerindeki uzun köprüyü geçtikten sonra başlayan rampada araba çekişten düştü.İkinci vitesle bile gitmediğini görünce benzine aldım.Tam yokuşu geride bırakıp aşağı doğru dönmek üzereyken tekrar gazlı sisteme dönmek istedim.Gaz yakacağa geçince debriyaja basarak vites değiştirmek isterken araba stop etti.Fren tutmaz oldu,bir anda hızımız arttı.Ben direksiyona sıkı sıkı sarılarak tüm dikkatimi direksiyon hakimiyetine verdim.Bu arada motor tekrar çalıştı ve normal koşullarda ilerlemeye başladık.Ancak bu normal ilerleme uzun sürmedi, her vites değiştirme sırasında bir soruna dönüştü,zira debriyaja bastığım an motor duruyor,arabanın freni tutmaz oluyordu.Henüz yolun başında sayılırdık.Önümüzdeki yüzlerce kilometre yolu bu sorunlarla nasıl kat edebileceğimizi düşünmeye başladım.Eşime fazla bir şey söylemek istemiyordum ama O, benim telaşlı tavırlarımdan bir şeylerin düzgün gitmediğini sezinliyordu.Bir çok kez tehlikeli anlar yaşadıktan sonra saat on bir sularında Erzincan’a vardık.Şehrin yakınından geçen yol üzerindeki bir akar yakıt istasyonunda dinlenmemiz gerektiğine karar verdik.Akaryakıt istasyonuna yaklaştığımız sırada vites küçültüp hızımızı azaltmamız gerekiyordu.Bu arada ilerideki trafik lambasının kırmızı yandığını görüyordum.Mutlaka durmalıyız derken frene bastığım an bunun mümkün olmadığını anladım.Ancak durmamız mümkün olmadı ve kırmızı ışıkta geçtik.İyi ki önümüzde ve karşımızda geçmek isteyen herhangi bir yoktu.Araba olsaydı kaza kaçınılmaz olurdu.Işığı geçtikten sonra güç bela durabildik ve istasyona girdim.Arabayı tenha bir köşeye çektim.Kaputu açıp kontrol ettim.Görünürde bir sorun yok gibiydi ama zaten araba bakımından çok fazla bir şey anlamıyordum.Fren hidrolik yağının seviyesi düşük gibi geldi.Yedek kutudan hidroliği tamamladım.Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra bir şeyler atıştırarak açlığımızı giderdik.Yaklaşık bir saat dinlendikten sonra tekrar yola koyulduk.
Erzurum’a vardığımızda saat on beşi geçmişti.Günler kısa olduğu için hiçbir yerde durmak istemiyordum.Zira saat on yedi dolayında karanlı bastırıyordu.Erzurum’u Oltu yönüne doğru çıkarken yol boyunun sanayi olduğunu gördüm.Kara yolunda bakım yapılmakta olduğunda geçici olarak sanayinin içerisinden ulaşım sağlanıyordu.Bu bizim için bir şans diyerek ilk tofaş tamirhanesinin önünde durdum.Usta arabanın motorunun iyi olduğunu ama oto gaz sisteminin kalitesiz bir ürün olmasından ötürü sorun yaşayabileceğimizi söyledi.Ben şaşkınlıkla, “usta bu sistem kaliteli değil mi?İtalyan malı lovato oto gaz sisteminin iyi olduğunu söyledikleri için en yüksek fiyatı vererek bu sistemi taktırdım,” dedim.Usta alaylı alaylı baktı. “Arkadaş bu İtalyan lovato değil,İran’dan kaçak olarak getirilen ve lovatoya benzetilmiş en adi oto gaz sistemi;Bu sistem başına sürekli iş açar.Anladığım kadarıyla sizi kandırmışlar,” dedi.İçimden yükselen öfkeyi güçlükle bastırdım.Usta bizim kazıklandığımızı söyleyecekti de kibarlığından kandırmışlar dedi. “Usta,Oltu’ya gideceğim.Araba çekmiyor,bunun için bir şeyler yapamaz mısınız?” diye sordum. “Gaz ayarını yükselttim,eğer gene de çekmezse benzinle gideceksiniz.Ama size tavsiyem bu arabayı uzun süre kullanmayı düşünüyorsanız gaz sistemini değiştirin.Benim sözüme itibar edersen BRC sistemi taktır.” Dedi.Borcumun ne olduğunu sordum.”Borcun yok kardeşim,yolun açık olsun,güle güle git.” Dedi.İçim içime sığmayacak kadar Ömer’e kızıyordum ama şu an kızmanın da bir anlamı yoktu.En yüksek ücret karşılığı en adi sistemi takan bu Ömer’e ne demeliydim,bilmiyorum.Bana yamuk yapanın mutlaka cezasını göreceğinden emindim.Şimdiye kadar kim bana bilerek zarar verdi ise içimdeki kudret ona en uygun cezasını verdi.Gene bu duruma neden olan Ömer’in de cezasını çekeceğinden kuşkum yoktu.Her zaman yaptığım gibi, “beni sana emanet ettim tanrım,yardımını diliyorum,” dedim ve yola çıktım.
Yol kenarındaki tabelada Oltu 125 kilometre yazıyordu.Eğer sorunsuz bir şekilde yol almayı başarırsak yaklaşık iki saatlik yolumuz vardı.Yolun uygun olduğu yerlerde olabildiğince hız yapıyordum ki yavaş gideceğimiz kesimlerde yitireceğimiz zamanı kazanabilelim.Saat on altıyı biraz geçerek Kireçli geçidinin başladığı hafif meyilli kavşağı geride bıraktık.Yol giderek dikleşiyordu.Elbette yol dikleştikçe de arabanın çekişi düşüyor çoğu yerde ikinci vitesle yol alıyorduk.Rakımı iki bin üç yüz metre olan Kireçli Geçidi’nin eteklerine varınca araba ölürüm de gitmem dedi.Ne gazla ne de benzinle gidebiliyorduk.Kenara çekilip durduğumuz yerde arkadan gelecek olan bir araba beklemeye başladık.Az sonra gelen arabanın şoförü bizim arabanın yükünü görünce “bu yükle bu geçitten gidemezsiniz.yirmi otuz kilometre aşağıdaki geçit daha uygun.Siz oradan gitmeyi deneyin,” dedi.Zorunlu olarak geri döndük.Oysa bir hayli de yol almıştık.Yapacak bir şey yoktu,akşam olmadan Oltu’ya ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmalıydık.
Bize tarif edilen ikinci geçidin eteklerinde bir önceki olayları tekrar yaşamaya başladık.Bu geçit Kireçli Geçidi’nden sadece iki yüz metre daha alçaktı ama bu bizim kolayca geçeceğimiz anlamına gelmiyordu.Tepeye tırmanan ilk dönemeçte gene kaldık.Bu şekilde gidemeyeceğimiz kesinleşmişti.Eşyaları arkadan gelecek olan arabalara vererek yükümüzü hafifletmeliydik.Nitekim Erzurum-Oltu arasında çalışan ilk minibüs bize yetiştiğinde durumu anlatarak yardım istedik.Sürücü “alabildiğimiz kadarını alalım” dedi.Tam sekiz koli teslim ettik.Oltu otobüs garajına bırakmasını söyledim.O araba gittikten kısa bir süre sonra gene Erzurum-Şenkaya arasında yolcu taşıyan bir başka minibüs geldi.Yedi koli de onlara verdim.Eşyaları gören adamlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı. “Bu kadar eşyayı ne yapacaksınız?Oltu’ya dükkan mı açmayı düşünüyorsunuz?” diyerek şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı.Biz bu işlerle uğraşırken yanımızdan başka arabalar da geçip gidiyordu.Kolileri emanet ettiğim arabaların plakalarını almadığım gibi sürücülerinin adını bile sormamıştım.Bu kadar eşya vermemize rağmen bir o kadar da hala arabamızda eşya olduğunu görünce, “hanım biz bu kadar eşyayı bu arabaya nasıl sığdırabilmişiz?” demekten kendimi alıkoyamadım.
Bir hayli zaman kaybetmiştik.Bu arada arabanın motoru da soğumuş ve dinlenmiş olmalı diye düşündüm.Hareket ettik.Artık gaz sisteminden tamamen vazgeçmiştim.Benzinle gitmekten başka çare yoktu.İkinci vites son gazla yokuşa tırmanmaya başladık.Tepeye yaklaşınca birinci vitese aldım ve tepenin doruğundaki rakım tabelasını gördüğümde “nihayet başardık,” diye sevindim.Gerisi kolaydı.Çoğunlukla iniş olan yolda sorun yaşamayız diye düşünüyordum.Gerçekten de sorunsuz olarak yol aldık ve akşam saat on yediyi biraz geçerek Oltu’ya ulaştık.Karanlık bastırmak üzereydi.İlk olarak otobüs terminaline uğradık.İlk verdiğimiz sekiz koli, Es Adaş otobüs firmasının yazıhanesi önünde yığılı duruyordu.Bu kolileri daha sonra gelip almanın uygun olacağını düşündük.Doğruca okula gitmeliydik.
Oltu Endüstri meslek Lisesi’nin nizamiye kapısından geçip öğretmen lojmanlarının önünde durduğumuzda bizi bir sürpriz bekliyordu.Aslında asıl sürprizi biz yapmak istediğimiz için o gün Oltu’ya geleceğimizi Bahtiyar’a haber vermemiştik.Bir de baktık ki Bahtiyar evde yok.Görünürde gönderdiğimiz yedi adet koliden de bir belirti yok.Kapıda kaldık.İşte bize en büyük sürpriz de bu oldu.Lojmanda oturan öğretmenlerden bir arkadaş Bahtiyar’ın nerede olduğunu tahmin ederek birilerine telefon etti.Yarım saat sonra Bahtiyar geldi.Hoş geldin sohbetini kısa keserek akşam karanlığı ilerlemeden gönderdiğimiz kolilerin yerini bulmamız gerektiğine karar verdik.Önce arabanın içindekileri boşalttık.Sonra Bahtiyar’la ikimiz otobüs garajındaki kolileri getirmek üzere şehre geri döndük.Bu arada ikinci grup kolilerin nereye konulmuş olabileceğini tahmin ederek soruşturmaya başladık.Herhangi bir sonuç alamadan eve döndük.Eşim öyle bir telaşa kapılmıştı ki kesinlikle kolilerin bulunamayacağını söylüyor, verdiği onca emeklerin boşa gittiğini düşünerek, üzüntüsünü ağlama nöbetlerine döndürüyordu.Olayı duyan herkesin ilk sorusu kolileri verdiğiniz arabanın plakasını ya da sürücüsünün adını alıp almadığımız oluyordu.Hayır,biz ne plaka almayı akıl edebilmiştik ne de adamın adını.”Öyleyse zor bulunur” diyende çıkıyordu,”merak etmeyin o bir yerlerden çıkar gelir” diyende.
O akşam bulma umudu kalmayınca karakola haber verdik.Onlar da aynı şeyi söylediler.Plaka ve isim olmadan kime ne soracaklardı?Son olarak şoförler odasına haber verelim dedik.Şoförler odasında durumu anlatırken içlerinden biri, “ben sizi yolda geçtim.Benim arkamdan gelen minibüse vermiş olmalısınız.O arkadaşı tanıyorum.Şenkaya ilçesindendir ve her gün Erzurum’a yolcu taşır.Merak etmeyin,yarın akşam üzeri aynı saatlerde Erzurum’dan dönecektir; o sırada yanımda olursanız o arkadaşı size gösteririm” dedi.Benim içimde eşyaların kaybolacağına dair hiçbir kuşku yoktu ama eşime bunu bir türlü kabul ettiremiyordum.Bu konuşmalardan sonra o da biraz rahatladı.Eve döndük.
O gece ve ertesi gün boyu eşimdeki huzursuzluk devam etti. Olayı neden bu kadar büyüttüğünü bir türlü anlamıyordum.Bulunmasa,tümden kaybolsa ne çıkardı yani?Bir kaç aylık kışlık yiyeceğin kaybolması bizi iflas mı ettirecekti?Aç ve açık mı kalacaktık?Hayır,hiç etkilenmezdik.Ama bunu eşime anlatabilmenin bir yolunu bulabilsem her şey düzelecek.Biliyorum,eşyalar bulunmadan eşime dur durak yok,huzur yok.Bir an önce bulmanın çaresine bakmalıyız.
Ertesi öğle sonu şoförler odasına giderek bize yardımcı olacağını söyleyen arkadaşla bir araya geldik.Henüz dönme zamanı değil demesine rağmen yola çıkmaya zorladık.Şehrin Şenkaya’ya uzanan tek yolunun üzerinde beklemeye başladık.Bu yol aynı zamanda ilçenin en işlek yoluydu.Uzun bir süre bekledikten sonra, bir gün önceki zamana yakın bir zamanda,bize yardımcı olmak üzere yanımızda bekleyen arkadaş, Erzurum yönünden gelen beyaz bir minibüsü durdurdu.Arabanın içinde üş beş yolcu vardı.Arabayı durduran arkadaş şoförü göstererek, “eşyaları verdiğiniz adam bu muydu?” diye sordu.Arabanın sürücüsüne dikkatlice baktım.Hiç gördüğüm biri gibi gelmedi.Kafamda benim eşyaları alan şoförün saçlarının kırlaşmış olduğu gibi bir izlenim vardı.Oysa bu adamın saçlarında hiç ak yoktu. “Değil galiba” derken arabanın iç döşemeleri bana tanıdık geldi.Fikrimi değiştirip, “emin değilim ama,” diye söze başlayacakken o arabanın sürücüsü,” sizin eşyaları ben almıştım,söylediğiniz gibi okula bıraktım, “dedi.Okulda eşyaları bulamadığımızı,oğlumun da almadığını açıklayınca, “beni takip edin,nereye bıraktığımı size göstereyim” dedi.Minibüs önde biz arkada ilerledik.
Şenkaya yolu, Oltu’nun sanayi sitesinin beş yüz metre aşağısından geçiyordu.Endüstri Meslek Lisesi de sanayi ile bitişikti.Önümüzde ilerleyen minibüsün okula döneceğini zannederken okul sapağını geçti ve iki yüz metre ileriden sola döndü.Bahtiyar, “bu adam bizim okulu bilmiyor,galiba eşyaları okul sandığı öğrenci yurduna teslim etmiş” dedi.Önümüzdeki araba öğrenci yurdunun önünde durdu,biz de arkasında durduk.Sürücü “ işte ben sizin kolileri buraya teslim ettim,” dedi.Bahtiyar, “burası okul değil öğrenci yurdu,bizim öğrencilerden bir kısmı da burada kalıyor,”diye açıklama yaptı.Sürücü, “ben burasını okul sanıyordum,öğrencilere Bahtiyar hocayı tanıyor musunuz diye sordum,onlar da evet tanıyoruz deyince,alın bunları, hocanızın eşyaları dedim, onlarda alıp içeri taşıdılar,” dedi.O sırada yanımıza yaklaşan öğrencilerden biri bahtiyar’a “hocam eşyaları biz teslim aldık,işte içeride salonda bekliyor,” dedi.Giriş kapısından içeri bakınca eşyaların düzenli bir şekilde duvar kıyısına yığılmış olduklarını gördük.Eşimin sevincine diyecek yoktu.Piyangodan milyonlar çıkmış gibi sevindi.Şenyurtlu sürücüye tekrar tekrar teşekkür ederek yolcu ettik.Eşyaları bizim arabaya doldurup Bahtiyar’ın oturduğu lojmana taşıdık.Bir gün önce yaptığımız on iki saatlik yolculuk beni çok yormuştu.İlk kez bu kadar uzun bir süre aralıksız direksiyon başında kalmıştım.İlk kez bu denli uzak bir yere kadar araba kullanmıştım.Evde otururken deprem olurcasına sallandığım hissine kapılıyordum.Bu yorgunluğu birkaç gün geçmeden üzerimden atamayacaktım.Ancak sonuç tatlıya bağlandığı için içim rahattı.Dinlenmek için önümde bir engel yoktu.Bol bol dinlenebilirdim.
Bahtiyar’ın yanında on beş gün kaldık.Bu süre içerisinde eşim yapılması gereken ne kadar iş varsa yaptı.Halıları biz gelmeden Bahtiyar yıkamış,kurutmuştu.Geride yıkanması gereken ne varsa onları da eşim yıkadı.Yatakların yünlerini döktü,kabarttı,yeniden doldurdu.Evdeki eşyaları yeniden düzenledi.Yiyeceklerini dolaba yerleştirdi.Buradan alınması gereken kışlık yiyecekler alındı.Ev eksiksiz bir şekilde kışa hazırlandı.Artık gönül rahatlığı içerisinde Adıyaman’a doğru yola çıkabilirdik.
Eşim ev işlerini yaparken bir yandan ben de üzerime düşen yardımı yapıyor bir yandan da gelirken bize bir çok sorun yaşatan, arabanın oto gaz sistemini yenilemeye çalışıyordum.İlk iki gün dinlenmenin ardından Zile’ye Ömer Ustaya telefon ederek neden bize oyun ettiğini sordum.En kaliteli oto gaz sistemi parası ödediğim halde neden korsan oto gaz sistemi taktın dedim.İtiraz etti,öyle bir işlem yapmadığını iddia etti ama gene de iş üzerinde yakalanmış hırsız gibi ses tonundan suçlu olduğunu anlayabiliyordum.Derhal bana gerçek lovato marka oto gaz beyni göndermesini istedim.Ertesi gün gönderdiği beyni otobüs şirketinin yazıhanesinden aldım.Oltu Sanayi sitesinde Bahtiyar’ın tanıdığı ustaya giderek eskinin yerine yenisini takmasını söyledim.Usta gelen kutuya baktı ve, “bu da korsan bir beyin,gerçek lovato değil,” dedi.O gün saatlerce uğraşarak yeni gelen kutuyu taktı ama o da düzenli çalışmadı.Bunun üzerine iki kutudaki sağlam parçaları birbirine aktararak sistemi çalıştırdı.Ustanın becerisi sayesinde az çok düzen alan sistemin ne kadar güvenli olduğu belli değildi.Zaten sistemi takan usta da, “arkadaş bana kalırsa sen en kısa zamanda memleketine dön ve bu sistemlerin yerine BRC sistemi taktır.Başka türlü verim alacağını sanmıyorum.”dedi.Erzurum’da uğradığımız usta da aynı şeyi söylemişti.Bu sistemi değiştirmek için Zile’ye gitmekten başka çare olmadığını anladım.Ancak önce Adıyaman’a geçerek eşyaları ve eşimi bırakmam gerekiyordu.Ustanın el emeğinin karşılığı olan ücreti ödedikten sonra can sıkıntısı içinde eve döndüm.Arabanın durumunu açıkladıktan sonra ekimin yirmi dördünde Adıyaman’a doğru yola çıkmaya karar verdik.
Akşam dinlediğimiz hava raporunda tüm yurdun yağışlı havanın etkisine gireceği söyleniyordu ama bizim yola çıkacağımız sabah, güne böylesine olumsuz bir şekilde başlayacağımızı asla tahmin etmemiştik.Sabah ezanı okunmadan yola koyulmak üzere hazırlanmaya başladık.Dışarıya baktığımızda yağmur yağmakta olduğunu görmemiz moralimizi bozduysa da gitmekten vazgeçmeyi düşünmedim.Yağmur çok önemli sayılmazdı ama yer yer yoğun bir sis tabakasının varlığı beni oldukça endişelendirdi.Benden çok daha vehimli olan eşime bu duygumu hissettirmemeye özen gösterdim.Hava şartlarının olumsuzluğunu göz önüne alarak,Zile’den hareket ettiğimiz saatten bir saat kadar sonra oğlumla vedalaşıp yola çıktık.
Oltu’dan ayrıldığımızdan itibaren yağmur hızını hiç kesmeden devam ediyordu.Yol asfalt olduğu için yağmurun sürüş için fazla bir risk taşımadığını düşünüyordum.Ancak sis zaman zaman o kadar yoğunlaşıyordu ki on metre ileriyi görmem mümkün olmuyordu.O durumda sürati en aza indirerek gerekli tedbiri alıyordum.Arabanın farları sürekli açıktı.Karşıdan gelen arabalar da lambaları açık olarak seyrediyorlardı.Yüksek geçide yaklaştıkça rastladığımız ve bir süre yol almamız gereken derelerde sis tamamen bir perde gibi önümüzü kapatıyordu.Bir adım ilerinin bile görülemediği böyle durumlarda arabayı olabildiğince yolun kenarına yaklaştırarak sisin birazcık dağılmasını bekliyordum.Dura kalka ilerlemeyi sürdürerek, normal koşullarda en fazla iki saate alabileceğimiz Oltu Erzurum arasını üç saatte alabildik.Erzurum’a girdiğimizde yağmur gene yağıyordu ama sis yoktu.Rastladığımız ilk akaryakıt istasyonundan oto gaz ve benzin alarak yola devam ettik.Erzurum’dan Bingöl’ e doğru yol alırken araba gene teklemeye başladı.Bu yolları ilk defa görüyordum.Çok kalitesiz görünmeyen yol ulaşıma elverişliydi ama benim araba gitmiyordu.Yokuşlarda benzine alarak,inişlerde gaz sistemini çalıştırarak bir hayli yol aldık.Şimdi dağlık bir bölgedeydik.Yağmur bu kez sağanağa dönüşmüştü.Sakin sakin değil,bastırınca bardaktan boşanırcasına yağıyordu.Trafik yoğunluğu yok denecek kadar azdı.Belki elli kilometrede ancak bir araçla karşılaşıyorduk.Çevrenin ormanla kaplı ıssız alanlar olması beni tedirgin ediyordu.Karşımıza her an bir terörist grubun çıkabileceği olasılığı beni korkutuyor ama bu durumu eşime yansıtmak istemediğim için neşeli görünmeye çalışıyordum.Daha sonraki günlerde bu anıları yad ederken eşim de aynı duygular içinde olduğunu ama o da aynı gerekçelerle bu duygusunu bana hissettirmemeye gayret ettiğini anlatmıştı.
