AFŞAR ELLERİ
1
Konya’da milli eğitim müdürlüğünü bulmak çok zor olmadı.Otobüs terminaline iner inmez öncelikle elimdeki ağır tahta bavulu bırakacak bir yer aradım.Herhangi bir tanıdık yer olmadığından en iyisi ücretli emanete bırakmaktı.Öyle yaptım.Emanetçiye,şehir merkezine nasıl gidebileceğimi sordum.Tarif etti.Dolmuşlar da çalışıyormuş.”Uzak mı?” dedim.En çok yaya olarak yarım saat çekermiş.Yürümeye karar verdim.Uzun süre otobüsün içerisinde oturmaktan bacaklarım tutulmuştu.Otobüs yazıhanelerinin önünden bana tarif edilen yöne doğru yürüdüm.
Caddeye çıktığımda ilk dikkatimi çeken şey süslü at arabaları oldu.Arabalar o kadar güzel boyanmış ve öylesine süslenmişti ki araba sandığının ensiz tahta çerçeveleri küçük birer resim sergisini andırıyordu.Yollarda motorlu taşıtlardan daha çok at arabası olduğu görülüyordu.
İlerlemekte olduğum yol boyunun,her türlü esnafın yer aldığı bir iş alanı olduğunu anladım.Bakkal,manav, manifatura dışındaki her türlü esnaf buradaydı.Yapı malzemeleri satanlar en fazla göze çarpanıydı.Araba imalathanesi,koşum takımları yapımcıları,nalburiye,ve aktarlar yolun yer iki yakasını doldurmuşlardı.Önlerindeki üç tekerlekli küçük arabalarını, gezici birer dükkan haline sokmuş olan satıcılar,taşıt trafiğini aksatacak kadar yolları işgal etmişlerdi.
Terminalden ayrılırken saat tutmuştum.Yirmi yedinci dakikada bana tarif edilen ana yola ulaştım.Bu geniş yol Konya’nın en işlek ve kalabalık yerlerinden biriydi.Yolun her iki yanında yükselen binaların tamamı iş yeriydi.Resmi binalar da bu yol üzerine sıralanmışlardı.Milli eğitim müdürlüğünü bulmakta hiç zorlanmayacağımı anladım.Ulaştığım noktada en ilginç yapı,sağ taraftaki,ortasında büyük bir havuzun yer aldığı meydanın bitişiğinde yükselen ve kartpostallardan anımsadığım yeşil kubbeli Mevlana Türbesi idi.Selçuklu mimari özelliğini yansıtan yapının görünüşü çok muhteşemdi.Heyecanlandığımı hissettim.Meydanın bir başka cephesinde büyük bir cami vardı.Meydan, çoğunluğunun yabancı turist olduğu ilk bakışta anlaşılan insanlarla dolup taşıyordu.Burada kesinlikle yabancı sayısı yerli halktan daha çoktu.Turistler,kadın erkek,çocuk kümeler halinde geziyorlardı.Başlarında beyaz fotör şapkalar,altlarında birer kısa pantolonlarla çevreyi büyük bir beğeni ve hayranlıkla izliyorlardı.Süslü at arabalarının onlara da ilginç geldiği belli oluyordu.Yanlarından geçmekte olan bir arabayı durduruyor,arabanın yan tarafında,üzerinde,önünde resim çekiniyorlardı.Mevlana Türbesi’nin önü daha çok kalabalıktı.Uzun bir kuyruk oluşmuştu.İçeriye girmek için bekledikleri anlaşılabiliyordu.Benim de içimden müzeyi gezmek geçti ama öncelikle müdürlüğü bulmam gerektiği için, bu düşüncemi daha sonra gerçekleştirmeye karar verdim.Ana caddeyi izleyerek sola döndüm.Dükkanların vitrinlerinin tamamı hediyelik eşyalarla doluydu.En çok görülen motif Mevlana resimleriydi.Kutuların üzerlerinde,yazmalarda,ağızlık ve pipolarda,gece lambalarında hep aynı motifler göze çarpıyordu.Bu eşyalar öylesine çekicilerdi ki hepsinden birer tane almamak için kendimi zor tutuyordum.İçimden “Konya’nın esnafı işini iyi biliyor,”dedim.Bu kadar çok sayıda turistin ziyaret ettiği bir kentte,gelenleri mutlaka bir şeyler almaya zorlayacak ilgi çekici düzenlemeleri yapabilmek tam bir beceriklilik isterdi.Çevrede gezinen çok sayıdaki turistlerin, dükkanlardan bir şeyler almaya çalıştıkları göz önüne alındığında, Konya esnafının bu konudaki becerikliliği rahatça anlaşılabiliyordu.
Yolda bir süre ilerledikten sonra, kapısının önünde bir turist grubuna satış yapmakta olan gence, il milli eğitim müdürlüğünün yerini sordu.Elli metre kadar ileriyi işaret ederek renginden resmi devlet dairesi olduğu anlaşılabilen yüksek bir binayı gösterdi.Saat on bire geliyordu.Yolun karşısına geçtim.Müdürlük binasına yaklaştığımda karşıdan tanıdık bir simanın gelmekte olduğunu gördüm.Meraklı gözlerle çevreyi inceliyordu.Ne güzel bir rastlantıydı.Bana doğru gelen sınıf arkadaşım Şakir’di.O’ da beni gördü.Kollarını açarak boynuma sarıldı.Burada ne aradığını sordum.Konya’ya atandığını söyledi. “Yerini öğrendin mi? “diye sordum. “Evet,belki inanmayacaksın ama aynı okula atanmışız,” dedi.Gerçekten inanmak zordu. Koşar adım,ikimiz birlikte binanın ikinci katına çıktık.Salondaki atama panosundaki listeye tekrar tekrar baktım.Evet doğruydu.Aynı köy okuluna atanmıştık.Ben müdür yetkili olarak atanmıştım.İçerimde bu sevinci doya doya yaşarken,Şakir, “dahası var,”dedi. “Bizim okuldan en az on kişi Konya’ya atanmış.Bunların da üçü bizim çalışacağımız Hadim ilçesine,ne güzel değil mi?” Gerçekten,ilk görev yerlerimize giderken böyle tanıdık birileriyle olmak insana güç ve moral veriyordu.
Günlerden Çarşamba ve temmuz ayının yirmi dokuzu idi.Nasıl davranmamız gerektiğini konuştuk.En geç yarın göreve başlamamız lazımdı.Ağustos ayı maaşını alabilmemiz buna bağlıydı.Bu bizim için önemliydi,çünkü paraya ihtiyacımız vardı.Cadde üzerinde aşağı yukarı adımlarken gene okul arkadaşlarımızdan Refik ve İbrahim’le karşılaştık.Daha sonra Yozgatlı Ahmet geldi yanımıza.Milli eğitim müdürlüğünün önü bir hayli kalabalıklaşmıştı.Ataması yeni yapılanlar bizim gibi akın akın müdürlüğe geliyorlardı.Hadim ilçesine atanan on altı öğretmen arkadaşla tanışıp kaynaştık.Akşam olmadan ilçeye ulaşmamız fikri üzerinde birleştik.Nasıl gidebileceğimizi sorduk.Hadim’e günde bir otobüs gidiyormuş.Hareket saati on birmiş.Yani bu gün gidecek olan otobüs çoktan yolu yarılamış oluyordu.Başka bir yol bulmalıydık.Hep birlikte terminale yürüdük.
Terminalde doğruca Hadim-Taşkent otobüs işletmesinin yazıhanesine gittik.Bize söylendiği gibi o günün otobüsü saat on birde gitmişti.Ertesi gün aynı saate kadar da başka bir araba yoktu.Ne yapabileceğimizi sorduk.Tek çıkar yolun otobüs kiralamak olduğu söylendi.Kabul ettik.Bir otobüs sahibi ile iki yüz yirmi liraya anlaştık.Kişi başına ödeyeceğimiz ücret yaklaşık on altı liraydı.Normal yol parasının altı lira daha fazlası olan bu parayı ödemeyi göze alamazsak ağustos maaşımızı zamanında alamayacaktık.Otobüsü kiralamak zorundaydık.Saat ikiye doğru yola çıktık.
Konya ovasını görmeyen birilerine bu ovayı anlatmak çok zor olmalı.Bu kadar düz ve geniş bir arazide bulunmak, insanda uçsuz bucaksız bir deniz ortasında olmak gibi bir duygu uyandırıyor.Hoş, ben böyle bir deniz ortamını da çok bilmem ama, daha önce izlediğim sinema filmlerinde bu duyguyu yaşatan sahneler olduğumu anımsıyordum.Bizim memlekette, Konya ovasını görenlerin anlattıklarının çok abartılı olduğunu düşünürdüm.Oysa şu an kendi gözlerimle gördüklerim o anlatılanların bile bu ovayı anlatmakta aciz kaldığını düşünmeme neden olmaktaydı.O anlatımlarda derlerdi ki,yüz metreden bir yumurtayı,kırk kilometreden bir koyunu görebilmek mümkündür.Aslında bir düzlüğü tanımlamak için iyi bir betimleme değil mi?İnanılmayacak kadar geniş ve düz olduğu bundan daha iyi nasıl anlatılabilir?
Ankara-Konya il sınırını geçtikten sonra asfalt yolun bu denli bükümsüz olması beni şaşırtmıştı.Cihanbeyli’yi geride bıraktıktan sonra sürücünün direksiyon çevirmesine,vites değiştirmesine hiç gerek kalmıyordu.Arabanın kilometre saat göstergesi yüz rakamı üzerine çivilenmiş gibi takılıp kalıyordu.Yol boyunca ne bir ağaç topluluğu vardı ne de başka bir yeşillik.Ufuk bir sis perdesi arkasına gizlenmiş,bizimle olan aralığını aynen koruyarak izlenebiliyordu.En küçük bir dağ değil,tepe değil,toprak yığını bile yoktu.Bazen yola yakın bazen uzak bir konumda kurulu toprak damlı evlerde canlılık izine rastlanmıyordu.Köylerde bile ağaç olmaması beni çok şaşırtan bir durumdu.Coğrafya derslerinde tanımlanan bozkır teriminin, bu yöre için tam yerine oturmuş bir tanım olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum.Konya ovasının ülkemizin tahıl ambarı olarak nitelenmesi de çok doğru bir tanımlama olsa gerekti.Çünkü göz alabildiğine uzanan tarlalarda görülen yalnızca hasat sonrası kalan tahıl saplarıydı.Biçerlerden kalan uzun tahıl saplarının ortasında, uzaklardan bana taş yığınları gibi görünen nesnelerin,dinlenmeye çekilmiş koyun sürüleri olduğu, ancak yanlarına varıldığında anlaşılabiliyordu.
Konya’dan güneye doğru aynı düz arazi üzerinde yol alıyorduk.Ancak bu kesimde kuzeye göre bazı farklılıklar da yok değildi.En önemli fark,ufuk hattını bir sis perdesinin değil,hayal meyal seçilebilen dağların sınırlamakta olduğuydu.Gene bükümsüz ve düz devam eden yolun her iki yakasında, yeni dikilmiş akasya ağaçlarına rastlanıyordu.Fidanların bazıları kurumuştu.Topraktan filizlenmiş görülen zayıf çayırlar çevreye bir canlılık katabiliyordu.Yolu izleyen yapay çukurlarda yer yer su birikintileri ve sazlıklar vardı.Suların kuruduğu çıplak toprak kesimlerindeki tuza benzer beyaz oluşumlar dikkat çekiciydi.Bu beyaz örtünün kireç mi tuz mu olduğuna bir türlü karar veremedik.
Konya’dan ayrılalı bir saati geçkin bir süredir yol almamıza rağmen ufukta görülen dağ sıralarına henüz yaklaşamamıştık.İçinden geçmekte olduğumuz Çumra ilçesinin yeşilliği içimizi ferahlattı.Atandığımız Hadim ilçesi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik.Çumra gibi olmasını düşledik.Herhalde çok farklı olmasa gerekti.Ne de olsa her ikisi de aynı ilin ilçeleriydi.Ne yazık ki çok yanıldığımızı anlamak için aradan fazla zaman geçmedi.Coğrafya bilgimizin yetersizliği bir şamar gibi yüzümüzde patladı.Kitaplardan edindiğimiz bilgilerle Konya ilinin, bu denli geniş,bu denli değişik bir toprak yapısına sahip olduğunu kavrayamamıştık.Hiç beklemediğimiz bu farklılık elbette bizi çok büyük hayal kırıklığına uğratacaktı.
Çumra’dan sonra güneye ilerledikçe dağlar da bize yaklaşmaya devam etti.Konya’dan ayrılışımızın üzerinden geçen iki saatin sonunda ovanın güney ucuna ulaştık.Ova ile yeni başlayacak olan yükseltilerin arasında bir sınır oluşturan akarsu,çevreye kattığı doğal güzellikleri yatağı boyunca sürükleyip,kendisi ile birlikte güneye taşıyordu.Artık Hadim’e yaklaştığımızı düşünüyorduk.Otobüsün sürücüsüne daha ne kadar yolumuz kaldığını sorduğumuzda yüzlerinde beliren gizemli bir gülümsemeyle karışık,yaklaşmakta olduğumuz yanıtını alıyorduk.Konya ovası artık gerilerde kalmıştı.Hafif bir meyille başlayan kayalık tepelere doğru tırmanıyorduk.Bizde derin bir hayranlık uyandıran verimli ovadan eser yoktu.Çevrede yerleşik kayalıklar arsına sıkışmış küçük tarlalar uzanıyordu.Tarlalara,gökten irili ufaklı taş yağmış gibiydi.Kayalıklar üzerinde,bodur meşe,boz ardıç,tavşan elması ve çoban ekmeğine benzer,kısa boylu ağaçlar vardı.Asfalt yol bitti.Yol bozuk ve kasisli bir köy yoluna dönüştü.Arazi yapısı önce bir platoya, sonra küçük rakımlı tepelerin ardı ardına sıralandığı oluşumlara terk ederken, yerini yüksek dağlara bırakmak üzereydi.Bu dağların,Torosları oluşturan sıradağların en iç kesimleri olduğunu tahmin edebiliyorduk.Buraları gördükçe atlaslardan öğrendiğimiz bilgilerin yetersizliği daha iyi anlaşılıyordu.Meğer daha çok öğreneceklerimiz varmış.Hadim ilçesinin Toros Dağları’nın doruklarında yer aldığını,atandığımız Afşar Köyü’nün, Konya’dan çok Akdeniz’e,Alanya’ya yakın olduğunu sonraki deneyimlerimizle öğrenebilecektik.
İl merkezinden ayrıldığımızdan itibaren, on beş kişilik genç öğretmenler grubumuzun neşesine diyecek yoktu.Sıra ile fıkralar anlatılıyor,hep birlikte kahkahalar atılıyor,sonra şarkılar türküler söyleniyordu.İlk olarak mesleki görevlerimize başlamak üzere olduğumuz bu gün,içlerimizi dolduran gurur ve heyecanı tüm çıplaklığı ile ortaya döküyor ama bunları,bizi taşıyan otobüsün dışına taşıyamıyorduk.Bizim sevincimizi, gururumuzu ve heyecanımızı paylaşan ve bizim gruptan olmaya sadece iki kişi vardı:şoför ve yardımcısı.Onlar da bizimle birlikte gülüyor,bizim söylediğimiz türkülere şarkılara eşlik ediyorlardı.Bu coşkulu sevinç saatlerce sürdü.Otobüs ovayı geride bırakıp dağlara tırmanmaya başlayınca yerini suskunluğa bıraktı.Bu suskunluğun yorgunluktan olmadığını biliyordum.Hepimizi,atandığımız yerlerin,büyüleyici Konya ovasının herhangi bir köşesinde olduğu şeklindeki ön yargının yanlış olduğunu fark etmemizden kaynaklanan hayal kırıklığı sarmıştı.Ovayı geride bırakalı bir saatten fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala yol alıyorduk.Ne kadar yolumuz kaldığını sorduğumuz otobüs sürücüsü, her defasında çenesi ile ileriyi göstererek “az kaldı” diyordu.
Toprağın yok denecek kadar az görülebildiği kızıl ve boz kayalardan oluşan düzlükte ilerlerken, birden bire önümüze çıkıveren ve dibi görünmeyen vadi,içimize korkuyu bir bıçak gibi sapladı.Hiç beklemediğimiz bir anda yolun böylesine sarp bir vadi yamacı ile kesilmesi, konuşmalara son noktayı koydu.Sessizlik orta yere kurşun bir top gibi düştü.Biz, “ne oluyor,vadinin karşısında devam ettiğini gördüğümüz yola nasıl ulaşacağız ?”deme fırsatı bulamadan,araba dik yokuştan aşağı bir kartal gibi sağaldı.Arabanın önü en az kırk beş derecelik bir açı ile aşağı eğildi.Buna rağmen hızında bir azalma olmadı.Kimimiz içerisinden, kimimiz seslice besmele çekerek,bildiği duaları okuma yarışına girdik.Ben arabanın sağ tarafında oturuyordum.Aşağı baktım.Ne vadi tabanı ne de üzerinde ilerlemekte olduğumuz yol görünüyordu.Vadinin karşı yakası yüzlerce metre yüksekliği olan kale duvarı gibi dikiliyordu.Araba ilk rastladığımız keskin bükümü hızla dönerken sola savruluyor gibi olunca, önümdeki koltuğa sıkı sıkıya sarıldım.Birkaç ağız birden “kaptan yavaş” diye bağırdılar.Şoför seslice güldü. “Yahu hocalar korkmayın,burası bizim her günkü yolumuz,canımızı tehlikeye atmayız.” Dedi.Her ne kadar korksam da bana çok ilginç gelen manzarayı zevkle izlemekten kendimi alıkoyamıyordum.Dar ve büküm büküm olan yolda araba bir sağa bir sola yatsa da bu vahşi ama vahşi olduğu kadar da güzel bulduğum harika doğanın her noktasını belleğime kazımaya çalışıyordum.Yaklaşık on dakika sonra araba, yolun son kıvrımını da geride bırakarak, meyili azalan yolu tamamladı ve vadi tabanına ulaştı.
Vadi tabanının ortasından akan derenin suyu rengi yemyeşildi.Yatağındaki kayalardan kabaran ve kırılan sular beyaz köpükler oluşturuyordu.Bu güzel manzarayı seyretmekten büyük keyif aldığımızı tahmin eden şoför, arabayı tam dere kenarında durdurdu. “Biraz dinlenelim ve temiz hava alalım” dedi.Bir anda arabayı boşalttık.Ayağım yere değer değmez gerilen bedenimin gevşediğini duyumsadım.Bir an bacaklarımın büküleceği ve vücut ağırlığımı taşımayacağı korkusuna kapıldım.Arabaya yaslandım.Birinden yardım istemeyi düşündüm.O da ne? Çenem sanki birbirine kenetlenmiş gibiydi.Dişlerim sırım sırım sızlıyordu.Yavaş yavaş bir buz kütlesinin çözülmesine benzer biçimde kaslarımın hareketlendiğini hissettim.Tekrar hareket edebilmem için beş dakika kadar olduğum yerde bekledim.Diğer arkadaşlar dere kenarına inmişler,zümrüt yeşili su ile benliklerini kirleten korkuyu temizliyorlardı.Susan çeneleri yeniden açılmış,kaybolan neşeleri geri dönmüştü.Kendimi zorlayarak onlara katıldım.
Vadi öylesine dar ve çevresi öylesine yüksekti ki buraya nasıl inebildiğimize şaşırmamak olanaksızdı.Gökyüzü masmavi bir yol gibi tepemizde uzayıp gidiyordu.Bir kaç noktada tam ufuk çizgisinde,dağların en sivri tepelerinde toplanmış olan kat kat beyaz bulutlar, torbalara doldurulmayı bekleyen devasa pamuk yığınlarını andırıyorlardı.Seyrek ağaççıkların yer aldığı vadi yamaçlarının, sınırsız asmalıklarla yeşillendiğini fark ettik.Bu asmalıklar yakın çevrede yerleşim birimlerinin varlığına işaretti.Nitekim sürücümüz,biraz sonra tırmanacağımız yamaçta,ama henüz görünmeyen bir alanda Eğitse köyü olduğunu söyledi.Köyün bazı ilginç özelliklerini söylerken,anlattıklarının ciddi mi,şaka mı olduğundan pek emin olamadık.Anlattığına göre köy halkının büyük bir çoğunluğu,gene şoförün deyimi ile ,kafadan sakatmış.Köyün böyle bir imaj edinmesine gerekçe olarak gösterilen bir iki olay anlatmayı da ihmal etmedi.Anlattığına göre Eğiste’li birisi,şu an yanında bulunduğumuz ve derenin iki yakasını birleştiren küçük köprü üzerinden suları seyrederken yakasında asılı dikiş iğnesi dereye düşmüş.Hemen öteki yakasında duran başka bir büyük iğneye uzun bir iplik takarak dereye sallamış ve, “yavrum babanın bacağına sarılda çık oradan,”diye bağırmış.İğne sudan çıkmamış adam da bu işi günlerce devam ettirmiş.Ta ki birileri adamı tutup akıl hastanesine götürünceye kadar.Buna benzer birkaç öykü daha anlatınca biz de şoförle aynı düşünceyi paylaştık.