Birkaç dere ağzında,orman arasına gizlenmiş tankları görmek bize rahatlık sağlayacağına bizi daha da strese soktu.Aklımızdan geçmekte olan teröristlerle karşılaşma olasılığının gerçek olduğunu anlamıştık.Bu duygular altında olabildiğince hızlı gitmek ve bir an önce daha güvenli alanlara ulaşmak istesek de arabanın inadı bize istediğimiz şekilde hareket olanağı vermiyordu.Yol sürekli keskin virajlarla devam ettiğinden hız yapma şansım yok gibiydi.Buna rağmen araba düzenli bir çekişe sahip olsaydı şimdikinden çok daha hızlı gideceğimden emindim.
Bingöl’e yaklaştığımızı düşündüğüm bir anda önümüze çıkan dik yokuşta araba hiç yürümez oldu.Ne benzine almak işe yarıyordu ne de oto gaza.Bu arada sağanak öyle bir bastırdı ki durup ne olduğunu anlamaya çalışmak da imkansızlaştı.Gene kenara çektim ve bir arabanın gelmesini umut ederek beklemeye başladım.İlerilerde bir yerde,asfaltın bir tarafında ormandan çıkan üç beş kişilik bir grup, bir süre asfalt yolda ilerledikten sonra yolun karşı kıyısına geçerek tekrar orman içinde kayboldular.Sırtlarında tepeden tırnağa kendilerini koruyan yamçıları vardı.Bizim yörelerde daha çok davar çobanlarının giydiği bu tür giyeceklerin yün yada kıldan yapıldığını,insanları yağmurdan ve soğuktan koruduğunu biliyordum.Bu adamların, iyimser bir yaklaşımla çoban olabileceklerini varsayarak içimde yükselen endişeyi ödünlemeyi tercih ettim.Eşime “bunlar çoban olmalı,tankların bu kadar yakınımızda olduğunu düşünürsek terörist olamayacakları kesin,” dedim.Eşim bu yalana inandı mı bilmiyorum ama en azından inanmış göründü.
Yaklaşık on dakika sonra karşıdaki dik yokuşun dönemecinde bir minibüs belirdi.Bingöl’den Erzurum’a doğru yani bize ters istikamette yol alıyorlardı.Biraz önce gördüğümüz yamçılı adamların belirdiği yoldan aşağı doğru hızla bize doğru geldiler.Yağmura aldırmadan arabadan inerek durmaları için el kaldırdım.Araba yanımızda durdu. “Arkadaşım benim araba arızalandı galiba,bir türlü gitmiyor.Bizi sizin arabayla ilerideki rampanın sonuna kadar çekebilir misiniz?Ücreti ne ise veririm.” dedim.Arabanın içinde sürücü dahil iki kişi olduğunu gördüm.Adam, “nesi var arabanın,bir bakalım hele.” Dedi.Bizim plakadan yabancı olduğumuzu anlamış olmalıydı.Yağan şiddetli yağmura aldırmadan aşağı indi.Benim arabanın kaputunu açtım.Motora ve bir yerlere baktı.Eli ile motora gaz verdi.Bizim araba öyle bir bağırdı ki sesi karşı ormanda yankılandı. “Görünürde bir sorun yok,bir de sürüşünü deneyeyim,” diyerek direksiyona geçti.Benim korkudan basamadığım gaza öyle bir yüklendi ki araba yerinden ok gibi ileri fırladı.Az ileride ani bir frenle durdu,geri vitese takarak hızlı bir şekilde yanımıza geri döndü. “Bak arkadaş,arabada herhangi bir sorun yok.Galiba sen bu yolun acemisi olduğun için gaza basmaya korkuyorsun ve araba boğuluyor.Bu yüzden çekmiyor.Şimdi sen geç direksiyona,hiç korkmadan gaza yüklen.Ben buradan size bakacağım.Eğer tepeye kadar yolda kalırsanız hemen geliyorum.Haydi yolun açık olsun,” dedi.Bana iyi bir moral verdi.Direksiyona geçtim ve adamın dediği gibi gaza bir yüklendim,tam bir artist kalkışı ile ileri fırladık.Yokuş filan dinlemeden ilerledik.Rampanın tepe noktasına ulaştığımızda durdum ve arabadan inerek bizi izleyen adamlara baktım.Hala orada bize bakıyorlardı.Teşekkür anlamında el salladım.Adam arabasına bindi, “hoşça kal” der gibi uzunca bir süre kornaya basarak uzaklaşıp gitti.Durmanın sırası değildi.Henüz teröristlerle karşılaşma tehlikesinden uzaklaştığımızı sanmıyordum.Bir an önce daha güvenli bölgelere ulaşmalıydık.Artık beni kimse tutamazdı.Olabildiğince hızlı ilerlemeye başladım.
Bingöl’ü Karlıova’yı geride bırakıp Elazığ’a yaklaştığımızda acıktığımızı düşündüm.Artık uygun bir yerde durabilirdik.Yol boyunca uzanan meyve bahçelerinin sıralandığı yeşillik bir alanda arabayı kenara çekerek durduk.Arabadan inip toprağa bastığımda bacaklarımın taşlaştığını hissettim.Yürümeyi yeni öğrenen bebekler gibi bir süre sallanarak yürüdükten sonra açılabildim.Eşim benden daha dinç görünüyordu.Sık yapraklı dallarıyla koyu bir gölge oluşturan ağacın altına açtığı sofranın kenarına oturdum.
Etrafta bağlarına-bahçelerine gelen giden insanlar vardı.Artık terörist endişesinin kalmadığını anladım.Yemek yedikten sonra bir süre daha dinlenmeye devam ettik.Bağları keşfeder gibi çevrede küçük bir gezinti yaptık.Böylece uyuşan bacaklarımın normale dönmesini sağlamaya çalıştım.Bir saate yakın oralarda zaman geçirdikten sonra tekrar yola çıktık.
Keban baraj gölünün kenarından geçen yol boyunca sebzeliklerin ve bağların çokluğu dikkatimi çekti.Su hayat demektir derler ya bunun doğruluğu işte bu çevrede açıkça görülebiliyordu.Barajın tutulduğu noktadan itibaren devam eden ırmağın üzerine kurulu uzun köprüyü geçtikten sonra Malatya il sınırının başladığını gösteren tabelayı geride bırakarak ilerledik.Yol hız yapmaya uygundu.Yola çıktığımızdan itibaren kaybettiğimiz zamanı telafi edebilmek için hızımızı artırdım.Saat on altı sularında Malatya’ya ulaştık.Buradan sonrasının yollarını biliyordum.Adıyaman’a iki buçuk-üç saatlik bir yolumuz kalmıştı.Azalan yakıtımızı karşılaştığımız ilk istasyonda tamamladım.Şehir içerisindeki trafik lambalarına uyma zorluğu dışında bir sorunla karşılaşmadan yola devam ettik.Bu sorunun fren sisteminin yeteri kadar güvenli olmadığından kaynaklandığını biliyordum ama şu anda bir sanayiye giderek zaman kaybetmeyi göze alamazdım.Işıklı bir kavşakta durmakta zorlandığımız için önümüzde yanlış manevra yapan bir iş makinesine çarpmaktan son anda kurtulmayı başardım.Kornaya uzun uzun basarak iş makinesinin sürücüsünü protesto ettim ama adam pek de üzerine alınmadı.Ben de olayın üzerine daha fazla gitmenin doğru olmayacağını düşündüm.Şehri geride bıraktıktan sonra sorunsuz bir şekilde yola devam ettik.Adıyaman’a vardığımızda çoktan karanlık kavuşmuş,şehrin ışıkları yanalı uzun bir süre geçmişti.Kızımızın oturduğu evin önüne arabayı park ettiğim an,bu kadar uzun yolu kazasız belasız geldiğimiz için içimde yeşeren huzurun zevkini tattım.Kendi kendime, “iyi bir iş başardın,uzun yol deneyimini başarı ile tamamladın,aferin sana,” dedim.Arabanın içini ve bagajını dolduran eşyaları indirmeye başladık.
İki gün sıkı bir şekilde dinlendim.Evden dışarı çıkmadım.Zaten bedenim öyle ağrıyordu ki istesem de bir yerlere gidemezdim.Stres içerisinde almak zorunda olduğumuz uzun yol beni beklemediğim kadar etkilemişti.İlk yirmi dört saat, tıpkı Oltu’da geçirdiğimiz ilk gün olduğu gibi, kendimi yatakta bile sallanıyormuş gibi hissettim.Yani araba kullanırken farkında olmadığım sarsıntıları dinlenirken tekrar yaşıyordum.İki günün sonunda kendimi rahatlamış ve dinlenmiş buldum.
Kendimi tekrar yola gidebilecek kadar dinç hissedince aklıma ilk gelen konu, arabanın oto gaz sistemini değiştirmek üzere Zile’ye gitmem gerektiği oldu.Aradan fazla zaman geçirmeden, işi sıcağı sıcağına halletmem gerektiğine inanıyordum.Eşimle ve kızımla da konuştuktan sonra bir sabah, bu kez memlekete doğru tek başıma yola çıktım.Her zaman yaptığım gibi sabah ezanı okunmadan yolda olmak için erkenden kalktım,kısa sürede hazırlandım ve direksiyonun başına geçtim.Bu şekilde kendimi çok dinç hissediyordum.Uykumu almış olmam yolda uyuklama riskini ortadan kaldırıyordu.Bedenen de dinlenmiş ve rahatlamış olarak yola çıkmak benim araba kullanmam sırasında dirençli olmamı sağlıyordu.
Yaklaşık dokuz on saatte Zile’ye ulaştım.Yolda çok kısa bir süreliğine ara verdiğim için zaman kaybı olmadı.Akşama bir hayli zaman vardı,doğruca sanayiye gittim.Ömer Usta süt dökmüş kedi gibiydi. Yüzünde yaptığı hilenin farkında olduğunu anlatan bir sırıtış vardı. “Hoş geldin hoca.” Dedi. Soğuk bir tavırla, “hiç hoş bulmadık Ömer Usta,” dedim. “Yaptığın iş ustalığına yakıştı mı?Benimle en kaliteli oto gaz sistemi için anlaştın,parasını ona göre aldın ama en adi korsan oto gaz sistemi taktın.Bize bir düşmanlığın mı vardı?Uzun yola çıkacağımı ve bu yüzden oto gaz sistemi taktırdığımı anlattığım halde bu beş para etmez sistemi takarak benim ailemin yaşamını tehlikeye attığının farkında değil misin?Buna vicdanın nasıl razı olabiliyor?” şeklinde bir sürü laf saydım.Elbette verecek doğru dürüst yanıtı yoktu ama gene de taktığı sistemin iyi olduğunu,bir sürü başka arabalara da taktığı halde hiç birinden şikayet gelmediğini söyledi.Şehir içerisinden dışarıya çıkmayanlardan bir şikayet gelmeyebilirdi;çünkü hemen her gün sanayiye yolları düşüyor ve gerektiğinde yeniden ayar yaptırarak sorunu giderebiliyorlardı.Bizim böyle bir şansımız yoktu.On beş gün içerisinde yaklaşık üç bin kilometre yol yapmak durumunda kalmış biri olarak yollarda karşılaştığımız sorunların,tehlikelerin hesabını Ömer’den değil de başka birisinden mi soracaktık?
Ömer yaptığı pisliği bildiği için fazla itiraz etmedi. “Taktığımızı beğenmediysen beğendiğin sistemi takarız,” dedi. “Benim tercihim BRC sistemi,önce takacağın aletleri bana göster,sonra gözümün önünde tak.” Dedim.Raflardan bir kutu indirdi.Üzerinde BRC oto gaz sistemi yazıyordu.Kutuyu açtı ve bana içindekileri gösterdi. “İstediğin bu sistem.Tamam mı? Takıyoruz.” Dedi.Çalışmaya başladılar.
Yeni takılan sistem hiçbir sorun çıkarmadan çalıştı.Arabanın çekiş gücü ve hareket yeteneğinde gözle görülür bir iyileşmeye tanık oldum.Arabamı yıllar sonra satıncaya kadar gönül rahatlığı ile kullandım.
Adıyaman’da geçirdiğimiz dört yılı, eşim ve benim tüm yaşamımızın en huzurlu en mutlu ve en zevkli günlerinin yaşandığı yıllar olarak anımsıyorum.Çocuklarımızın üçünün de birer meslek sahibi olmaları ve kendilerine yetebilecek kadar bir gelir elde edebilmeleri her ana babanın olduğu gibi bizim de sevinç ve mutluluk kaynağımızdı.Ayrıca herhangi bir sorunla karşılaşmamaları,iş ve arkadaş çevrelerinde dostlukları aranan bireyler olmaları bize huzur ve mutluluk veriyordu.Ne onlar bize muhtaçtı ne de biz onlara.Herkes kazancını istediği gibi kullanıyor,canı ne isterse onu yapıyordu.Günleri böyle mutlu,neşeli,huzurlu geçirmemizde elbette en önemli etmenlerden biri ekonomik olarak bir sıkıntımızın olmamasıydı.Aldığım emekli maaşı eşimle ikimize bol bol yetiyordu.Bu huzurlu günlerimizin geçtiği Adıyaman’ı, yıllar geçmiş olmasına rağmen, sık sık anmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz.
Adıyaman yaşamı bize huzur verse de kızım Emel,batı illerinde kendi dalında daha verimli olabileceği düşüncesini taşıyordu.Ayrıca sonsuza kadar orada kalma gibi bir niyeti de yoktu.Adıyaman’da kalmakta olduğu dördüncü yılının atama döneminde açık kadro bulunduğunu gördüğü Aydın iline atanma isteğinde bulundu.Aydın’da sadece bir resim öğretmeni açığı gösterildiği için ataması yapılacağına pek inanmıyordu ama yapıldı.Bu arada biz eşimle Zile’de gene kış hazırlıkları yapmakla meşguldük.Emel’in Aydın iline atanmış olmasına sevindik.Bize göre Aydın yurdun en uygar en gelişmiş illerinden biriydi.İnsan ilişkilerinin,toplumsal dayanışmanın en üst seviyelerde içselleştirildiği bir yer olmalıydı.İnsanlar arasında saygı ilkesine uyma konusunda örnek oluşturabilecek olgunluğa erişmiş olmalıydılar.Sanat ve kültür anlamında diğer batı illerinden İzmir,ya da İstanbul kadar gelişmiş bir anlayışın Aydın halkına da hakim olduğunu düşünüyorduk.Yani Aydın ili bizim kafamızda her yönü ile bir Avrupa kenti görünümünde,insanların sahip olmaları istenen her türlü meziyetin sergilendiği çağdaş bir kentti.Böyle olmadığını görerek,yaşayarak anladığımızda, büyük bir hayal kırıklığına uğradığımızı en baştan söylemem lazım.
Emel, atama yazısı Adıyaman’a ulaşır ulaşmaz okuldan ilişiğini keserek Aydın’a ev bakmaya gitti.Adıyaman’da kaldığımız evin sahibinin kızı,atanamamış bir beden eğitimi öğretmeni olduğu halde,bir polis memuru ile evlenip ev hanımlığı yapan Fatoş Aydın’da oturuyordu.Emel’le de bizimle de iyi tanışıyordu.Emel onlara konuk olarak ev aramaya başlamış.İl içi ataması Aydın’ın iki kilometre yakınında yer alan ve mahalle konumunda bulunan bir köy ilköğretim okuluna yapılmış.Telefonda görüştüğümüz kadarıyla kızımın Aydın hakkındaki ilk izlenimlerinin olumsuz olduğu yönünde olması bizi üzdü.Bu arada kiralık bir ev bulamaması,tek başına kalmış olması,çevredeki insanlardan her hangi bir yardım görmemesi onda bu çevreye karşı bir ön yargıya neden olmuş.
Aydın ili hakkında edindiği ilk izlenimlerin olumsuz olmasının bir anlamda doğal olması gerektiğini düşünüyordum.Zira insanın ilk karşılaştığı bir çevrede yalnızlık hissetmesi,arkadaş çevresinin olmaması,yardım alabileceği birilerinin bulunmaması elbette zor bir durum olacaktı.Bu durum,bulunulan çevreye uyum sağlanıncaya kadar da geçici bir süre devam edecektir.Ancak duygulu kızımın bu geçici durumdan oldukça fazla etkilenmiş olduğunu, telefonda tayin istediğine pişman olduğunu,Adıyaman’dan ayrılmasının kendisini çok üzdüğünü hıçkırarak anlatması beni çok üzdü.Derhal kızımın yanına gitmeliydim.Hatta ilk baştan itibaren yanında bulunmadığım için kendime kızdım.Hazırlıkları bir tarafa bıraktık,eşimi de alarak derhal Aydın’a hareket ettim.
Fatoş ve eşi bize gereken konukseverliği gösteriyorlardı ama bizim acilen bir ev bulmamız gerekiyordu.Sıkı bir arama sonucu Aydın’ın en işlek ana caddesinin bir arka sokağında ikinci kat bir daire bulduk.Ev sahibi ile kira konusunda anlaştık.Ev çok kullanışlı değildi ama bize yeteceğini düşündük.Adıyaman’da bulunan eşyalarımızı kargo ile getirttik.Yerleşmek fazla zaman almadı.Zaten iki kanepe ve zorunlu eşyalar dışında bir şeyimiz yoktu.Taşınmak bizi çok yorduğu için eşyayı en aza indirmek bizim için daha uygundu.
Emel, yaklaşık üç yüz metre yürüdükten sonra, okulunun bulunduğu köye gidecek olan dolmuş duraklarına ulaşıyor, oradan geçen arabalardan birine binerek görev yerine gidiyordu.Okulda çalışan öğretmenler arasında Adıyaman’da tanık olduğu samimi arkadaşlık ilişkilerinin olmadığından yakınarak bu durumun kendisini üzdüğünü söylüyordu.Ben deneyimlerime dayanarak onu teselli etmeye ve bu durumun geçici olduğunu anlatmaya çalışıyordum.Zamanla burada da iyi arkadaşlık ilişkilerinin kurulabileceğini, bunun için de zamana ihtiyaç olduğunu belirtiyordum.Biz her ne kadar kızımıza destek olsak da onun tayin istemiş olmasından pişmanlık duyduğunun farkındaydık.Bize buraya gelmekten mutluluk duyuyormuş gibi davranıyor ama içten içe üzülüyordu.Hatta yıllar geçtikten sonra o günleri anarken,bizi üzmemek için geceleri ağladığını itiraf ediyordu.
Aradan bir-iki ay geçince görev yerine ve arkadaşlarına alıştı.Kızımın kendisi ile anlaşabileceği öğretmenlerin olduğunu görmek bizi rahatlattı.Bu arada Amasyalı bir astsubay emeklisi eşinin aynı okulda matematik öğretmeni olduğunu ve eşinin bizimle tanışmak istediğini söylemesine sevindik.İyi ki böyle bir kişi ile tanışma fırsatı çıkmıştı.Zira Astsubay emeklisi Ali Mırık’ı tanıdıktan sonra bizim Aydın’da yaşamamız kolaylaştı.Ali Bey,genç yaşta emekli olmuş,dinç,dinamik,sportmen,insan canlısı,dostluğa,arkadaşlığa susamış,hoş sohbet,şakacı,sosyal ilişkilere önem veren,bulunduğu her ortama neşe saçan,az bulunur bir insandı.Ali Bey,Amasya’nın bizim ilçeye en yakın köylerinden birindendi.Köyleri Zile’ye en çok otuz-kırk kilometre kadardı.Bu yüzden hemşeriydik.Ali Bey bizi yalnız bırakmamaya özen gösteriyor,sıcak ve samimi tavırları ile bilhassa kızıma moral aşılıyordu.Ali Beylerle tanıştıktan sonra Aydın bize daha şirin görünmeye başladı.
Aydın’da başka tanıdıkların olduğunu da öğrendik.Zile’den yakından tanıtlığımız ve ailece görüştüğümüz sağlıkçı Ali Bey’in kızı Selma’nın Aydın tıp fakültesinde kadın doğum hastalıkları dalında uzmanlık eğitimi aldığını öğrendik.Babası ve annesi de çoğunlukla yanında kalıyorlarmış.Karşılıklı görüşmeleri burada da sürdürmeye başladık.Bunların dışında yakın köylerin birinden olan muhasebeci Sadık Beyle tanıştık.Böylece çevremiz genişledi.Günlerimiz daha huzurlu geçmeye başladı.
Aydın’a taşındığımızın üzerinden iki ay geçtikten sonra daha önce kararlaştırdığımız üzere eşimle Antalya’ya gitmeye karar verdik.Çocuklarımızın önerileri doğrultusunda Samsun’daki sattığımız dairenin yerine güneyden ve özellikle de Akdeniz sahillerinden bir yerden ev almaya çalışacaktık.Antalya’da kayınbirader Cafer’in kızı Nural vardı.Onlara konuk olacaktık.Bir hafta sonu Antalya’ya doğru yola çıktık.
Bindiğimiz otobüste çevreyi dikkatle süzerek ilerlerken Toros Dağları’nı geride bırakıp geniş bir düzlükte yol almaya başladığımızda havanın değiştiğini fark ettim.Güneş daha koyu sarı ve çevre makilerle kaplıydı.Yol boyu uzanan çam ağaçlarının süslediği çift yönlü yolun ortasındaki palmiye ağaçları Akdeniz ikliminin özelliklerini yansıtıyordu.Çevrenin doğal yapısı gerçekten çekiciydi.Henüz deniz görünmüyordu ama karşıda ve oldukça uzaklarda gibi görünen yalçın dağların genç döneme ait olduğu sarplıklarından belliydi.Bey Dağları’nın uzantısı olduğunu tahmin ettiğim dağlar Ağrı Dağı’ndan daha heybetli bir görünüşe sahipti.Oysa yüksekliklerinin Ağrı Dağı’nın dörtte biri kadar bile olmadığını harita bilgilerimden anımsayabiliyordum.Yeryüzünün sıfır noktası sayılan deniz kıyısından birden bire yükselmeleri insanda çok daha yüksek oldukları izlenimi yaratıyordu.
Üzerinde yol aldığımız düzlüğün sonu yaklaştıkça yerleşim alanları ortaya çıkıyordu.Yakın çevrelerde köyler vardı.Yolun sağ yakasında ilerilerde görkemli villalar dikkatimi çekti.Yüksek düzlüğün aşağı doğru uzanan kavisli bölümüne girdiğimizde şehir göründü.Düzlüğün deniz seviyesinden bir hayli yüksek olduğu da ortaya çıkmıştı.Manzara çok hoştu.Antalya körfezi boydan boya görülebiliyordu.Deniz kendine özgü ak maviliği ile yerleşim alanlarını sınırlıyordu.Dağların etekleri üzerine çöken belli belirsiz sis tabakası çevrenin güzelliğine bir gizemlilik katıyordu.Bu eşsiz görüntüler bizim buradan ev alabileceğimiz fikrini belleğimize yerleştirmekteydi.O güne kadar gördüğüm otogarlardan farklı mimari özelliğe sahip olan otogara girdiğimizde Antalya hakkındaki ilk izlenimlerimiz bu yörenin olağanüstü güzellikler taşıdığı yönündeydi.
Geldiğimizi telefonla bildirdiğimiz Nural servis arabası ile Güllük postanesine kadar gelmemizi ve bizi orada bekleyeceğini söyledi.Diğer yolcularla servise bindik ve şehre doğru ilerledik.Servis aracı Güllük ile Yüzüncü Yıl Bulvarı’nın kesiştiği noktadan eski otogara doğru dönerken sürücü bizi tam kavşakta indirdi.”yol boyu iki yüz metre giderseniz postaneye ulaşırsınız” dedi.Elimdeki valiz oldukça ağırdı.Eşimle birlikte tutarak ilerledik.Yaklaşık yüz metre sonra Nural’la karşılaştık.O’da bize doğru gelmekteymiş.Oturdukları ev yakındaydı.Hep birlikte eve yürüdük.
Nural’ın kayınpederi emekli bir askermiş.Bir kez telefonda konuşmuştuk.Bize ev ararken yardımcı olabileceğini söylemişti.Nitekim isteğimiz üzerine ertesi gün yanımıza geldi,tanıştık.Daha sonraki günlerde bize kılavuzluk edecekti.Böyle bir tanıdığın olması bizim için büyük bir şans diye düşünmüştük ama yanıldığımızı çok sonra öğrenecektik.
İki gün şehri tanımak üzere gezdikten sonra ev aramaya başladık.Kılavuzluk yapan Hasgül bizi nereye götürürse o bölgedeki evlere bakıyorduk ama gittiğimiz yerlerin hiçbiri içimize sinmiyordu.Biz çevre düzenlemeleri tamamlanmış,uygar insanların oturduğu,sakin,ulaşımı kolay ve bütçemize uygun bir ev almayı düşlüyorduk ama Hasgül bizi kıyıda köşede gezdiriyordu.Yakından tanıdığı emlakçılarla gizli kapaklı telefon görüşmeleri yapmasına bir anlam veremesek de kendisine uymaya ve güvenmeye devam ediyorduk.Yaklaşık on beş gün gezdik ama gönlümüze göre bir yer bulamadık.Bu durum bizim moralimizi bozdu.Yavaştan bir usanç gelmekte ve ev almak fikrinden uzaklaşmaktaydık.En son gün gene Hasgül’ün yakından tanıdığı ve aynı zamanda hemşerimiz olan bir emlakçı aracılığı ile Antalya Limanı’na yakın bir konumdaki sitelerden birinde gördüğümüz ikinci kat daireyi beğendik.Aslında ulaşım olanağı iyi değildi.Şehir merkezine de çok uzaktı.Arkası dağ sırasının ovaya basan küçük bir tepesine yaslıydı.Kooperatif statüsünde olan sitenin ortak dairelerinden olan eve yirmi bin lira istediler; ben de en son on yedi bin beş yüz lira teklif ettim.Yönetici bu teklifimizi kooperatif yönetim kurulu ile değerlendirerek bize en geç aynı günün akşamı haber vereceklerini söyledi.Yapacak bir şey yoktu,şehre geri döndük.Yüzüncü Yıl Bulvarı’nın girişinde emlakçının arabasından inerek yürümeye başladık.Eşim baş başa gezmemizi önerdi.Hasgül’e, “siz çok yoruldunuz,teşekkür ederiz.Siz eve gidip dinlenin.Biz baş başa biraz gezmek istiyoruz,” dedim.Yanımızdan ayrıldı.
Yolun her iki tarafı emlakçı dükkanı sıralıydı.Gördüğümüz her emlakçıya uğrayıp özelliklerini sıraladığımız kriterlere uygun bir ev olup olmadığını soruyorduk.Bulvarın üçte birini geçtiğimizde sol yakada gördüğümüz ve kapısında “ can dost emlak” yazılı dükkana girerken içimde bir sıcaklık uyandığını hissettim.Dükkanın karşı duvarında bir bağlama asılıydı.Bağlama olduğunu görünce bu kişi ile aynı kültürü paylaşmış olabileceğimizi düşündüm ve bana bir güven geldi.
Genç emlakçı Kahraman Maraşlıymış.Elbistanlı olduğunu söyledi.Kısa sürede düşündüklerimde haklı olduğumu anladım.Aradığımız eve ait ölçütleri eşim sıraladı: “Biz sosyal yönden oldukça ileri görüşlü insanların çoğunlukta olduğu,evrensel ölçülerde hümanizme gönül vermiş,çevre duyarlığına sahip, uygar insanların yoğun oldukları bir ev istiyoruz.” Dedi. “Son günlerde giderek sayıları artan kapalı ve çarşaf türü giyinenlerle aynı ortamda olmak istemeyiz.” Diye sözlerine açıklık getirdi. Tacettin, -emlakçının adı buydu- “tamam abla,size istediğin ölçülerde bir ev bulacağım” dedi.Bir kaç yere telefon etti. “Haydi gidelim” diyerek birkaç yer göstermek istediğini söyledi.Arabasına bindik ve önce kendisinin oturmakta olduğu Uncalı mevkisinde buluna dairelere baktık.Evlerin kiminin planını beğenmedik,kimi bizim maddi gücümüzün üzerinde olduğu için uygun bir ev bulamadık.Sonra bizi yeni otogarın altında yükselen sitelere getirdi.Burası ulaşım yönünden çok iyi durumdaydı.Daire fiyatları da uygun görünüyordu.Site içerisinde oturan bayan emlakçının elinde bulundurduğu dairelerden birini beğenmedik ama ikincisi bizim beklentilerimize uygundu.On beş gündür gezdiğimiz halde bir ev alamadan gitmeye gönlümüz razı olmadığından bu gün sahibi olduğumuz daireye istenen fiyatın yüksekliğine aldırmadan evi aldık.Ev on birinci ara kattaydı.Güney ve kuzey cepheliydi ve tam karşıdan deniz görülebiliyordu.Manzara da hoşumuza gitti.On yedi milyar istenen daireyi on altı milyar yedi yüz elli milyon liraya almıştık.Sonradan bu paraya aynı yöredeki apartmanlardan üç odalı olanları bile rahatça alabileceğimizi öğrendik ama gene de bir pişmanlık duymadık.Zira evin içi tamamen yapılmış,boya badana işleri ile dolaplar yerli yerine oturtulduğu için bize hiçbir başka masraf olasılığı kalmamıştı.Satış sözleşmesini imzalayarak site bahçesine çıktığımızda bizim blokun yanındaki binada birinci katın da satılık olduğunu gördüm.Bu daireyle kooperatif saymanı Nurettin diye birinin ilgilendiğini söylediler.Adamı bulduk ve fiyat sorduk.On üç milyar iki yüz elli milyona vereceklerini söyledi.Eğer biz biraz önce aldığımız daire için sözleşme yapmasaydık orasını almayı tercih ederdik,çünkü eşim dairemizin yükseklerde olmasını istemiyordu.Ben de daha aşağı katları tercih ederdim ama iş işten geçmişti.Bu daireyi kaçırmamak için bir kaç ay önce emekli olan ve İstanbul’da kirada oturan bacanağım Durmuş’a telefon ettim. “Size bir daire buldum,hemen baldızla gelerek bu eve bir bakın,” dedim.Ertesi gün geldiler, evi beğendiler ve aldılar.Buna çok sevindik.Böylece iki kız kardeş birbirlerine yakın olurlar biz de görevlerimiz gereği yıllardır ayrı kaldığımız bacanağımla emekliliğin keyfini çıkarırdık.Ev alma çabaları böyle tatlı hayallerle başladı ama daha sonraki günlerin bize ne gibi sürprizler hazırladığını o zamanlar elbette tahmin bile edemiyorduk.Evimize herhangi bir bakım gerekmiyordu.İki kanepe,altı sandalye,bir adet çift kişilik bazalı ortopedik yatak ve bir miktarda mutfak malzemesi alarak evimize yerleştirdik.Henüz yeni atandığı yere tam olarak alışamayan kızımızı daha fazla yalnız bırakmamak için Aydın’a geri döndük.
Yakın dostluklar ve arkadaşlıklar, şehir olarak Aydın’ı bize sevdirmeye başlamıştı ama buraya gelmeden önce Aydın hakkında beslediğimiz olumlu düşüncelerde ne kadar yanılmış olduğumuzu, kısa sürede yaşayarak öğrenmek durumunda kaldığımızı da belirtmem gerek.Doğal çevresi,iklimi ve şehrin fiziki yapısına diyecek yoktu.Ancak olmasını düşlediğimiz uygarlık,çağdaşlık,sosyal dayanışma,evrensel insan haklarına saygı,toplusallaşma gibi, toplumun geneline egemen olması gereken değerlerin hiç birine rastlayamadık.İnsanlarının bu sıcak iklimde nasıl bu kadar soğuk olabildiklerine şaşmamak elde değildi.Yardımlaşma,insanlara saygılı davranma gibi meziyetlerden nasibini almamış olmaları bir insan olarak beni üzdü.İnsanların bireyselleşmelerinin,sosyallikten uzaklaşmalarının,daima ben merkezli davranmalarının bir kentin yaşamsal görünümünü nasıl çekilmez kıldığının farkında bile değillerdi.Örneğin bir esnafın dükkanına giriyorsunuz;ilginizi çeken bir ürünü görmek istediğinizi söylüyorsunuz.Adam buz gibi bir tavırla, “alacaksanız çıkarayım,boşuna beni yormayın,”diyebilecek kadar kaba ve görgüsüz davranabiliyor.Pazarda geziyorsunuz ve bir şeyler almayı düşünüyorsunuz.Elbette bir ön araştırma yapmanız lazım.Pazarcılardan bir ikisine soruyorsunuz,belki zahmet edip istediğiniz ürünü çıkarıp gösteriyorlar ama ya ürün size göre değil ya da pahalı bulduğunuz için teşekkür edip uzaklaşıyorsunuz.Bir başka Pazar esnafına bir şeyler sorarken önce ki konuştuklarınız uzaktan bağırıyorlar, “boşuna uğraşma arkadaş,onlar alıcı değil,” Böyle durumlarla karşılaşmak bize çok tuhaf geliyordu.Bir başka zaman, yanınızdan geçen birisine ya da önünden geçtiğiniz bir esnafa,yerini bilmediğiniz bir adres sormak istiyorsunuz.Ne yanınızdan geçen,ne de esnaf size zaman ayırma tenezzülünde bulunuyor.Buz gibi bir ses tonuyla, “ben nerden bileyim?” diyerek ters ters yüzünüze bakıyor.Ben o yaşıma kadar gezdiğim hiçbir yurt köşesinde böyle tavırlarla karşılaştığımı anımsamıyorum.Ya biz başka dünyaların adamlarıyız ya da Aydınlılar başka bir kültürün ürünleri.Kendi kendime bu yapılarının gerekçesini bulmaya çalışıyorum.Acaba diyorum,ekonomik yönden herkesin kendi kendine yeter durumda olması,kimsenin bir başkasına muhtaç olmadığını düşünmesi böyle davranmalarının nedeni olabilir mi?İç Anadolu,Karadeniz,doğu ve güneydoğu Anadolu halkının kültürleri ile bu yörenin kültürü arasında dağlar kadar fark olduğunu görebiliyorum.Ama hangisini kendine yakın ve olması gereken bir yapıdır diye soruyorsanız, elbette kendi yöremizin kültür yapısını tercih ettiğimi söylemeliyim.İnsanın karnı tok,sırtı pek,cebi dolu olabilir.Bu onun kişisel değerleridir.Bu değerler başkalarını ilgilendirmez.Ben insanın gönlüne bakarım;insana ve çevreye bakış açısına önem veririm.Yani ben insanın yüreğindeki sevgiye,saygıya,hoş görüye bakarım.Bunlar yoksa bence hiç kimsenin kimliğinden ya da yaşadığı çevreden ötürü değerli olduğunu kabul edemem.Hatta daha da ileri giderek, Aydın’da tanık olduğum bireyselliğin, insani değerlerden uzaklaşma olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim.Bu anlattıklarımı ortaya koyan bir sohbeti aktarırsam konuya gereken açıklığı getirmiş olacağımı düşünüyorum:
Aydın’da yıllardır görev yapan ve Turhallı olan bir ilköğretim müfettişi,Aydın’ın ne kadar uygar,ne kadar yaşanabilir bir kent olduğunu anlatırken şöyle diyordu: “Burada hiç kimse başkasına karışmaz,ilgilenmez.Herkes istediği gibi yaşar.Örneğin aynı apartmanda yaşayan ailelerden birinin düğünü diğerinin de cenazesi varsa herkes kendi işine bakar.”Kısaca özetlediğim sohbetin eğitimci bir arkadaş tarafından anlatılmasının tuhaflığı bir yana, ben ve bizim kültüre mensup bireylerin hiç biri, bu olayı bir kent ya da bir çevre için olumlu bir örnek olarak anlatamaz;anlatmamalıdır.Bu olay ancak bir olumsuzluğun örneği olabilir.Nitekim ben hemen itiraz ettim. “Sayın hocam, siz bu olayla Aydın’ı bir cennete benzetiyorsunuz ama bana göre bu olay bir cehennemi çağrıştırıyor.Zira böyle bir durumda yapılması gereken, önce hep birlikte cenazenin kaldırılması sonra da saygı çerçevesi içerisinde düğüne devam edilmesidir.Böyle davranışlar bir toplumun, insani değerlerden ne kadar uzaklaştığının göstergesidir.”
Aydın’ı tanıdıkça olduğu gibi kabul etmeyi de öğrendik.Onlar kendileri gibi biz de kendimiz gibi yaşamayı sürdürmekten başka çıkar yol yoktu.
Emel bir gün okul dönüşünde,yatılı fen lisesine akşam etütlerinde görevlendirilmek üzere, denetmen öğretmen arandığını söyledi.O günlerde henüz çok fazla arkadaş çevresi olmadığı için akşamları sıkılıyordu.Orada görev almak istediğini söyledi.Bu bizim için de uygundu,zira orada farklı kişilerle karşılaşma,arkadaşlıklar kurma fırsatı çıkabilirdi.Ertesi gün il milli eğitim müdürlüğüne giderek göreve istekli olduğunu bildirmiş.Milli eğitim müdür yardımcılarından Ali Bey bizim hemşerimizdi.Bu konuda Emel’e yardımcı olacağını söylemiş.Nitekim iki gün sonra yatılı fen lisesinde görev verildiğine ilişkin karar kendisine bildirildi.Kızım sevinerek göreve başladı.Aslında bu görev oldukça zor ve sorumluluk isteyen bir işti.Ama kızım çalışmayı seviyordu.Ayrıca kendi okulunda ders azlığı yüzünden alamadığı ek ders ücretini buradan karşılayabilecekti.
Bu göreve iki bayan öğretmen isteniyormuş.İkinci olarak görev verilen Arzu Hanım ile Emel’in orada karşılaşıp tanışmalarının, kızımın yaşamının bir dönüm noktası olacağını o zamanlar elbette tahmin edemezdik.Arzu ile Emel çok iyi iki arkadaş oldular.Arzu fiziki olarak değilse de bir çok yönden Emel’e gerçekten çok benziyordu.Tıpkı Emel gibi sevdiği insanların üzülmesi yerine kendisinin üzülmesini tercih edecek kadar özverili bir karaktere sahipti.Olayları yorumlama,konulara yaklaşma stilleri aynıydı.Aynı fıkralara gülecek,aynı hüzünlü olaylara ağlayacak kadar benzerliklere sahiptiler.Bu tanışıklık Emel’e Aydın’ı sevdirebilen en önemli nedenlerden biriydi.
Arzu, Emel’e önceki görev yeri olan Tunceli’den bahsederken orada çok samimi oldukları Hataylı bir arkadaşını anlatmış.Adının Ahmet olduğunu söylediği arkadaşını eğer isterse Emel’le tanıştırabileceğini söylemiş.Önce gençler arasında bir şaka konusu olan bu olay giderek ciddi bir hal almış.Sonunda Emel Arzu’nun tanıştırma önerisini kabul etmiş.Okulların yarıyıl tatiline girmesinden bir ay kadar önce İzmir’de buluşma ayarlamış.Ahmet,Arzu ve Emel İzmir’de buluşup tanımışlar.
Arzu Emel’den üç beş yaş kadar daha büyük olmasına rağmen bekârdı.Neden evlenmediğini, Emel’e şöyle açıklamış:Tunceli’de tanıştığı bir arkadaşını çok sevip evlenmek istemesine rağmen kendi ailesinin,delikanlının farklı mezhepten olmasını bahane ederek karşı çıkmaları üzerine bu isteğinden vazgeçtiğini ve bir daha uzun bir süre hayata küs kaldığı için evlenemediğini söylemiş.Yaşı otuzun üzerinde olan bir öğretmen bayanın, aşık olduğu ve çok istediği birini,ailesinin sudan sebepleriyle kaybetmesini, Arzu’nun ne kadar özverili bir insan olduğunun kanıtı olarak algıladım.Bizle tanıştıktan sonra o arkadaşını anlatırken, yüzüne çöken hüznün derin izlerinin, hala içindeki aşk yarasının kapanmadığının belirtisi olduğunu anlayarak, üzüntüsüne ortak olurduk.
Ahmet ile Emel tanıştıktan bir süre sonra birbirleri ile evlenebileceklerine karar vermişler.Bir gün eşim kızımızın bizi bir gençle tanıştırmak istediğini söyledi.Eşim, Emel okulu bitirdikten sonra sürekli kızımızın bir an önce evlenmesi konusunu gündemde tutuyordu.Benim bu konuda hiç acelem yoktu,zira uygun kişi,uygun ortam,uygun zaman bir araya geldiğinde, bu tür işlerin doğal olarak kendiliğinden ortaya çıkacağına inanıyordum.Nitekim Adıyaman’da çok sayıda kişinin evlenme önerisine karşı çıkan kızımız bu gün kendiliğinden bir genci bize getirmek istiyordu.İşte kader denen olgu burada açıkça görülmekteydi.Dört yıl Adıyaman’da çalışacaksın;doktorundan savcısına,öğretmeninden mühendisine bir sürü kariyer sahibi kişilerin yaptıkları evlenme tekliflerinin hiç birine olumlu yanıt vermeyeceksin;resim öğretmenliği dalında sadece bir açık kadro bulunan Aydın iline tayin isteyeceksin;kendi okulunun dışında bir görev üstleneceksin.orada bir bayanla tanışacaksın;o bayanın tanıştırdığı,farklı bir kültüre sahip, uzak bir diyardan olan gencin teklifine evet diyeceksin.İşte benim anladığım anlamda kader denen şey bu.Bazıları kaderin kişinin kendi öz iradesinin ürünü olduğunu iddia ederler.Bu kadar olayı art arda sıralamanın irade ile ilgisi var mı?Burada iradi olan tek şey,Emel’in “evet” demesi.Diğer tüm gelişmeleri kaderin birer oyunu olarak kabul ediyorum.
Kızım böyle bir öneri ile gelince elbette ben buna karşı çıkacak değildim.Hayat normal akışını sürdürüyordu.Bu akışta üzerime verilen rolü oynamak benim görevimdi. “İstediğin zaman gelsin tanışalım” dedim.Kısa bir süre sonra Ahmet Aydın’a bizi ziyarete geldi.Konuştuk,saygılı,kibar,kültürlü birine benziyordu.Boyu posu yerindeydi.Olmasa da önemli değildi aslında; zira kızım beğendikten sonra bize söz düşmezdi.Olumlu izlenim bırakan gencin evlenme isteğini, normal prosedürü uygulama koşuluyla onayladım.Biz de uygun görüyorsak,yarıyıl tatilinde resmen istemeye gelebileceklerini söyledi.Kızımın görüşünü de alarak, “buyurun,gelin,” dedim.