Bu güzel vadide piknik yapmak çok hoş olurdu ama bu iş için ne zamanımız ne de konumumuz uygundu.Her an,yolun geçmekte olduğumuz son kıvrımını, bu hızla dönemeyerek, uçuruma yuvarlanacağımızı zannettiğimiz vadi yamacından, salimen tabana inmiş olmanın verdiği ferahlığı yüreğimizde yaşayarak, arabaya bindik.Artık tırmanmaya başlayacaktık.Otobüs, yukarı doğru giderken nasıl olsa hız yapamayacağı için tehlike söz konusu olamazdı.Su yüzeyine yakın olarak uzanan köprüden geçtikten sonra başlayan tırmanma hareketine, kimsenin önem vermediği, tekrar başlayan şen şakrak konuşmalardan belli oluyordu.Güzelim Konya Ovası’nın büyülü atmosferinden uzaklaşırken içimize sinen karamsarlığı üzerimizden attıktan sonra,bize, öğrenim süremiz içerisinde kazandırılan idealist düşünce yapısının bilinç düzeyine çıkması sonucu , karşılaştığımız yeni ortama uyum sağlama belirtileri görülmeye başlıyordu.Öğretmen okulunda aldığımız eğitim etkinliklerinin en önde gelen ilkelerinden biri,yurdumuz sınırları içerisinde hangi coğrafi bölge,hangi iklim koşulları,hangi ekonomik ve sosyal yapı olursa olsun,hiçbir yılgınlığa düşmeden yapılabileceklerin en iyisini yapabilme azim ve kararlılığı kazanmış olmaktı.Her türlü koşulda,içerisinde bulunulan çevreyi daima bir adım ileri taşımak,eğitim kalitesini en üst düzeylerde tutabilmek birinci görevimizdi.Bunları anımsamak içine yuvarlanmakta olduğumuz karamsarlıkları bir anda yok etti.İç güvenimiz arttı.Kendimi güçlü hissettim.İçimden haykırmak geldi: “Savulun Toroslar,biz geliyoruz.Dünyanın güçlüklerini önümüze yığsanız,içimizde yanan meşalenin coşkun ateşi ile tümünü kar yığınları gibi eritip geçeceğiz.”
Vadinin karşı yamacını tırmanma süresi, iniş için geçen zamanın yaklaşık iki katı kadar sürdü.Doruğa ulaştığımızda karşımıza,sonu yokmuş gibi uzanan dağ manzaraları çıktı.Artık Torosların üzerindeydik.Çevremizde sıklaşan orman örtüsü doğal güzelliklere renk katıyordu.Küçük de olsa yer yer rastladığımız düzlüklerin ortasında yada yakınlarında köyler vardı.Tarlalarda henüz hasat zamanı gelmemiş olan ekinler göze çarpıyordu.Ovada çoktan sona ermiş bulunan hasat henüz burada başlamamıştı.Deniz seviyesinden binlerce metre yükseklikte yer alan bu arazide hasadın geç kalması çok doğaldı.Zaten tahıl ekili alan azdı.Olmayan tarlanın tarımının yapılamayacağı açıktı.Yöre halkının geçinim kaynaklarının ne olabileceğini düşündüm.Aklıma gelen ilk kaynak hayvancılıktı.Bu tespitin doğruluğunu,ileride,bu çevreyi tanıdıkça anlayacaktım.
Otobüs durmadan inen çıkan kıvrılan yollardan ilerlerken bizim sabırsızlığımız da artıyordu.Vakit bir hayli ilerlemişti.Yol boyunca rastladığımız köylüler, tarlalarından evlerine dönüyorlardı.Önümüze çıkan her tepeden sonra şoföre,”yolumuz daha çok mu?” diye soruyor,her defasında “az kaldı,” yanıtını alıyorduk.Uzun süren bir dolambaçtan baş aşağı döndüğümüzde Muavin, önümüze çıkan evlerin ilçeye ait olduğunu söyledi.Taş duvarlı ve toprak damlı evlerden oluşan yerleşim birimi,Hadim’in aşağı mahallesiymiş. Önünden geçmekte olduğumuz ilk evin duvarına çakılı levhada “Atatürk Bulvarı” yazıyordu.İçimden gülmek geldi.Buranın neresi bulvardı acaba?Kıyıya köşeye saçılmış gibi duran birkaç evin arasından geçen toprak yola da bulvar denebiliyormuş meğer.
İlk evleri geçtik.Küçük bir tepenin ardından ilçe merkezi göründü.Büyükçe bir köye benziyordu.Evlerin üzeri ya toprak dam yada galvanizli sacla örtülüydü. Yalnızca ana caddeye benzeyen taş döşemeli yolun, her iki yakasındaki evlerin çatıları kiremitle kapatılmıştı.Buraların resmi devlet binaları olduğu belliydi.
Otobüsten indiğimizde,yol üzerindeki kahvehaneden meraklı bakışlar bize çevrildi.Bir günde ilçeye ikinci otobüsün gelmesi ilgilerini çekmiş olmalıydı.Otobüs sürücüsü,biraz ilerideki tabelasında “Otel Toros” yazılı olan binayı gösterdi. “Hocalar orada kalabilirsiniz,başka kalacak uygun bir yer yok.”dedi.Saat altıya geliyordu.Öncelikle kalacağımız yeri ayarlamalıydık.Çantalarımızı aldık.Çevremizde toplanan üç beş kişiden biri otel sahibiymiş.Şoförün tanıştırdığı adamın ardından otele yürüdük.Binanın yan tarafında yer alan giriş kapısından ikinci kata çıktık.Otel toplam on sekiz yataklıymış.Bunlardan yedisi daha önce tutulmuş.Başka otel olup olmadığını sorduk.İlçede on yataklı bir otel daha varmış ama onunda yarısı doluymuş.Birbirimizden ayrılmak istemiyorduk. “Ne yapabiliriz?” diye sorduk.Otelci bize iki öneri sundu.Ya bazılarımız ikişer kişi olarak yatacaktık yada otelcinin evinden getireceği yer yataklarını tercih edecektik.Yer yatağına razı olduk.Çantalarımızı otel odasına bırakıp aşağı indik.Otelin giriş katı lokantaydı.Burası da otelcininmiş.Otel ile lokantanın aynı binada olması iyiydi.Otelin bitişiğinde de kahvehane vardı.Böylece ilçede bize en çok gerekli olan yerleri öğrenmiş olduk.
Otobüs otelin önünde bekliyordu.Bu gün geri dönmek zorunda olan şoför bir süre dinlendikten sonra yola çıkacaktı.Biz otel işini çözümlerken O da meraklı insanlara bizim hakkımızda bilgi vermişti.Şimdi bizimle karşılaşan insanlar daha sıcak bir tavır sergiliyorlardı.Üçerli dörderli kümeler halinde ana yolda aşağı doğru yürüdük.Otelden elli metre kadar ileride, yolun solunda ilçe milli eğitim müdürlüğünün levhası görünüyordu.Binanın önüne kadar gittik.Kimse yoktu.Caddenin bu kesiminde evler seyrekleşiyordu.Bulunduğumuz yerden ilçenin çevresini görebiliyorduk.
İlçe,üzerine yapılandığı arazinin yüksekçe bir kesimine kurulmuştu.Gene de kuzeyinde arkasını yaslandığı ormanla kaplı tepe,başına yıkılacakmış gibi sarp ve dikti.Güneye doğru göz alabildiğine uzanan dağlar insan elinden çıkmış gibi uyumlu bir tablo oluşturuyorlardı.Artık Torosların üzerinde olduğumuzdan emindik.Burada düzlük yada ova sözcükleri anlamını yitiriyordu.Burada düzlük denince akla bir tarla genişliği,ova denince en çok on tarla büyüklüğü bir arazi parçası anlaşılıyordu.Torosların tepesinde doğup büyüyen birinin ova denince Konya Ovasını kavrayabilmesini sanmak elbette hata olurdu.
Akşam lokantada ilçe eğitim müdürü ile tanıştık.Bir kaç öğretmen arkadaşı ile yemek yiyorlardı.Önlerinde bir büyük rakı şişesi duruyordu.Lokantanın ilçedeki tek içkili yer olduğunu öğrendik.Hepsi ile tek tanışarak tokalaştık .Masalarına çağırdılar,teşekkür ettik.Yandaki iki masayı birleştirerek topluca oturduk.Güzel bir sohbet ortamında geç saatlere kadar kaldık.
Otuz temmuz günü on beş arkadaşla aynı anda göreve başlatıldık.Akşam lokantada tanıştığımız ilçe eğitim müdürümüz, bize gereken her türlü kolaylığı sağlamaya çalışıyordu.Böyle sıcak karşılanmak bize iyi bir moral veriyordu.Atandığımız köylerin fiziki şartlarının zorluğu bizi çok fazla hayal kırıklığına uğratmadı.Köylerimizle ilgili ön bilgileri ayrıntılı olarak bize anlatan müdür,kendisinin de uzun yıllar köylerde çalıştığını ve bizim ne gibi güçlüklerle karşılaşabileceğimizi gayet iyi bildiğini söylüyordu.Kendisinin Hadim’li olması, çevre hakkında bu kadar geniş bilgiye sahip olmasının gerekçesini açıklıyordu.Küçük bir ilçe olan Hadim’de çalışan tüm devlet daireleri arasında, sıkı bir diyalog ve işbirliği olduğunu belirten müdürümüz, karayollarından sağlayacağı bir araçla köyleimize gönderileceğimizi söyleyince çok sevindik.Zira o yıllarda araba bulmak çok büyük bir sorundu.İlçede yalnızca bir cip bulunduğunu sonradan öğrenecektik.İlçe eğitim müdürümüzün bu yakın ilgisi bizleri rahatlattı.Müdürlüğün salonunun duvarına asılı duran haritadan çalışacağımız köyleri bulduk.Şakir ile birlikte atandığımız Afşar köyü, ilçenin en büyük köylerinden biriydi.Hatta en gelişmiş köy Afşar’mış.Ulaşım olanağı da diğer yerlere göre daha iyi durumdaymış.Aşırı kış şartları ortaya çıkmadığı sürece, yaz kış ulaşımda aksama olmazmış.Afşar ilçeye otuz,Taşkent bucağına on beş kilometre uzaklıktaydı.Toros dağlarının en yüksek yerlerinden biri olan Geyik dağının eteklerine kurulu bir köydü.Dört öğretmen kadrosu bulunuyordu.Diğer iki arkadaştan biri köyün yerlisi bir eğitmen,diğeri geçen öğretim yılı göreve başlayan yedek subay öğretmendi.Üç derslikli okulda sınıflardan iki tanesi zorunlu olarak ikili öğretim,geriye kalan üçü normal öğretim yapmak durumundaydı.Tüm bu ön bilgileri edinince şanslı olduğumuza inandım.Araba yolu dahi bulunmayan ve kilometrelerce yaya gitmek zorunda kalacak olan öğretmen arkadaşları göz önüne alınca, bu inancım daha da pekişti.
2
Sanki tayinimin Konya’ya çıkacağını biliyormuşum gibi,Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Edebiyat Öğretmenliği bölümüne başvuruda bulunmuştum.Okumayı ve okulu çok sevmeme rağmen,Eğitim Enstitüsünde okuyabileceğimden emin değildim.Bunun en önemli nedeni,maddi olanaksızlıktı.Öğretmen okulunu yatılı olarak okumama rağmen,ayda en fazla on beş yirmi lira olarak gelen harçlığım,üç yıl boyunca benim çok zor durumlarla karşılaşmama sebep olmuştu.Ailem yoksuldu.Bana gönderecek para temin etmekte zorlanıyorlardı.Yani ayda on beş lirayı bile bir araya getirmekte zorlandıklarını biliyordum.Oysa on beş lira, bir ay boyunca hangi ihtiyacımı karşılamaya yetebilirdi?Yatılı olmakla devlet, her ihtiyacımızı yüzde yüz karşılamıyordu ki.Örneğin biten defterimi,kalemimi ve resim iş derslerinde kullanacağım malzemelerin hiç birini devlet karşılamıyordu.Hafta sonları,şehir parkında otururken içeceğimiz bir bardak çay parasını,acıkınca alacağımız simit parasını,sinemanın bilet parasını,ayakkabı boya parasını da devletten isteme şansımız yoktu.Tıraş olmak,banyoya gitmek,mendil ve çorap almak için de para gerekiyordu.Bana ayda gelen on beş yirmi lirayı, günlere böldüğümde elli kuruş düşüyordu.Elli kuruşla günlük gereksinimleri karşılamak elbette mümkün değildi.Hele bir de sigara içiyorsam,otlakçılıktan başka sigara alma lüksüm hiç olmayacaktı.Üç yıl boyunca parasızlık yüzünden çektiğim acıları, Topçam dağlarına anlatsaydım,derdinden volkan olur patlardı.Ben sabrettim.Çektiğim sıkıntıyı kan yapıp içtiysem de, çevreme ve aileme kızılcık şerbeti içtiğimi söyledim.Ama yüksek okul öyle olmazdı.Orada bunları yapamazdım.Yatılı olayı yoktu.Yurtlarda kalabilirdim.Onun için bir miktar para ödemek zorundaydım.Yiyecek ve giyecek giderlerinin tümünü karşılamam gerekiyordu.Öğretmen okulunda, eğer devlet vermeseydi, üç yılı,orta okul yıllarında olduğu gibi, lastik ayakkabı ile geçirmek zorunda kalırdım.Öğretmen okulu mezuniyet törenlerinde giydiğim elbiseyi,devletin verdiği yirmi yedi lira donatım parası ile, en ucuzundan güçlükle temin edebilmiştim. temin edebilmiştim.Yaşadığım bunca acıdan sonra, iki yıllık yeni bir eğitim yaşamına,hele de büyük bir şehirdeki okulda, devam etmeyi göze alamazdım.Hiç olmazsa sınav heyecanın tadarak bir ölçüde egomu tatmin ederim düşüncesi ile sınavlara katılacaktım.Her şeye rağmen sınavı kazansam bile, okula devam etmemeye, işin başından beri kesin kararlıydım.Tayinimin Konya’ya çıkmış olması da başlı başına bir şanstı.Çünkü Selçuk Eğitim Enstitüsünün giriş sınavlarına müracaat ettiğim halde tayinim bir başka kente çıkmış olsaydı,yapmak zorunda kalacağım masraflardan kaçınarak, sınava katılmaktan elbette vaz geçecektim.Sonuçta girmeyeceğim bir okul için, bir sürü masrafı göze alamazdım.Ama şimdiki durumda fazla bir masrafa gerek kalmıyordu.Çalıştığım şehirde sınava katılacaktım.
Sınav günü sabahı, sınavın yapılacağı okulun önüne geldim.Benim gibi çok sayıda insan sınava girmek üzere buraya toplanmıştı.Eğitim Enstitüsüne girmek için çok hevesli olan birkaç öğrenci ile tanıştım.Giyim kuşamlarından ve tavırlarından hayatlarında hiç para sıkıntısı tatmadıkları belli oluyordu.O duyguyu hiç sevmesem de, o öğrencileri kıskandığımı söylemeden geçemeyeceğim.
Sınav dokuzda başladı.Sınavlar iki aşamalıydı.Birinci aşamada öğrenciler toplu halde yazılı sınava alındılar.Girilecek bölüm,Edebiyat Öğretmenliği olduğu için ilk olarak,sınava katılanların dilbilgisi,konu yorumu ve ifade edebilme yetenekleri değerlendirilmeye alınıyordu.İkinci aşamada,sınıflarda öğretmenler, öğrencilerle bire bir kalarak sözlü değerlendirmede bulunuyorlardı.Yani öğretmen ile öğrenci bir masanın iki yanına karşılıklı oturuyor,sınavı soru-yanıt yöntemi ile gerçekleştiriyorlardı.
Benim asıl amacım sınav kazanmak değildi.Ta başından itibaren kazansam da okula devam etmeyeceğim şeklinde bir kararım olduğu için,sınav bana bir eğlence gibi geliyordu.Çünkü iki yıl boyunca, benim masrafımı karşılayacak ne bir kişi vardı, ne de bir kurum.Aslında benden büyük olan beş erkek kardeşimde,eğitimin önemi konusunda yeterli bir bilinç olsaydı, beni okula devam ettirebilecek bir yol,yöntem bulabilirlerdi.Ama o yıllarda ağabeylerime göre, ilkokul öğretmenliğinin üzerinde bir meslek yoktu.Daha fazla okuyup da ne yapacaktım?Onlara göre köy öğretmenleri, ayda alacakları üç yüz elli lira maaşla, köy ağasından daha zengin olurlardı.Hatta isterlerse aylıklarından biriktirdikleri paralarla bir köyü tümüyle satın alabilirlerdi.Bir öğretmenin aldığı maaş onların gözünde bu kadar büyüktü.Ayrıca iki yıllık maaş,iki yıl fazladan okumak için feda edilir miydi?Onlar böyle düşünüyorlardı.Bunları yüzlerce kez dinleyen biri olarak, kazansam bile,benim bir okula devam etmeye hakkım olabilir miydi?Elbette hayır.Öyleyse sınavın tadını çıkarmalıydım.Sınava giren öğrencileri gözetleyecek ve her öğretmenin dersine en son ben girecektim.Sınava giren çıkan arkadaşlardan, içeride neler olup bittiğini öğrenecek, ona göre kendimi hazırlayacaktım.Bu arada bol bol gülüp eğlenme zamanım olacaktı.Düşündüğümü uygulamaya koydum.Sınava girenleri izliyor,bir öğretmenin kapısında bekleyen hiçbir öğrenci kalmadığını görünce, en son ben giriyordum sınava.Tüm dersleri böylece geride bıraktıktan sonra, sıra Tarih dersine geldi.Saat on ikiye on vardı.Kapıda sadece iki kişi kalmıştık.Yani diğer öğretmenler sınavı bitirmiş ve sınıflardan ayrılmışlardı.Yanımdaki genç bir türlü yenemediği heyecanını bastırmaya çalışarak içeri girerken,öğretmen “ikiniz de içeri girin” dedi.Birlikte içeri girdik.Arkadaş, doğruca öğretmenin bulunduğu masanın önündeki sandalyeye oturdu.Ben sınıfın penceresinin önündeki bir masanın arkasına geçtim.Bulunduğumuz sınıf binanın ikinci katındaydı.Pencereden okul bahçesinde basketbol oynayan çocuklar görülüyordu.Sanki buraya gezmeye gelmiş gibi,top oynayanları seyre daldım.Biraz sonra sıranın bana geleceğini bildiğim sınavdan çok daha önemliymiş gibi, kendimi oyuna kaptırdım.Ne kadar oyuna daldıysam,hocanın bana seslendiğini duymamışım.Hoca benim dikkatimi çekmek üzere masaya birkaç kez vurduktan sonra durumu anladım.”Buyur hocam,”dedim. “Sen söyle bakalım,”dedi. Ben hiçbir şey duymamıştım ki,neyi söyleyecektim? Açıkça, “Ne söyleyeyim?” dedim. “Sorunun yanıtını.” Dedi. “Soruyu duymadım.” Dedim. “Gözün dışarıdaydı değil mi? “dedi. “Evet,”dedim. “Top oynayanları seyrediyordum.” “Bak şu işe,”dedi. “Tatile gelen bir beyefendi bulduk,” Karşısındaki öğrenciye, “sen çıkabilirsin,” dedi. Bana eliyle işaret etti. “Sen gel bakalım,oyun sever öğrenci,”dedi. Karşısındaki sandalyeye oturdum. Yaşı ellinin üzerinde görünen,ufak tefek esmer bir adamdı. “Söyle bakalım.peygamberin mezhebi var mıydı,yok muydu? “dedi. İçimden, “haydaaa…” dedim. “Şu soruya bak.” Sonra sesli olarak, “hocam peygamberin mezhebini ne yapacağız,biz sınav sorusuna geçelim.” Dedim. “İşte senin sınav sorun bu” dedi. “Soru düzenleme yetkisi bana ait,öyle değil mi? Sen soruma yanıt ver bakalım.” Bir süre bu soruya nasıl bir yanıt vermem gerektiğini düşündüm.Ben kesin olarak biliyordum ki, peygamberin mezhebi yoktu ve olamazdı.Peygamber kendinin tebliğ ettiği bir dine, farklı yorumlar getiremezdi.Bu ancak, peygamberin ölümünden yüzlerce yıl sonra, insanların din kurallarını farklı yorumlarından sonra ortaya çıkan bir olguydu.Ama ne var ki günümüzde insanlar mezhebi gerçek din kurallarının önüne koymuşlardı.Birine mezhepsiz demek ona kafir demekle eş anlamlı sayılıyordu.Bu durumda peygambere ,hem de bir sınav sorusuna karşılık, nasıl mezhepsizdi diyebilirdim?Karşımda duran hocanın dünya görüşünü bilmiyordum ki.Ne desem acaba derken, söylediğime kendim de inanmıyorum,anlamı açıkça belli olacak bir ses tonuyla, “vardı,”dedim. Hoca hemen itiraz etti. “Hadi canım sende,” dedi. “Nerden mezhebi oluyormuş?” “Bende biliyorum olmadığını,ama hocam sizin görüşünüzün ne olduğunu bilmediğim için öyle söyledim.” Dedim. “Anladım zaten,söylediğinize siz de inanmıyordunuz,değil mi?” “Elbette” dedim. “Mezhepler peygamberin ölümünden çok sonra ortaya çıktı,bu bir.İkincisi peygamber kendi tebliğ ettiği kuralara farklı yorum getirmez.Bundan dolayı peygamberimizin mezhebi olamaz. “Sen Bektaşi misin? Diye sordu. “Evet, “ dedim. “Alnımda ki yazıyı mı okudunuz?” diye şaka yollu bir karşı soru yönelttim. “Derhal anladım senin alevi-bektaşi olduğunu,çok hazır cevaplısın,” dedi.Sonra nereli olduğumu,ne iş yaptığımı,çalışıyorsam,nerde görev yaptığımı sordu.Sorularının tümünü yanıtladım. “Ben de aslen Hadim ilçesindenim “ dedi. “Yurdun değişik yörelerinde yıllarca öğretmenlik yaptım.” Sonra, “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere izlediği yolu söyle bakalım.” Dedi. “Samsun,Amasya,Tokat,Sivas ve Erzurum,” diye yanıtladım. “Neden öncelikle o illerden işe başladığını biliyor musun?” diye sordu. Sonra da, kendi sorusunun yanıtını, yine kendi anlatmaya başladı. “Atatürk çok yönlü bir devlet adamıydı.Çok iyi bir asker, çok iyi bir siyasetçi,iyi bir ekonomist,iyi bir tarihçi ve çok iyi bir sosyologdu.Toplumları ve o toplumların niteliklerini iyi biliyordu.Dikkat edilirse Kurtuluş Savaşını başlatmak üzere çizdiği rota üzerinde yer alan Amasya,Tokat,Sivas ve Erzurum, alevi-bektaşi inancına bağlı insanların yoğun olarak yaşadığı illerdir.Atatürk,bu inanca bağlı insanların bir lidere bağlandılar mı, bir daha asal ondan asla yüz çevirmeyeceklerini ve her sözüne güveneceklerini biliyordu.Bu insanların güvenini kazanmak,onların desteğini alabilmek, başlatacağı mücadelede, kendisine en büyük güç kaynağı olacaktı.Nitekim o yörelerin insanları Atatürk’e inandı ve bağrına bastı.Başlatılan Kuruluş Savaşı’nda alevi Bektaşi kesim,başarının temel unsurlarından birini oluşturur.Bu anlattıklarımı elbette sizlerde bilirsiniz.Ama nedense alevi olduğunuzu toplum içinde saklamaya çalışırsınız.Oysa, bu topraklar üzerinde yaşayan ve başka inanç gruplarına bağlı insanlar, bu topraklar üzerinde ne kadar hak sahibi iseler,alevi Bektaşiler de en az onlar kadar hak sahibi olduklarını unutmamalı ve unutturmamalıdırlar.Gerektiğinde alınlarını gere gere, Bektaşi olduklarını söylemelidirler.Şimdi bu anlattıklarımdan sonra, acaba bu hoca alevi mi diye düşüneceksin.Hemen söyleyeyim ki ben alevi değilim.Ama olsaydım bundan gurur duyardım.” Diyerek sözlerini tamamladı.
En son olarak, “diğer dersler nasıl geçti?” diye sordu. “İyi geçti,” dedim. “Benden de iyi geçti,şimdi çıkabilirsin,” dedi.
Ertesi gün sınav sonuçları açıklandı,kazanmışım.Ne yazık ki önceden aldığım karara uyarak okula devam etmedim.Çok pişmanım.
3
Okulların açılmasına daha bir ay vardı.Bu durumda ya memlekete geri dönecek yada burada atandığımız yerde geçirecektik bu süreyi.Birlikte geldiğimiz on beş kişilik grubumuz dağılmıştı.Köyünü öğrenen ve ilk maaşlarını alan arkadaşların çoğu memleketlerine geri döndüler.Burada kalmaya karar veren yalnızca üç kişiydik.Birlikte çalışacağımız Şakir’de gitti.Ben bir süre ilçe merkezinde kalmayı düşündüm.Bu süre içerisinde köyde gerekli olacak eşyalarımı temin edecek,daha sonra onları köye taşıttıracak ve köyde kendime kalacak bir ev bulacaktım.Okulun lojmanı yokmuş.Zorunlu olarak uygun bir köy evi kiralamaya çalışacaktım.
Memleketine geri dönmeyen diğer arkadaş Ordulu Aslan Bey’di.Çok neşeli,çok konuşkan ve müthiş bir taklit yeteneği olan Aslan,bana hiç yalnızlık çektirmedi.Çevresinde toplanan insanlarla nasıl bu kadar kısa sürede kaynaşabildiğine şaşıyordum.Bitmez tükenmez fıkraları ile herkesin ilgisini çekmeyi başarmıştı.İlçede kaldığımızın ilk haftasında, Aslan Bey’i tanımayan çok az kişi kalmıştı.Bu arada O’nun bu girişkenliğinin bana da yararı olmuyor değildi.En azından ortak dostluklar kuruyorduk.
Ağustos ayının birinde ilk maaşımı aldığım gün cebimde yirmi lira harçlığım vardı.Üç yüz elli iki buçuk lira da maaş alınca birden zengin olduğumu hissettim.Bu benim için büyük bir paraydı.Okul yılları boyunca aylık on beş yirmi lirayı zor bulan harçlıklarıma göre, böyle bir paranın sahibi olmakla elbette bu tür bir duyguya kapılmam doğal sayılmalıydı.Artık ihtiyaçlarımı çok rahat karşılayabilirdim.Gene de ihtiyaçlarımın çokluğu ve çeşitliliği göz önüne alınınca elime geçen parayı dikkatli kullanmam gerektiğine karar verdim.Memleketten gelirken yanıma aldığım emektar tahta bavulumda,birkaç parça çamaşır,bir iki gömlek ile okulda hazırladığım plan örneklerinin yanı sıra eğitimle ilgili kitaplar ve henüz okuma fırsatı bulamadığım romanlar vardı.Öncelikle köyde gerekebilecek eşyaların listesini yapmalıydım.En başta yatak,yorgan,ranza,tabak,tava kaşık,çatal,bıçak..gibi bir evde mutlaka bulunması zorunlu eşyaları sıraladım.Neler almam gerektiğini düşündükçe bana ilk bakışta çok büyük bir para gibi görünen maaşımın yetmeyebileceğini anladım.Ayrıca köyün bana ne gibi olanaklar sunacağını tam olarak bilmiyordum.Bir kısım ihtiyaçlarımı daha sonraya bırakmam daha uygun olurdu.Yatak işinden başlamaya karar verdim.Konuyu otel sahibine açtım.Gecelik yatak ücretinin yarı fiyatına bana yatak ve ranza verebileceğini söyledi.Bu durumda aylık altmış liraya bu sorun çözülmüş oluyordu.Daha sonra fazla açılmamaya özen göstererek diğer bazı ihtiyaçlarımı tamamladım.Sıra köye gidebileceğim bir araç teminine gelmişti.
İlçede çok az sayıda motorlu taşıt vardı.Resmi dairelere ait olanların dışında bir iki cip görünüp kayboluyordu.Taksi hiç yoktu.Ara sıra yük getirip götüren kamyonlara rastladığımız oluyordu.Taşıt kiralama konusunda da otel sahibi yardımcı oldu.İlçede bulunan bir cipi kiraladım.Yatağı ve ranzayı cipin üst bagajına sardık.Diğer eşyalarımı da içine yerleştirdik.Şoförün yanındaki ön koltuğa da ben oturdum.Saat dokuz sularında ilçeden hareket ettik.
Yol giderek yoğunluğu artan ormanlık alan içerisinde kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyordu.Çok az düzlük alan vardı.Daima ya aşağı doğru iniyor,yada yukarı doğru tırmanıyorduk.Kumu incelmiş stabilize yoldan müthiş bir toz bulutu kalkıyordu.Bir köyün ortasından geçmekteydik.Şoför,yol kenarında sohbet eden köylülere korna ile selam verdi.Köyü geride bıraktığımızda yol giderek dikleşmeye başladı.Toroslara tırmanmaya devam ediyorduk.Çevredeki ağaçların türü de değişti.Geniş yapraklı ağaçların yerini iğne yapraklı ardıç ve çam türü ağaçlar aldı.Uzunca bir tırmanıştan sonra duvar gibi dik ve yüksek bir kayalığın önünde durduk.Yol bitti diye düşündüm çünkü devamı görünmüyordu.Durumu şoföre sormak üzere ağzımı açtığımda karşımızdaki kayanın içerisinden aniden çıkıveren bir cip beni çok şaşırttı.Ali Baba’nın sihirli kayasına benzeyen kayalığın neresinden çıktığını anlayamadım.Cip yanımızdan korna çalarak geçip gittikten sonra biz hareket ettik.Nereye gidiyoruz diye düşünürken,önü bir perde gibi yuvarlak ve çok büyük kaya parçasının görüşü engellediği yerde,bir arabanın ancak sığabileceği genişlikte bir geçidin uzandığını gördüm.Yüzlerce metre yüksekliğindeki sarp kayalık, tepe noktasına oldukça yakın bir yerden kesilerek bir araba sığacak kadar yol açılmıştı.Sağ tarafta kayalık arabanın kaportasına değecek gibiydi.Sol taraf sadece bir boşluktan ibaretti.Sanki uçaktaydık ve uçuyorduk.İki dakika kadar aynı görüntü ile ilerledikten sonra daha dar bir geçide ulaştık.Geçidin yanıbaşında evler vardı.Geçidin ağzında yol kenarı tanıtım levhasında “Taşkent” yazıyordu.Araba durdu.Şoför, “bakmak ister misin?” diye sordu. “Evet iyi olur, “dedim.Arabadan indik.Üzerinden geçtiğimiz kayalıktan kazanılan yola baktım.İnanılmaz bir manzarayla karşılaştım.Tam bir duvar gibi sarp ve dik kayalığın tepe noktasına yakın bir yerden dar bir yol açılmıştı.Yol hem çok dar hem de ortasından kıvrımlıydı.Geldiğimiz yönde geriye doğru yürüdüm.Yolun tam orta noktasında durdum.İlk kez karşılaştığım bu doğa harikası beni büyüledi.Manzara inanılmaz derecede güzeldi.Bulunduğum yerin tam aşağısında ve biraz ilerideki dere içindeki kavaklar birer oyuncağı andırıyorlardı.Gerçi henüz uçağa binmemiştim ama eminim uçaktan da ancak böyle görülebilirdi.Yer yer çam ağaçları ile kaplı dağlar kat kat birbiri üzerine yığılmışlar gibi sıralanıyorlardı.Tabanını güçlükle seçebildiğim derenin sağından yükselen dağın yukarı bölümlerinde bir patika uzanıyordu.Şoför ilgi ile çevreye bakmakta olduğumu görünce, “Nasıl buldun buraları,beğendin mi Hoca?” diye sordu. “Evet çok güzel ,harika yerler,” dedim. “Ömrümde ilk kez böylesine güzel dağ manzarası ile karşılaşıyorum.” İleride görünen patikayı işaret etti. “Karşıdaki gideceğimiz yolu da görüyor musun?Birazdan oradan geçeceğiz.” Dedi. Arabaya döndük.
Taşkent Bucağının içerisinden yavaş yavaş geçtik.Burada ilk dikkatimi çeken şey Taşkent’in Hadim’den daha derli toplu ve daha gelişmiş görünümlü olduğu idi.İçerisinde yol aldığımız caddenin her iki yanında sıralanan evler ve dükkanlar gayet düzenliydiler.Yolun taş kaldırımı bile daha düzgün duruyordu.Vitrinler daha albenili görünüyordu.Birbirine yakın olarak sıralanmış resmi binaların kasabaya bir şehir havası kattığı belli oluyordu.Evler boyunca dümdüz ilerleyen yol son binanın önünden keskin bir virajla Taşkent’i terk ediyordu.Tam o noktada yolun sağ tarafında tahta oluklu bir çeşme vardı.Önündeki derin taş tekneye oluktan dolu dolu su akıyordu.Çeşmenin arkasından itibaren gür ve sık çam ormanı başlıyordu.
Şoför arabayı çeşmenin önünde durdurdu.Birlikte arabadan indik. “Bu çeşmenin suyu çok güzeldir,”dedi. “Buradan her geçişimde mutlaka su içerim.” Evlerin yanından çeşmeye doğru üç genç bayan yaklaşmaktaydı.Ellerinde büyük su kapları vardı.Yöreye özgü giysilerinin içerisinde güzellikleri ilk bakışta göze çarpıyordu.Çok kısa bir an bakmış olmama rağmen kıpkırmızı yanakları,siyah kaş ve gözleri, biçimli burun ve ağızları, usta bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi çekici görünüyordu.Bizim çekilmemizi beklemek, üzere mesafeli bir saygılılıkla, birkaç metre uzağımızda durdular.Şoför sırayı bana verdi. “Yüzünü de yıka,ferahlarsın hoca,”dedi. Ellerimi akan suyun altına tuttum.Yemyeşil su ellerimde parçalandı.Her bir parçası inci tanesi gibi etrafa dağıldı.Su buz gibi soğuktu.Kollarıma ,oradan da tüm vücuduma doğru bir serinlik yükseldi.Ellerime doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Ohh..! Nasıl da insanın içini rahatlatıyordu.Aynı hareketi birkaç kez yineledikten sonra iki avucuma doldurduğum suyu yavaş yavaş içtim.Çok farklı bir tadı vardı.Belli belirsiz bir çam kokusunun yanında dili de hafifçe buruyordu.Bir daha,bir daha içtim.Sonra geri çekilerek sırayı şoföre verdim.Elimi yüzümü mendilimle kurularken göz altından bizi izleyen genç bayanlara baktım.Yüzlerinde tatlı bir gülümseme vardı.Konunun ne olduğunu anlamasam da içlerinden birinin hoşlandıkları bir şeyler anlattığına şüphe yoktu.Ara sıra kaçamak bakışlarla bizi kolluyorlardı.Şoför hiç de acele etmeden önce ellerini yıkadı, ardından kana kana su içti.En son olarak seyrek saçlı kafasını soğuk suyun altına tuttu.Kocaman bir, “oohhh…” çekerek kenara yürüdü.Biz arabanın yanına doğru yönelince bayanlar çeşmeye yaklaştılar.Yolun kıyısındaki çam ağacının gölgesinde durduk.Şoför bana döndü. “Kızların güzelliği dikkatini çekti mi?” diye sordu.Çok fazla ilgilenmemiş gibi umarsız bir şekilde yanıtladım. “Bilmem,güzellerdir herhalde.”dedim. “Yapma be hoca,görmemiş gibi konuşma,bal gibi gördün işte.Üçü de melek gibiydi değil mi?” Saklamanın bir anlamı yoktu.Doğrudan yanıt verdim. “Evet çok güzeller,Allah sahiplerine bağışlasın.” Dedim.Şoför, “Taşkent’in kızlarının hepsi güzeldir Hocam.” Dedi. “Neden biliyor musun?Çünkü bir ermiş kişi buraya nutuf etmiş.Rivayete göre bir koca pir buradan geçiyormuş,tıpkı bizim gibi.Çeşmeyi görünce su içmek istemiş.Çeşme başında-kızları işaret ederek- aha bunlar gibi üç kadın su doldurmaktaymış.Kadınlara seslenmiş,kızım bana bir su verin demiş.Kadınlardan biri hiç çekinmeden bakracını doldurup vermiş.Suyu içen baba erenler,’dağlarınızın çamları,çeşmelerinizin suları,köyünüzün kızları dillere destan olsun’ demiş.Sırra kadem basıp bir anda gözden kaybolmuş.O gün bu gündür,gerçekten de buranın çamları Torosların en güzel çamlarıdır.Sularının tadına doyum olmaz.Taşkent’in bayanlarının güzelliği de dillere destandır.Hiç çirkin kadın bulunmaz burada.Bir sıralama yapılsa buranın kadınları güzellikte dünyada birincilik alır.” Biraz durdu,soluklandı.Sonra şaka yollu “eğer bekarsan buradan evlen derim,” diyerek arabaya bindi.Çeşmeye ve elbette kızlara bir daha baktım.Şoförün anlattığından mıdır nedir,gerçektende kızların üçü de bana çok güzel göründüler.Yüreğimin cız ettiğini duyumsadım.Ben de arabaya bindim.
Yol çift şeritli bir patikadan farksızdı.Çoğu yerde, yerli kaya bir miktar kesilerek ulaşım sağlanmaya çalışılmıştı.Arabanın iki tekerleğinin bastığı alan, geniş iki çizgi gibi uzayıp gidiyordu.Bir çok kesimde hemen yol kenarında bulunan ağaçların dalları arabaya sürtünüyordu.Bazen tamamen bozulmuş olan yolda ilerlemek için,yol üzerine yuvarlanmış iri taşları temizlemek zorunda kalıyorduk.Yol,bazen ormanlık,bazen çıplak alanların ortasından çok fazla kıvrılıp bükülmeden,çoğu kez de aynı düz seviyeyi koruyarak uzayıp gidiyordu.Saatteki hızımız otuz kilometreyi bile bulmuyordu.O yüzden çevreyi çok rahat inceleme zamanım oluyordu.Anladığım kadarı ile bu bölgede geniş bir düzlük görmemiz mümkün değildi.Gözlemleyebildiğim en uzak noktaya kadar dağlar birbirini izliyordu.Bu kadar dağlık bir alanda insanların neden yerleşim birimleri kurduklarını anlamakta güçlük çekiyordum.Ulaşımı çok zor,tarım arazisi yok denecek kadar kıt olan bu yörede insanları çeken ne olabilirdi? Bunları anlamak için önümde uzun bir zaman olacaktı.
Taşkent Bucağından ayrıldığımızın üzerinden bir saate yakın bir süre geçmesine rağmen atandığım köy henüz ortalarda görünmüyordu.Yüksek dağların arasında kalan derin ve dar vadinin tabanında ortaya çıkan, suyu oldukça bol görülen akarsuyun, Göksu ırmağının ana kolu olduğunu şoförden öğrendim.Çok yalçın kayalıkların dar aralığındaki tabanı taş derenin suyu zümrüt yeşili görünüyordu.Akarsu yatağının tabanını oluşturan kaya tabanda, aşınacak toprak olmadığından, meyilli alanlardaki çavlanlarda bile, suyun beyaz köpükler çıkararak akması, çok güzel bir manzara yaratıyordu.Eğer bu akarsu Afşar yakınlarından geçiyorsa bize iyi bir dinlenme alanı sunacağı açıktı.Tam düşündüğüm gibi,bir süre Göksu’ya paralel olarak devam eden yolun hafif bir tırmanışla sağa döndüğü noktada Afşar Köyü göründü.Çevresi ormanla kaplı olan köy oldukça düz bir alana kurulmuştu.Köyün genel görünüşü beni şaşırttı.Çünkü evler hiç ummadığım kadar düzgün ve bakımlıydı.Evlerin çoğunun çatıları kiremit kaplıydı.Çok azı toprak yada sacla örtülmüştü.
Bin dokuz yüz altmış üç yılı yapımı ve planlamada adı, Amerikan baraka tipi olarak tanımlanan okulun yanından geçerek köye girdik.Okulun bahçe duvarları harçsız taşlarla örülmüştü ve yer yer yıkıktı.Yukarı tarafında öğrenci tuvaletleri ile odunluk yer alıyordu.Dersliklerin güneş ışığından en iyi şekilde yararlanabilmesi amaçlanmış olmalı ki, okulun geniş cephesi güneye bakıyordu. Köyün yerleşim planı güzeldi. Evler sanki bir plana uyularak yapılmışlardı.İlk girişten itibaren , belli bir düzene göre sıralanmış evlerin arasından uzanan yol, köyü eşit iki mahalleye ayırmış gibiydi.Yer yer ana yolla birleşen yan yollar ara sokakları oluşturuyorlardı.Bu kadar planlı yerleşimin ilçe ve bucakta bile görülmemesi, köyün gerçekten gelişmiş olduğunun bir göstergesiydi.
Yerleşim alanının ortalarında olduğunu tahmin ettiğim geniş sayılabilecek bir meydanda durduk.Meydanın çevresindeki binalar daha bakımlıydı.Yüksek minaresi ve ilginç ahşap pencereleri olan cami meydanın batı yönünü bütünüyle kapatıyordu.Meydanın kuzeyini çevreleyen büyük ve iki katlı bina henüz inşa halindeydi.Cami bahçesinin duvarının dışına oturaklar yerleştirilmişti.Bahçe kapısının her iki yanında birer taş aslan heykeli vardı.Heykellerden biri adeta canlı gibiydi.Diğer aslan heykelinin arka kısmı az da olsa kırılarak tahrip edilmişti.Sonradan öğrendiğime göre tarihi eser kaçakçıları içerisinde altın vardır umudu ile heykeli kırmışlardı.
Meydanı çevreleyen evlerin giriş katları iş yeri olarak düzenlenmişti.Çoğunlukla maviye boyanmış vitrinlerde satılan eşyalar görünüyordu.Camiden sonra ana cadde kollara ayrılarak yukarı doğru devam ediyordu.Yol ile evler arasından, köy çeşmelerinin ayaklarından beslenen suların aktığı küçük bir ark uzanıyordu.