Yarıyıl tatilinde Ahmet,annesi ile büyük ağabeyini alarak Aydın’a geldi.Resmen kızımız istendi.Gelenek ve görenekler neyi gerektiriyorsa uygulandı ve söz kesildi.Aydın’da tanıdığımız, iki adaş Ali Bey’lerin,Mırık ve Demircan aileleri ile Arzu’nun katılımıyla aramızda bir eğlence düzenledik.Böylece evliliğin ilk adımı olarak kızımızın nişan töreni de yerine getirildi.Ali Mırık arkadaşımız yarı şaka yarı ciddi olarak kızımızın artık Antakyalı olduğunu ve bir daha oradan ayrılamayacaklarını söylüyor,bunu istemiyorsak damadın Aydın’ı istemesi gerektiğini belirtiyordu.Bu sözlerini de yaşadığı deneyimlere dayandırıyordu.Zira görev gereği bulunduğu Antakya kültürü hakkında öğrendiklerinden yola çıkarak,hiçbir Hataylının çok zorunlu olmadıkça il sınırları dışında yaşamaya sıcak bakmadıklarını dile getiriyordu.Bize kalsa biricik kızımızın en yakınımızda olmasını isterdik.Gönlümüzden geçen buydu ama gençlerin kendi aralarında almaları gereken kararlara da saygı duymamız gerektiğine inanıyorduk.Nerede yaşamaları konusuna kendileri karar vermeliydi.Nitekim Emel bu konuda Ahmet’in kendisine güvence verdiğini ve birkaç yıl Antakya’da kaldıktan sonra eğer herhangi bir nedenle başka bir ilde yaşamaya karar verirse hiç koşulsuz bu isteğe uyacağına söz verdiğini söylüyordu.Bu tür konuşmalar geçtiğinde Ali Mırık bunun aslında bir kandırmaca olduğunu,Antakya’ya gidildikten sonra bir daha oradan ayrılamayacaklarını iddia ediyordu.Öyle de olsa bu konuda çocukları etkilemek istemiyordum.Kararı tümüyle kendilerine bırakmanın uygun olduğuna inanıyordum.Zira nereye giderlerse gitsinler aynı görevi yapacaklardı.Nere olduğunun fazla bir önemi yoktu yeter ki rahat,huzurlu ve mutlu bir yuva kurmuş olsunlardı.
Okullar tatile girer girmez Zile’de resmi nikah yapıldı.Düğünün yapılacağı tarih önceden belirlenerek salonlar kiralanmış son hazırlıklar yapılmaya çalışılıyordu.O yaz bizim için yorucu bir mevsim olacaktı.Çünkü Oğlum Bahtiyar ile kızımız Emel’in düğünleri bir ay arayla yapılmak üzere karar alınmış ona göre belediye düğün salonu kiralanmıştı.İşimiz çok zordu.Önce İstanbul’da daha sonra Zile’de oğlumun düğünü yapıldıktan sonra kızımın düğünü de önce Zile’de sonra Antakya’da yapılacaktı.Yani bir ay içerisinde yaptığım plana göre eşimle on altı kez uzun yola gidip gelecektik.Ayrıca düğün için yapılan işler de bir hayli yorucuydu.Henüz genç sayılırdık.Bu kadar yorucu olmasına rağmen hiçbir işin geri kalmasını istemedik.Canla başla çalışarak her işin üstesinden geldik.
Temmuzun ilk haftasında bahtiyar’ın düğününü ağustosun ilk haftasında da Emel’in düğününü yaptık.Yıllardır memleketimizden ayrı olmamıza ve bir ay içerisinde iki düğün birde yapmamıza rağmen dostların katılımı doruk seviyede oldu.Hem evin önünde yapılan eğlencelere hem de belediye düğün salonundaki baloya akın akın geldiler ve bu mutlu günümüzü bizimle paylaştılar.Yıllardır dışarılarda olmamızdan ötürü dostlarımızın bir çok özel gününe katılamamış olmamızın içimizde yarattığı burukluğa karşın,böylesine ilgiye muhatap olmak bizi fazlasıyla mutlu etti.Dostluklarımızın ne denli içten ve kalıcı olduğunu görmek insana büyük zevk veriyor.”Umarım bu dostlukların karşılığını yerine getirmede engellerle karşılaşmayız,” diye düşünmekten kendimi alıkoyamoyorum.
Eşimle Emel’in Hatay’da yapılacak düğün törenine katıldıktan sonra Antalya’daki evimize çekilerek uzun süredir çektiğimiz yorgunlukları üzerimizden atmayı ve bir güzel dinlenmeyi atmayı planlıyorduk.Ne yazık ki bir çok kez olduğu gibi bu düşüncemizi gerçekleştirme olanağı bulamadık.Biz Hatay’da düğün telaşındayken Ordu Gölköy’de çalışan oğlum Kadir tayinini Antalya’ya çıkarttırmış ve taşınma telaşına düşmüştü.Kiralık ev bulmak üzere gittiği Antalya’dan bize telefon ederek bazı bilgiler almaya çalışırken bir türlü rahat yüzü göremeyeceğimizin ilk sinyallerini alır gibiydik.
Hatay’da yapılan düğün de oldukça kalabalık ve neşeli geçti.Bir çok akrabalarımız olmasına karşın burada yapılan düğüne yalnızca eşimle ikimizin katılması içimde bir burukluk yaratsa da fazla önemsememeye çalıştım.Bunun dışında düğün töreninden bir gün önce damadın ailesinden olmadık yerde karşılaştığımız olumsuz bir tavır bizi bir hayli üzdü.Kızımızla damadın yeni taşınacakları ev düzenlemesi için var gücüyle ve fedakarca çalışan eşimin böyle bir yaklaşımla karşı karşıya kalması bizi çok etkiledi.Kurulmakta olan bir yuvanın zarar görmemesi için susmayı tercih ettik.Olay şuydu:Yeni evin yerleştirilmesi tamamlanmış geriye damadın baba evindeki kişisel eşyalarının taşınarak yerleştirilmesine sıra gelmişti.Bu bizim konumuz değildi.Damadın ya kedisi ya da ailesinden birileri bu işi yapmalıydı.Ancak damadın anasının ısrarı üzerine eşim, kişisel eşyalarını da yerleştirebileceğini söylemiş.Sabah damadın eniştesinin arabasına binerek yeni eve doğru yola çıkmak üzereyken damadın ablası, kardeşinin özel eşyalarını kaba ve hakaret ölçüsüne varan bir eda ile eşimin kucağına attı.Konuşmalarında anımsayabildiğim kadarıyla, “Alın bunları da yerleştirin de içiniz rahat etsin,” lafı en hafif kalanıydı.Neye uğradığını şaşıran eşim nasıl davranması ve ne söylemesi konusunda kararsız bir halde kadına bakakaldı.Nasıl ve neden böyle bir tavır sergilediklerini anlayamadık.Damadın kişisel eşyaları bizim sorunumuz muydu? Onları taşımak ve evine yerleştirmek bize mi kalmıştı?Ne hakla böyle bir ithamda bulunabiliyorlardı?Aklımıza bir sürü soru takıldı kaldı.Neden,neden neden…?Eğer biz hoşgörü sınırlarımızı sonuna kadar kullanıp bu olayı içimizde eritmeseydik sanıyorum mutlu bir evlilik başlamadan bitebilirdi.İyi ki hem eşim hem de ben böyle bir olumsuzluğun sebebi olmamaya özen göstererek bu ilk olumsuzluğu yenmeyi başardık.
Hatay’dan döndüğümüzde dinlenmek şöyle dursun daha yorucu işlerin kucağına düştük.Kadir gittiği Antalya’dan bizim hemen karşımızda yer alan Özevim Sitesin’in on birinci katını kiralamış.Bizim daire ile onların ki tam karşı karşıyaymış.Bu bizim hiç hoşumuza gitmedi.Bir kaç ay önce Kadir’in eşi,bizimle aynı şehirde kalmak istemediğini söylemiş ve bu kırıcı,kaba ve terbiyesizce ifadesi bizi çok yaralamıştı.Aslında biz de en az oğlumun eşi kadar, hatta ondan kat kat daha fazla olarak, onunla aynı şehirde kalmaya karşıydık.Bizi kıran ve yaralayan öz kızımız yerine koyarak elimizden gelen yardımı esirgemediğimiz gelinimizin bu şekilde düşündüğünü açıkça ve kabaca yüzümüze söylemiş olmasıydı.Biz oğluma da yanımıza yakın gelmemesini,eşi ile ortak bir karar doğrultusunda istedikleri bir şehre taşınmalarını özellikle anlatmıştık.Biz artık kendi hayatımızı yaşamalıydık.Çocuklarımız karşılaştıkları sorunları kendi kendilerine ya da edindikleri dostlarının yardımlarıyla çözmeliydiler.Herkes ufak tefek sorunlarını başkalarına yansıtmamaya özen göstermeli ve gereksiz üzüntülere neden olmamalıydı.Ancak özel günler,ya da üstesinden kolay kalkılamayacak sorunlar akraba ve yakın çevre ile paylaşılmalıydı.Uzun uzun bunları konuşmamıza rağmen oğlum Kadir birbirimize yakın olmanın daha iyi olacağını,gerektiğinde karşılıklı destek olabilecek bir konumda olmak istediğini düşünerek tamamen bizim istek ve arzumuzun dışında tayinini Antalya’ya yaptırmıştı.
Tokat’a döndüğümüzün ertesi günü Ordu’ya hareket ettik.Kadir’in ev eşyalarının toplanması ve kolilere doldurulması gerekiyordu.Torunlarımız henüz çok küçük olduklarından bakıma muhtaçtılar.İki küçük ve bakıma muhtaç çocukla onların evi tek başlarına toparlamaları ve yola hazırlamaları çok zordu.Büyük ölçüde o işleri eşimle ikimiz üstlenecektik.Gelinimizin bizimle aynı şehirde olmak istememesinin bizde yarattığı travma içimizde iken Antalya’ya taşınmaları için katkıda bulunmak zor gelmesine rağmen zorunlu olarak çalışmaya başladık.Ben çevreden çok miktarda koli topladım.Eşyaların zarar görmemesi için tümünü sarmak istiyordum.Dolapları,masa ve sandalyeleri kartonlara sararken kırılabilecek olan mutfak eşyalarını ve elektronik malzemeleri kutulara yerleştirmeye çalışıyorduk.Bu iş yaklaşık bir haftamızı aldı.
Kadir’in ikinci çocuğu Mert henüz dört aylıktı.Doğum sonrasında yaşadığı problemler çocuğun bedeni gelişimini olumsuz etkilediğinden,Mert olması gereken kilo ve bedene sahip olamamış görünüyordu.Ruhsal ve akli yapısının doğum sonrası problemlerden ne ölçüde etkilendiğini ise zaman gösterecekti.
Samsun nakliyeciler birliği aracılığı ile altı yüz lira bedelle, kapalı kasa bir kamyonla anlaşma sağladık.Kamyon bir gün sonra Gölköy’de olacaktı.Biz de son hazırlıkları tamamladık.
Bir yıl önce oğlum Kadir bir miktar peşinatla sıfır bir ford focus bir araba almıştı.Antalya’ya biz o araba ile gidecektik.Kamyon eşyayı getirecekti.Arabacı söylediği gün ve saatte Gölköy’e geldi.Tüm eşyalar yüklenmeye hazırdı.Kadir’in çalıştığı ilçe müdürlüğünden birkaç arkadaşının yardımları ile kamyon kısa sürede yüklendi.Kamyoncu işinin ehliydi.Eşyaları öyle bir yerleştirdi ki olağanüstü bir durum olmadığı taktirde hiçbir zarar görmeden Antalya’ya ulaşacağı kesindi.Öğle sonu saat on dört sularında arkadaşları ve tanıdıkları ile vedalaşmalar tamamlanarak yola çıkıldı.Biz önde kamyon arkada birbirimizi gözeterek Sivas-Erzincan yoluna kadar birlikte yol alınması kararlaştırılmıştı.Bunun nedeni Gölköy Suşehri arası yolun çok tehlikeli olmasıydı.Yol çok dar ve çok virajlıydı.Çoğu kesimlerde kamyon birkaç manevra ile ancak dönebiliyordu.Bazen farklı yönlere ilerleyen iki taşıtın karşılaşması durumunda birinin uygun bir geniş alan bularak diğerine geçiş olanağı sağlayıncaya kadar geri geri gitmesi gerekiyordu.Bizim araba hem yeni olduğundan hem de küçük boyutlu olduğundan herhangi bir sorun çıkarmadan ilerliyordu.Ara sıra,gerilerde uzaklarda bir yerlerde kalan kamyonun gelmesini bekliyorduk.Bu şekilde şehirler arası ana yola ulaştığımızda saat on altıyı geçmişti.Kamyonun buraya ulaşması uzun bir zaman alabilirdi.Bir petrol istasyonuna girerek bekledik.Kamyon yanımıza ulaştığında akşam karanlığı bastırmak üzereydi.Bundan sonra ayrı hareket edebileceğimize karar verdik.Biz Zile ‘de geceleyecektik.Kamyonda Zile’ye uğrayacak ve oradan birkaç eşya daha yüklenecekti.Bu karar üzerine biz tekrar yola koyulduk.
Kamyon Zile’ye sabaha karşı geldi.Kararlaştırdığımız gibi adliye önünde karşıladık ve bizi izlemesini söyledik.Yükletilmesi gereken birkaç parça eşyayı akşamdan hazırlamıştık.Kamyona bu eşyalar yüklendikten sonra kamyon tekrar yola koyuldu.
Sabah erkenden bizde hareket ettik.Kamyonu Sorgun-Boğazlıyan arasında geçtik.Galiba bu gidişle Antalya’ya bizden bir gün sonra ancak gelebilecekti.
Hava sıcaktı ama arabanın kliması içeriyi bizi üşütecek kadar serinletiyordu.Henüz dört aylık olan Mert bebeğin üşümemesi için çoğu kez klimayı kapatmak gerekiyordu.Bir sorun yaşamadan Antalya’ya ulaştık.Bizim ev kullanıma hazırdı.Yerleşerek kamyonun gelmesini beklemeye başladık.
Kadir’in kiraladığı ev tam bizim dairenin karşısındaydı.Balkondan balkona konuşulabilecek kadar birbirine yakındı.Kadir evi kiraladıktan sonra daireye iyi kötü bir badana yapmış ve sonra da oldukça temizlemişti.Çok fazla yapılacak bir iş yoktu.Eşyalar taşındıktan sonra gerekli temizlik yapılabilirdi.Nitekim ertesi gün öğleye yakın gelen kamyondaki eşyalar taşındıktan sonra son temizlik yapılarak yerleşme işi tamamlandı.Böylece İki aile,aynı yıl Antalyalı olduk.
Torunum Duygu beşinci yaşının içindeydi.Gölköy’deyken gittiği kreşte çok güzel davranışlar geliştirmiş,çevresi ile çok kolay iletişim kurabilen,konuşkan,sevimli bir çocuktu.Erken konuşmaya başlaması,erken yürümesi,güzel cümleler kurabilmesi onun zeki bir çocuk olduğunun belirtileriydi.Gözlerinin bakışında bile zeka pırıltıları seçilebiliyordu.Gördüğü her şeyi inceliyor,sorular soruyor ve bilgi edinmeye çalışıyordu.Bu çocuk aile içerisinde de iyi bir eğitim alabilirse geleceği çok parlak insanlardan biri olabilir diye düşünüyordum ama ne yazık ki anne ve babasının bu ayrıntıyı görebileceklerinden emin değildim.Nitekim yedinci sınıfta başarılı bir öğrenci olan Duygu önceki sosyallikten uzak,çevre ile ilişkilerinde pasif,kendisini ifade edebilmekte zorlanan biri haline geldi ve bu durum beni çok üzse de elimden bir şey gelmiyor.
Mert, doğduğu Ordu doğum hastanesindeki ilk günlerde geçirdiği şeker düşmesi koması ve sonrasında menenjit mikrobu bulaşması gibi tanılarla başladığı yaşam savaşını kazanmış görünse de içimizde bu hastalıkların tedavi edilmesine rağmen kendisinde ne gibi kalıcı hasarlara yol açtığını henüz anlamıyorduk.Henüz dört beş aylık olduğu için normal sınırlarda bir bebeklik geçirdiği izlenimi veriyordu.Anne babası çalışıyordu;bu yüzden bakımını eşimle ikimiz üstlenmiştik.Antalya’ya taşındıkları ilk yıl Duygu’yu bize en yakın olan Ayşe-Ahmet Atmaca İlköğretim okulunun ana sınıfına yazdırdık.Bir yıl boyunca her gün sabah ve öğle okula götürüp getirmek benim işimdi.Araba olduğu için fazla zorlanmadık ama eşimin o yıl safra kesesi ameliyatı geçirmesi benim iş yükümü artırdı.Hem Duygu ile hem de Mert’le en çok ben ilgilenmek zorundaydım.Mert kucaktaydı ve beslenmesi,bakımı benim için hayli zor işlerdi.Eşim bir haftalık ameliyatlıyken bile Mert’le ilgilenmek durumundaydı.Mamasını yapıyor altını değiştiriyor gerisini bana bırakıyordu.O yıl benim için zor bir yıl oldu.
Ana okulu öğretmeni başarılı biri değildi.Aynı meslekten olduğum için O’nu rahatlıkla değerlendirebiliyordum.Ağzı çok iş yapıyor ama öğrencilere yeterli eğitimi sağlayamıyordu.Buna rağmen Duygu sınıfın en iyilerindendi.Gelecek yıl birinci sınıfa başlayacaktı.Ana sınıfı öğretmeninin yetersizliği bizim bu okula olan güvenimizi sarstı.Duygu’yu uzak olmasına karşın Sefa Akın İlköğretim Okulu’na yazdırdık.Okulun uzakta olması bazı sorunları da beraberinde getirdi.Normal öğretim yapılan okulda öğle aralığında Duygu’nun yanında olmamız gerektiğini düşündük.Zira hem beslenmesine yardımcı olmak hem de bir saatlik öğle aralığında onu gözetim altında tutmak lazımdı.Öğrencilerin çoğunluğu okulun yakın çevresinde oturan ailelerin çocukları oldukları için yemek için evlerine gidiyorlar,okulda sadece evleri uzak olanlar kalıyorlardı.Bu durumda henüz kendi kendine yetemeyeceğini düşündüğümüz torunumun yanında olmalıydım.Bu yüzden her gün saat on ikiye yirmi kala elimde yiyecek poşeti ile evden çıkıyor,tam on ikide okulda oluyordum.On ikide ders çıkış zili çalıyor ve ben Duygu’yu karşılıyordum.Bu iş tam dört yıl aralıksız sürdü.Zorunlu gidememelerin dışında yağmur çamur demeden aynı saatte okulda bulunmaya özen gösterdim.Ancak beşinci sınıftan itibaren ara sıra bilinçli gitmeyerek çocuğun kendi kendine yetmesine yönelik özgüven kazanmasını amaçladım.Altıncı sınıfta ise ara sıra gitmeye devam ettim.
Mert iki yaşına kadar bizim gözetimimizde normal gelişimini sürdürdü.Biz bakımını yaptığımız süre içinde hiçbir anormal davranışına tanık olmadık.Çevre ile ilgileniyor,resimlere bakıyor ve ne yaptıklarını yorumlamaya çalışıyordu.İkinci yaşının içindeyken çok şiddetli bir hastalık geçirdi.Önce yavaştan başlayan kızartılar giderek tüm vücudunu sardı.Doktora götürdük “alerji” dedi.Bir takım ilaçlar verdi.Düzenli olarak ilaçları kullanmamız bir işe yaramadı.Durumu ağırlaştı.Doğruca tıp fakültesi hastanesine götürdük.Bayan bir doçente muayene ettirdik.Yatmasına karar verdi ve çocuğu hastaneye yatırdık.Yapılan tüm tedavilere rağmen Mert tanınmaz hale geldi.Gözleri kapandı,her tarafı şişti.Yüksek oranda kortizon tedavisine başladılar.Neredeyse çocuktan ümidimizi kesmek üzereydik.Korktuğumuz olmadı,bir haftadan sonra iyileşme belirtileri görülmeye başladı.On beş gün içinde tüm derisi kavlayıp pul pul döküldü.Sonunda savaşı Mert kazanmıştı.Ailece mutlu olduk.
Kızımız Emel’in doğumunda bulunmak üzere Antakya’ya gitme zorunluluğu çıkınca bir bakıcı bulunmasına karar verildi.Mert üçüncü yaşının içindeydi.Bin dokuz yüz doksan beş yılının ocak ayında Antakya’ya gitmemiz gerekiyordu.Biz gitmeden bir ay önceden bulunacak bakıcıya çocuğun alışmasını istedik.Zira her çocuk gibi Mert yabancılara kolayca yaklaşmıyordu.Bizim apartmanda oturan bir çocuklu bir bayanla anlaşıldı.Eşim ara sıra Mert’i bu bayanın evine götürerek,ara sıra da bizim eve çağırarak çocuğun bakıcıya alışmasını sağlamaya çalıştı.Biz gözümüz arkada kalmadan gönül rahatlığı ile Antalya’dan ayrıldık.Ancak bizim ayrılmamızın üzerinden bir hafta geçmeden bakıcı kadın çocuğa bakmaktan vazgeçmiş.Başka birini bulmuşlar,ancak Mert bir yabancıya alışmakta çok zorlanan bir yapıda olduğu için birkaç gün boyunca akşamlara kadar ağlamış.Bu yüzden o bakıcı da bakmaktan vazgeçmiş.Bunun üzerine bir kreşe vermişler.Orada da yaklaşık bir ay boyunca ağlamış ve hep, “babaannemi istiyorum” demiş.Sonunda az çok alışmış ama oradaki çocuklarla kaynaşamamış.Üç dört ay sonra Antalya’ya geri döndüğümüzde Mert’in bambaşka bir çocuk olduğunu gördük.Davranışları değişmiş,hırçınlaşmış ve akranlarından geride davranışlar sergileyen bir çocuk haline gelmişti.Çevreye ve kendi yaşındaki çocuklara olan ilgisi yok denecek kadar azalmıştı;anlamsız kelimeler kullanmaya ve istenmeyen hareketler yapmaya başlamıştı.Bu durumuna çok üzüldük.Bu sorunlarının neden kaynaklandığını öğrenmek üzere götürdüğümüz doktor Mert’e otizm teşhisi koydu ve bir özel eğitim okulunda eğitilmesinin gerekli olduğunu söyledi.Bu olay tüm ailemize balyoz etkisi yaptı.Gelecek günlerin bize çok acılar yaşatacağı endişesine kapılmaktan kendimizi alıkoyamadık.Endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu geçen günler,aylar ve yıllar içinde daha iyi anladık.Mert gerçekten özel eğitime muhtaç bir çocuk olup çıkmıştı.Aşırı derecede hareketli davranışlarda bulunuyor,kanepe ve koltukların tepelerinde gezerken hep kendi iç dünyasında yaşıyordu.Yaklaşan akranlarına karşı tamamen ilgisizdi.Kendi kendine oynuyor,dönen nesnelere karşı aşırı bir ilgi gösteriyor,söylenenlere asla dikkat etmiyordu.Tek ilgi alanı arabalardı.Gördüğü tüm arabaların markalarını biliyordu.Gece gündüz elinde taşıdığı oyuncak arabaları asla bırakmıyordu.Uzmanların yönlendirmeleri doğrultusunda özel eğitime göndermekten başka bir çözüm yolu görünmüyordu.Özel eğitime başladı.