Cami duvarı önündeki oturaklarda namaz vaktini bekleyen yada sohbet ederek zaman geçirmek için bir araya gelmiş olan beş altı kişi vardı.Biz arabadan inerken orada oturanlardan bir kaçı bize yaklaştılar.Dostça ellerini uzatarak “hoş geldiniz” dediler.Şoförü tanıyorlardı.Ben de kendimi tanıtarak oturan insanlara doğru yürüdüm.Sıra ile tokalaştım.Saygılı bir ifade ile hatırımı sordular.Teşekkür ettikten sonra köy muhtarını yada eğitmen Ahmet Bey’i görmem gerektiğini söyledim.İlçe eğitim müdürü Ahmet Bey hakkında çok güzel şeyler anlatmıştı.Her ikisinin de köyde olmadığını söylediler.Muhtar ilçeye,Ahmet Bey Göksu kıyısındaki meyve fidanlığına gitmiş.Şoför geri dönecekti.Eşyalarımı nereye indirebileceğimi sordum.Köylüler üç kahvehaneden birine bırakabileceğimizi belirttiler.Bize en yakın olan orta yaşlılar kahvehanesiymiş.Eşyaları oraya taşıdık.İçeride birkaç kişi oturuyordu.Tavla oynayan iki kişinin çevresine toplanmışlardı.Bizi görünce oyunu bıraktılar.Şoförün ücretini ödedim,arabaya kadar uğurlarken köylülere,” hoca size emanet,ona iyi bakın ha,” dedi.Cevap bile beklemeden arabasına bindi ve gitti.Arkasından köylülerden biri,”merak etme sen.”dediyse de şoförün bu sesini duyduğunu sanmıyorum.İçimde bir burukluk hissettim.Beni bırakıp giden iki saatlik bir iş arkadaşı değil de sanki kırk yıllık dostumdu.Issız dağlarda kaderine terkedilmiş gibi bir mahzunluk çöktü üstüme.Birinin koluma girmesi ile kendimi toparladım.Koluma girenin hareketlerine uyarak kahvehaneye doğru yürüdüm.Kapıdan içeri girerken kolumdaki genç adam, “benim adım Muzaffer,senin adın ne hocam?”diye sordu.Söyledim.
Kahvehanede bizimle birlikte oturanlar saat on ikiden sonra birer ikişer evlerine dağıldılar.Yanımda bir kişi kaldı.Galiba O da benimle tek başına kalmaktan memnun değildi.Giderek ağırlaşan davranışları,yanıt vermekteki isteksizliğini ben buna yorumluyordum.İçimden,”keşke böyle ıkınıp sıkılacağına, o da diğerleri gibi bırakıp gitseydi,”diye düşündüm.Ben böyle düşünüyordum ama adam hakkında yanılıyor da olabilirdim.Belki kafasını meşgul eden çok farklı sıkıntıları olabilirdi.Evinden,işinden,eşinden,çocuklarından ötürü bir derdi olması da mümkündü.Her şeye rağmen beni tek başıma bırakmaması iyi niyetinin bir göstergesi değil miydi?Birer ikişer,sessiz sedasız yanımızdan sıvışanlara değil de bu kişiye mi sitem etmeliyim?Hayır,hayır,bu türlü düşünmek adama haksızlık olur.Bu düşünceleri bir kenara atmalıyım.Attım,şimdi daha iyimserim.
Hep köyden konuştuk.Oldukça bilgi edinebildiğimi sanıyorum.Bir kaç saatin kârı bu kadar olur.Atalar,”kısa günün kârı az olur,”dememişler mi?Daha bir gün bile olmadı.Deme ki iyi kâr etmişim.Köy üç yüz haneden biraz fazlaymış.Sağlık memuru,orman koruma memuru,kadrolu cami imamı varmış.Köyde bir kalkındırma derneği kurulmuş.Meyveciliği geliştirme projesi uygulanıyormuş.Bu bilgileri, sakin ve tane tane anlatan,hakkında sitemkâr düşüncelerle kendisine haksızlık, yaptığım Mehmet Amca aktardı.
Mehmet Amca çok sigara içiyordu.Ben de sigara kullanıyordum ama O’nun yarısı kadar bile sıklıkta değil.Adamın sigara tutan parmak araları hiç boş kalmıyordu.Dumanı hiç dışarı bırakmadan ciğerlerine dolduruyor,ancak konuşurken kendiliğinden azar azar boşalmasına izin veriyordu.Sigara tutan parmakları ile bıyıkları dumandan sapsarı olmuştu.Kırış kırış olan ten rengi bile sararmıştı.Ben bir yandan yönelttiğim sorularla köy hakkında bilgi edinmeye çalışırken öte yandan adamın yüzünü inceliyordum.Zaman zaman bakışlarımdan rahatsızlık duymuş gibi,çizgiye benzer gözlerini açıyor,boş ve anlamsız bakışlarla çevreyi tarıyordu.
Bir ara konuşmaya ara verdik.İçerideki tek duyulan ses, tembel tembel uçuşmakta olan kara sineklerin vızıltılarıydı.Dışarıdan güçlü takırtılar duyuldu.Sonra caminin hoparlöründen ezan okunmaya başladı. Mehmet Amca,yelek cebine zincirle bağlı cep saatini çıkarıp baktı.Saatinin dış kapaklarında tren kabartması vardı.Saatinin ilgimiçekip çekmediğini anlamak ister gibi yüzüme baktı. “Senin saat kaç?” diye sordu,söyledim. “Doğruymuş,” dedi.Aynı yavaş hareketlerle cebine sokarken, “acıktık,haydi eve gidelim,” dedi.Kalktı ve yürüdü.Ben de O’nu izledim.
Mehmet Amca’nın evi köyün yukarısındaydı.Kahvehaneden çıktıktan sonra hep yokuş yukarı tırmandık.Dar ama düzenli sokaklardan geçtik.Alt katı taş duvarla yapılmış iki katlı bir evin önünde durduk.İkinci kat sıvalı ve beyaz boyalıydı.Geniş pencereleri vardı.Sergisiz salona açılan kapıların birinden içeri girdik.Pencere önünde, üzerine kilim serilmiş olan tahta divana oturduk.Buradan köyün büyük bir bölümü görülebiliyordu.Tam karşımızdaki dağların doruk noktasına yakın yerde duran köyün adını sordum.Okul arkadaşım İbrahim’in atandığı köy olduğunu öğrendim.Bu kadar yakın olduğuna sevindim.Kurulacak sofrayı bekledik.
Saat on yediye geliyordu.Yemekten sonra tekrar geri döndüğümüz kahvehanede domino oynayanları seyrediyorduk.Kapıdan,kır saçlı,orta boylu esmer bir adam girdi.Kırış kırış olan yüzünde sürekli gülümsemenin izleri vardı.Selam verdi.Doğruca yanıma gelerek “hoş geldiniz,”dedi.Kendini tanıttı.Meslektaşım eğitmen Ahmet Bey imiş.Çok tanıdık biri geldi.Kendime yakın ve güven verici buldum.Elimi elinden bırakmadı.Karşılıklı hal hatır sorarken hep beni inceliyordu.Sonra kahvehanenin bir köşesinde yığılı duran eşyalarımı gördü.Yemek yeyip yemediğimi sordu. “Neden eşyaları burada bıraktınız?Doğrudan bizim eve götürseydiniz,” dedi.Herkesin O’na karşı bir saygı duyduğu belli oluyordu.Utangaç bir ifade ile bunu düşünemediklerini söylediler.Ranza ile yatağı nereden temin ettiğimi sordu. “otelden kiraladım,”dedim. “Bu hiç olmadı hocam,” dedi. “Bir köye öğretmen olarak geliyorsun ve yatağı yorganı otelden kiralıyorsun,bu bize hakaret sayılır.Derhal geri gönderelim.Bir kişiyi barındırmayan köy köy değildir.Yatakla ranzayı kahvehanede bıraktık.Kahveciye sıkıca tenbih etti.Köye gelecek olan ilk arabayla geri göndermesini söyledi.Çantamı aldık.Ahmet Bey’in evlerine doğru yola koyulduk.
Yaşlılar kahvehanesinin sahibi Ahmet Bey’in yeğeniymiş.Kahvehanenin yan tarafında da bir manifatura dükkanı vardı.Orası da yeğenine aitmiş.Hem yürüyor hem de köyü tanıtmaya çalışıyordu.Evi yakındı.Bakımlı bir evin önünde durduk. “Bizim fakirhane burası,”dedi.Evde eşimle ikimizden başka kimse yok.Bir oğlumuz ve bir de kızımız var.Her ikisi de evli.Oğlum İstanbul’da.Kızım köyün içerisinde gelin.” İçeri girdik.Ahmet Bey’in eşi daha genç görünüyordu. “Bu arkadaş bizim yeni müdürümüz,Tokat’lıymış” diye beni tanıttı.Eşi güler yüzle buyur etti,konuk odasına aldı bizi.Çantayı salonda bıraktım.Odanın tabanında el dokuması, çok güzel desenli harika bir kilim seriliydi.Pencere önünde bir divan, iki yanlarda ise birer koltuk duruyordu.Koltukların üzeri ışıktan ve tozdan korunmak üzere birer bezle örtülmüştü.Ahmet Bey, bezleri toplayıp bir kenara bıraktı. “Hocam geç istediğin yere otur,”dedi.Ben pencere önüne daha yakın olan sedire oturmayı tercih ettim.O’da yanıma yakın bir yere oturdu.Köy ve okulumuz hakkında bilgi vermeyi sürdürdü.Artık bu konu çok fazla ilgimi çekmiyordu.Nasıl olsa zamanla her şeyi daha iyi öğrenecektim.Benim kafamı meşgul eden en önemli konu nerede kalacağımdı.Doğrudan “ben nerede kalabilirim,uygun bir yer bulabilecek miyiz?” diye sordum.Konu bir anda değişti. “Elbet onun da çaresine bakarız,” dedi.Turgut Bey gelinceye kadar bizim evde kalırsın.O gelince bu konuyu çözeriz.Onun kalmakta olduğu ev geniş.Eğer aynı evde kalabileceğinize karar verirseniz sorun çözülmüş demektir.Yok eğer O tek başına kalmayı isterse size de uygun bir yer ayarlarız..Şimdi sen gönlünü ferah tut.Bizim köyde kimse aç ve açık kalmaz.Bizim gönlümüz geniş.Başka uygun bir yer bulamazsak bu odayı sana veririz.” Teşekkür ettim.Kendilerine yük olmak istemeyeceğimi söyledim. “Ne demek yük olmak,” diye sesini yükseltti. “Sizin memlekette misafire yük mü diyorlar?” Rahatlamıştım.Demek ki kalacak yer bulmak düşündüğüm gibi sorun olmayacaktı.Daha fazla bu konu üzerinde durmanın bir gereği yoktu,sustum.
Ertesi gün muhtarla tanıştım.Muhtar,ilerlemiş yaşına rağmen dinç ve sağlıklı görünüyordu.Esmer ve yağsız bedeni sırım gibi görünüyordu.Konuşmaları içten sıcaktı.Sözü hiç dolaştırmadan soracağını soruyor,sorulanlara açık ve net yanıtlar veriyordu.Yeni tanışmışken hem köyün hem de kendi ailesinin soy ağacını sıraladı. “Biz,oğuz Türklerinin kayı boyunun Afşar kolundanız.Dinimiz İslam,mezhebimiz Hanefiliktir,sizin soyunuz sopunuz nereye dayanır?” Bir an şaşırdım.Böyle ayrıntılara girmeyi hiç beklemiyordum.Ben de kısaca, “Türk ve müslümanım,” dedim.Köyü hakkında geniş bir şekilde bilgi sundu.Okulun durumunu ve eksiklerini anlattı.Daha önce görev yapan öğretmenlerin artı ve eksilerinden bahsederken, bizden neler beklediğini de söyledi.O’nu dinlerken edebiyat öğretmenimiz Günak Bey’in anlattığı bir çocuk fıkrasını anımsadım ve güldüm.Bir günlük yaşamları içerisinde yaptıkları iyilikleri sınıfta dinlemek isteyen öğretmenlerine, üç afacanın anlattıklarına çok gülmüştüm.O gün ki dersten çıkar çıkmaz, ertesi gün öğretmenlerine anlatabilecekleri bir iyilik yapma fırsatı arayan üç kafadar, ışıksız bir kavşakta beklemekte olan yaşlı bir bayanı zorla karşıya geçirmişler, bu yaptıklarını sınıfta büyük bir övünçle anlatmışlardı.Şimdi kendimi o üç kafadardan biri gibi hissediyordum.Hizmet verebileceğim bir çevre ve bir insan topluluğu bulduğuma göre,beni onlara iyilik yapmaya çalışmaktan hiç kimse geri koyamazdı.İçimde bir kuş,hatta bir değil bir çok kuş, pır pır ederek göğüs kafesimi tırmalıyordu.
4
Kısa süre içerisinde köy hakkında çok şey öğrendim.Köyün çalışabilir genç nüfusunun çoğu Aydın,İzmir ve İstanbul’a çalışmaya gidiyor,kazandıklarını köydeki ailelerinin geçinmesi için gönderiyorlardı.Köyde meyvecilik yeni gelişmekte olan bir tarım koluydu.Bol miktarda soğan ekiliyordu.Tahıl tarımı yok denecek kadar azdı.Hayvancılığın durumu iyiydi.Büyük ve küçük baş hayvancılık başlıca geçim kaynaklarıydı.Ormanlık alana zarar verdikleri için keçi besleyiciliğini yasaklamışlardı.Bu kararlarından ötürü örnek köy seçilmişlerdi.Koyun yetiştiriciliği çok iyi durumdaydı.Bunları öğrenince dokumacılığın ne durumda olduğunu sordum.İlkel tezgahlarda kilim,heybe,yastık yüzü dokumacılığının dışında ekonomik katkı sağlayacak bir çalışma olmadığını anlattılar.Halıcılığın geliştirilmesi için burasının çok iyi bir ortam oluşturduğunu anlamıştım.Bu konuyu muhtara açtığımda beni artan bir ilgi ile dinledi.Halıcılık kursu açma konusunda neler yapabileceğimizi sordu.Bildiklerimi anlattım.Bu iş aklına öylesine yattı ki derhal bir girişimde bulunmayı teklif etti.Benim de asıl istediğim buydu.Okul çalışmaları başlamadan kurs işini başarabilirdik.Önce bir kursiyer listesi hazırlamamız gerektiğini söyledim.Bu liste ile kaymakamlığa dilekçe verilecek ve kurs açtırma isteğinde bulunulacaktı.Hiç zaman kaybetmek niyetinde değildi.Yanımıza kağıt kalem alarak caminin önünde oturanların yanına gittik.Cami hocası da oradaydı.Muhtar konuştuklarımızı orada bulunanlara anlattı.Bu işi tüm köylü ile konuşup bir karara bağlaması için toplantı yapılmasının uygun olacağını düşündük.Muhtar hocaya,” “anons yap,köylü yukarı kahvede toplansın.” Dedi.Kahvehaneye gittik.
Yukarı kahvehanenin bir başka adı yaşlılar kahvehanesiydi.Köydeki üç kahvehaneden en geniş olanıydı.Yarı ahşap yapının tavan dökmeleri yuvarlak çam ağaçlarındandı.Yaklaşık kırk metre karelik odanın ortasında, insan beli kalınlığında ardıç ağacından bir direk vardı.Tavana, gazyağı ile aydınlık sağlayan lüks lambaları asılmıştı.Odanın bir tarafı ahşap süslemeleri ile ayrılarak çay ocağı yerleştirilmişti.Yaz kış yerinden kalkmayan soba olağanüstü bir büyüklükteydi.Kapını arkasına tutturulmuş vestiyerde birkaç palto ile birkaç baston asılıydı.Çay ocağına yakın bir masaya oturduk.Kahveci Göcek Mehmet ne içeceğimizi sordu.Birer kahve söyledik.Konu döndü dolaştı halı kursuna geldi.Konuyu uzun uzun tartıştık.Cami hocasının yaptığı duyuru gereğince köylüler saat on dörde doğru kahvehaneyi doldurmaya başladı.Çok geçmeden oturacak sandalye kalmadı.Sonradan gelenler ayakta kaldı.Köylünün böyle duyarlı olması iş başarma inancımı artırdı.
Saat on dört otuzda toplantı başladı.Muhtar önce beni tanıttı.Benim halıcılık konusundaki söylediklerimi özetleyerek aktardı.Ardından sözü bana bıraktı.İçimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak köylünün anlayacağı şekilde konuyu sadeleştirerek anlatmaya başladım.Köydeki gelişmiş koyun besiciliğine dayalı en iyi iş kolunun halıcılık olacağını,bunun için en güzel ortamın köylerinde bulunduğunu söyledim.Kendilerine fazladan bir mali yük getirmeden,devlet desteği sağlanarak yapılacak bir halıcılığın, köye çok büyük bir gelir kazandıracağını anlattım.Beni dikkatle dinlediler.Sonra birkaç soru geldi.Halı tezgahlarını nereden temin edebileceğimiz,halıları nereye ve nasıl satabileceğimiz gibi sorulardı bunlar.Kısa ve net yanıtlar vermeye çalıştım.Çoğunluğun bana inandıklarını yüz ifadelerinden anlayabiliyordum.Bu işe girişmek isteyenlerden,eşlerinin,kızlarının ve gelinlerinin adlarını yazdırmalarını istedim.Kısa sürede kırktan fazla isim yazdırıldı.Bu iş tutacak gibiydi.Sıra işi resmiyete dökmekteydi.
Kaymakamlığa gidecek dilekçeyi oracıkta yazarak isim listesine eklemesi için muhtara verdim.Muhtar,yarın sabah dilekçeyi kendi elleriyle kaymakamlığa götüreceğini söyledi.Konu bir anda köyün ilgi odağı haline dönüşmüştü.Şimdi bir araya gelen herkes bu konudaki görüşlerini dile getiriyordu. Tüm köy halkının,kaymakamlıktan gelecek cevabı merakla bekleyeceğinden emindim.
Halı kursunun inşaatı devam etmekte olan köy konağının alt katında açılmasını kararlaştırmıştık.Bu iş için en uygun yer orasıydı.Binanın giriş katı hemen hemen tamamlanmıştı.Yapılacak tek şey sıvasının bir an önce bitirilmesiydi.Kurs öğretmenleri için bir lojman temin edilmesi gerektiğini düşündük.Köy içerisinde kalabilecekleri bir yer bulmak zordu.Gene köy konağının ikinci katının bu iş için uygun olacağını belirledik.Ancak ikinci kat henüz bölümlenmemişti.Oldukça hızlı bir çalışma ile kısa sürede orasının da yapılması sağlanabilirdi.Tek sorun yeterli paranın bulunmasıydı.Köy kalkındırma ve güzelleştirme derneği bütçesinde toplanan paraların bu işe yetmeyeceği açıktı.Daha başka kaynaklara yönelmeliydik.Öncelikle gönüllü bağışlar toplanabilirdi.Bunun yanı sıra köy bütçesinin katkısı artırılabilirdi.Tüm bu tedbirler yeterli olmazsa kaymakamlıktan yardım istenebilirdi.Bekleyecek zamanımız yoktu,bir yerden işe başlamamız gerekiyordu.İnşaata usta ve işçiler tuttuk.
Muhtarın kaymakamlığa verdiği halı kursu açılması isteğine, on gün sonra halk eğitim müdürlüğünden olumlu yanıt geldi.Aradan bir hafta geçmeden kaymakam,halk eğitim müdürü ile birlikte köye geldiler.Hazırlanmakta olan kurs yerini gezdirdik.Binanın hazırlanması bitmek üzereydi.Yerin uygun olduğunu söylediler.Müdür,halı tezgahlarının yerleştirileceği alanda yapılması gerekli birkaç iş önerisinde bulundu.Onlar basit işlerdi.Tek tek not aldı ustalar.Kaymakam bizim bu çalışmalarımızdan çok memnun olduğunu belirtti.Halıcılık kursu devam ederken ayrıca bu konuda bir kooperatif kurulması yönünde çalışmamızın daha iyi olacağını söyledi.Ben de bir kooperatif kurulmasından yanaydım.Çalışmalara derhal başlayacağımız ve kendilerine bilgi vereceğimiz konusunda söz verdik.
Ağustos ayının sonuna doğru planladığımız işleri tamamladık.Köy konağının giriş katı kur için hazırdı.İkinci kattaki çalışmalar da son aşamasındaydı.İçerisi uygun bir şekilde bölümlenmiş ve iki odası kurs öğretmenlerinin kalabileceği şekilde düzenlenmişti.Bu arada kursiyer öğrenci sayısı elliyi geçmişti.Bu konuya yoğun bir ilgi vardı.Konu böylesine benimsenmişken kooperatifleşme konusunda ön çalışmalara başlamanın iyi olacağını düşündüm.Köy muhtarı her türlü yeniliğe açık ve köy halkı yararına olacağını sezdiği her çalışmayı sonuna kadar desteklemeyi kendine ilke edinmiş az bulunur insanlardan biriydi.Bana tüm gücü ile destek olacağını söylüyordu.Daha geldiğinin ilk ayı dolmadan, köyü için yaptığım ve bir ölçüde olumlu bir sonuca ulaştırdığım halı işinden sonra, kayıtsız şartsız beni desteklemeyi kendine bir görev edinmişti.
Eylül ayının ilk günü büyük bir kamyonla halı tezgahları köyümüze getirildi.Halk eğitim müdürü,tezgah ustası bir de halı öğretmeni birlikte geldiler.Köylü büyük bir hevesle eşyaları köy konağına taşıdılar.Cami önü ve köy konağı çevresi bayram yerine dönmüştü.Herkesin yüzünde bir sevinç vardı.Bana bakışlarındaki minnet yansımasını sezebiliyordum.Bu durumun beni ne kadar mutlu ettiğini anlatmama gerek yok.
O gün getirilen yirmi halı tezgahı yerlerine kuruldu.Tezgahların kurulmasına köydeki inşaat ustaları yardım ettiler.Halk eğitim müdürü ve genç bayan halı öğretmeni halı ipliklerinin devletçe karşılanacağını,dokunacak halıların satılmasından sonra kursiyerlere para verileceğini söylediler.İsteyen köylülerin kendi evlerine almak isteyecekleri halı tezgahlarının ve ipliklerinin, Isparta’dan temin edilmesi konusunda her türlü yardımı yapacaklarını belirttiler.Ayrıca koyunlarından elde edecekleri yünleri halı ipliği durumuna getirmeleri için de çalışmalar yapılacağını anlattılar.Akşam olmadan halı tezgahları hazır hale getirilmişti.Bir hafta sonra kurs açılışı yapılacağını bildirerek köyden ayrıldılar.
Bir işi başarmış olmanın mutluluğunu hep birlikte yaşadık.
5
Okulumuzun yerini beğendim.Köyü şehre bağlayan yolun yanında oldukça düz bir alana kurulmuştu.Bu yöre şartlarına göre bir ova kadar geniş bir düzlükte olduğunu söyleyebilirim.Okulun hemen arkasından orman başlıyordu.Orman ile okul arasından geçmekte olan dar dere yatağının üzerine öğrenci tuvaletleri oturtulmuştu.Okul bahçesinin köy yönünde ise odunluk ve işlik yer alıyordu.Oyun alanı Göksu’ya bakan doğu yönündeydi.Okul arsasını çevreleyen taş duvar yer yer yıkılmıştı.Duvar taşları aralarına hiçbir dolgu maddesi konulmadan üst üste konularak örülmüştü.Yapılması gerekli işler bir bir ortaya çıkıyordu.Okulun iç ve dış boyası kirlenmişti.Mutlaka boya ve badana yapılması lazımdı.Kuzey cephede duvar dibinde bulunan selvi kavaklardan bir kaçı kurumuştu.Onların sökülüp yerlerine yenileri dikilmeliydi.Yola bakan dersliklerin camlarında bazı kırıklar vardı.Onlar en kısa zamanda yenilenmeliydi.Yanımdan ayırmadığım küçük cep defterime, tüm yapılması gerekli işleri bir bir not ediyordum.Okulu ve çevresini yakından inceledikçe yapılacak iş listesi giderek uzadı.
Muhtar okula ait anahtarları bir deste halinde bana vermişti.Kendisinin hazır bulunmasına gerek olmadığını,eğitmen Ahmet Bey ve köy bekçisi ile demirbaş tespitini yapabileceğimizi söyledi.Demirbaş defterine kayıtlı bulunan eşyaların sayımını yaptık.Eşyaların çoğu kırık ve döküktü.Bunların hepsinin tek tek elden geçirilerek onarılması mümkün olanların tamir edilmesi şarttı.Tamiri mümkün olamayacakların yerlerine yenilerinin alınması ve eskilerin durumlarının birer tutanakla tespit edilerek demirbaş defterinden kayıtlarının silinmesi gerekiyordu.Deftere kayıtlı bazı okul gereçlerinin hiç olmadığını gördük.Bu konuda ciddi bir çalışma yapmamız gerektiğine karar verdim.
O yıl okula yeni başlayacak birinci sınıf öğrencilerinin yazılması gerekiyordu.Yanıma köy bekçisini alarak köy evlerini dolaşmaya başladım.Aslında aydın köy halkı kız erkek ayırımı yapmadan tüm çocuklarını okula yazdırıyorlarmış.Ancak ben bir adım ileri giderek altı on dört yaş arası tüm köy çocuklarının bir listesini çıkarmak istedim.Bu ileride benim işime yarayabilirdi.Bu arada evleri tek tek gezdiğim için tüm köy halkı ile yüz yüze tanışma fırsatı bulmuş oluyordum.
Eylül ayının birinde okullar resmen eğitim öğretim yılına başlamak durumunda olduğundan tüm öğretmenlerin o tarihten önce köylerde bulunması gerekiyordu.Nitekim karşı dağların doruğuna yakın bir konumda bulunan ve evlerinin bir bölümü görülen köye okul arkadaşım İbrahim’in gelmiş olduğunu öğrendim.İbrahim kız kardeşi ile annesini de birlikte getirmişti.Ağustos ayının son Cuma günü arkadaşımı ziyaret etmeye karar verdim.
Sabah saat ona doğru Ahmet Bey’le yola koyulduk.Pırıl pırıl bir hava vardı.Köy ortasındaki caminin önünden geçerken, büyük bir kamyonun çevresine toplanan köylünün soğanlarına fiyat pazarlığı yapmakta olduklarını gördüm.Geride bıraktığımız son köy evinden sonra arazi birden dik bir meyil kazanıyordu.Yokuş aşağı uzanan yolun iki yanı sarp kayalıktı.Yol çevresinde rastladığımız dar tarlaların teraslama ile kazanıldığı görülüyordu.Genişlikleri sekiz on metreyi geçmeyen uzun tarlaların içerisindeki sebzelikler henüz bozulmadan duruyordu.Bir çoğunda küçük meyve fidanları vardı.Ahmet Bey,bu fidanların elma ve şeftali fidanları olduğunu söyledi.Bu yörenin kıt olan tarım arazilerinden daha çok verim alabilmek için, tarım ilçe müdürlüğü öncülüğünde başlatılan meyvecilik projesi uygulanmaya konulmuş ve kısa sürede çok olumlu gelişmeler elde edilmişti.Daha önce genellikle soğan ekilen alanların çoğu meyvelik yapılmıştı.Elmanın yanı sıra en çok da şeftaliden iyi kazanç sağlamaya başlamışlardı.Ahmet Bey bilhassa kendi öncülüğünde yapılan bu çalışmaları anlatırken kendinden büyük gurur duyduğunu saklamaya gerek görmüyordu.
Köyden ayrıldıktan yarım saat sonra Göksu kıyısına ulaştık.Çok dar olan akarsu yatağının iki yanı duvar gibi dik kayalıklarla çevriliydi.Aşağı ve yukarı yönlerde yer yer genişleyen alanlarda meyve bahçelerinin uzandığı görülüyordu.Bir süre Göksu ‘nun geliş yönünde güçlükle ilerledik.Çoğu kez sık orman ağaçlarının arasındaki dar patika büyük bir kaya kütlesi ile kesiliyordu.O zaman ya derenin üzerine uzatılmış kalın bir ağaç gövdesinin üzerinden karşıya geçiyor, yada kayanın arkasından dolanarak ilerlemeye çalışıyorduk.Ahmet Bey’e bu bahçelere ulaşmanın başka bir yolu olup olmadığını sordum.Çok yukarılarda bir yerde, katır arabasının geçebileceği ölçülerde bir yol olduğunu söyledi.Toplanan meyveleri köye nasıl taşıdıklarını sordum.Ya doğrudan köye, küçük sepetlere doldurularak eşekler sırtında, yada katır arabasının ulaşabildiği son noktaya kadar ellerde taşıma yapıldığını anlattı.
Ahmet Bey’in meyve bahçesine ulaştığımızda epey yorulmuştuk.Bahçenin dereye bakan alt kıyısındaki şeftali ağaçlarının altına oturduk.Sırtımızı birer ağaca yasladık.Altımızdan Göksu’nun yeşil beyaz suları insana huzur veren çağıltılarla akıp gidiyordu.Su öylesine duruydu ki her noktada dere yağının tabanını görmek mümkündü.Bazı noktalarda suyun derinliği iki metreye yaklaşıyormuş.Durgun ve sığ kıyıların güneş alan kesimlerinde küçük balıklar oynaşıyordu.Dere boyunca su seslerini bastırmaya çalışır gibi öten kuşların sesleri dağ yamaçlarında yankılanıyordu.Suya değecek gibi uçuşan iri ve renk renk pervaneler birbirlerini kovalıyor gibiydiler.Doğa her zerresinin sakin ve uyumlu bileşkesi ile insana büyük bir huzur veriyordu.
Dağ yamaçlarını koyu saman rengine kesen güneş ışıkları Göksu deresine ulaşamıyordu.Sık dallar arasından küçük pulcuklar gibi toprağa ve suya ulaşan ışık demetleri ulaşabildiği yerleri benek benek süslüyordu.Sırtımı yasladığım ağaca kafamı da dayadım,gözlerimi kapattım.Bir süre tüm düşüncelerden arınmak istedim.Nerede olduğumu bile unuttum. Saat on ikiye geliyordu.Ahmet Bey elindeki küçük sepeti meyve ile doldurmuştu.Sepete önce elmaları daha sonra da şeftalileri koymuş, böylelikle yumuşamış olan şeftalileri ezilmeye karşı korumuştu. “Cuma vakti yaklaştı,köye dönelim” dedi. “Ben Karatepe Köyüne gitmek istiyorum” dedim. “Okul arkadaşım ve aynı zamanda hemşerim olan öğretmen arkadaşımı ziyaret edeceğim.Ailesi ile de tanışıyoruz,bir hatırlarını sorayım.” “Ne zaman dönersin?” diye sordu. “Yarın dönerim.En geç Pazar sabahı,”dedim. “Nasıl gideceğim?Bana yolu tarif et.Ne kadar sürede ulaşabilirim?” “Bulunduğumuz yer bizim köy ile Karatepe’nin tam ortası sayılır.En çok yarım saatte oraya varırsın.Yol dik olduğu için insanı yorar.” Dedi.
İki köy yolunun ayrım yerine kadar birlikte yürüdük.Ayrım noktasından itibaren tam ters yönlere doğru birbirimizden ayrıldık.Güneş tam tepedeydi.Kağnı ve diğer demir tekerlekli arabaların kestiği yol tabanını kalın bir toz tabakası kaplamıştı.Her adımda havaya toz kalkıyordu.Yol kenarının sert yerlerini seçerek yürüdüm.Yol gerçekten çok yokuştu.Buradan nasıl ulaşım sağlanabildiğini anlamak zordu.Yaya bir insanın bile tırmanmakta zorlandığı bu yolda kağnının,katır arabasının yada motorlu bir taşıtın yukarı doğru çıkması olanaksız gibi geliyordu.Güneş kafamı yakmaya başladı.Gür saçlarımın köklerinde oluşan ter damlacıkları alnıma ve şakaklarıma doğru akıyordu.Mendilimi çıkardım,dört köşesine birer düğüm attım.Meydana gelen basit şapkayı kafama geçirdim.Güneşin etkisinden az da olsa kurtuldum.Yolun bazı kesimlerinde ağaçlar vardı.Oralarda ağaç gölgelerine sığınarak ilerlemeye çalışıyordum.İlk kez içerisinde bulunduğum bir ortamda tek başıma olmaktan kaynaklanan bir tedirginlik beni rahatsız ediyordu.Bu yüzden bir an önce köye ulaşmak için hızlı hızlı yürüdüm.Kayalıklı bir dönemeçten sonra köy aniden karşıma çıktı.Yolun son bölümü tamamen düz ve kaygan kayalıklar üzerinden geçerek köye ulaşıyordu.Tüm bedenim terden sırıl sıklamdı.Sonunda köye ulaştım.
Köy sokaklarından ilerlerken karşılaştığım bir çocuğa okulun yerini sordum.Yolu doğruca izlememi söyledi.Okul bu yolun sonunda köyün en üst tarafındaymış.Çok geçmeden okul göründü.Okul binası Afşar köyününkinden farklıydı.Amerikan baraka tipi değil toprak damlıydı.Kiremit örtülmemişti.Kalın taş duvarlardan ve toprak bir damdan oluşuyordu.Okula bitişik olarak yapılmış öğretmen lojmanı vardı.Okul binası, meyilli bir arazinin düzlenmesi ile elde edilen, yaklaşık bir dönümlük arsanın üst tarafına kurulmuştu.Ben okul bahçesine girerken İhsan lojman kapısından dışarı çıktı.Beni gördüğü için değil tesadüfen çıkmış olmalıydı.Göz göze geldik.Aydınlık bir gülümsemeyle boynuma sarıldı. “Hoş geldin,ne iyi ettin de geldin.”dedi. “Hoş bulduk,”dedim. “Memlekete gitmiş gibiyim,siz ne zaman geldiniz?” diye sordum. “Bu gün tam üçüncü günümüz.” Dedi.Kol kola içeri girdik.Annesi ve kız kardeşi Seval yemek hazırlığı yapıyorlardı.Beni görünce ikisinin de sevinçle yüzleri aydınlandı.Hoş beşten sonra yüzümü yıkamak için su istedim.Saat on iki kırk beş civarındaydı.İhsan’ın annesi “Cuma vakti,abdest alın cumaya birlikte gidin.Köylü sizi aralarında görmek ister.”dedi.Benden önce İhsan itiraz etti. “Anne şimdi cumanın sırası mı?Arkadaş yorulmuştur.Başka zaman gideriz.Hem hiç namaza gitmedim.Şaşırırsam ayıp olur.”Annesi yarı şaka yarı ciddi oğlunu azarladı. “Bak sen şu yezite.Şimdiye kadar gitmedin diye bundan sonra da gitmeyecek misin?Artık çocukluk bitti.Öğretmen oldun.Haydi bakalım,çabucak abdest alın ve gidin.”Bu hiç hesapta yoktu.İbrahim benim alevi olduğumu biliyordu.Belki ailesi de biliyordu ama cumaya gitmemezlik edemiyeceğimi düşünüyor olabilirlerdi.İbrahim cumaya gitmek istemiyor da ben istiyor muydum?Ben hiç istemiyordum.Çünkü namazın nazariyesini biliyordum ama hiç uygulama yapmamıştım.Ya şimdi namazın ortasında ve o kadar insanın arasında bir yanlışlık yaparsak, durumu köylüye nasıl açıklayacaktık? Bunları düşünmeye bile fırsatımız olmadı.Sevim ibrikle su getirdi.Elinde birde büyük leğen vardı.Ben misafirim ya önce ben abdest aldım,sonra da İhsan.Ezan okunuyordu.Annesi tarafından arkamızdan zorla iteklenir gibi camiye gitmeye zorlandık.
Son anda namaza yetiştik.Cami doluydu.En arkada, kapıya yakın bir yerde namaza durduk.Yanında bizi gören köylü, saygı gösterisi olarak öndekine dokunuyor, bizimle yer değiştirmesini sağlıyordu.Böylelikle misafir saydıkları bizlere saygı göstermiş oluyorlardı.Kendimizi bir anda en ön safta bulduk.İmamın arkasına kadar bizi zorla ilerletmişlerdi.Artık yapacak tek şey, tüm namaz bilgilerimi anımsayarak hata yapmamaya çalışmaktı.En iyisi tam olarak önümdeki imama uymaktı.Bende öyle yaptım.Namaz boyunca yaptığım tek hata, rekat sayısını unutup selama oturmam gerekirken, ayağa kalkmaya yeltenmek oldu.Onu da çok fark ettirmeden geçiştirdim.Kazasız belasız namazı tamamladık.İçimden bir”oohh..!” çektim.Camiden çıkınca tüm köylü “hoş geldiniz” sırasına durdular.Hatırımızı sordular.Bir merhumun kırkı varmış,diğerleri ile birlikte oraya katılmaya davet edildik .Köyün bir kaç ileri geleni ile cami hocasının oluşturduğu gruba katılarak yürüdük.
Evlerin tamamına yakını tek katlı ve toprak damlıydı.Yalnızca birkaç evin üzeri sac çatılı idi.Köyün ortasından geçen yoldan ilerleyerek üzerinde insanların toplandığı bir evin önünde durduk.Evin dış duvarına yapışık olarak örülmüş taş merdivenlerden biz de dama çıktık.Evler birbirine bitişik yapıldığı için damlar çok geniş bir harman yeri gibiydi.Damdan her taraf görülebiliyordu.Çevreyi incelemeye başladım.
Bir süre önce güçlükle tırmandığım köy yolu buradan rahatça görülebiliyordu.Afşar Köyü’nün en yukarılarındaki birkaç evini de görmek mümkündü.Bu köyün deniz seviyesinden en az iki bin metre yüksekte olduğundan emindim.Köyü çevreleyen çok daha yüksek dağlar birbiri ardınca sıralanıyorlardı.Köye en yakın görülen ve doruğunun sislerle kaplı olan dağın Geyik Dağları olduğunu öğrendim.Adını o dağda yaşayan geyiklerden aldığı söyleniyordu.Şimdilerde bile avcılar geyik avına o dağa giderlermiş.Çevreyi izlemeye dalmışken birilerinin “oturalım arkadaşlar,”komutu ile kendime geldim.İmamla karşı karşıya oturduk.Altlarımıza birer minder verilmişti.Dama bir göz attım.Elliden fazla insan vardı.Hepsi de ikişer ikişer karşılıklı oturmuşlardı.Damın kıyılarına yakın bir yerden büyük bir çember oluşturulmuştu.Ne yapacağımızı bilmiyordum.Bu yörenin adet ve gelenekleri hakkında hiçbir bilgim yoktu.İçimde bir tedirginlik vardı.Böyle oturarak ne yapacaktık?Kimse de bir açıklama yapmıyordu.Çok geçmeden damın taş merdivenlerinden, beş altı kişilik bir grubun, her bir taşı tavuk yumurtası büyüklüğünde olan, kocaman bir tespihle yukarı çıktıklarını gördüm.Tespihin taşları tahtadandı.Böyle bir tespihi ilk defa görüyordum.Şaşırdım.Merakım daha da arttı.Bununla ne yapılacağını düşünüyordum.İbrahim bizden bir hayli uzakta köy muhtarı ile karşılıklı oturuyordu.Bir kaç kez ona baktım,hiç aldırmaz bir tavırla oturuyordu.Zaten İbrahim oldum olası rahat bir adamdı.Bulunduğu ortama çabuk uyar,hiçbir şeyi fazla önemsemezdi.Ben ise hem tedirginlik duyuyor hem de meraktan çatlayacak gibi oluyordum.Heyecanımı dışa yansıtmamaya dikkat ederek, çevremde neler olup bittiğini izlemeye devam ediyordum.Tespihi büyük bir daire oluşturacak şekilde karşılıklı oturan adamların aralarından dolandırdılar.Herkes birer taştan tuttu.Hocanın elinin yanından bir taş ta ben yakaladım.Herkesin birer taş tuttuğundan emin olununca hoca komut verdi.Sanki herkes kendine ait olan bir tespihi çekiyormuş gibi tespihin taşlarını bir bir ilerletmeye başladılar.Bu arada dudaklarının hareketinden, bir şeyler söylediklerini anladım.Ne söylediklerini bilmiyordum.Hiç ses çıkarmadan benden önceki adamdan devraldığım tespih tanesini, benden sonrakine aktarmayı sürdürdüm.Tespih henüz bir tur atmamıştı ki “hooop,”diye birinin bağırdığı duyuldu. “Ne oluyor?” demeye kalmadı bir açıklama geldi.Tespihin ipi kopmuştu.Hemen tamir edildi ve işleme kalındığı yerden devam edildi.Bir süre aynı monoton mırıltılarla tespih aralarda döndürüldü. Birisi, “Tamaaam..” dedi.Tespih aradan çıkarıldı. Sanıyorum bir eşeğin bile güçlükle taşıyacağı kadar ağır olan bu devasa tespihi,beş altı kişi tekrar damdan güçlükle indirdiler.Şimdi sırada ne var diye düşünürken yemek tabakları dağıtıldı.İki kişiye bir tepsi uzatıldı.İki kişinin zor taşıdığı büyük bir kazan getirildi.Doğruca imamla benim yanıma getirdiler.Kazanın pilav dolu olduğunu gördüm.Önümüzdeki tepsiye pilav dolduruldu.Arkasından sele sele üzüm dağıtıldı.Orada bulunanların hepsine yiyecek dağıtım işi tamamlanınca hocanın bir işareti ile yemekler yenmeye başlandı.Aç olmama rağmen ancak üç kaşık pilav alabildim.Küçük bir salkım üzüm alarak oyalanmaya devam ettim.Bu arada hocayı izliyordum.Aman tanrım,nasıl yemek yemeydi öyle?Kaşığı bulgur pilavı ile tepeleme dolduruyor,hızla ağzına götürüyordu.Gözünü pilav tepsisinden hiç ayırmadığı için adamı rahatlıkla seyrediyordum.Pilav bitinceye kadar kaşık hiç durmadan tepsiye gitti geldi,sonunda bitti pilav.Sıra üzümdeydi.Koca koca salkımları alıyor ve bir anda ağzında yok ediyordu.Nasıl bu kadar hızlı yiyebildiğini anlayamıyordum.Bu nasıl bir iştahdı?Ben elime alıp oyalanmaya çalıştığım küçük salkımı bitirmeden O,bir sele üzümü de midesine gönderdi.İyi ki bitti yiyecekler,çünkü adamın yemek yeyişi midemi bulandırıyordu.Görmemek için çoğu kez gözlerimi uzaklara odaklıyordum.Nihayet hoca “amin” dedi.Herkes ellerini açtı ben de açtım.Hocanın uzun uzun okuduğu Arapça dualardan sonra “el fatiha”demesi ile sesler kesildi.Herkes içinden bir şeyler okur gibiydi.Son kez “amin” diyen halkın kalkıp evlerine dağılacağını umuyordum.Kalkmaya yeltendim ama kimsede bir hareket olmadığını görünce usulca yerime geri çöktüm.Adamın biri, elinde bir deste zarfla oturanlardan bazılarının yanına yaklaşıyor ve hiçbir şey söylemeden ceplerine bir zarf sokuyordu.Adamı dikkatle izlemeye başladım.Dağıttı,dağıttı,elinde kalan son zarfla bize doğru gelmeye başladı.İçimden,” eyvah!” dedim, “kalan zarfı bana verecek galiba.” Zarfın ne olduğunu bilmiyordum ki.Bana verirse ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu.O yüzden endişeleniyordum.Adam geldi ve son zarfı yanımda oturan cami hocasının cebine soktu.Nihayet bir işkenceden kurtuldum.Bu tür bir geleneğe ilk defa tanık oluyordum.Bu uygulamalar hakkında bilgim olmadığı için yanlış bir şeyler yapmaktan korkuyordum.Aslında sorarak konu hakkında bilgi alabilirdim.Ama bir kere biliyor görünmeyi yeğlemiştim.Tavır değiştirmek istemedim.Gençlik işte,ne kadar okursan oku,gençlik duyguları çoğu zaman ağır basıyor.O zaman bir öğretmenin sanki, her şeyi,her konuyu mutlaka bilmesi gerekiyor gibi yanlış bir düşünceye saplanmıştım. İçimden, “Oysa şimdi o güne geri dönebilmem mümkün olsa, bilmediğim her şeyi en ince ayrıntısına kadar sorar öğrenirdim.” Diye düşünüyorum.