Emekli olduğum bin dokuz yüz doksan beş yılından itibaren Zile’deki evimize sadece yaz aylarında gidebiliyorduk.Evimizin eşyalarını toplamadan oldukları yerde üzerlerine örtüler serdikten sonra ayrılıyor,ertesi yaza kadar da dönemiyorduk.Bir yıl Ankara’da,bir yıl Samsun’da kaldıktan sonra kızım Emel’in atamasının yapıldığı Adıyaman’da yaklaşık dört yıl kaldık.Daha sonra gene Emel’le birlikte Aydın’a geldik.Aydına geldiğimiz iki bin bir yılının kasım ayında Antalya’dan daire almıştık.Amacımız kışları Antalya’da yaz aylarında ise benim çok sevdiğim ve kalmayı özlemle beklediğim Zile’deki evimizde geçirmeyi planlamıştık.Zile’deki evi yapmakta çok zorlandığımızın öyküsünü daha önce anlatmıştım.İçerisinde kendi emeğimiz ve boğazımızdan, giyimimizden keserek biriktirdiğimiz paranın üzerine on beş yıllık bir borçlanmayı göze alarak çektiğimiz krediyi ekleyerek yaptırdığımız bu ev benim için çok değerliydi ve yaşadığım anların içerisinde en mutlu ve huzurlu olduğum yerlerin başlarındaydı.Yaz mevsimi boyunca bahçemle uğraşmak,ağaçlara,güllere,asmalara bakmak ve onlara çekidüzen vermekten büyük zevk alıyordum.Gelişip serpilen çeşit çeşit meyve ağaçlarının bakımı bana mutluluk veriyordu.Ağaçların gölgesine yerleştirdiğimiz iki demir sedir üzerinde akşamlara kadar zaman geçirmekten bana daha fazla zevk veren bir ortam yok gibiydi.Kızım Emel’in evlenmesine kadar zorunlu olarak yanında bulunmamız dışında hep o evde olmak istiyordum.Ne yazık ki eşim benimle ev konusunda aynı fikirde değildi.O her fırsatta burayı satıp kaloriferli bir daire almaktan yana olduğunu söylüyordu.Bahçenin bakımının tamamı bana ait olmasına ve benim bu durumdan en küçük bir şikayetim olmamasına karşın evin çevresine biriken yapraklardan,topraktan kendiliğinden çıkan otların varlığından sızlanıp duruyordu.Ona göre bahçeli evin temizliği çok zormuş.Durmadan merdivenleri ve tretuvarları yıkamak zorunda kalıyormuş.Oysa bu işleri de çoğunlukla ben yapıyordum.Aslında eşimin sıkıntısı bahçe ya da müstakil ev konusundan kaynaklanmıyordu da O, bunları ön plana çıkarıyordu.O’nun asıl sıkıntısı evimizin çevresinde bulunan komşulardan hiç biri ile yakın bir komşuluk ilişkilerinin kurulamamasıydı.Komşularla gerçekten de aradığımız sıcak ilişkileri bir türlü kuramıyorduk;çünkü bize göre çok önemli olmasa da komşularımız bizimle kendi aralarında sosyal,kültürel ve ekonomik bir farklılık olduğu düşüncesinden kaynaklandığına inandığımız araya bir mesafe koyma tavrı içindeydiler.Onların bizimle ortak konuları olabileceğinden ya habersizdiler ya da öyle sanıyorlardı.Yaz mevsimi boyunca eşim arkadaş bulmakta zorlandığı için apartman yaşamına özlem duyuyordu.O’na göre apartmanlarda nasıl olsa kendi ile arkadaşlık kurabilecek bayanlar bulunacaktı.Arkadaş canlısı ve dışa dönük yapısı bu düşündüklerinin gerçekleşmesi konusunda kuşku bırakmıyordu.Oysa ben fazla konuşmayı sevmeyen,boş konular üzerinde fikir üretmekten hoşlanmıyordum.Gevezelik bana göre olmadığı gibi boş lafları dinlemekten de nefret ediyordum.Bunların yerine kitap, gazete okumayı,günlük tutmayı,öykü ve anı yazmayı,bahçe ile uğraşmayı seviyordum.Evlendiğimiz günden bu yana geçen sayıları kırka dayanan yıllar içerisinde eşimle çok az konuda ters düştüğümüz olmuştur.Birbirimizi nişanlandığımız ve evlendiğimiz ilk günkü kadar sever sayarız.Ancak arkadaşlıklar ve yaşanacak mekan konusunda bu kez ciddi olarak farklı düşünüyorduk.Müstakil evde yaşamaktan sıkılan eşimdi.Ben de artık bu konuda tereddütler içine girmiştim.Çok sevdiğim bahçemin bakımlarını zamanında yapamıyordum.Otunu çöpünü alamadığım gibi ağaçların budama ve ilaçlama zamanında da bulunamıyordum.Her yıl evin bakımı için bir miktar masraflarda bulunmak zorundaydık.Bu durumları değerlendirdiğimde ben de evin satılmasından yana tavır aldım.Bu yüzden iki bin yedi yılı kış mevsiminde eşimle birlikte kesin bir karar aldık.O yaz mevsimi içinde evi satmaya çalışacaktık.Tam bu kararı aldığımız günlerde bu konuda bir gelişme yaşadık.
Oğlum Kadir’in bacanağı Emin Akbaş İstanbul’da sanayici idi.Daha önceden tanışıklığımız vardı.Hem Kadir’in hem de Bahtiyar’ın düğünlerinde bulunmuş,ayrıca Bahtiyar yaklaşık bir yıl süreyle O’nun iş yerinde çalışmıştı.Bende bıraktığı izlenim çalışkan,insana değer veren, saygılı ve dışa dönük bir yapısı olduğu şeklindeydi.Emin bir gün telefonla Zile’deki evi satmayı düşünürsem babası ile annesinin kalması için evi almaya istekli olduğunu söyledi.Ben zaten evi satmaya karar verdiğimizi söyleyince fiyat sordu. Eşya ile birlikte seksen bin,eşyasız yetmiş beş bin lira istediğimi söyledim.Çok üstelemedi ama “seninle anlaşabiliriz hocam” dedi.Bu konuşma üzerine bir daha da bu ev konusu açılmadı.
Yaz başlarında eşimle Zile’ye gittik.Bahçede otlar adam boyu olmuş,ağaçların dallarını kezbi zararlısı işgal etmişti.Güller budanmadığı için birer çalı görünümündeydiler.Her yıl yaptığım gibi hızlı bir tempoda çalışarak kısa sürede bahçeme çeki düzen verdim.Otları temizledim,ağaçları ilaçladım,gülleri ve bazı asmaları budadım.Bu arada kış mevsiminde eşimle birlikte aldığımız evi satma kararı doğrultusunda kapımızın önündeki telefon direğine satılık levhası astım.Ayrıca birkaç iş yerine de satış ilanları bıraktım.Her gün müşteriler gelmeye başladılar.Ben evimin fiyatını düşürmek niyetinde değildim.Gelen müşteriler benim evin özelliklerini bildikleri halde çevrede çok düşük fiyatlara satılan evleri göz önüne alarak istediğim fiyatı yüksek buluyorlardı.Onların yüksek bulmalarını önemsemiyordum,zira evimin değerini en iyi ben biliyordum.Temel sağlamlığı ile,temelden tavana kadar kullandığım en kaliteli malzemelerin varlığı ile, planı ve bahçesi ile çevrede tektendi.Sokaktan geçenlerin imreni ile baktıklarına çok sık tanık oluyordum.Herkes evini kaça satarsa satsın ben istediğim fiyatın az bile olduğunu düşünüyordum.Satmak için acelemiz yoktu.Ne zaman evin değerini bilen ve alım gücü yeterli bir müşteri çıkarsa o zaman satacaktım.Ne yazık ki tam o sırada yaşamımızı alt üst eden ve bundan sonra asla o günden öncesinin huzur ve sağlıklı güven ortamını bulamayacağımız, hayatımızın en büyük travmasıyla yıkıldık.
Bir gün akşam üzeri saat on yedi civarında eşimle içeride otururken televizyonun üzerinde duran telefonuma bir mesaj geldi.Kalkıp telefona gelen mesaja bir göz attım.Mesaj oğlum Kadir’dendi.Hiçbir anne babanın karşılaşmasını asla istemeyeceğim mesajda,“baba hakkınızı helal edin.Oynadığım iddiada ödeyemeyeceğim kadar borçlandım ve yolun sonuna geldim.Çocuklarım sana emanet.Borçlarımı sigorta şirketleri karşılar.”yazılıydı. Gözlerim karardı, beynim uyuştu,kulaklarım uğultudan hiç bir ses duymaz oldu.Ayakta duramayacağımı anlayınca koltuğa doğru ilerlemeye çalışırken eşim benim durumumu anlamış olmalı ki “ne oldu,ne var?” derken düşmemi önlemek üzere koluma sarıldığını hayal meyal hissettim. Ağzımdan tek bir sözcük çıkıyordu. “Oğlum,oğlum,Kadir’im, sen ne yaptın oğlum, sen ne yaptın?” Bu mesajı okur okumaz aklıma ilk gelen şey oğlumun kendi canına kıymış olabileceği idi.Bir an önce oğluma ulaşabilmek için telefondaki numarasını bulmaya çalışıyordum ama gözüm numarayı değil elimdeki telefonu bile görmüyordu. “Kadir,Kadir,Kadir’i ara,Kadir’i ara…”Azımdan sadece bu cümleler dökülüyordu.Eşim henüz ne olduğunu anlayamamış, “Bilal ne var ne olmuş Kadir’e” derken elimden telefonu aldı ve Kadir’i aradı.Telefonuna ulaşılamıyordu.Ev telefonuna da cevap veren yoktu.Gelinimiz Kadriye’nin telefonuna da ulaşılamadığını görünce düşündüklerimin gerçek olabileceği kuşkusu beni yıktı,oturduğum kanepenin üzerine yığıldım.Eşi kardeşlerine ve gelinin babası Durmuş’a telefon etmiş.Komşulardan en yakın olan Mustafa Pamuk’ları çağırmış.Kendime geldiğimde ev tıklım tıklım adam doluydu.Eşim elinde tansiyon aleti ile tansiyonumu ölçmeye çalışıyordu.Elbisemin ıslaklığından elime yüzüme su sürülmüş olduğunu anladım.Herkes meraklı gözlerle bana bakıyor ve ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyordu.Ben olayın duyulmasını istemiyordum.Önce gerçekleri benim öğrenmem lazımdı.Kadir’e ve eşine ulaşamayınca Miyase’ye, en yakın komşumuz Muharrem Bey’leri aramasını ve Kadir’in evine giderek bize bir haber vermesini istedim.Zeynep Hanım’ı aradı.Aradan çok geçmeden Zeynep Hanım Kadir’in çarşıda,eşinin evde olduğunu ve anormal bir durum olmadığını söylemiş.Kayınbirader Nurettin,Antalya’da oturan bacanağımı aramış ve Kadir’le ilgilenmesini söylemiş.Ben Bahtiyar’ı aradım ve hemen Antalya’ya gitmesini, abisinin çok zor durumda olduğunu ağlayarak anlattım.Bahtiyar o akşam ilk uçakla Antalya’ya hareket etti.Daha sonra büyük kayınbiraderin kızı Nural’ı aradık ve hemen Kadir’lere gitmesini istedik.Yarım saat sonra Kadir’in telefonuna ulaşabildik.Telefonda sesini duyduğumda dünyalar benim oldu.Artık en büyük korkuyu geride bırakmıştım.Şimdi onu yanlış bir işe yeltenmekten alıkoymak için tüm ikna becerimi kullanarak, her ne yapmış olursa olsun arkasında olduğumu ve her konum ve koşulda kendisini desteklediğimi hissettirecek şekilde konuşmam gerektiğini düşündüm.Hiç bir serzenişte bulunmadan her ne kadar borçlanmış olursa olsun hiç önemi olmadığını ve bizim bu borcu ödeyebileceğimizi,yeter ki evine,çoluk çocuğuna sahip çıkmasını anlattım.Borcunun altmış yetmiş bin lira olduğunu ve bunu ödemesinin mümkün olmadığını söyleyerek ağlıyordu.Morali sıfıra inmişti. “Oğlum borcu kesinlikle düşünme,canın sağ olsun.Evi zaten satılığa çıkarmıştık.Evi de arabayı da satar borcunu öderiz,sen sakin ol. Evine dön ve başka şey düşünme” dedim.O sırada evinin dışında bir yerlerde,ne yapacağını bilemez bir halde dolaşmakta olduğu anlaşılıyordu.Ağzımın kurumasına,dilimin sürçmesine ve beynimin uyuşmasına aldırmadan oğluma moral vermeye çalışıyordum.Bu arada Bahtiyar’ın Antalya’ya ulaştığını öğrendim. “Derhal abini bul ve yanından ayrılma” dedim.Nural da onların evlerinde olduğunu ve merak etmememiz gerektiğini söyledi.Artık bir saat öncesi kadar sıkıntıda değildim.Oğlumun hayatta olduğunu öğrenmiştim ya başka hiçbir şeyin önemi yoktu.Ne olduğunu bilmeden büyük bir felaketin eşiğinden döndüğümüzü sezinleyen komşular beni teselli etmeye çalışırlarken tüm ısrarlarına rağmen konuyu açıklamadım.Biraz zaman kazanmak ve işin aslını tam olarak öğrendikten sonra durumu açıklamamızın daha doğru olacağına inanıyordum.Gece geç saatlere kadar oturan hısım akraba gitmek üzere izin istediklerinde az da olsa rahatlamıştım.Tüm benliğimi manevi değerlerimize çevirdim ve bir daha bize böyle bir gün yaşatmamaları dileğinde bulundum.
O gecenin sabahından itibaren bu güne kadar yaşadıklarımız ile bundan sonra yaşayacaklarımızın asla birbirine benzemeyeceğini kesin olarak anladım.Şimdi önümüzdeki günlerde en önemli konu bir an önce evimizin satılması ve Kadir’in borçlarının ödenmesi olacak ve biz bir daha asla geçmişte ara sıra yakaladığımız mutluluk ve huzur dolu günleri göremeyecektik.Bu karamsar ama gerçekçi düşünce bile oğlum ve ailesinin mutluluğuna feda edemeyeceğimiz hiçbir şey olamayacağı bilincimizi yok edemiyordu.
Bahtiyar’ın derhal Antalya’ya gitmesi,bacanağın ve Nural’ın Kadir’in yanında bulunması karşılaşabileceğimiz ve telafisi mümkün olamayacak bir takım olayların yaşanmasına engel olabilmişti.Şimdi borcu ödemek ve oğlumun aile ortamının yeniden düzene girmesini sağlamak için bir an önce evi satmamız gerekiyordu.Artık gelen müşterilere daha uygun fiyat söylemem gerektiğini anladım.Seksen bin lira ısrarından vazgeçerek bu durum karşısında elli bin liraya kadar evi satma kararı aldım.
İki yıl önce daha çok oğlum Kadir’in kullanmasını düşünerek, iki bin dört model sıfır sayılabilecek lada marka bir araba almıştım.Evlerini satın alma sırasında kendi arabasını satmış olduğu ve uzunca bir süre araba alabilecek maddi olanağa kavuşamayacakları inancıyla aldığım arabayı tamamen onların kullanımına bırakmıştım.Ben zaten çok fazla araba kullanmaktan zevk almıyordum.Zorunlu olmadıkça arabaya binmiyordum bile.Sadece pazara giderken ve hastaneye gitmemiz gerektiğinde arabayı alıyordum.Diğer zamanlarda araba tamamen Kadir’e aitti ve onların site alanında kalıyordu.Ortaya çıkan bu koşullarda öncelikle arabayı satmamız gerektiğini düşündüm.Zira ev satılması gecikebilirdi.En azından arabanın satılması ile ele geçen para ile iki üç ay gibi bir zaman kazanabilirdik.Bacanağı arayarak arabanın satılması konusunda Kadir’e yardımcı olmasını istedim.Bir hafta sonra,dokuz on bin lira bile edecek olan arabayı sekiz bin dört yüz liraya sattıklarını söylediler.Ben gerekirse arabayı yedi bin liraya kadar verebileceklerini söylemiştim.Bunu duymak bizi bir ölçüde rahatlattı.
Evin satışını hızlandırmak için Zile yerel televizyonuna reklam verdim.Her gün alt yazı ile benim evin satış duyurusu yapılıyordu.Çok sayıda kişi evin özelliklerini beğeniyor ve almak üzere telefon ediyordu.Bizim evin satılma zorluğunun nedeni büyük ölçüde bulunduğu mahalle ve semtten kaynaklanıyordu.Zile’nin eskiden beri süregelen bir alevi Sünni olayı vardı.Bu iki farklı inanç mensupları genellikle kendi bölgelerinde oturmayı tercih ettikleri için resmen olmasa da şehir alevi ve Sünni bölgeleri olarak fiilen ikiye bölünmüştü.Biz de ev yaparken bu kurala uymuş ve evimizi Alevilerin bölgesine yapmıştık.Evin özelliklerine bayılan bir çok müşteri bulunduğu yerden dolayı almaktan vazgeçiyordu.Bunu açıkça söylemiyorlardı ama telefonda konuşmaya “selamünaleyküm” diye başlayan tüm müşteriler evin yerini tam olarak öğrendikten sonra bir daha aramıyorlardı.Günde en az beş altı belki daha fazla arayan olduğu halde evin satılması gecikiyordu.Bu arada arabanın satışından elde edilen para iki aylık borç taksitini karşılamaya ancak yetiyordu.Günler hızla geçiyor ve evi bir türlü satamıyorduk.Bu durum zaten sıfır olan moralimizi hepten bozuyordu.
Çok bunalımlı geçen bir gecenin sabahında eşim, birkaç gündür biriken mutfak çöplerini sokaktaki çöp bidonuna dökmek üzere dışarı çıktığında hoş bir durumla karşılaşmış.Çöpü döktükten sonra geri döndüğünde yaşlı ve sakallı bir kişi ile genç birinin yoldan geçip gitmekte olduklarını görmüş.Yaşlı adamı ölen babasına benzetmiş ve arkalarından seslenmiş. “Emmi,emmi dur hele,sen nerelisin?” diye sormuş.Yolcular geri dönmüş ve yaşlı adam güler bir yüzle “Çiftlikliyiz kızım” deyince eşim o kişinin kim olduğunu anımsamış.Bu Çiftlik köyünden bizim ailece mürşidimiz olan Ali Baba’nın oğlu İbiş Dede’miş. Eşim hemen İbiş Baba’nın boynuna sarılmış.“Dedem,bizi görmeden,bize uğramadan nereye gidiyorsun?Ben Ağcakeçili Köyünden Hüseyin Baba’nın kızıyım,buyur bir çayımızı kahvemizi iç.Şurası bizim ev buyur,”Demiş.Genç adam işi olduğunu söyleyerek izin istemiş ve yanlarından ayrılıp gitmiş.İbiş Baba eşimle birlikte eve geldiler.Bir süredir kayınvalide de bizimle birlikte kalıyordu.Hep birlikte hal hatır sorarak sohbete başladık.İbiş Baba bizim için manevi değeri çok büyük olan bir büyüğümüzdü.Babası Ali Baba,babamın ve kayınpederin de içlerinde yer almış olduğu tasavvufi bir yolun mürşidiymiş.Bin dokuz yüz kırk ikide vefat ettiğinden elbette bizim onu tanıma fırsatımız olmadı.Ancak onunla yıllarca beraber olan,birlikte yol süren aile fertlerimizin anlattıklarından Ali Baba’ya sonsuz bir saygı ve sevgi besliyorduk.O’nu tanıyan herkes Ali Baba’nın erişmiş bir veli olduğu konusunda hemfikirdi.Biz de anlatılan menkıbeleri dinleyince en az anlatanlar kadar Ali Baba’ya inanıyor ve saygı sevgi ile anıyorduk.Ayrıca Ali Baba’nın eşi Yörük Ana’yı tanıma mutluluğuna erişmiş ve birkaç kez O’nu evimizde ağırlama onuruna ermiştik.Yörük Ana’da bizim için ermiş bir kişi idi.Şimdi evimize konuk olan ve daha önceden de tanıdığımız İbiş Baba, işte bu ermişlerin oğluydu ve bizim sonsuz saygı duyduğumuz bir kişiydi.
Kısa bir hal hatırdan sonra İbiş Baba, rüyasında kendilerine yakın olan birilerinin zorda olduğu ve yardıma gereksinim duyduklarına dair bir şeyler gördüğünü ama tam olarak bunların bizim aile olduğunu anlayamadığını söylüyordu.Bizim iki aydır çektiğimiz sıkıntıları anlattık.Engin tasavvufi yol bilgisi,derin sevgi ve hoşgörülü yaşam felsefesi ile anlattıkları bir anda bizi rahatlattı.İnsanı rahatlatan öyle ibretlik olaylar anlatıyordu ki biz derdimizi unuttuk gittik.Sanki iki aydır boşuna üzülüyormuşuz gibi geldi.Evin,borcun önemi kalmadı.Sağlık her şeyden önce geliyordu.Bu gün sahibi olduğumuz bu evin ve bu mekanın aslında biz kiracılarıydık. ‘Bu ev sizin mi?’ diye sordu. Ben “evet” deyince, “hayır,evin kulanım sırası sizin,dünyada hiçbir mal ve mülk sonsuza kadar aynı kişilerin olamaz.Bir düşünün asırlar öncesini;buralar acaba kimindi,elli yıl sonra kimlerin olacak?O yüzden sakın ola ki herhangi bir dünya malına fazla meyil vermeyin ve kendinizi ona bağlamayın.Siz sadece kullanım sırasını elde etmiş kişilersiniz.Bir malı kaybetmek karşısında bunları düşünün ve sağlığınızı bozacak ölçülerde üzüntülere saplanmayın.” Dedi.
Bu anlatımlar içimize ışık saldı ve anlattıklarının ne derece doğru şeyler olduğunu anladık.Artık eskisi kadar üzülmeyecektik.Kendisini buraya gönderen iradeye binlerce teşekkür ettik.
O gün ve gece bizde kaldı.Antalya’ya telefon ettik.Oğlum Kadir ve eşi ile konuştu.Kadir bizim gibi İbiş Baba’ya sonsuz bir saygı duyuyor ve her sözünü kuran ayeti gibi saygı ile dinliyordu.Ama eşi bu konuşmaların bizim tarafımızdan hazırlandığını söyleyerek her zamanki inkarcılığını dile getirmiş.Evrahı bozuk olanlar gerçeklerin sözünden ne anlar?İbiş Baba’nın gelmesi ile biz gün ışığına çıkarak yeniden yaşamaya başladık.
Biz bir an önce evi satıp borcu ödeme telaşına düşmüşken Antalya’dan hiç de hoş olmayan haberler alıyorduk.Gelinimiz Kadriye,oğlumun yaptığı yanlışlıktan ötürü boşanmak istediğini ısrarla belirterek Kadir’i tekrar bir bunalıma sürüklemeye çalışıyormuş.Emin Akbaş’la evli olan İstanbul’daki ablasının da Antalya’ya gelerek kız kardeşini körüklüyor olmasından büyük endişe duyuyorduk.Biz borcu üstlenerek oğlumun aile ocağını canlandırma yolunda elimizden geleni ortaya koymaya çalışırken gelinin ablası ile Zile’de oturan anne babasından en küçük olumlu bir tavır ya da söz duymak mümkün değildi.Durmadan oğlumun hatasından bahsederek bunun bağışlanamaz bir olay olduğunu dillendiriyorlardı.Bunun üzerine bir sabah gelinin babasını çağırarak baş başa uzun bir görüşme yaptım.Oğlumun çok büyük bir yanlış yapmış olduğunu ama bunun telafi edilmesini ailece ben ve eşimin yüklendiğimizi, bu durumda kızlarının daha mantıklı düşünerek oğlumdan boşanacağı ısrarından vazgeçmesi için onu uyarmaları ve ikna etmeleri gerektiğini anlattım.Ben evimi ve arabamı satarak bu borcu ödemeyi üstlendiğime göre kızlarının bu kadar hiddet göstermesinin ve evliliklerine karşı olumsuz bir tavır almasının anlamsız olduğunu söyledim.Babası beni dinlerken sanki kendisinin de benimle aynı düşünceleri paylaştığı izlenimi verdi.Ancak büyük kızının gelinimize olumlu uyarılarda bulunmadığı kesindi;zira evliliklerinin devamını oğlum Kadir’in üzerine olan evlerinin mülkiyetini kendisine devretme koşuluna bağlama alçaklığına taşıması yaşadığımız bu ortamda anlaşılabilir bir tutum ve davranış değildi.Sanki mülkiyeti oğlumun üzerine olan kendi evleri bir sorunmuş gibi ısrarla bu isteğini sürdürüyordu.Gelin hanıma göre bizim iyi niyetimizin,yaptığımız bunca fedakarlığın zerre kadar önemi yoktu.Biri ileri derecede zekalı ve başarılı,diğeri özel eğitime muhtaç olacak kadar bir aile ortamına muhtaç olan iki çocuklarının geleceği de önemli değildi.Tek derdi mülkiyeti Kadir’in üzerine olan evin mülkiyetinin kendisine verilmesiydi.Aslında normal koşullarda bu isteğini anlayışla karşılayabilirdik.Zaten son kabul edilen yasaya göre, evli çiftlerin evlilik süresi içinde edindikleri gayri mülkler, mülkiyeti kimin üzerinde olursa olsun,aralarında özel bir anlaşma yapmadılarsa, her ikisine ait oluyordu.Bu durumda evin kimin üzerinde kayıtlı olmasının ne önemi olabilirdi?Kaldı ki oğlum hiçbir zaman,hatta boşanma noktasına gelseler bile evi eşinden kaçırma gibi bir düşünceye asla sahip olacak bir kişilikte değildi.Ama bunu herkese anlatabilir ve herkese kabul ettirebilirdik de gelinimize asla kabul ettiremeyeceğimiz kesindi.Nitekim gelinin şiddetle aynı ısrarlı tutumu karşısında oğluma evi eşinin üzerine devretmesini söyledim ve hiç itiraz etmeden verdi.Böylece evliliklerinin tehlikeye girmesini önlemiş olduk.Düşünüyorum da, bu kadar maddi ve manevi zorluklar içinde geçirilen bir ortamda,canımız ve malımızı ortaya koyarak, oğlum ve oğlumun aile yaşamını kurtarmaya çalışırken, dünyada kaç aklı kısa ve vicdan sahibi insan, gelinimizin bu durumdan yararlanmayı bir fırsat saymaya uğraşması kadar seviyesizleşebilir?Ama bunu idrak edebilecek zeka ve vicdanı olmayanlardan da her koşul ve her durumda böyle çıkar ataklarının olabileceğini yaşayarak öğrenmiş olduk.
Bu acı olayın üzerinden bir buçuk ay geçmiş olmasına rağmen evi satamamış olmamız beni çok üzüyor ve karamsarlığa sürüklüyordu.Bir kaç kez müşterilerle fiyat ve ödeme konusunda anlaşmaya varmamıza rağmen satın almaktan vazgeçenler oldu.Bir tanesi evi yetmiş bin lira bedelle kesin kes alacağını, bunun için dairesini satılığa çıkardığını söyledi.Kaparo vermediği için biz satılık levhasını elbette çıkarmadık.Bir başkası altmış beş bine alabileceğini bunun için on beş gün süre tanımamızı istedi.Biz buna da olumlu bakıyorduk ama gene kaparo vermediği için gelen müşterilerle pazarlığa devam ettik.Bu sırada bizi hiç beklemediğimiz,ummadığımız bir başka olay ve kişi uğraştırmaya başladı.Bu kişi dünürümüzdü.Yani Antalya’da oğlumla boşanma noktasına kadar gelen gelinimizin babası.Ara sıra yanımıza uğruyor,evin gölgesine yerleştirdiğimiz sedirler üzerinde otururken, beni teselli etmeye çalışan bir tavır sergiliyordu.İyi niyetli bu yaklaşımını görünce yüreği yanan bir insan olarak, ona içimi dökmeye ve bu işten bir an önce kurtulabilmek için gerekirse, evin fiyatını altmış bine, hatta elli bine kadar geri çekebileceğimi ve kırk bin lira peşinat verecek olan birisine geri kalanını da birkaç ay sonraya bırakarak,ödemede kolaylık sağlayabileceğimi söylüyordum.Ertesi gün dünür tekrar gelip elimi tutuyor ve” evi altmış bine ben alıyorum.Ben diğer müşteriler gibi fiyat verip geri durmam.Kırk bin lira peşin,geri kalanı da dört ay sonraya, en geç aralıkta ödemek koşuluyla evi bize ver.Sözüm söz,tut elimi hayırlaşalım,” diyordu.Yüzüne dikkatle bakıyordum ve içimden “acaba beni mi sınıyor?” diyordum.Çünkü dünürün benim evi alacak beş parasının olmadığını biliyordum.Babasının sağ olduğu ve içki içip kötü arkadaşlıklar edinen oğlunu kollayıp gözettiği zamanlarda ve kendisi bakkallık yapmakta iken, yaklaşık yirmiye yakın arsaları,çok sayıda tarlaları,iki adet bağları ile bankada en az üç dört tane sıfır traktör alabilecek kadar paralarının olduğunu da gayet iyi hatırlıyordum.Ancak gene yaşadığım için biliyordum ki, babası öldükten sonra dünür Durmuş,ticari konularda giriştiği her ortaklık sonunda servetinin yarısını kaybederek çok kısa zamanda tüm mallarını ve parasını bitirmiş, meteliğe kurşun atar duruma gelmişti.Şu an oturduğu, her adımda temelden tavana kadar sallanan ahşap ve daracık evi bile güçlükle alabilmişti.Öyle olmasaydı,kızı oğlumla evlenirken, bağ-kur primini ödemek için kızının iki yıl süre ile maaşını kendisine vermelerini ister miydi?Şimdi tek geliri aldığı yaklaşık altı yüz liralık emekli aylığı idi.Bu durumda benim evi nasıl ve ne ile alacaktı?Ben bunları çok iyi bilen biri olarak onu gene de kırmamak için, “tamam Durmuş abi,başkası alacağına benim evi sen al.Böylece bu evde gene benim torunlarım oturur,” diyordum.Sonra evin parasını nasıl temin edeceğini açıklamaya çalışıyordu. “Evimize müşteri var,en az otuz bin oradan gelecek,on beş bin de bacımın oğlu Ahmet verecek,geri kalanı da kızım Nurgül gönderecek.Böylece hiç zorlanmadan alabileceğiz.” Bu masallara inanmam mümkün değildi.Evini satacakmış da,yeğeni ile evli kızı yardım edecekmiş de bizim evi alarak beni borçtan kurtaracakmış.Bu bana Nasrettin Hoca’nın borç ödeme öyküsünü anımsatıyordu.Hani borçlu alacağını istediği zaman Hoca, “tamam komşu bu kez sözüm söz.Sana olan borcumu nasıl ödeyeceğimin yolunu buldum.Şu yolun kıyısına dikenli tel çekeceğim.Oradan geçen koyun sürülerinin yünleri o tellere takılacak,onları toplayarak satacağım ve sana olan borcumu ödeyeceğim.” Deyince alacaklı acı acı gülmüş. Hoca, “gördün mü komşu,” demiş, “peşin parayı duyunca nasıl da gülüyorsun?” Bizim dünürün benim evi ev alma işi aynı buna benzemiyor mu? Her şeye rağmen, “peki” diyordum ama alamayacağından kesin emindim.Ertesi gün eşi telefon ediyordu. “Hoca kusura bakma,bizim herif seninle ev pazarlığı yapmış ama biz alamıyoruz.”
Bu olay tam üç defa tekrar tekrar yaşandı.Her defasında ödeme planı değişiyor,iş daha da karmaşık oluyordu.En sonunda dayanamadım ve “Bak Durmuş abi,sana alacak ev mi yok?Bizim eve müşteri olmayı bırak.Şu an senin ev alım gücün yok, benim de bekleme zamanım.Başka evlere bak.” Dedim.Bunlardan sonra sesi kesildi ama sonradan ne Ali Cengiz oyunları oynadıklarını duyunca ne dünürlüğümüzün tadı kaldı, ne de dostluğumuzun.Bunları sırası gelmişken kısa da olsa anlatmak isterim.
Oğlum Kadir’in bacanağı Emin Bey,şubat ayında benimle ev konusunu konuştuktan bir süre sonra oğluma, “biz babanın evini aldık kabul ediyoruz,satılığa çıkarmasın.” Demiş.Biz bu söz üzerine Zile’ye gidince derhal bizimle temasa geçerek evi alacaklarını sanıyorduk.Onlar ne bizi aradılar,ne de evi sordular.Bu durumda eve zorunlu olarak satış ilanı verdik.Durup dururken “gelin bizim evi alın” diyemezdik.Alacak olan gelir ve pazarlık yapardı.Onlardan hiç ses çıkmayınca evi almaktan vazgeçtiklerini düşündük.Oysa bizim evi satışa çıkardığımız günlerde ne dolaplar döndüğünü çok geç öğrendik.
Kış boyu oğullarının yanında kalan Emin’in babası ile annesi,bizim Zile’ye geldiğimiz tarihlere yakın bir zamanda Zile’ye gelmişler.Bizim dünürler aynı zamanda onlarla da dünür oldukları için Selim abiye “hoş geldin” ziyaretine gitmişler.Ve o gün bizim evin satılması konusu gündeme gelince,tüm ikna yeteneklerini kullanarak,adamları bizim evi almaktan vazgeçirmeye çalışmışlar.Bizim evin ne çürüklüğü kalmış ne de plansızlığı.Üstelik istediğimiz fiyat da çok çok fazlaymış.Bizim istediğimiz parayla iki katlı çok güzel evler almak mümkünmüş.Bunu duyan Emin’in babası evimizi almaktan vazgeçmiş.Bunları bizim ev satıldıktan ve tapusu verildikten sonra, bir düğünde eşimle karşılaşan Emin’in annesi anlatmış.Hatta bize kırıldığını,neden evi satma konusunda kendilerini haberdar etmediğimizi sormuş.Şu mantığa bakar mısınız?Biz evimizin satış ilanını televizyondan bile vermişken neden kendilerine özel olarak haber vermediğimiz için bizi suçlayabiliyorlar.Hem satış ilanından haberleri olduğunu ve kendilerini dünürleri Durmuş ile eşinin vazgeçirdiğini anlatıyorlar hem de neden haber vermediniz diye sorabiliyorlardı.Tutarsızlık ancak bu kadar olurdu.Aslında elbette haberleri vardı.Hatta kimsenin haberi olmadığı şubat ayında benimle ev pazarlığı yapan kendi oğullarıydı.Anlattıkları gibi bir nedenle almaktan vazgeçtiler ama ucu oğullarına ve gelinlerine dokununca bir yerleri acıdığı için mağdur rolü oynamaya başladılar.Buradan satış konusuna geri dönelim.
Çok sayıda müşteri çıktığı halde evin satılamaması bizim moralimizi bozuyordu.En az beş tane müşteri hem evi beğendi hem de fiyatı uygun buldu.Kısa bir süre sonra kesin kararlarını vererek tekrar bize döneceklerini söyleyerek yanımızdan ayrılanların hepsi bir daha yanımıza uğramadı.Bunun bir nedeni olmalıydı.Gelenler deli divane değillerdi ya.Evi beğendikleri ve fiyatı uygun bulduklarına göre onları ev almaktan vazgeçiren bir neden olmalıydı.Bu ne olabilirdi?Biz çok saf,çok iyi niyetli insanlarız.Kimseyi suçlamak gibi bir yanlışlık yapmamaya özen gösteriyorduk.Ama ne yazık ki gene evin satışından sonra öğrendik ki satışı engelleyen bizim dünür Durmuş ile eşiymiş.Bizimle anlaşmaya varmak üzere olan alıcıları bir şekilde vazgeçirmişler.Amaçları evi kendilerinin almalarıymış.Evi herhangi bir şekilde kendilerinin alabilecekleri uygun bir çözüm bulana kadar evin satışına engel olmaya çalışmaktaymışlar.Biz her gün eşimle kanlı gözyaşları dökerek bir an önce evi satarak oğlumuzun düştüğü zor durumdan kurtarılması ve dolayısı ile aile ocağının dimdik ayakta kalabilmesi için gece uykularını yitirmiş bir durumda çalışmaktayken, bize en çok yardımcı olması gereken dünürler, akıl almaz dolaplar çevirdikleri için,yaşadığımız bu cehennem azabını uzun bir süre daha çekmek zorunda bırakılmışız.Ne yazık ki bu kara düşünceli adamların emellerine ulaşmalarına bilmeyerek en çok ben hizmet etmişim.
Olayın ardından yaklaşık kırk beş gün geçmişti ve biz hala evi satamamıştık.Bu arada bizim düştüğümüz bu zor durumun öğrenilmesinin bizim için bir başka felaket olacağını düşünüyor,yaşadıklarımızı hiç kimsye duyurmamaya çalışıyorduk.Zira bizim zor durumda olduğumuz ve evi mutlaka satmak zorunda olduğumuz öğrenilmiş olursa evin değerinin çok altında fiyat verileceği korkusu çekiyorduk.Gerçekten de böylesine bir zorda kaldığımız duyulsaydı evimizi uzun bir süre ya hiç satamayacaktık ya da değerinin yarısına ancak satabilecektik.Çektiğimiz acılardan,döktüğümüz göz yaşlarından kimsenin haberi olmadı.Tam beklediğimiz bir fiyata olmasa da bizim de onaylayabileceğimiz uygun bir fiyata bir alıcı çıktı.
Bir gün, saat on bir sularında, gene evin gölgesindeki sedirler üzerinde dünür Durmuş’la birlikte otururken,bir grup insan, alıcı gözlerle eve bakarak, bahçe kapısından içeri girdiler.İçlerinden birini tanıyorduk.Bayan,alt sokağın köşesindeki evin sahibi olan Koçaş’lı bir kadındı.Daha önce kız kardeşinin damatlarından birinin Almanya’da olduğunu, yaz tatili için yakında Türkiye’ye geleceklerini ve annesinin kalması için bu çevreden uygun bir ev almayı düşündüklerini söylemişti.Bu bayanı görünce gelenlerin,daha önce sözünü ettiği kişiler olduğunu tahmin ederek ümitle oturduğum yerden kalktım.Tahminimde yanılmamıştım.Gelenler komşu bayanın Almanya’da çalışan akrabasıydı.Üç dört bayan ile iki erkekten oluşan grup eve alıcı olduklarını ve bakmak istediklerini söylediler. “Buyurun, istediğiniz gibi inceleyin,” dedim.Her yanı titizlikle incelediler,beğendikleri yüzlerinden okunuyordu.İçeriye geçtik ve pazarlığa tutuştuk.Paraları peşinmiş.Evi bizim de onaylayacağımız eşyaları ile birlikte alabileceklerini söyleyince ben “yetmiş bin liraya olur,” dedim. Altmış bin verdiler,altmış üçe çıktılar ve altmış beş bine anlaştık. Saat on dört otuz civarıydı. “Buyurun,eğer sizin paranız hazırsa tapuya gidelim” dedim.Bayanlar evde kaldı,biz üç erkek tapu müdürlüğüne gittik.Üçüncü kişi asıl alıcının gene Almanya’da işçi olarak bulunan eniştesiydi.Tapu müdürüne durumu anlattık.Müdür tapu işleminin bu akşama kadar yetişmeyeceğini,bu yüzden sabah saat sekiz otuzda gelirsek öğlene kadar her işin biteceğini söyledi.Bana kalsa bir sat bile beklemeye tahammülüm yoktu,zira daha önce müşteri olup pazarlıkta anlaştığımız müşteriler gibi bunların da birileri tarafından caydırılacağı korkusu çekiyordum.Ama yapacak bir şey yoktu,çaresiz geri döndük.Müdürlükten çıkınca adama, “bir miktar kaparo ver ki alıp sattığımızı bilelim,” dedim.Üzerinde yeterli nakit olmadığını ve sözünün söz olduğunu söyledi.İşlem ertesi güne kalınca, “öyleyse saat tam sekiz otuzda benim eve gelin,tekrar birlikte tapuya gidelim,” dedim.Bu anlaşma ile birbirimizden ayrıldık.İçimde gene kuşkular vardı.Bu kez de iş olmazsa çok zorda kalacaktık.
Ertesi sabah saat sekizde ayaktaydık.Aslında sabaha kadar doğru dürüst uyumadım.Hemen tıraş oldum,birkaç lokma ile kahvaltıyı geçiştirdim ve saatin sekiz otuza gelmesini sabırsızlıkla beklemeye başladım.Sekiz otuz oldu gelen olmadı,dokuz oldu gelen olmadı, dokuz otuz oldu gene gelen olmadı.Bahçe kapısı ile evin çevresini adımlamaktan yoruldum.Eşim ilerideki kanala kadar birkaç kez gitti geldi,görünürde kimseler yoktu.Nihayet önceleri olduğu gibi bu adamların da evi almaktan vazgeçtikleri kanısına varmak üzereyken kanal yönünden yolun dönemecinde araba ile göründüler.Bu işte bir olumsuzluk vardı ama ne idi?Az sonra anladık.