Köylüler birer birer evlerin dağılırken bizde okulun yolunu tuttuk.Lojman kapısına yaklaştığımızda kapı açıldı ve Seval gülen bir yüzle bizi karşıladı.Pencereden bizim gelmekte olduğumuzu görmüş olmalıydı.Sofra hazırdı.Acıktığımı hissettim.Kırkıncı gün töreninde midem almadığından bir şey yiyememiştim.Sofranın başına geçtim ve nazlanmadan atıştırmaya başladım.
İhsan’ın ailesi ile memleketten tanışıyorduk.Okuldan tatillere giderken ara sıra İhsanlara uğrardım.Ailesi annesi ile kız kardeşinden ibaretti.Babası ölmüştü.Başka kardeşi var mıydı bilmiyorum.Asıl memleketleri Erbaa imiş.Babası şeker fabrikasında çalışmaya başlayınca Turhal’a gelip yerleşmişler.Atalarının Kafkas kökenli olduğunu anlatmıştı.Okulu bitirip ataması yapılınca, annesi ile kız kardeşini tek başlarına bırakmak istememiş.En azından bir süre birlikte olmak istemişler.Hep birlikte buraya gelmişler.İkinci dönem gelip gelmeyeceklerine daha sonra karar vereceklermiş.
İhsan’ın annesi uzun boylu ve oldukça kiloluydu.Beyaz bir yazma ile kapattığı kafasının her iki yanından görünen kır saçları, inançlı kişiliğine bir olgunluk katıyordu.Takma olduğunu sandığım bakımlı ve düzgün dişleri,daima gülümseyen yüzünde inci dizisi gibi görünüyordu.Konuşurken ş’ler sözcükler içerisinde daha vurgulu çıkardı.Bu durum dişlerinin takma olduğundan mı ileri geliyordu yoksa, Çerkez kökenli oldukları için ana dillerinin türkçeye bir baskısı mıydı, tam olarak kestiremiyordum.
İhsan’ın kız kardeşi Seval tam evlenme çağındaydı.Yaşı yirminin üzerinde olabilirdi.Zarif yüz hatları bir çok yönden annesine benziyordu.Annesinden en önemli farkı ten rengiydi.Annesi beyaz,Seval esmerdi.Kalın kaşlıydı ve deste kirpikli gözleri iri iriydi.Seval’in konuşmalarında ki ş’lerin baskılı çıktığını yeni fark etmiştim.Şu halde bu durum ana dillerinin türkçeye bir yansımasıydı.Bu farklılık konuşmalarına bir tatlılık katıyordu.
Seval’in bana karşı bakışlarında ve davranışlarında bir sıcaklık hissediyordum.Kendilerini ziyarete geldiğim şu anda aynı sıcaklığı fazlasıyla hissettirmeye çalışır gibiydi.Bu bir ilgi ifadesi miydi, yoksa gurbette olmaktan kaynaklanan bir duygusallığın dışa vurması mıydı, tam olarak bilemiyordum.Bunu anlamayı zamana bırakmayı yeğledim.Her şey yaşamın doğal akışı içerisinde elbet bir gün gerçek anlamını bulacaktı.Şimdi bulunduğumuz ortamda farklı yorumlar yapmanın doğru bir yaklaşım olmayacağına karar verdim.Memleketlerimizden çok uzaklarda olmanın hassaslaştırdığı duygularımız bizi yanıltıyor olabilirdi.Belki de şu an fazlası ile gereksinim duyduğumuz karşılıklı destek arayışları, bizleri duygusal düşünmeye yöneltiyordu.
Bir gece kalmayı tasarlayarak geldiğim yerden ancak Pazar akşamı Afşar’a dönerken, kendimi iki gün öncesine göre daha güçlü ve daha azimli hissediyordum.
6
O gün ağustos ayının son pazarıydı.Birlikte çalışacağımız Tugut’la Şakir’in bu gün yarın gelmesi gerekiyordu.Çünkü eylül ayının birinci günü öğretmenler resmen görev yerinde olmak zorundalardı.Tabi rapor yada idari izin alınmış olmazsa.Şu ana kadar arkadaşların izin veya rapor aldıklarına dair bir bilgi elimize ulaşmamıştı.Demek ki herkes zamanında görevinin başında olacaktı.
Köye ulaşır ulaşmaz doğruca yaşlılar kahvehanesine gittim.Yolun yarıdan fazlası iniş olduğu için kendimi yorulmuş hissetmiyordum.İçerisi oldukça kalabalıktı.Köylülerin çoğunluğu artık beni tanıyorlardı.Yüzlerine yansıyan saygı ile “hoş geldin” dediler.Aynı sıcak tavırla hepsini selamladım.Eğitmen Ahmet bey her zaman olduğu gibi çay ocağına en yakın masada oturuyordu.Doğrudan O’nun masasına yürüdüm.Hemen bir sandalye uzatarak yer gösterdiler.Oturdum.Masanın çevresinde oturanlardan yalnızca Ahmet bey’le köy ihtiyar heyeti üyesi Rasim’i tanıyordum.Gözlüklü,iyi giyimli ve nazik tavırlı genç, duruşu ile dikkat çekiciydi.Ahmet Bey, “bak müdür bey,bu arkadaşımız Turgut, dün geldi.”dedi.Adımı söyledim ve tokalaştık.Kısa bir süre geçmeden yeni arkadaşla uyumlu bir iş birliği yapabileceğimize inandım.İçimden, “umarım bu inancımda yanılmam,”dedim.
Turgut’un sırtında deri bir ceket vardı.Ceketinin altına ince,yakası bodan boya çizgi motifli bir hırka giymişti.Zayıf sayılmazdı.Hatta yüzüne bakılırsa bir hayli kilolu gibi görünüyordu.Oysa kilosu da yoktu.Yuvarlak yüzüne büyük gelmiş gibi duran kalın çerçeveli gözlüğünün altından görülen kırmızı ve çıkık yanakları, kendisine kilolu izlenimi veriyordu.Göz kapakları şişkinceydi.Etli yanakları arasına sıkışmış gibi duran küçük burnu, ince ve biçimli üst dudağı ile dikey bir konumda kesiliyordu.Çenesinde belli belirsiz bir gamzesi vardı.Bir yandan sohbet ediyor, öte yandan Turgut’u dikkat çekmeyecek bir biçimde, inceden inceye süzüyordum.Sanıyordum aynı şeyi O’da benim için yapıyordu.Sonunda benzer duygular taşımakta olduğumuz birbirimize daha içten ve daha samimi bir şekilde hitap etmekle ortaya dökülmüş oldu.
Turgut,geçen yıl da burada görev yapmıştı.Yedek subay öğretmen statüsündeydi.O yıllara ait bir uygulama olarak,herhangi bir yüksek okul öğrencisi konumunda olan askerlik yükümlülerine,kısa bir süre askeri eğitim verilmesinin ardından, geri kalan askerliklerini öğretmenlik yaparak tamamlama hakkı verilmişti.Turgut bu uygulamadan yararlanarak öğretmenlik yapıyordu. Henüz bitirmediği okulunu bitirdiği zaman, asıl mesleği inşaat mühendisliği olacaktı.
Birkaç yıldır uygulanmakta olan yedek subay öğretmenlik statüsünü, Türk milli eğitim sisteminin temelini bozmaya yönelik bir girişim olarak değerlendiriyordum.Bu sadece benim düşüncem değildi.Öğretmen okulundaki öğretmenlerimizin de genel kanıları bu doğrultudaydı.Aslında eğitim öğretimin kalitesini bozan yalnızca bu uygulama da değildi.Lise çıkışlıların birkaç fark ders vererek öğretmenlik hakkı elde etmeleri,değişik meslek okullardan mezun olanlara birer ay gibi kısa dönemlerde verilen mesleki kursların ardından öğretmen olmalarına olanak tanınması gibi uygulamalar çok yanlış ve zararlı uygulamalardı.İlkokul eğitimini sadece okuma yazma öğretmek sanan bürokratların, ülkeye ne büyük zararlar verdikleri çok geçmeden ortaya çıkacaktı.Nitekim yetmişli yıllarda ülke genelinde yaşanan kargaşanın temelinde,eğitimdeki temel hataların payı çok fazlaydı.
Eğitim-öğretim sistemindeki bu yanlış yapılanmanın sonucunda ülkenin içine sürüklendiği çalkantılı dönem en ağır ve en acı biçimde yaşanmış olmasına rağmen,bundan bir ders alındı mı diye sorulursa yanıtım,asla olacaktır.Çünkü yetmişli yılların başlarından itibaren farklı kamplara ayrılarak politize edilen gençlerin, hiçbir öğretmenlik niteliği kazandırılmadan öğretmen atanmaları, seksen yılında yapılan askeri müdahaleye zemin hazırlayan etmenlerin ilk sıralarında yer alır.O yıllarda, sözüm ona öğretmen olarak göreve gelenlerin büyük bir bölümü, bu gün Türk milli eğitimine yön veren temel kurum ve bürokratik yapılanmalarının, en üst seviyelerinde görev yapmaktadırlar.Kendilerini o makamlara getirenlerle aynı zihniyeti taşımalarının bir sonucu olarak,daha sonraki yıllarda,hangi meslekten olursa olsun,bir yüksek okulu bitiren işsiz gençleri öğretmen olarak atamışlardı.Bu kadar büyük hataları ancak bu denli büyük aptallar yapabilirlerdi.Çünkü küçük aptalların, böylesine büyük hatalar yapmaya akıl kapasiteleri yeterli değildir.Bazen, “keşke,” diyorum, “o işsiz gençleri öğretmen yerine doktor atasalardı.Çünkü asıl mesleği doktor olmayan bir kişi, yanlış tedavi ile birkaç kişinin ölümüne neden olabilir.Ama öğretmen atanırsa yüzlerce ve hatta binlerce gencin, dolayısı ile ülkenin geleceğini yok edebilir.”
Kahvehanede uzun uzun sohbet ettik.Turgut,geçen yıl kaldığı evin bir odasının boş durduğunu,eğer istersem orada kalabileceğimi söyledi.Evi görmek istedim.Hep birlikte kalktık.
Turgut Bey’in evi kahvehaneye en fazla yüz elli metre uzaklıktaydı.Köy ortasından yukarı doğru uzanan dik yokuşun ortalarında,sağ taraftaydı.Oturduğu alanın konumundan dolayı iki katlı olmasına rağmen alt katı ile bağımsız gibiydi.Yani ikinci kata yandan düz giriliyordu.Ev sahibi aşağı bölümde oturuyormuş.Evin önüne geldiğimizde kısa boylu ve ayağında şalvarı olan yaşlıca bir adam karşıladı bizi.Tüysüz gibi duran yüzündeki seyrek sakaları beyazlaşmıştı.Yüzü gibi dışa çıkık dişleri de sararmıştı.Kafasına geçirdiği nakışlı el örgüsü beresini kaşlarının üzerine kadar indirmişti.Konuşurken dışarıya fırlak dişlerinin arasından tükürük saçıyordu.Turgut’un kullanmadığı boş odada kalmak için izin istedik.Şaka yollu nazlandıysa da sonunda kabul etti.Şalvarının uçkuruna bağlı bir deste anahtardan birini çıkararak önümüze düştü.Alt katın kapısına benzer çift kanatlı ve kale kapısına benzeyen kapıdan içeri girdik.İçerisi iyi ışık almadığından hafif karanlık ortama gözümüzün uyum sağlaması için bir süre bekledik.Ara geçit önceden ahır olarak kullanılmış gibiydi.Gerçi içeride hayvan yoktu ama hayvanlara özgü bir koku vardı.Duvarın kesilmesi ile kazanılan kapı aralığından salona benzer bir yere ulaştık.Salona açılan üç kapı vardı.Bunlardan birisini Turgut kullanıyordu. Geriye kalan iki odadan birisini biz alırsak diğeri ortak mutfak olabilirdi.Turgut Bey odasının kapısını açtı.Pencere önünde yerleşik bir sedir vardı.Sedirin üzerinde kilim seriliydi.Aşağıda bir karyola duruyordu.Geri kalan boşlukta iki sandalye ile bir masa vardı.Oda büyüktü.Bu kadar eşya olmasına rağmen yarısı boştu.Bize verdikleri oda da aynı büyüklükteydi ve birbirine bitişik iki sedir kuruluydu.Bu konumu bizim için çok daha iyi idi.Eğer Şakir’le birlikte kalacaksak sedirleri birer tane paylaşırız diye düşündüm.Ev sahibi istersem çok az bir ücretle yatak verebileceğini söyledi.Ev kirası olarak otuz lira istedi.Yatak için de aylık beş lira diyordu.Kabul ettim.Ahmet Bey kendilerinin ücretsiz bir kat yatak verebileceklerini söylediyse de teşekkür ederek kabul etmedim.Kiralamak daha uygun geldi.Ev işini çözümlemek beni çok rahatlattı.Artık tüm çalışmalarımızı okul işlerine yöneltebilirdik.
Şakir pazartesi günü geldi.Yanında birkaç parça eşya getirmişti.Yatağını getirmesi işini kolaylamıştı.Birlikte kalabileceğimizi söyledim.Sevindi.Üç arkadaş aynı evde kalacaktık.Birbirimize destek olma açısından bu iyi bir başlangıçtı.
Eğitim öğretim yılının başladığı ilk gün sınıf paylaşımı yaptık.Eğitmenlerin genellikle birinci sınıfı almaları gerektiğini biliyordum.Eğitim düzeyleri ilkokul düzeyinde olmalarına rağmen, birinci sınıf eğitiminde başarılı olduklarını duymuştum.Ahmet Bey,yıllardan beri hep birinci sınıfları okutuyormuş.Bu konuda uzmanlaştığından emindim.Kendi isteği ile gene birinci sınıfın sorumluluğunu üstlendi.Ben beşinci sınıfı tercih ettim.Turgut Bey,birleşik sınıf uygulaması yapılacak olan ikinci ve üçüncü sınıfları alınca dördüncü sınıf da Şakir’e kaldı.Okulun üç dersliği vardı.Bu yüzden iki sınıfa sabahçı öğleci uygulaması zorunluydu.Birinci ve beşinci sınıfların eğitimini daha yoğun sürdürmeyi amaçlayarak diğer iki grubun ikili öğretim yapmasına karar verdik.Böylece Turgut ile Şakir ikili öğretime,Ahmet Bey ile ben de normal öğretime ayrılmış oluyorduk.Sıra eğitim öğretimin planlamasına geldi.Öğretmen okulundan örnek olur düşüncesi ile yanımda getirdiğim planlardan yararlanarak sınıflarımıza ait planlarımızı hazırlamaya başladık.Planlama işine üç günün yeterli olacağını tasarlamıştım.Yaptığım yıllık çalışma programına uymak gerekiyordu.Çünkü yapılacak çok işimiz vardı.Okul binasının badanası,kırık öğrenci sıralarının onarımı,ders araç ve gereçlerinin gözden geçirilmesi,kırık camların yerlerine yenilerinin takılması gibi işlerin, çalışma programında öngördüğüm zaman dilimlerinde bitirilmesine büyük önem veriyordum.İlk haftayı verimli bir çalışma ile tamamladık.
Haftanın son çalışma günü elimize beslenme programı ile ilgili bir resmi yazı ulaştı.Yazıya göre, okulumuza ayrılan beslenme maddelerinin, en kısa zamanda ilçe eğitim müdürlüğünden alınması isteniyordu.Muhtarlığa gittik,yazıyı muhtara gösterdim.Pazartesi günü ilçeye birlikte giderek yiyecek maddelerini alabileceğimizi söyledi.O yıllarda Amerikan yardımı olarak tanıtılan besin maddeleri öncelikle geri kalmış yöre okullarına dağıtılıyordu.Her okulun öğrenci sayıları göz önünde tutularak,un,süt tozu,tahin helvası,peynir gibi beslenme maddeleri veriliyordu.Bu besin maddelerinden, öğrencilerin en iyi şekilde nasıl yararlanabileceklerini düşündüm.Geçmiş yıllarda bu konuda yapılmış olan uygulamaları araştırdım.Bu konuya birkaç yönden önem veriyordum.Önce büyük bir emekle sağlanan besin maddelerinin, amaca uygun olarak değerlendirilmesinin güçlüğü ortadaydı.Ayrıca asılsız dedikodulara ve yanlış yorumlara açık olan bu konunun, bizi güç durumlarda bırakabileceği uyarısını yapan deneyimli hocamız Ahmet Bey’in uyarılarına içten katılıyordum.Ahmet ve Turgut Beylerin söylediklerine göre, önceki yıllarda amaca uygun bir çalışma yapılamamıştı.Çoğu kez, getirilen besin maddeleri öğrenciler arasında paylaştırılmış, bu uygulama gereksiz dedikodulara neden olmuştu.Bu düşünceden hareketle, beslenme konusuna gereken önemi vermemizi anımsatması için, çalışma programındaki sırasının altını kırmızı kalemle çizdim.
İlk çalışma haftasının sonunda, benim kendilerini ziyaret ettiğim arkadaşım İhsan bize geldi.İhsan, okulda tek öğretmen olarak çalıştığı için O’nun bizden daha çok moral desteğe gereksinimi vardı.Öğretmenlikte ilk yıl olmasının verdiği güvensizlikle bazı uygulamalarının doğruluğu konusunda, fikir alış verişinde bulunmak istediğini söylüyordu.Geçtiğimiz ilk hafta boyunca ne gibi çalışmalar yaptığımızı sordu.Uzun uzun bilgi verdik.Yaptığımız plan örneklerini gösterdik.Çalışma programına aldığımız işler hakkında ne gibi çalışmalara girişeceğimizi anlattık.Karşılıklı söyleşilerden çok yararlandığı belliydi.O’nun da bizimkilere benzer sorunları vardı.Her konuda yardımlaşmayı kararlaştırdık.En son olarak konu beslenme eğitimine geldi.İhsan okullarının uygun bir yerine fırın yapacağını söyledi.Verilecek olan undan yapacağı fırında ekmek yapmayı ve öğrencilere okulda ara yemek vermeyi planlıyormuş.Bu fikrini çok beğendim.Fırını nasıl yapmayı düşündüğünü sordum.Bu konuda kendisinin usta olduğunu söyledi.Tam fırsatını yakalamıştım.Fırın yapma konusunda bize de yardımcı olup olamayacağını sordum. “memnuniyetle yardım ederim,yeter ki siz gerekli malzemeyi hazırlayın,” dedi.Neleri hazırlamamız gerektiğini bir kağıda yazmasını söyledim. “Fazla bir şey gerekmiyor,yalnızca fırının kubbesi için gerekli özel kerpiç hazırlamanız yeter,” dedi.Aynı gün hem fırın yerini birlikte tesbit ettik hem de özel kerpiç için gerekli olan bir tahta kalıp yaptı.Gerisini biz çok kolaylıkla yapabilirdik.Bu fırın işini nereden öğrendiğini merak ettim. “Çerkezlerin hepsi bu konuda ustadır,”dedi. “Çünkü her evin kendine ait bir fırını vardır.” Beslenme konusunda çok önemli bir adım atmıştık.O günün geri kalanını gönül rahatlığı içinde, büyükler kahvehanesinde oyun oynayarak geçirdik.
Pazar günü İhsan’ı köyüne yolcu ettikten sonra öğretmen arkadaşlarla muhtarın evine gittik.Muhtarımız ileri görüşlü ve çalışkandı.Mesleğimizin ilk yılında böyle bir muhtarla karşılaşmak bizim için büyük bir şanstı.Köyün yararına olduğuna inandığı işlere tüm gücü ile destek oluyordu.Birer kahvesini içtikten sonra fırın işini anlattım.
7
Muhtar,anlattıklarımı dikkatle dinledi.Bakışlarında konuya olumlu yaklaştığını yansıtan bir ifade vardı.Sonunda yüzünde bir gülümsemenin izleri belirdi. “Çok iyi bir fikir bu. “ dedi. “Bunun için ne gerekiyorsa yaparız. Neler gerekiyormuş,sen onları söyle.” İhsan’ın bize anlattıklarını tekrarladım. “Okulun iş evinin duvarına bitişik yapılabilirmiş.” Dedim.” “Bu iş için duvar örmeye yarayacak irilikte taşlar,fırın tabanına serilmek üzere elli kilo kadar tuz ve kil toprak gerektiğini söyledi.” “Tamam hocam,bunlar kolay şeyler,taş okulun yanıbaşında.Kil toprağın yeri de uzak sayılmaz.Bir traktör getirtiriz.Tuz işine gelince,onu temin etmek size düşer.Her öğrenciden birer avuç tuz getirmelerini isterseniz elli kilodan fazla tuz birikir.” Dedi. “Bu işe ne zaman başlanacak?” diye sordu. “Mümkün olan en kısa zamanda başlamalıyız,”dedim. “Okul haftaya açılıyor.Bir an önce işi bitirmeliyiz.Yarından itibaren bu işe koyulalım.” “Öyleyse haydin kahvehaneye gidelim.köylü oradadır.Birilerine görevler verelim,yarın bu işleri halletsinler.” Dedi. Hep birlikte kahvehaneye yürüdük.
Muhtar tuttuğunu koparan bir adamdı.Ertesi gün fırın yapımında kullanılacak taş ve kil toprak, görevlendirdiği kişiler tarafından okul bahçesine getirilmişti.Şimdi ilk iş toprağın samanla çok iyi bir şekilde karıştırılarak, kerpiç çamuru haline getirilmesiydi.Bu görevi köy bekçilerine verdik.Hiç itiraz etmediler.Toprağa katılacak samanı da onlar temin edeceklerdi.
Biz hem bu çalışmaları izliyor hem de çalışma programında belirlediğim işleri yapmaya çalışıyorduk.Okul bahçesinin duvarlarını kendi başımıza tamir edemezdik.En azından bunu yapacak zamanımız yoktu.Muhtar köyde bu işi yapanlardan iki ustadan bahçe duvarlarını onarmalarını istedi.İki günde bahçe duvarının tamiri bitti.Sıra fırın tabanını oluşturacak duvarın örülmesindeydi.Çarşamba günü iki usta daha bularak birlikte fırın temelini yapmaya başladık.Önceden kararlaştırdığımız gibi iş evinin kapısının yanına temel kazıldı.Evin duvarları yarıya kadar taşla örülmüştü.Böyle olması fırın için daha elverişliydi.En azından fırının yüksek ısısından başka bir yer zarar görmezdi.Ayrıca iş evinde hamurun hazırlanması ve taşınması kolay olacaktı.Odun da bitişik binadaydı.Seçilen yer her açıdan uygundu.Fırın için seçilen alanda duvara başlamadan önce İhsan’ın bize verdiği ölçülere uyularak ip çekildi.Çekilen ipin iç tarafından toprak yirmi santim kadar kazıldı.Ustalar önce köşe taşlarını yerleştirdiler.Şaka ve sohbetlerle çalışmalara renk katılıyordu.Kendimizi işe öylesine kaptırdık ki zamanın akışını unuttuk.Akşam olduğunda fırının tasarlanan taban yapısı bitmek üzereydi.Ertesi güne çok az bir iş kaldı.Eserimizi seyretmeyi bıraktığımızda açlığımız ve yorgunluğumuzun farkına vardık.Yorgunluğu atmak kolaydı.Yemek yapmak bizi zorlayacak gibiydi.Kafamdan bu duygular geçerken köy bekçisinin bize doğru gelmekte olduğunu gördüm.Selam verdi ve yaptığımız fırın temelini inceledi. “Ooo!” diye şaşkınlığını açığa vurdu. “Çok sıkı çalışmışsınız,neredeyse bir günde iş bitmiş,ellerinize sağlık” dedi.Sonra sözlerini,”muhtarın selamı var,sizi yemeğe bekliyor,”diye tamamladı.Yorgunluğum bir anda uçtu,gitti.Sanıyorum öteki arkadaşlar da benim gibi düşünüyorlardı.Bu kadar bedensel yorgunluktan sonra, doğru dürüst yemek yeyip yiyemeyeceğimi bilmiyordum ama düşünülmüş olmak, bana büyük bir güç ve moral aşıladı.Elimizi yüzümüzü yıkadık,iş elbiselerimizi çıkarıp günlük giysilerimizi giydik.Muhtarlığa doğru yürürken kahkahalarımız çevreyi çınlatıyordu.
Okul yıllarımda özlemini duyduğum çalışma ortamını bulmuş olmak,beni olağanüstü bir çalışmaya yönlendiriyordu.Yaşamın her dakikasından müthiş bir haz alıyordum.Tespit ettiğim çalışma programını,zamanında bitirebilmek için son derece sıkı bir disiplin içerisinde işleri sürdürmem gerekiyordu.Uyku ve eğlenceye ayırmam gereken zamandan çalarak, bunu çalışma saatlerine katıyordum.Çalışmaların düzenli ve aksamadan yürütülüyor olmasından duyduğum sevinç ve heyecan tüm yorgunlukları unutturuyordu.Öğretmen arkadaşlarımla ve köy ihtiyar heyeti ile uyumlu bir iş birliği çizgisini yakalamış olmaktan son derece mutluluk duyuyordum.Şimdi tüm amacım hem okulu hem de köyü,bu çevrenin örnek köyü durumuna getirebilmekti.Kafamda bunu başarmanın planları yavaş yavaş şekilleniyordu.
Perşembe günü, hazırlanan kerpiç çamurunun yeteri kadar ekşimiş olduğuna karar verdik.Çamur sakız gibi yapışkan bir hal almıştı.Bu da istenilen kıvama geldiğinin bir göstergesiydi.
İhsan’ın yaptığı kerpiç kalıbının bir benzerini daha yaptırdık.Muhtarın yanımıza verdiği iki genç işçi ile çalışmaya başladık.Yapışkan ve ekşimiş kil çamuru kalıpların içerisine yerleştirdikten sonra baskılayarak kalıbı geri çıkarıyorduk.Çok güzel kerpiçlerin oluştuğunu görmek bizi sevindiriyordu.En çok güneş alan yerleri özellikle seçerek oralara kerpiç döküyorduk.Biz öğretmen arkadaşlar olarak kalıpçılık yapıyorduk.İki köy genci ise bize çamur taşıyan işçi görevini yürütüyordu.Hızlı bir tempoda yürüttüğümüz çalışmalar,öğle yemeği aralığı dışında kesintisiz olarak saat on beşe kadar sürdü.Toplam üç yüz elli kalıp kerpiç dökülmüştü.Bu yedi yüz kerpiç demekti.Bu kadar kerpicin fırın için yeterli olacağını düşündük.Artan çamuru kerpiçlerin örülmesi sırasında kullanılmak üzere bir yerde topladık.Bu gün ki çalışmaların en ağırını gene ben üstlenmiştim.Çalışma sırasında yorulduğumun farkına bile varmıyordum.Ancak aradan bir süre geçip terim kurumaya başladığında ne kadar yorulduğumu anlayabiliyordum.Şu an tüm vücudumun ağrıdığını hissediyordum.Omuzlarım,kollarım,bacaklarım belim kırılıyordu.Buna rağmen iş yapmaktan kaynaklanan zevkin tadını alabiliyordum.Karmaşık duygular içinden seçebildiğim tek şey daha çok çalışmam gerektiği idi.
Akşam Eğitmen Ahmet Bey’e davetliydik.Bu gün de yemek hazırlama derdinden kurtulmuştuk.Okulun kapısını kilitledik.İş araçlarını işliğe bıraktık.Bahçe duvarının eğreti ağaç kapısını kapatıp okuldan ayrıldık.
O günlerde tüm çabalarımızı kesintiye uğratacak ve bizi bir yılgınlığa iteleyecek tek şey vardı:Havanın aniden bozması ve yağmurların başlaması. Bizi en çok endişelendiren bu yağış olayı, kerpiç döktüğümüz günden iki gün sonra başladı.O gün havayı kalın ve koyu renk bulutlar sardı.Yüksek tepeler bulutların arsında görünmez oldu.Yoğun bir nemle ağırlaşan havadan,dokunduğu yerleri yapış yapış eden su zerrecikleri dökülmeye başladı.Bu oluşum ne yağmura ne de kara benziyordu.Belli belirsiz bir ıslaklık yaratan bu hava olayının henüz kurumamış kerpiçlere zarar vereceği kesindi.Derhal önlem almamız gerekiyordu.Aklımıza ilk gelen önlem, büyük naylonlarla kerpiçlerin üzerlerinin kapatılmasıydı.Muhtarın,ormancının,cami hocasının ,sağlıkçının yardımları ile bulabildiğimiz naylonları, henüz tam katılaşmamış olan kerpiçlerin üzerlerine kapattık.Yağacak yağmur sularının alttan kerpiçlere zarar vermesini önlemek için, kerpiç dökülen alanın çevresine küçük su kanalları açtık.Alınması gerekli tüm tedbirleri almış olmamıza rağmen,havanın uzun bir süre yağışlı geçebileceği endişesi neşemizi kaçırıyordu.Beklemekten başka elimizden bir şey gelmezdi.Diğer işlere yöneldik.
Aradan bir gün,beş gün geçti,hava bir türlü açılmadı.Yağmakla yağmamak arasında bocalayan bulutlar,bir türlü köyün üzerini terk etmediler.Her gün çiseleyen yağmur yüzünden kerpiçler kurumak bilmiyordu.Onca naylonu kerpiçlerin üzerlerine serip toplamaktan usandık.Kerpiçlerin düzgün şekilleri giderek bozulmaya başladı.Keskin hatları törpüleniyor,yuvarlak bir görünüm alıyorlardı.Bu kadar emeğin boşa gidecek olmasından çok,önümüzde daralan zaman içerisinde amaca ulaşma şansımızın her dakika azalıyor olmasına üzülüyordum.Torosların doruklarına yakın bir konumda bulunan köyün, bir daha önümüzdeki yaz mevsimine kadar,çamur kerpiçleri kurutabilecek bir sıcaklığı yakalama olasılığı, yok denecek kadar azdı.Ya şu anda az çok sertleşmiş olan bu kerpiçleri herhangi bir yöntemle kurutacaktık,yada bu işi bir başka bahara bırakacaktık.Elbette bizim gönlümüzde yatan bu işi en kısa zamanda tamamlamaktı.Öğretmen arkadaşlarımla bir durum değerlendirmesi yaptık.Bu işi başarıya ulaştırabilmek için neler yapabilirdik?Eğitmen Ahmet Bey,hem bu yörenin bir ferdi olarak,hem de bizden en az üç kat daha fazla yaşamış olmanın kendisine kazandırdığı deneyime dayanarak bir öneride bulundu.”Yerinden bozulmadan kaldırılabilecek kadar sertleşmiş olan kerpiçleri odun ateşi ile kurutabiliriz.”dedi.Bu öneri önce bana çok tutarlı gelmedi.On santim kalınlığındaki çamur kütlesinin ateşte kurutulabileceğinden emin değildim.Bunlar çamaşır mıydı ki ateşte kurusunlar diye düşünüyordum.Bir süre konuyu aramızda tartıştık.Değişik bir yöntem bulamayınca denemeye karar verdik.
Köyün olduğu kadar okulun yakın çevresi de ormanlıktı.Okul bahçesinin dışından ardıçlık alan başlıyor,yukarılara doğru hem daha çok sıklaşıyor hem de ağaç türü çoğalıyordu.Odun bulmak hiç zor değildi.Ara ara kurumuş kalın ardıç ağaçlarının kalın gövdeleri,birer anıt heykel gibi dikili duruyordu.İstersek onlardan yararlanabilirdik.Elbette bu iş için köyde oturan ormancı Hamdi Bey’den izin almak gerekiyordu.Okulun odunluğunda da geçen yıllardan kalma kalın odunlar vardı.Ormanın doğal anıt ağaçlarına dokunmadan işimizi gerçekleştirebilirdik.Kararımızı uygulamaya giriştik.
Kerpiçlere en yakın ve en uygun ocak yerlerini tespit ettik.Bir kaç koldan bu işi yapmalıydık.Üç değişik noktada üç ocak kurduk.Kalın odunları kolay tutuşacak biçimde üst üste yığdık.Odunları tutuşturmadan önce, yarı katılaşmış kerpiçleri, odunların çevresine yarım ay şeklinde dizdik.Üzerlerini naylonla kapattığımız kerpiç kümelerinin kıyıya yakın duranları bir hayli sertleşmişlerdi.Önce bunları kurutmakla işe başladık.Bu kerpiçleri ara sıra çevirmek yaş olan taraflarını ateşe karşı döndürmek gerekiyordu.Bu çalışmalar sırasında kerpiçlerden bazıları kırılıyor,düşüyor ve dağılıyordu.Biz bir savaş veriyorduk.Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da bazı kayıplar olması kaçınılmazdı.Hazırladığımız ocaklardan birinde farklı bir yöntem uygulamak istedik.Bu, bize daha sonra yapacağımız çalışmada bir deneyim kazandıracaktı.Kerpiçleri,yığılı duran odunların çevresine kesik koni gibi sıraladıktan sonra odunları ateşledik.Bir anda okulun önünü yoğun bir duman kapladı.Yavaş yavaş yükselen dumanlar,yeryüzünden fazla yüksekte olmayan kalın bulutlarla buluştular.Odunlardan çıkan alev arttıkça duman azaldı.Kızıl alevler çıtırtılı seslerle kerpiçlerin çevresini sardı.Kerpiçlerin aralarından yüzlerce ince birer dil gibi dışarılara uzandılar.Kerpiçlerden yoğun bir buhar yükselmeye başladı.Bu görüntü karşısında,başladığımız işi başaracağımıza daha çok inandım.Çalışmaların olumlu bir şekilde sürmesi içimi kaplayan karamsarlığı yok etti.
Kerpiçleri odun ateşi ile kurutmayı başardık ama hava da bize inat azdıkça azdı.Fazla bir yağış olmadı,ancak sıcaklık önemli ölçüde azaldı.Bulutlardan dökülen ince toza benzeyen su zerrecikleri kara dönüştü.Bulutların koyu açıldı.Ara sıra parçalanan bulutların arasından süzülebilen güneş ışıkları gökyüzünde yollar oluşturdular.Tüm bunlara rağmen bizim çalışma tempomuzda bir azalma olmadı.
Kerpiçlerin yüzeyleri güneşte kurumuş gibi aynı sertliği kazanmasa da örme işine pekala yarayabilirdi.Bin bir güçlükle kurutmaya çalıştığımız kerpiçleri, ıslanmamaları için okulun çatı saçaklarının altına taşımıştık.Fırının tabanını oluşturan taş temelin yağıştan zarar görmesi söz konusu değildi.Örüldüğünün üzerinden bir haftaya yakın bir zaman geçtiği için kurumuş olmalıydı.Sıra fırının kubbesinin örülmesine gelmişti.Okulun açıldığı ilk haftanın sonunda İhsan’ı çağırmayı kararlaştırdık.
Okulun eğitim ve öğretime başladığı ilk gün,benim olduğu kadar diğer öğretmen arkadaşların da içini, yeni bir başlangıca adım atmanın mutlu heyecanı sarmıştı.İlk maaşımın bir bölümünü vererek taksitle aldığım yeni takım elbisemi giyinmiştim.Okulun açıldığı ilk günde, okul müdürü olarak yapacağım konuşma sırasında, okula gelen öğrenciler ve öğrenci velileri üzerinde bırakacağım etki ve izlenim çok önemliydi.Sabah evden çıkmadan önce, bu güne kadar olan yaşamımda sürekli özlemini çektiğim ancak ilk kez sahip olabildiğim kahverengi takım elbisemi özenle giyindim.Gömleğimin ve kravatımın rengi elbisemle uyuşuyordu.Köy ortamında rüküş gibi görünse de kravat kumaşından olan küçük mendili ceketimin yaka cebine özenle yerleştirdim.Sık ve gür siyah saçlarımı düzene sokmak için, beş dakikadan daha fazla bir zaman harcadım.Ayakkabılarımı akşamdan boyayıp hazırlamıştım.Tabanına basmadan kerata kullanarak giydim.Plan defterimi koltuk altına sıkıştırıp, düşürmemeye özen göstererek yürüdüm.Turgut ve Şakir’in şıklığı benim kadar olmasa da günün önemi ile uyumlu idi.Yalnızca Ahmet Bey,giyimine fazla özen göstermemişti.Bu tutumu, yılların verdiği yorgunluktan olabilir mi diye düşündüm.
Öğrenciler okul bahçesini doldurmuşlardı.Biz okula yaklaşırken büyük bir çoğunluğu bahçe kapısının önüne sıralandılar.Gözlerinde merak vardı.Geçen yıldan tanıdıkları iki öğretmenin yanında, iki de yeni öğretmen, yani Şakir’le ikimiz vardık.Bahçeden içeri girerken öğrencilerden ,”günaydın öğretmenim,”sesleri yükseldi. “Günaydın çocuklar,” diye karşılık verdik.Aralarından geçerken boylarının neredeyse bizimkilerle eşit olmaları beni şaşırttı.Yaşlarının en fazla on iki, on üç olması gereken bu çocukların böylesine uzun boylu olmaları ilginçti.Çevresel ve kalıtsal etkilerden kaynaklanabileceğini düşündüm.Daha sonra bu öğrencilerin,çeşitli nedenlerden dolayı öğrenim sürelerini uzatanlar olduğunu öğrenecektim.
Saat sekiz otuzda ders zilini çaldırdım.Bu yıl okula yeni başlayan birinci sınıf öğrencilerinin dışındaki tüm öğrenciler, düzenli bir sıra oluşturdular.Birinci sınıfa başlayacak olan öğrenci velilerinin dışında, on beş kişi kadar da okulun açılış törenine katılmak üzere gelmiş olanlar da vardı.Muhtar,ihtiyar heyeti üyeleri,ormancı,sağlık memuru ve cami hocası gelen konuklar arsındaydılar.İstiklal marşını okuduktan sonra yalın ve kısa bir konuşma yaptım.Muhtar da yeni öğretim yılının hayırlı olmasını diledi.Birinci sınıflar,eğitmen Ahmet Bey’in gözetiminde sınıflarına girdiler.Öteki sınıflar sıra ile içeri girerlerken, gelen konuklar bizlere başarılar dileyerek okuldan ayrıldılar.Şimdi sıkı çalışma zamanıydı.Arkadaşlarla birbirimize iyi dersler dileyerek göreve başladık.
İlk günün nöbet görevini ben almıştım.İkinci ders arlığında içeride kalan öğrencileri hava almaları için, dışarı çıkmaları konusunda uyarmak üzere sınıfları dolaşıyordum.Kendi sınıfıma girdiğimde,Türkiye haritası önünde toplanmış öğrenciler dikkatimi çekti.Ne yaptıklarını izlemeye başladım.Benim içeride olduğumun farkında değillerdi.Belki de bilerek öyle davranıyorlardı.Parmakları ile harita üzerinde bir nokta arıyorlardı.Kendi ilkokul yıllarımı anımsadım.Harita üzerinde bir yer aramak büyük bir zevkti.Bizim için çok tatlı bir oyundu.Şimdi aynı oyunu oynayan öğrencileri görmek hoşuma gitti.Öğrencilerin, aradıkları yeri uzun bir süredir bulamamaları, nereyi aradıkları konusunda beni meraklandırdı.Yanlarına yaklaştım. “Nereyi arıyorsunuz çocuklar?” dedim.Hep bir ağızdan, “Türkiye’yi öğretmenim,”diye bağırdılar.Yanlış söylediklerin düşündüm.Önlerinde duran büyük bir Türkiye haritasıydı.Türkiye haritasında Türkiye’yi aramak da ne oluyordu.Bir daha sordum. “Nereyi dediniz?” “Türkiye’yi arıyoruz,öğretmenim.” Birden damarlarımda akan kanın donduğunu hissettim.Duyduklarıma inanmak istemiyordum.Dördüncü,beşinci sınıf öğrencileri Türkiye haritasında Türkiye’yi arıyor ve bulamıyorlardı.Coğrafya bilgilerinin ne kadar yetersiz olduğunu bundan daha iyi anlatan bir örnek olamazdı.Haritaya yaklaştım.Ortalarında bana bir yer açtılar.Parmağımla haritanın sağ alt köşesindeki kocaman harflerle yazılı olan ‘Türkiye Haritası’ yazan yeri gösterdim. “Okuyun” dedim.Hep bir ağızdan okudular.Bu kez yüzlerinde, ‘işte bulduk’ diyen bir ifade görmek beni sinirlendirdi.Yazıyı Türkiye olarak algıladıklarını anlamıştım.Açıklamam gerekiyordu. “Çocuklar bu konu üzerinde çok çalışacağız.Şimdi zaman kısa ama şunu bilmenizi istiyorum:Türkiye Haritasında Türkiye’nin yeri aranmaz.Türkiye’nin sınırları çizilir.Parmağımı izleyin,yurdumuzun sınırlarını çiziyorum.Türkiye,parmağımla sınırlarını belirlediğim alandır.Haydi şimdi dışarı çıkın.” Dedim.Bu kez yüzlerinde utangaç bir ifade belirdi.Koşarak sınıfı terk ettiler.
İkici devre öğrencilerinin, bilgi düzeylerinin bu kadar geri olması beni çok üzdü.Uzun süre etkisinden kurtulamadım.Sonunda bu olayın benim için bir şans olduğuna karar vererek rahatladım.Çünkü sorumluluğunu üstlendiğim öğrenci grubunun bilgi seviyesi hakkında iyi bir fikir edinebilmiştim.Çocukların bilgi geriliği beni üzmekten çok daha fazla çalışma azmine yöneltmeliydi.Nitekim o an bir karar aldım.Tüm derslerden bir seviye tespit çalışması yapacak, ondan sonra kendime bir yol haritası çıkaracaktım.Bu karar içimi rahatlattı.Hemen o hafta uygulamaya geçtim.İlk hafta sona ermeden sınıfım hakkında yeterli bilgiye ulaştım. Çalışmalara nereden başlamam gerektiğinin net bir yanıtını buldum.Bu tespit,o yıl sonunda elde ettiğim yüksek başarının temelini oluşturdu.
İhsan, cumartesi günü saat on sıralarında geldi.Büyük bir güçlükle kurutabildiğimiz kerpiçleri inceledi.Çoğunun içleri yumuşaktı.Bazılarının dış yüzeyi bile tam olarak kurumamıştı.İhsan,buna rağmen örme işinde herhangi bir sorun çıkarmayacağını söyledi.Örüm işi tamamlanınca, nasıl olsa kubbe içerisinde yakılacak olan ateşle hepsi pişerek birer tuğlaya dönüşeceklerdi.