Asıl alıcı gene eniştesi ile birlikte eşini ve baldızını da alarak gelmişti.Arabadan inince, “nerede kaldınız,saat sekiz otuzda gelecektiniz,” dedim. “Eve bir daha bakacaklarını,dün çok acele karar verdiklerini düşündüklerini ve tapuyu bu gün almak istemediğini söyledi.Nedenini sordum.Bir gün önce yaptığımız pazarlık sırasında bize, evi boşaltmak için on beş günlük bir süre tanımayı kabul etmişlerdi.Zaten ağustos ayının ortalarındaydık.En geç bu ayın otuz birinde anahtarı teslim etmek üzere sözleşmiştik. Bize bu süreyi veremeyeceklerini,zira kısa olan izin süreleri içerisinde bir çok başka işlerinin de görülmesi gerektiğini anlattı. “Öyleyse bize bir hafta izin verin,eşyalarımızı toparlayalım,komşularla vedalaşalım” dedim,bu önerimizi de reddetti.Galiba evi almaktan vazgeçmişti de sudan bahaneler ileri sürüyordu.Üç gün olsun dedimse de kabul görmedi. “Ben tapuya gitmeden önce evin anahtarını bana teslim etmenizi istiyorum.Eşyalarınızı ne yapacağınız beni ilgilendirmez.İsterseniz kapının önüne yığın,evi boşaltın,şimdi tapuya gidelim,” deyince dünya başıma yıkıldı. “Sen gerçekten Türk müsün? “dedim. “Almanya’da yaşadığın günler sende bulunmasını umut ettiğimiz ve Türklere ait insani değerleri hepten yok etmiş.Eğer sen,müşteri olarak değil,bir konuk olarak bana gelseydin de bir ay beni misafir eder misin deseydin,memnuniyetle bunu kabul ederdim.Bu nasıl bir insanlık,nasıl bir vicdan ki kendi evimde bir gün bile kalmamı kabul edemiyorsun?” Adamda gerçekten insani değerlere ait bir kavram kalmamıştı.Ne dersek diyelim kabul etmiyordu. “Öyleyse sen bu gün git,ben en kısa zamanda evi boşaltmaya çalışacağım.Ev boşalır boşalmaz sana telefon ederim.Tapuya gitmeden anahtarı veririm.”dedim,bunu kabul etti. “Yalnız bu süre bir haftayı geçmesin, “demeyi de ihmal etmedi. “Şimdi bana bir miktar kaparo vermen gerek.Aksi taktirde satış ilanlarını kaldıramam,” deyince,cebinden beş yüz lira çıkarıp zoraki uzattı.Altmış beş bin liralık alışverişe beş yüz lira kaparo veriyordu.Sesimi çıkarmadım.Çevremize komşular toplanmıştı.Bu arada dünür Durmuş Abi de gelmiş olanlara tümüyle tanık olmuştu.Herkes bu alıcıyı ayıpladı ama adam hiç birinin sözüne itibar etmedi.Parayı verdikten sonra hep birlike arabasına bindiler ve uzaklaştılar.
Adamın bu tavrı beni çok fena yaralamıştı.Eğer o gün ya da bu adama evin tapusunu devretmeden önce, aynı koşullarda bir alıcı çıkarsa, bu adamın kaparosunu yüzüne fırlatarak,evimi kendisi gibi bir adama vermek istemediğimi güle oynaya söyleyeceğime kendi kendime söz verdim.Bir süre sinirimin yatışması için her gün oturmayı adet haline getirdiğimiz sedirlere oturduk.Bize kız kardeşinin damadını müşteri olarak getiren komşu kadın, adamın yaptıklarından utanmış olarak,üzgün üzgün yanımızdan ayrıldı.O sırada yanımda oturan dünür Durmuş abiye, “keşke alım gücün olsaydı da evi şu terbiyesiz adama vermek yerine size verseydik,” dedim.Bir süre sessiz sessiz yanımızda oturan dünür, izin isteyerek evlerine gitti.
Biz hemen evi boşaltma işlemine başlamalıydık.Bu terbiyesiz adam,bana verdiği beş yüz lira kaparoyu gözden çıkararak evi almaktan vazgeçebilirdi.Bir an önce tapuyu verip parayı almalıydık.Zira oğlumun tamamı ödenmeyen borçlarına karşılık her ay için yaklaşık iki buçuk milyar faiz ödemek zorunda kalıyorduk.Bundan bir an önce kurtulmanın yolu tüm borcu kapatmaktı.
Evi eşyalı olarak satmak üzere anlaşmıştık.Ancak yatak yorganlar,birkaç halı,bulaşık makinesi ve mutfak eşyalarımızı alacaktık.Kalacak olanlar,dört kanepe,döner köşe takımı ve buzdolabı ile elbise dolabıydı.Alacağımız eşyaları paketlemek üzere koli bulmalıydım.Marketlere bakmak üzere çarşıya çıktım.
Akşama doğru eve döndüğümde dünür Durmuş ile eşi bizim evdeydiler.Ben içeri girer girmez, “evi biz almak istiyoruz.Adamın kaparosunu geri ver” dediler.Canım sıkıldı.Bu adamlar ne yapmak istiyorlardı?Bu kaçıncı müşteri olmalarıydı? “Yahu Durmuş abi bu kaçıncı ev almanız? “dedim. “Alabilme gücünüz olsaydı çoktan almış olurdunuz.Size kırk bin lira peşinle evi verebilecekken alamadığınıza göre şimdi altmış beş bin lira peşin parayı nasıl temin edeceksiniz?Yapmayın lütfen,daha önce de söyledim.Almak istiyorsanız bizim evden başka ev mi yok?Bakın ben çok zor durumdayım.Bunu en iyi siz biliyorsunuz.Bana yardımcı olamadığınıza göre işimi güçleştirmeyin.” Dedim.İkisi birden yemin billah etmeye başladılar.Güya yurt dışında bulunan damatları Emin’e ağlayarak telefon etmişler.O da evi almaya razı olmuş.Emin’in eşi yani kızları Nurgül birazdan beni arayacakmış.Bu sözlere asla güvenmiyordum.Bu kaçıncı dönmeydi?Bu adamın, meğer benim evde ne kadar gözü varmış?Nasıl adamın kaparosunu verebilirdim?Ya gene almaktan vazgeçerlerse,ya da parayı doğru dürüst veremezlerse ben ne yapardım? Yalvarıp yakarmaya başladılar.Yeminler ediyor,asla beni zor durumda bırakmayacaklarını söylüyorlardı.Ben çok fazla itibar etmedim. “Eğer adamın verdiği fiyatı kabul eder de en kısa sürede benim hesabıma yatırırsanız evi size verebilirim,” dedim.Sevinerek evlerine gittiler.
Benim bu sözüm bile dünürleri ikna etmemiş olacak ki uzaklardan bana baskı yaptırma yollarını aramışlar.Oğlum kadir telefon etti.Eşinin bizim evi babasına vermemizi istediğini söylüyordu.Bu ne aymazlık,bu ne kendini bilmezlikti böyle.Benim yaklaşık iki aydır eşimle birlikte çektiğimiz sıkıntıları,yaşadığımız cehennem azabını görmezden geliyor,kendi babası ile annesinin üzülmemesi için evi onlara vermem konusunda ısrar edebiliyordu.Oysa bizim eşimle birlikte geçirdiğimiz iki ay, ömrümüzün en az on yılını alıp götürmüştü.Geceyi gündüzden ayırt edemeden,iki gözümüz iki çeşme olduğu halde birbirimize moral olsun diye saklamaya çalıştığımız gözyaşlarından kimsenin haberi yoktu.Herkes kendi keyfinde, herkes dünyanın sefasını sürme çabasındaydı.Kadir’e ev konusunda söz söyleyebilecek en son kişinin kendisi ve eşi Kadriye olduğunu,kesinlikle bu konuda konuşmamaları gerektiğini söyledim.Akşam geç saatlerde İstanbul’dan Nurgül aradı.Eşinin ev almaya ikna olduğunu ve ertesi gün evin yarı parasını göndereceğini söylüyordu.Ben ev için yapılan pazarlıktan babasının haberi olduğunu ve paranın tamamı hesabıma yatmadan adamdan aldığım kaparoyu geri veremeyeceğimi söyledim.Güya evi babası ile ortak alacaklarmış.Yarısını kendisi hemen hesabıma yatıracak ama babası evini satınca geri kalanını verecekmiş.Bunu kabul edemezdim.Babasının evinin ne zaman satılacağı belli olmazdı.Benim bir gün bile beklemeye tahammülüm yoktu.O geceyi gene uykusuz geçirdim.Sabaha kadar kendimle mücadele ettim.Bir yandan bize evi boşaltmak için bir gün bile müsaade etmeyen Almancı müşteriye evi vermek içimden gelmiyor,diğer yandan dünürlerin dönekliği beni korkuttuğu için yapılan pazarlığın gereğini yapmamın daha uygun olacağını düşünüyordum.Bu konuda tam bir karara varamadan sabahı ettim.
Ertesi sabah saat dokuzda Nurgül tekrar aradı.Tekrar konuyu değerlendirdiklerini ve evi tek başına kendilerinin alacağını,paranın tamamının ertesi gün hesabıma havale edileceğini anlattı.Ben de her iki müşteriyi de elde tutmak adına, “eğer yarın öğleye kadar para benim hesabıma yatarsa evi size veririm,aksi halde yarın öğleden sonra almak üzere gelecek olan diğer müşteriye tapuyu devretmek zorundayım;daha fazlasını yapamam.”dedim. “Tamam” dedi.
O gün kayınbirader Cafer eşi ile bizi ziyarete geldi.Durumu sordu,anlattım. “Sen evi Almancıya ver,adamla pazarlık yaptın,dönmen doğru olmaz.Ayrıca senin dünür Durmuş’a hiç güven olmaz.Ben oturduğum evi ondan satın aldım ve bu satın alma aşamasında defalarca pazarlıktan dönerek burnumdan getirdi.Sana da aynı oyunu oynayabilir.Almancı peşin parayı verecek olduktan sonra neden evi ona vermeyesin?” Dedi.Söylediği bana da mantıklı geliyordu;ancak hem Almancının bize karşı takındığı tavır yüzünden hem de alın terim ve göz nurum olan evime bir yabancının oturmasındansa gene torunlarımın oturacağı düşüncesi ile gönlüm evi dünürün kızına vermekten yanaydı.Eğer parayı ertesi gün öğleye kadar hesabıma yatırırlarsa evi Nurgül’e vermeye karar verdim.Para saat on ikide hesabımda olmazsa evin tapusunu zorunlu olarak Almancıya verecektim.Bu karar beni biraz olsun rahatlattı.
Ertesi sabah saat on sularında iş bankasının önüne gittim.Nurgül’ün akşam belirttiği gibi parayı hesabıma yatırıp yatırmadığını kontrol edecektim.Tam kapının önünde dünür Durmuş’a rastladım.Elinde küçük bir kese tutuyordu. “Hoca Nurgül beni aradı,evin parasını tamamlamak için kredi kullanacakmış.Belki tamamının yatırılması yarına sarkabilirmiş.Ben hanımın kolundaki bilezikleri getirdim.Bozdurup sana vermeyi düşünüyoruz ama Nurgül paranın tamamını yatırırsa altınları boşuna bozdurarak zarar etmiş oluruz.Eğer razı olursan altınları bu gün bozdurmayalım.”dedi.O anda tüm kanım beynime sıçradı.Kulaklarıma bir uğultu çöktü.Neredeyse adama saldıracaktım.Kendime hakim olmayı başardım.Hiç önemsemiyormuş gibi, “altınlarınızı bozdurup zarar etmeyin.Ben bu gün öğleye kadar bekleyeceğim,eğer öğle sularında parayı hesabımda görmezsem Almancıya telefon edip çağıracağım ve evin tapusunu vereceğim,” dedim.Adamın yaklaşımı beni deli ediyordu.Ben tüm evimi,arabamı,ömür boyunca boğazımdan,giyeceklerimden ve gezeceklerimden artırarak bir araya getirdiğim birikimlerimin tümünü kaybederek, oğlumun ve dolayısı ile Durmuş’un kızının ve de torunlarımızın aile kurumlarını kurtarmaya çalışıyordum;adam üç bileziğin zarar hesabını yapıyordu.Bankanın dışarıda bulunan ATM sinden hesabımı kontrol ettim,henüz para yatırılmamıştı.O kızgınlıkla Almancıya telefon ettim. “Gel evi boşalttım,tapusunu vermeye hazırım,” dedim.Adam ilçe dışında olduğunu ve ancak yarın öğleden sonra gelebileceğini söyledi. “Tamam,” dedim, “yarın öğleden sonra gel.”
Artık eve gitmek istemiyordum,zaman geçirmek için öğretmenevine gittim.Bir süre gazetelere göz gezdirdim.Saat öğleyi geçerek Durmuş aradı. “Hocam kredi işi yarına kalmış,para yarın hesabında olacak, eğer Almancı tapuyu almaya gelirse kaparosunu geri ver,” deyince artık dayanamadım. “Yahu siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?Bir sözünüz bir sözünüzü tutmuyor.Alacaksanız adam gibi davranın ve verdiğiniz sözü yerine getirin.Ben size nasıl güveneyim de Almancının parasını geri vereyim? Kaparoyu geri veremem.Size son bir şans veriyorum.Adamı tapusunu almak üzere çağırdım.Adam yarın öğle sonu gelecek.O gelinceye kadar parayı hesabımda görürsem ne ala,aksi halde ev o adamın olur.
Ertesi gün de öğle olmasına rağmen para hesabımda görünmüyordu.Eğer Almancı o arada gelip “haydi tapuya” deseydi evi almış olacaktı.Ne yazık ki oda işi yavaştan alıyor,sanki evi almak istemiyormuş gibi bir hava yaratıyordu.Saat on ikide Nurgül telefon etti. “Parayı hesabına EFT yaptırdım.En geç iki saat sonra hesabında görebileceksin” dedi.Gene de buna inanmak istemedim. “Neden iki saat sonra?” deyince telefonu muhasebe müdürüne verdi.Müdür,farklı banka şubeleri arasında yapılan para transferlerinde arada iki saatlik bir gecikme söz konusu olabileceğini ama kesinlikle parayı hesabıma aktardıklarını söyleyince ikna olabildim. “O zaman ben parayı hesabıma geçmiş kabul ederek Antalya’ya gitmek üzere yola çıkıyorum,” dedim. “Elbette çıkabilirsiniz,”dedi.
Hemen evin yolunu tuttum.Saat on dört otuzda Turhal’dan hareket edecek olan Antalya arabasına yetişmeliydim.Antalya’da fazla kalmayacaktım.Bir kaç parça giyecek eşyasını küçük valize yerleştirdik.Eşime, “Almancı’nın parasını zevkle eline tutuştur ve çocuklar evi sattırmak istemiyorlar,o yüzden evi sana veremiyoruz de,gönder.” Dedim.Artık evi boşaltmamız gerekmiyordu.Durmuş’a, “sakıncası yoksa kurban bayramı ertesine kadar evde kalmak istiyoruz,” dedim.O’da kızına danışarak bunu kabul ettiklerini bildirdi.Zaten ev üzerinde Durmuş’un herhangi bir söz hakkı yoktu, zira evin parasının tamamını kızı Nurgül’ün eşi ödemiş ve tapunun da Nurgül’ün üzerine alınacağı açıklanmıştı.İçim rahatlamış olarak yola koyuldum.
Antalya otobüs terminaline iner inmez iş bankasının ATM sinden hesabımı kontrol ettim.Para hesabıma geçmişti.Artık aylardır çektiğimiz stres sona ermişti.
Oğlum’un evinde ortalık hala durulmamıştı.Gelin hanım oğlumun yaptığı yanlışı fırsat bilerek evde terör estirmeye devam ediyordu.Her sözünde oğlumu aşağılama,horlama,iğneleme vardı.Bu kadar üzerine gitmesinin yanlış olacağı aklının ucundan bile geçmiyordu.Ben ne kadar öz kızıma davrandığımdan daha sıcak,daha ılımlı ve daha hoşgörülü davranmaya çalıştım ve sözlerimi bala katarak anlatmaya çalıştıysam da tavrını değiştirmedi.Ben de oğlumun yaptıklarının çok yanlış ve kolayca affedilemez bir hata olduğunu düşünüyordum.Yaşamımda en ağır darbeyi bu şekilde oğlumun vurduğu apaçıktı.O’na elbette ben de kızıyordum ama insanların hata yapabileceklerinin de hesaba katılması gerektiğini göz önüne alarak, duygularımın dışa vurumunda aşırıya gitmeyi doğru bulmuyordum.Ayrıca bu hatanın telafisini, evimizi ve arabamızı yitirme pahasına biz üstlendiğimize göre gelinin bu öfkesini anlayamıyordum.Ondan bir teşekkür sözcüğü duyabilseydim, “sizin yuvanızın geleceği ve mutluluğunuz için tüm yitirdiklerim feda olsun” demeye hazırdım.Ne yazık ki böyle bir sözcük duymadığımız gibi, “sakın bu yaptıklarınızı sonradan benim başıma kakmayın,” diyecek kadar insanlıktan uzak bir tavır sergilemekten asla geri durmadı.Aslında çok önceki tutum ve davranışlarından,gelinimizin kişilik yapısının ne olduğunu çok iyi tahlil etmiştik.Bu kişilik yapısını tanımlayacak tek sözcük “nankörlük”dü.Çünkü her zor durumda kaldıklarında yanlarında bulunmaya daima özen göstermemize,kendi yaşam tercihimizi bir tarafa bırakarak onları memnun etmeyi amaçlayan bir yol seçmemize,eşimin kendi öz annesinden daha sevecen ve daha fedakar davranmış olmasına rağmen bir kez olsun ,ağzından içten bir “sağ ol” sözcüğünü duymak nasip olmadı.Tüm bunların üstüne durup dururken, bizimle aynı şehirde bile olmak istemediğini söylemesi yüzsüzlüğünün,kabalığının ve nankörlüğünün en açık ifadesiydi.Böyle birinden başka ne tür bir tavır sergilemesi beklenebilirdi?Biz tüm bunlara alışmıştık.Öncelikle oğlumuzun saadeti için,daha sonra iki torunumuzun mutluluğu için her davranışı ve her sözü sineye çektik.Şüphesiz bunu da çekecektik,çektik.
Yorgun ve uykusuz olmama rağmen Kadir’e ödenecek olan borç listesini hazırlamasını ve hemen ödemeleri yapmak için bankalara gitmek üzere yola çıkmamız gerektiğini söyledim.Liste daha önceden hazırlanmış.Yola koyulduk.
Öğleye kadar bankalardan kullandığı tüm borçları ödedim.Yaklaşık altı yedi bankadan kredi kullanmıştı.Bu bankaların borçlarını öder ödemez kredi kartlarını iptal ettirmeden ayrılmadım.Böylece toplam elli üç bin lira olan tüm borçları son kuruşuna kadar ödedim.Ödediğimize dair verilen banka dekontlarını da ben aldım.Önceden kullandıkları bir miktar borçları daha varmış,onu da kendilerinin ödemelerini söyledim.İki maaş alındığına göre hesaplı davranırlarsa zorlanmadan geri kalanı ödeyebilirlerdi.Arabamın ve evimizin satışından elde ettiğimiz yetmiş üç bin beş yüz liradan yirmi bin lira kaldı.Bununla da belki yeni bir ev alabiliriz diye umut ediyordum.Antalya’da işleri az çok düzene sokmanın rahatlığı ile Zile’ye döndüm.
Zile’ye döndüğümde ortalık gene toz duman olmuştu.Ben paranın hesabıma geçtiğinden kesin olarak emin olduktan sonra Antalya’ya doğru yol alırken, ilk müşteri Almancı tapuyu almak üzere saat ikide bizim eve gelmiş.Eşim benim söylediğim tavır ve ses tonundan daha da yumuşak bir eda ile adamın kaparosunu iade etmiş.Adam şaşırmış, “neden?” diye sorunca çocuklarımızın evi satmamızı istemediğini bildirmiş.Adam arkasına bakmadan çekip gitmiş.Bu olay böyle kapanmış ama arkasından bizim dünür Durmuş’un çevirmeye çalıştığı dolaplar dönmeye başlamış.Eşim kaparoyu verip adamı gönderdikten sonra iki aydır bir yere gidememekten ileri gelen stresini atmak üzere küçük kayınbirader Nurettinlere gitmiş.Bir süre sonra Durmuş telefon etmiş.Telefonda, Almancı müşterinin kaparosunu verip vermediğimizi sormuş,eşim de “verdim,bir şey mi diyecektin?” diye sormuş.Durmuş, “yok, sadece sordum,”diyerek telefonu kapatmış.Ertesi gün eşim eve döndüğünde komşular eski muhtarın eve alıcı olarak bakmaya geldiğini söylemişler.Eski muhtar bizim dünürün kapı komşusuydu ve iki aydır evi satmaya çalıştığımızı biliyordu.İki ay bekledikten ve ev satıldıktan sonra neden müşteri olmaya karar vermiş olabileceğine eşim bir anlam verememiş.Merak ederek dünürleri aramış.Durmuş eşimin anlattıklarını dinledikten ve eski muhtarın neden eve bakmaya gelmiş olabileceği sorusuna karşılık “şey,yani ben Güvenevler’den iki katlı bir ev bulmuştum.Komşumuz eski muhtar İsmail abi evi almak isterse ya da Almancının kaparosunu vermediyseniz evi ona verin,diyecektim” karşılığını vermiş.Bu konuşma doğal olarak eşimin canını çok sıkmış ama belli etmemiş.Sanki parayı kendi cebinden ödeyerek bizim evi satın almış gibi,damadının bizim ev için hesabıma yatırdığı para ile ve de kendi kişisel kararıyla,asıl alıcı olan kızına ve damadına danışmadan başka ev almaya kalkışabilmiş.Densizliğin ancak bu kadarı olur.Aylardır çektiğimiz sıkıntıları, ne için evi acilen satmak zorunda kaldığımızı en iyi kendisi bildiği halde,bizi zerre kadar düşünmeden,defalarca bizimle ev pazarlığı yapıp her defasında vazgeçtiğini bildirmişken,hatta kırk bin lira peşinatla bile evimizi alabilme gücü olmayan bu adam,başkalarının parası ile yapılmış pazarlığı yok saymaya ve pişmiş aşa su katmaya kalkışmış.Eşim tam bir olgunlukla, “Durmuş abi siz istiyorsanız o evi alabilirsiniz,biz de evimizi satınca kızınız ve damadınızın ödediği parayı iade ederiz;ancak sizin bu girişiminizden kızınızın ve damadınızın haberi var mı, onu bilelim” demiş. Meğer onların da böyle bir işten haberleri yokmuş.
Dünürün bu davranışı gerçekten anlaşılabilecek ve hoş görülebilecek bir tavır değildi.Ama her şeye rağmen bu konuyu dile getirmeyerek üzerini örtmeye çalıştık.Zira arada bir akrabalık vardı.Bizim herhangi bir nedenle dünürle aramızın açılması oğlumla geline yansıyacak,onları da huzursuz edecekti.Aslında bu satıştan haberi olan herkes, evi dünüre ya da kızlarına vermemizi doğru bulmamışlardı. Bu satışı duyanlar hemen, “birbirinle ye iç,ama alış veriş yapma,” atasözünü anımsatarak, ileride aramızın bozulabileceğini anlatmaya çalışıyorlardı.Ben iyi niyetli biriyim.Kendimi nasıl biliyorsam karşımdakileri de aynen öyle biliyorum.Art niyetlilik,istemezlik,duyguları bana yabancı.Herkesin iyiliğini kendim için düşündüğüm kadar düşünürüm.Ama bu niteliklerim bana zaman zaman acı anılar yaşamama neden olmadı da diyemem.Bu kez de büyük olumsuzluklar çıkacağını hesap edebilseydim, “yabancı birileri alacağına evimizi dünürüm alsın” demezdim.
Yaşadığımız ağır travmanın derin izlerini yavaş da olsa atlatmaya çalışırken,gene dünürlerden kaynaklanan sorunlar art arda ortaya çıkmaya başladı.
Durmuş ve eşi kızının aldığı bizim evde kendilerinin oturacaklarını söylediklerinde biz daha ilk gün, evi ancak bayram sonu teslim edeceğimizi söylemiştik,onlar da bunun hiçbir sakıncasının olmadığını,istediğimiz zaman teslim edebileceğimizi kabul etmişlerdi.Evin tapusunu kızının üzerine devrettiğimiz günün üzerinden üç gün geçmeden dünürler sabırsızlanmaya başladılar.Önce kışa hazırlık olmak üzere alacakları kömürü ve bazı eşyalarını getirmek istediklerini söylediler.Ben bu davranışlarını hoş karşılamasam da olumlu yaklaştım.Ancak eşim bu isteklerine şiddetle karşı çıktı.Biz evin içinde otururken,bizi daha çok üzeceği ve moralimizi bozacağı gerekçesiyle eşyalarını ancak biz evi teslim ettikten sonra getirmelerinin daha doğru bir yaklaşım olacağını söylemiş.Adamlar buna kızmışlar,kırılmışlar.Bir gün sonra Durmuş geldi.Evin eşyalarının yerinde durup durmadığını kontrol etmeye başladı.Bu kadar anlayışsız bu kadar görgüsüz bir tavır bizi çileden çıkarttı.Üstüne üstlük duvarda asılı duran kızımın yaptığı yağlı boya tabloyu da kendilerine bırakmamızı söylemez mi?Artık bu kadarı da olamazdı.Eşim, “ neden bırakalım?O bizim kızımızın bizim için bıraktığı bir emanet,asla olmaz.”dedi.Adam sanki evi kendisi almış gibi,kendisine eşyaları da vermeye söz vermişiz gibi davranıyordu.Oysa biz Almancı müşteri ile eşyaların bir kısmını da vermek üzere pazarlık yapmıştık.Almancı ile yaptığımız pazarlık koşullarını aynen kendisine de uygulamamızı istiyor gibiydi.Aslında bizi kendi halimize bıraksalar,eşyaların bir çoğunu bırakacaktık.Zaten eşyaları koyacak yerimiz yoktu.Bir kaç parça eşyayı Antalya’ya gönderecek gerisini dünürlere bırakacaktık.Ama onlar hiçbir eşyayı almamızı istemiyorlardı.Bu adamların nasıl bu kadar duyarsız ve düşüncesiz olabildiklerine şaşıyorduk.Zira evi hangi koşullarda ve niçin sattığımızı en iyi onlar biliyorlardı.Hiç tanımadığımız bir müşteri bile bizim evi almış olsaydı ve bizim evi niçin sattığımızı öğrenerek, içine düştüğümüz acı durumun farkına varmış olsaydı, insanlığının gereği olarak,vicdanının sesini duyarak, biz eşyalarımızı vermeyi kendilerine önersek bile asla kabul etmezdi sanıyorum.Ben evimi ve arabamı dünürün kızı ile oğlumun aile ocağını kurtarmak,ortak torunlarımızın geleceğine gölge düşürmemek için feda ederken adam benim ev eşyalarımın derdine düşmüştü.Benim, “torunlarımız gelip gitsinler,çocuklarımız yararlansın, yabancı birileri oturacağına dünürler otursun” diye düşünerek Almancıya vermekten vazgeçtiğimi bile bile bu kadar seviyesizlik yapmaları affedilir bir davranış değildi.Yani kendi kızının aile kurumunun dağılmasını önlemeye yönelik en küçük bir yardım ve girişimde bulunmadığı gibi eşyalarımıza göz dikmekten de geri durmuyordu.Sanki evi kendisi almış gibi bir tavır içindeydi.Oysa parayı kızı ve damadı ödemiş, evin tapusu da kızının üzerine yapılmıştı.Bu durumda bu adamın benim eşyalarım üzerinde nasıl bir söz yetkisi olduğunu düşünebildiğine şaşıyordum.
Eşim bu adamların anlayışsızlığı karşısında, ben evde yokken doğrudan evi alan Nurgül’e telefon etmiş. “Bak kızım,” demiş. “Biz evi satarken Almancı müşteriye bir takım eşyaları kendilerine bırakabileceğimizi söylemiştik. Özel eşyalarımızı,beyaz eşyalarımızı,televizyonu,yatak ve yorgan takımını,mutfak eşyalarının bir kısmını alacak geriye birkaç kanepe ile salondaki döner köşe takımını bırakacaktık.Ancak evi ona vermekten cayarak size verdik.Aramızda herhangi bir özel pazarlık konusu yapılmadı.Şimdi diyoruz ki ileride belki iyi kötü bir ev alabilirsek eşyalarımızı kullanabiliriz.O yüzden biz eşyalarımızı alacağız,haberin olsun.” Nurgül elbette alabileceğimizi,kendisinin eşya ile ilgilenmediğini bildirmiş.Bu konuda babasını da uyaracağını söylemiş.Nurgül’ün bu olumlu yaklaşımı karşısında biz gene de bir takım eşyaları onlara bırakma kararı verdik.Zaten hala eşyaları koyacak bir yer ayarlayamamıştık.Ancak Durmuş ile eşinin anlaşılmaz tavırları bizi iyice çileden çıkarttı.Kızından aldığı uyarı üzerine Durmuş, telefonla beni aradı.Öğretmen evinde gazete okuyordum. “ Eşin Miyase Hanım bir şeyler çeviriyormuş.Bizim Nurgül’e telefon ederek eşyaları bize vermeyeceğini söylemiş.Şu karına söyle…” Daha fazla dinlemeye tahammül edemedim.Sinirlerime gem vuramadım. “Ulan sen benimle beraber mal mı kazandın da eşyalarım üzerinde hak iddia ediyorsun?Size bir çöp bile bırakmayacağız.Daha fazla canımızı sıkma, otur oturduğun yerde” dedim ve telefonu kapattım. İşte bu konuda söylenmiş olan atasözü bir kez daha doğrulanıyordu: “Birbirinle ye iç,asla alış veriş yapma.”. Ne yazık ki ne atasözüne kulak astık ne de yakınlarımızın uyarılarına.Sonunda testiyi kırdık işte.
Bu telefon konuşmasından sonra eşya lafı etmeye cesaret edemediler ama bu kez de ‘evden çıkmıyorlar’ dedikodusu yaymaya başlamışlar.Biz ısrarla yaklaşık on beş gün sonra başlayacak olan bayram ertesi gideceğimizi belirtmiş olmamıza rağmen neden böyle bir söylentiye yer verdiklerini anlayamıyorduk.Dünür Nazik hanım kayınbirader Caferlere gitmiş. “Evi eşyalarıyla birlikte terk edip çıkıyorlarsa çıksınlar, çıkmazlarsa kızımı boşar çocuklarını sokağa attırırım” diye de tehditler savurmuş.Türkân bu tehditi bize iletince artık gerçekten onlara bir çöp bile bırakmamaya ant içtik.Bahçede ne var ne yoksa hepsini komşulara dağıttık.Bodrumda kullanılabilir bir çok eşyalarımız vardı.Bunların bir kısmını eskiciye bir kısmını gene komşulara verdik.Kanepelerden dördünü çok düşük bir fiyatla sattık.Geri kalan eşyaları geçici bir süre bırakabileceğimiz bir yer aramaya başladık.Kayınbirader Cafer’in kayınvalidesinin iki katlı bir evi vardı ve ikinci katta tek başına duruyordu.Alt kat bomboştu.Eşim kısa bir süreliğine eşyaları koyup koyamayacağımızı sormuş.Kadın’ın tıpkı bizim dünürler gibi Zile’nin yerlisi olduğunu hesaba katmamıştık.Zile’nin yerlilerinde insani meziyetlerin zayıf olduğunu, toplumsallıktan,yardımlaşmanın feyzinden bihaber olduklarını düşünememiştik.Sudan bir sebeple izin veremeyeceğini söylemiş.Sonra bizim köylü bankadan emekli Derviş’in evinin bodrumu aklımıza geldi.Bodrumları çok genişti.Bir de onlara söylemeye karar verdik.Nitekim daha konuyu açar açmaz en küçük bir ikirciklenmeye kapılmadan ‘elbette koyabilirsiniz’ dediklerinde dünyaları bize bağışlamışlar kadar sevindik.Hemen tüm eşyaları güzel bir şekilde sarmaya başladık.Kanepe,koltuk,beyaz eşya ne varsa naylonlara sardık.Olabildiğince kolilere,dolapların içlerine yerleştirdiğimiz eşyaların, uzun bir süre kalsalar bile herhangi bir zarara uğramayacakları kadar işleri sağlama aldık.Bayramı beklemeye başladık.
Bayramın ertesinde derhal taşınmaya başladık.Hava yağışlı olmasına rağmen bir traktör kiraladım.Sabah saat on bir sularında başladığımız taşınma işi akşam karanlığında sona erdi.Eşyaların tümünü Derviş’in bodrumunun uygun bir köşesine güzelce yerleştirdik.Üzerlerini naylonla örttük.Artık gönül rahatlığı ile gidebilirdik.Aramızda geçen sert konuşmalardan sonra dünürlerle diyalogumuz kesilmişti.Evden ayrıldığımızı Turhal’a doğru giderken yolda haber verdik. “Evin anahtarlarını komşu Pamuklara bıraktık.Onlardan alabilirsiniz” dedik.Bir dönem böylece sona erdi.Bin dokuz yüz seksen beş yılının yirmi altı haziranından beri gönül rahatlığı içinde oturduğum evimle vedalaştım.Temelinden tavanına kadar emeğim ve alın terim bulunan,dışarıda karşılaştığım sıkıntılarımı atabildiğim,huzuru yalnızca içerisinde yakaladığım, çok sevdiğim evimden bu koşullarda ayrılmak,içimi, yüreğimi yakıyordu.Acı biber sürülmüş gibi yanan gözlerimden boşanmaya can atan gözyaşlarımı,eşimi daha fazla üzmemek için,büyük çabalarla dışarıya akıtmamayı başardım.İçerime atmayı,içerime akıtmayı daha fazla üzüntüye sebep olmamak adına tercih ettim.Bir daha o evin yüzüne asla bakamayacağımı biliyordum.Çok zorunlu olmadıkça ne evimin bulunduğu o sokağa gidebilirdim ne de kafamı çevirip uzaktan bakabilirdim.Evimin üzerinde yer aldığı Yüksel Caddesi’ni hem kendi dünyamdan hem de gerçek dünyadan sildim.
Bu acı olayla karşılaşmadan önce bizi uzaktan ya da yakından tanıyan herkes yaşamımıza özlemle,imrenerek ve biraz da hasetle bakıyorlardı.Bunu nereden mi biliyorduk?Bizzat yüzümüze karşı söylenenlerden,kulağımıza kadar gelen dedikodulardan biliyorduk.Defalarca duyduğumuz, “siz ne rahatsınız,keşke biz de sizin gibi gezip tozabilseydik,çocuklarınız ne güzel ekmeklerini buldular,çocuklarınızın üçü de mutlu evlilikler yaptılar,siz kimselere muhtaç değilsiniz,bir maaşla bu kadar işi nasıl başardınız,iki maaş alanlar bile sizin gibi iki evle bir araba sahibi olamadılar,çocuklarınız size ne kadar bağlı ve ne kadar saygılılar,emekliliğin tadını siz çıkarıyorsunuz… gibi o kadar çok değerlendirmelerle karşılaşıyorduk ki.Bu söylencelerin tümünün elbette art niyet ürünü olduklarını iddia etmiyorum ama içlerinde bazen öyle iğneleyici kelimeler ve ince haset kokan bir ses tonlamaları olurdu ki kimin hangi duygularla böyle söylediklerini mutlaka anlıyordum.Biz söylenenlerin hiç birine itibar etmeden,sığındığımız manevi önderlere içten şükranlarımızı sunarak bildiğimiz gibi yaşamaya devam ediyorduk.Yaşamak zorunda bırakıldığımız son travma ile karşılaşıncaya kadar mutluluk içinde,hayatın her saniyesinden zevk alarak günlerimizi geçirmeye devam ettik.Bu acı olay yaşamımızın bir dönüm noktası oldu.Olaydan önce,olaydan sonra diye birbirine taban tabana zıt iki farklı yaşamın ikinci aşamasına daldık.Bir daha olaydan önceki yaşam evrelerinin mutluluğunu,yaşama zevkini yakalayabileceğimizi hayal bile edemiyorum.Zira yaşam denen olgunun sonbaharındayız.Kış yaklaşıyor.Önümüzde başka bahar yok.Olsaydı önceki yaşam özelliklerini yakalamak için yeniden bir atılım yapabilirdik.Zaman her şeyin anası.Varlık,yokluk,mutluluk,mutsuzluk tümüyle zamanla ilgili.Zaman olmayınca hiçbir şey olmuyor.Biz artık önümüzde açılan yeni yolda ve yaklaşan kışa doğru ilerlerken daha başka acılarla karşılaşmamanın hesabını yapmak durumundayız.Yaşamımız bu anlayışa endeksli olarak devam ediyor.
Bizi ve çocuklarımızı uzaktan yakından tanıyan herkes, nasıl olup ta Kadir gibi aklı başında,mantıklı,evine ocağına,çocuklarına bağlı,ana babasına saygıda kusur etmeyen bir insanın böyle bir yanlışlığa düştüğünü sorguluyorlar.Sorguluyorlar ama bir türlü açıklayamıyorlar.Bunu sadece ben anlayabiliyorum.Kadir’in doğduğu günden itibaren hangi yaşta hangi duygular içinde olduğunu,dışa yansıtmadığı iç dünyasında ne tür fırtınalarla mücadele etmek zorunda kaldığını en iyi ben biliyorum.Üç yaşında karşılaştığı ve defalarca en etkili bir şekilde tedavi ettirmeye çalışmamıza rağmen bir türlü tamamen geçmeyen fiziki rahatsızlığının ruhunda açtığı ve de asla geçmeyen yarayı,ilk günden beri ben görebiliyorum.Bu acılı ruhun belli bir yaştan sonra kendini olduğu gibi kabul etmeye ve hayatın geri kalanında yaşamdan zevk almaya yöneldiği bir zamanda, bir başka acı ile karşılaşması sonucu oğlumu bir karamsarlığa,bunalıma ve kökten bir telafi yolu aramaya,bulmaya sevk ettiğini görebiliyorum.Torunum Mert’in gelecekteki yaşamında kendi kendine yetememesi gibi bir olasılığı düşünen Kadir’in,O’nun büyük bir maddi destekle ayakta kalabileceği varsayımı ile çeşitli arayışlara yönelmiş olduğunu düşünüyorum.Kendinin ve eşinin aldığı maaşla bu büyük maddi desteği sağlayamayacakları inancı ile başka yollar ararken internet üzerinden oynanan şans oyunlarına yönelmiş olduğunu tahmin ediyorum.Bu sırada İngilizceden Türkçeye çevrilen ve bir zırvadan başka bir değeri olmayan SIR adlı kitabın eline geçmesi bu şans oyunlarına olan inancını güçlendirmiş olmalıydı.Zira sonradan okuma fırsatı bulduğum bu kitapta “ ne kadar kaybetmeyi göze alırsanız o kadar kazanma şansı yakalayabileceğiniz” gibi çok saçma bir tema ağırlıklı olarak işleniyor ve öneriliyordu.Bu baskılar altında, internet üzerinden başladığı şans oyunlarında kaybettikçe oynama arzusu artıyor ve oynadıkça batıyordu.Geri dönülemez bir noktaya ulaştığında artık gemileri tamamen yakmaktan ve hayatı pahasına devam etmekten başka çaresinin kalmadığı düşüncesine kapılmıştı.Ya kaybettiklerini geri alacak,daha sonra kazanacağı çok büyük miktarda para ile oğlunun geleceğini tam bir güvenceye alacak ya da hayattan vazgeçecekti.İşte şeytan yapacağını yapmış,kuyusunu kazmış,geriye kuyusunu kazdığı kişinin,o kuyuya düşmesi için, ardından hafifçe dokunmak kalmıştı.İşte biz tam bu noktada devreye girme şansı yakalamıştık.Şeytanın son hamlesine engel olabilecek bir zaman diliminde devreye girdiğimiz için inandığımız manevi değerlere binlerce teşekkür borçluyduk.Nitekim ev ve arabamızı kaybetme pahasına oğlumun yapmayı planladığı dönülmez bir yanlışlığa engel olabilmek şimdi bizim teselli ve mutluluk kaynağımızı oluşturuyor.Hayatta hiçbir şey,hiçbir maddi varlık,sayısı ne olursa olsun hiçbir para oğlumuzdan daha değerli olamaz.Mal,mülk,ve para, cana ve sağlığa hizmet ettiği ölçüde anlamlıdır.Sınırı ne olursa olsun bizim için gerisinin zerre kadar önemi yok.
Artık anlatmaya başladığım masalın sonuna geldik.Şu an tam bu noktadayız.Geleceğimiz nasıl şekillenecek,bize ne gibi sürprizler hazırlayacak elbette bilmiyorum.Bilmek de istemem doğrusu.Ancak bazı dilek ve temennilerimin olmadığını da söyleyemem.Yaşamak zorunda kaldığımız talihsiz olayın bize çıkardığı fatura maddiyat sıkıntısı.Manevi sıkıntısını geride bıraktığımızı söylemem yanlış olmaz.Zira dönülmez ve asla telafisi mümkün olmayan noktalara ulaşmadan,maddi zararla atlatabilmiş olmayı ailemiz açısından bir şans sayıyorum.Bu açıdan ruhen rahatım.Maddi sıkıntıya gelince onu da çok önemsemek taraftarı değilim.Ben insanların sahip oldukları ile mutlu olabilmesinden yanayım.Yani tavukla kaz öyküsünde anlatılan “tavuk kaza bakmış da poposunu yırtmış” özentisi içinde hiç olmadığım gibi bundan sonra da olmak istemem.Neye sahipsem bu benim için mutlu olmaya yeter de artar bile.Yeter ki eşim çocuklarım ve torunlarım sağlıklı olsunlar.Zile’deki evi sattıktan sonra Turhal’dan, toki idaresinden aldığım evi, yeni bir eve daha sahip olmak özleminden almadım.Satılan eve ait eşyalarımızı, bir dostun bodrumuna bırakmakla onlara yük olduğumuzu düşündüğüm ve bu durumdan bir an önce kurtulmamız gerektiğine inandığım için aldım.Dokuz yıl süre ile borçlanarak aldığım dairenin taksit ödemeleri bizi maddi açıdan zorluyor.Ancak buna rağmen olayı çok önemsemiyorum.Taksitleri ödemede daha fazla zorlanmaya başlar da huzurumuzun bozulacağı bir noktaya varırsak o daireyi de satmaktan asla kaçınmam.Eşimin de benimle aynı düşünceyi paylaştığından eminim.Şimdilik bu ortamda yaşamaya devam ediyoruz.
Kendi yaşamımızın gerçek bir öyküsünden başka bir şey olmayan bu satırlar,belki bir gün birilerinin ilgisini çeker,kitap haline getirilmek istenir.Ve belli bir dönemin izlerini yansıtan bu uzun öykü, birileri tarafından okunarak paylaşılırsa benim de yaşamdaki en büyük hayalim gerçekleşmiş olur.Zira zaman zaman bir çoğunu yaktığım,yırtarak yok ettiğim,bir kısmının eski defter sayfalarında,bir kısmının çizgisiz kağıtlarda,diğer bir kısmının da basılmaya hazır olarak dosyaladığım öykülerimin,anılarımın ve şiirlerimin bastırılamamasından kaynaklanan hüznüm, bir ölçüde giderilmiş olur.Kendimi bildim bileli yaşam felsefesi olarak benimsediğim, “bu dünyaya ot gibi gelip gitmiş olmama” düşüm gerçeğe dönüşür.Yaşam bir ceviz ağacı gölgesinden geçmiş kadar kısa olarak tanımlansa da,gölgeden geçerken bilinçli olarak düşürmüş olacağım temiz bir mendilin, benden sonrakiler tarafından bulunarak kullanılacağı hayali, kalıcı olmak adına sevindirici bir iz olabilir inancındayım.
Düşürdüğüm bu temiz mendili bulanlara,kullanıma sunanlara ve de sevgi ile kullananlara kucak dolusu selam olsun.
BİLAL BENGÜ
|