Fırının tabanı iyi kurumuştu.Temeli oluşturan dört duvarın arası güzelce doldurulduktan sonra düzeltilmiş ve yaklaşık yüz kilo tuz serilerek, üzeri çamurla kapatılmıştı.Tuzun kalınlığı beş santimden fazlaydı.Tuzun üzerine serilen çamur toprağı çevrenin en kaliteli kil toprağı idi.Hafta ortasında serilen tuzu kapatan çamur bir hayli kurumuştu.Belli ki alttaki tuz tabakası kurumayı çabuklaştırmıştı.Fırının kubbesinin örülmesi için her şey hazırdı.İhsan,ustalığını ortaya koyacak çalışmasına başlayabilirdi.
İhsan,yanında getirdiği küçük valizden iş elbiselerini çıkarıp giyindi.Ellerini korumak için lastik eldivenler geçirdi.Küçük malasını kontrol ettikten sonra işe başladı.Ekşimiş çamur harcı besmeleyle kerpiç dizeceği yere koydu.Tam o sırada bir şey unutmuş olduğunu söyledi.Çamuru olduğu gibi bırakarak çivi ile uzunca bir ip istedi.Yapacağı kubbenin çapını ve çemberini tasarlaması gerekiyormuş.Fırın tabanının merkezini buldu.Çiviyi merkeze batırdı.İpi çiviye bağlayarak kubbe çeperini oluşturacak çemberi tespit etti.Çember çizgisini iyice belirginleştirdi.Tabanda tam bir daire ortaya çıktı.Dairenin çemberi tuz tabanın dış hatlarını çevreliyordu.Mala ile koyduğu ilk çamur da bu çizgi üzerindeydi.Artık kerpiçleri nereye yerleştireceği açıkça belliydi.Bir kaç mala çamur daha koyarak düzledi ve kerpiçleri ardı ardına sıralamaya başladı.El hareketlerinden işin acemisi olmadığı görülebiliyordu.Hiç kuşkuya düşmeden ve bir an olsun duraksamadan çalışmasını sürdürüyordu.Biz de okulun saçakları altına topladığımız kerpiçleri İhsan’ın yanına taşıyorduk.Örülen kerpiç sırası çoğaldıkça kubbe ortaya çıkmaya başladı.Yukarı doğru yükseldikçe içe doğru eğilmekte olan kerpiçlerin bir anda yıkılmasından korkuyorduk.Kerpiç yüksekliği kırk santimi bulunca fırın ağzını oluşturacak boşluğun üzerini kapatmak için kalıp işine girişti.Fırın ağzını da kemerli yapmak istiyordu.Bunun için esnek ve geniş bir tahta aradı.Araştırmaya biz de katıldık.Odunlukta epeyce tahta olduğunu biliyordum.Uzun araştırmalardan sonra, odunluktaki tahtaların içerisinden, tam aradığımız özellikte bir tahta bulduk.Tahtanın iki ucunu birbirine yaklaştırarak bir yarım çember oluşturduk.İhsan,fırın ağzının genişliği kadar olan bir çıta ile tahtanın uçlarını birleştirdi.Çıta yarım çember biçimini alan tahtanın çapı olmuştu.Çivilerle yapılan kalıbı sağlamlaştırdı.Tam istediği gibi olmuştu.Fırının ağzına yerleştirdi.Bu yarım çemberi, üzerine dizeceği kerpiçlerin ağırlığına dayanabilmesi için, bir çok tahta parçası ile destekledi.Cami penceresine benzer bir görüntü çıktı ortaya.Yeniden kerpiç örme işine döndü.
Saat on altı sularında fırın tam olarak ortaya çıktı.İhsan’ın ustalığına hayran kaldık.Öğretmenliğinin yanında iyi bir inşaat ustası olduğu açıktı.İşini hem hızlı,hem düzgün hem de aşırı titizliğe varan ölçülerde temiz yapıyordu.Ördüğü kerpiçleri hem içten hem dıştan sıvayarak, ikinci bir çalışma gerekliliğini ortadan kaldırıyordu.Fırın tamamlandığında içerisinin işi tam olarak bitmişti.İç tabanın çok temiz kalması için en küçük bir çamur parçasının dahi içeride bırakılmamasına özen gösterdi.Kubbenin tepe noktasına yakın ve arka yönde küçük bir baca bırakmıştı.İçeride yakılan odunların dumanı oradan çıkacakmış.Biraz uzaktan yaptığı eseri dikkatle inceledikten sonra son düzeltmeleri yapmaya başladı.Becerikli ellerinin hızlı hareketi ile saat on yediye yaklaşırken işini noktaladı. Ortaya çıkan eseri hepimiz gururla seyrettik.Yapılan işten duyduğumuz zevk yorgunluğumuzu unutturuyordu.Çevre temizliği yaptık.İş giysilerini çıkarıp günlüklerimizi giyindik.Karanlık çökmesi yakındı.Evimizin yolunu tuttuk.
İhsan ertesi gün geri dönmek zorundaydı.Fırının birkaç gün kuruması gerekiyordu.Ancak zamanın dar olması işlemleri hızlandırmamızı gerekli kılıyordu.İhsan’ın da pazar günü gitmesi gerektiği için ,fırını denemeye karar verdik.
Köyün ileri gelenleri çalışmalarımızı duymuşlardı.Fırını onlarda merak ediyorlardı.Muhtarla birlikte en az on kişi bizimle birlikte okula geldiler.Bunların arasında ormancı,sağlıkçı ve cami hocası da yerlerini almışlardı.Fırının açılışı resmi bir törene dönüştü.
Fırının çevresinde toplandık.Gelenler karşılarında gerçek ölçülerde bir fırın gördüklerinde şaşkınlıklarını gizleyemediler.Elbette asıl görmek istedikleri nasıl bir sonuç alınacağı idi.Zaten bizde bunun için oradaydık.
İhsan fırını kontrol etti.Çevresinde bir tam tur attı.Kubbesinde çatlak olup olmadığına baktı.Çatlak görünmüyordu.İşin en riskli bölümü fırın ağzındaki kalıbın alınmasıydı.Çünkü kalıbın üzerine örülen kerpiçlerin yıkılma olasılığı fazlaydı.En azından bize öyle geliyordu.İhsan,kalıbın direnç tahtalarını oynatmaya çalıştı.Hiç oynamadığı görülebiliyordu.Bir sihirbazın gizemli eylemlerine benzer hareketlerini sürdürüyordu.Sağlam bir odun parçasının yardımı ile kalıbın altındaki destek çıtalarından birini oynatmayı başardı.Kemeri inceledi.Hiç bir çatlama yada kayma yoktu.Daha kararlı bir şekilde çıtaları ve yükseltme tahtalarını tek tek çıkardı.Tahta çember artık sıkıştığı yerde desteksiz duruyordu.Keserin arkası ile içten dışa doğru hafif hafif vurarak onu da aldı.Kemer sapasağlam duruyordu.İçimizden bir ‘oh’ çektik.Fırının ağzı çok güzel olmuştu.Şehir fırınlarından bir farkı yoktu.İhsan da en az bizim kadar rahatladı.Çünkü herhangi bir olumsuzluğun bedeli O’na çıkarılacaktı.Fırının ağzı dar gibi görünmesine rağmen genişçe bir tepsinin sığabileceği büyüklükteydi.Şimdi sıra fırının içerisine, yakılacak odunların yerleştirilmesindeydi.Bekçi bu iş için gerekli çalı çırpıyı fırının önüne çoktan yığmıştı.İhsan kuru odunları fırının kuru tabanını yaralamamaya özen göstererek yerleştirmeye başladı.Fırın işinde çalışmış ve ekmek yapmasını bilen bir köylü vatandaş bizimle birlikte gelmişti.O’da İhsan’a yardımcı oluyordu.Bu arada ormancı Hamdi Bey, “Şimdi ekmek pişecek mi? “diye sordu.Hamur hazırlığı yoktu.Fırına hamur sürme küreği temin edilmemişti.Ancak bunlara geçici bir çözüm bulunabilirdi.Köy fırınından hamur ve kürek istenmesine karar verildi. Muhtar,fırının ekmek pişirmeye hazır hale gelinceye kadar, bekçiye gerekli malzemeyi getirmesi talimatı verdi.
Fırının içi yakacak odunla doldurulduktan sonra tutuşturuldu.Önce fırının arka tepe noktasına yakın bir noktada bulunan bacadan ince bir duman yükseldi.Boz ve beyazımsı bir dumandı bu yükselen.Hepimiz nefeslerimizi tutmuş bir durumda fırının içini gözlüyorduk.Kuru çalı çırpıdan yükselen ince alev giderek büyüyor,fırının karanlık içini kızıl bir aydınlık dolduruyordu.Odunların fırın tabanına ustaca yerleştirilmiş oldukları görülebiliyordu.Odunlardan çıkan alevler çoğaldıkça bacadan çıkan duman azalıyordu.Bir süre sonra fırının kubbesinden buhar yükselmeye başladı.Tümüyle tutuşan odunlardan çıkan alevler kubbenin içine sığmaz bir şekilde fırının ağzından kocaman bir dil gibi dışarı uzanıyordu.Sıcaklığı yüzümüzde hissetmeye başladık.Hava oldukça soğuktu.Sıcaklıkla buluşmak hoşumuza gitti.Fırına birer adım daha yaklaştık.Odunların birer kor haline geldiklerini görmek içimizi ısıtıyordu.Temel duvarının üzerinden itibaren fırının kubbesinden çıkan buharlar önce azaldı,sonra tamamen yok oldu.Toprak sıvanın rengi aklaştı,grileşti ve en sonunda kiremit gibi kızardı.Sıvanın bazı yerlerinde ince çatlaklar oluştu.Fırının içi ise,görebildiğimiz kadarı ile yanan kor ateşiyle aynı renkteydi.
Uzun bir süre fırının içerisinde ateş yakılmasına devam edildi.Bu işlem yaklaşık iki saat kadar sürdü.Fırından etrafa yayılan sıcaklık bizi yakın çevresinden uzaklaştırdı.Bu zaman içerisinde köy bekçisi denemek üzere hamur ve küreği getirmişti.Daha önce fırın işlerinde çalışmış olan köylü, fırının hazır olduğuna karar vererek, ateş yakma işine son verdi.Önce kürekle fırın içerisinde biriken korları bir kenara topladı.Ucuna bez parçaları sarılı uzun bir sırıkla tabanın külünü temizledi.Uygun büyüklükteki hamurları ekmek küreğinin üzerine yerleştirerek fırının içine sürdü.Fırının çevresinde meraklı bir bekleyiş vardı.İçimizde hala bir kuşku taşıyorduk.Aradan çok fazla zaman geçmeden, fırına giren hamur toplarının, nar gibi kızarmış ekmekler olarak çıkması, hepimizi büyük bir sevince boğdu.Ekmeklerin altları da tertemizdi.Bu durum,fırın tabanının tam bir tuğlaya dönüştüğünün göstergesiydi.İhsan haklı olarak yaptığı işten gurur duyuyordu.Herkes birer birer İhsan’ı tebrik ettiler.Ekmekleri fırından çıkaran usta,tadına bakmamız için bizlere dağıttı.
Henüz öğretim yılının başında olmamıza rağmen,planladığımız çalışmalardan kısa süre içerisinde olumlu sonuçlar almak, öğretmenler olarak bizleri olduğu kadar köy halkını da mutlu ediyordu.Her gün okul çıkışında köyün yaşlılar kahvehanesine uğradığımızda vatandaşların gözlerindeki taktir ifadesini açık olarak görebiliyorduk.Halk,taktir ifadelerinin benim için ne anlam ifade ettiğinin elbette bilincinde değildi.Herhangi bir olumlu çalışmanın ardından taktir edilmek her yaşta ve her konumdaki insanları daha çok çalışmaya yönlendiren en büyük itici güçlerden biriydi.Bu bilinçle olmasa bile davranışlarında sergiledikleri içtenlik, bize moral ve çalışma azmi veriyordu.Kahvehanede ısmarlanan bir fincan kahveyi yudumlarken, kısa zaman dilimlerinde okul günlerime geri dönüyor, o günlerde çoğu kez hayalini kurduğum bir ortamda bulunduğumu ve tasarladığım çalışmaları gerçekleştirdiğimi görüyor,bundan da sonsuz bir mutluluk duyuyordum.
8
Okulun eğitim ve öğretime başladığı tarihten yaklaşık iki ay sonra,kasım ayı ortalarında okula müfettiş geldi.Öylesine bir düzen sağlamıştık ki okulun bütününü oluşturan tüm bireylerin yüzlerinde, görevini bilinçle yerine getirme çabalarının aydın yansıması vardı.Öğretmenler olarak, sorumluluklarını aldığımız sınıflarla uyumlu bir çalışma temposu yakalayarak elde ettiğimiz başarıları,her ders sonunda izliyor,bunu görebilmenin mutluluğunu birbirimizle paylaşmaya çalışıyorduk.Okulun yöneticisi olarak,sınıfların her geçen gün bilgi,beceri ve alışkanlıklarını olumlu yönde gelişiyor görmekten son derece kıvanç duyuyordum.
Bir gün ders çıkış zili çaldığı halde dışarı çıkmayan eğitmen Ahmet Bey’i uyarmak üzere sınıfına girdiğimde O’nun, yazı tahtası başındaki davranışına tanık olmak,yaşamım boyunca unutamayacağım bir anı ve yapacağım çalışmalarda bana ışık tutacak bir düstur olarak belleğime kazındı.Elli sekiz yaşında olan Ahmet Bey bembeyaz saçlarından tutmuş, “nasıl olur da ben bu konuyu kavratamadım?” diyerek kafasını yazı tahtasına vuruyordu.Kısa bir şaşkınlıktan sonra çocuklara dışarı çıkmalarını söyledim.Ahmet Bey’e de “hocam sakin ol,o kafa bize lazım,ne yapıyorsun?” şeklinde şaka yollu bir girişle durumu anlatmasını istedim.Meğer o ders anlattığı konuyu çocuklara iyi kavratamadığı düşüncesine kapılmış,o yüzden kendisini cezalandırıyormuş.Daha sonra ciddi bir tavırla asla unutamayacağım şunları aktardı: “Benim inancıma göre anlamayan öğrenci olmaz.Anlatamayan öğretmen olur.Bir ders boyunca öğrencilere yeni bir şeyler öğretilememişse bu,öğretmenin yetersizliği ve beceriksizliğindendir.Öğrencilerin hiçbir suçu olamaz.Bu yüzden kendimi cezalandırıyorum.” Tanrım bu ne idealistçe bir düşünceydi.Bu nasıl yücelikti?İlerlemiş yaşına rağmen bu nasıl bir meslek sevgisi,çocuk sevgisiydi?O an duyduklarım beni çok duygulandırdı.Duygularımı,göz pınarlarımda biriken yaşlar ele verecekti.İşi şakaya vurdum.Güldüm,güldüm ve göz yaşlarımı serbest bıraktım.Göz yaşlarımın gülmekten aktığını sansın istedim.Ahmet Bey neredeyse alınacaktı.Kendime geldim,yanlış yaptığımı düşündüm.Cebimden çıkardığım mendilimle gözlerimi kurularken Ahmet Bey’in koluna girerek dışarı çıkmaya zorladım.Ahmet Bey’in bir altmışlık boyu büyüdü,büyüdü,benim gözlerimde koca bir dev oldu.
Müfettiş Ertan Bey genç bir delikanlıydı.Yaş olarak belki benden bir iki yaş büyük,yedek subay öğretmenlik yapan Turgut Bey’den en az üç yaş daha küçüktü.Ahmet Bey’in torunu değilse bile küçük oğlu yaşlarında olmalıydı.Okula gelişi tam da beslenme saatine rastladı.Sınıflar tam bir düzen içerisinde beslenme saatlerini değerlendiriyorlardı.Her gün aynı saatte masalar ikişerli olarak birleştirliyor,öğrenciler masaların çevresinde altışarlı kümeler oluşturuyorlardı.Evlerden sıra ile getirilen sofra bezleri masaların üzerine özenle yayılıyor,çantalarında taşıdıkları bezlere sarılı çatal ve kaşıklar çıkarılıyor,bez peçeteler hazırlanıyordu.Okulun temizlik işlerine ve beslenme programının uygulanması sırasında gereken yardımları yapmak üzere, az bir ücret karşılığı tutulan genç bir karı koca, görevlerini dikkatle sürdürüyorlardı.O gün ki beslenme programına göre beslenmede börek öngörülmüştü.Tepsiler içerisinde fırında nar gibi kızarmış olan börekler birer birer kümelere dağıtıldı.Küme başkanları eşit büyüklükte kesilmiş börek dilimlerini her öğrencinin tabağına dağıttı.Küçük sınıflara öğretmenler yardımcı oluyordu.Daha sonra süt tozundan yapılmış yoğurttan elde edilen ayranlar dağıtıldı.Tüm bu işler yapılırken Müfettiş Ertan Bey, yapılan çalışmaları sessizce izliyordu.İkimiz birlikte ayrı ayrı üç derslikte yapılan beslenme uygulamalarını gözlemledik.Dağıtım işi bittikten sonra öğrenciler, beslenme kurallarına uyarak yiyeceklerini yemeye başladılar.Bu arada müdür odasındaki masa üzerine bizim için de yiyecek hazırlanmasını söyledim.Ertan Bey’in çalışmalardan çok memnun olduğu anlaşılıyordu.Davranışlarındaki içtenlik bunu açıkça ortaya koyuyordu.Çocuklar yemeklerini bitirinceye kadar okul bahçesini,fırını,depoyu ve okul binasının genel durumunu gözden geçirdi.Bir yıl önceki durumla bu yılı karşılaştırıyor olmalıydı.Daha sonra Ahmet Bey,geçen yıl da Ertan Bey’in teftişe geldiğini söyleyince tahminimde yanılmadığımı anladım.
Çocuklardan sonra,hizmetlilerin müdür odasına bizim için hazırladıkları yiyeceklerden hep birlikte yedik.Bu gün ki börekler öncekilerden daha lezzetli gibi geldi.Sabah kahvaltısı yapmadan evlerden çıktığımız için beslenme saatlerinde acıkmış oluyor,sabah ile öğle yemeğini birleştiriyorduk.O gün müfettişle birlikte içten ve düzeyli şakalarla yemeğimizi yedik.Hepimiz ortamın güzelliğinden mutluluk duyuyorduk.
Ertan Bey bu çalışmalarımızı resmi yollardan taktir etmek üzere birer teşekkür belgesi gönderdi.Ayrıca okulun yönetiminde ve genel durumunda gösterdiğim başarılardan çok etkilenmiş olmalı ki, stajiyer öğretmen olmama rağmen, üstün başarı belgesi ile ödüllendirilmemi önermişti.
9
Okul işleri tam olarak düzene girmişti.Artık köy halkı için,köy için neler yapabileceğimizi araştırmaya başladım.Gelir gelmez açmayı başardığımız halı kursu çok iyi çalışıyordu.Yaklaşık kırk kişi ile başlayan kursa ilgi giderek artıyordu.Köy halkından evlerine tezgah kurdurmak isteyenler vardı.Bu konuda bir kooperatif kurulması çok yararlı olabilirdi.Yavaş yavaş köy halkını kooperatifin getireceği yararlar konusunda bilgilendirmeye başlamamız gerektiğini düşünüyordum.Köyün ana caddesini çamurdan kurtarmak için önerdiğimiz taş döşenmesi için gereken maddi destek konusunda henüz bir gelişme sağlanamamıştı.Yapımı için bir hayli paraya gereksinim duyulan köy konağının tamamlanabilmesi için de paraya ihtiyaç vardı.Köy konağının bir odasını kütüphane olarak değerlendirmeyi düşünmüştük.Bu iş için dolap temin etmek zorundaydık.Ayrıca çok sayıda kitap alınması lazımdı.Tasarladığım bu işleri gerçekleştirmede öne çıkan ilk sorun para idi.Bir şekilde para sorunu çözülebilmiş olsa işin gerisi kolaydı.
Okul yıllarımın son döneminde, hazırlanma zorunluluğu olan stajiyerlik dosyasında bana verilen ana konu ‘köy inceleme’siydi.Bir köyü nasıl inceleyebileceğimi bu dosyayı hazırlarken çok iyi öğrenmiş ve örnek bir çalışma yaparak yazıya dökmüştüm.Şimdi çalıştığım köyü incelemeye başlamamın önemli yararları olacağına inanıyordum.Hemen işe koyuldum.
İnceleme programına uyarak köyün tarihini araştırmakla işe başladım.Köy kitaplığında bulunan az sayıdaki kitaplarda bu konu ile ilgili fazla bir bilgi yoktu.Köyün okumuş ve yaşlılarından bilgi derlemeye çalışacaktım.Kimlerden yararlanabileceğimi muhtar aracılığı ile tespit ettim.Muhtar daha önce köyün tarihçesi hakkında bildiği kadarını bana aktarmıştı.Ayrıca tespit ettiğim yaşlılardan edindiğim bilgileri de eklemek suretiyle bir tarihçe oluşturdum.Buna göre köy halkı, Orta Asya’dan yapılan göç dalgası ile bu çevreye gelip yerleşmiş olan Afşar boyuna mensuptular.Köyün adı buradan ileri geliyordu.Öğrendiklerimi bir rapor halinde yazıyor ve okulun daktilosu ile dosya kağıtlarına geçiriyordum.Böylece kalıcı bir belge haline getiriyordum.Tarihçenin ardından köyün ekonomik ve sosyal yaşamını araştırmaya sıra geldi.
Köy Torosların orta kesimlerinde çok engebeli bir arazi üzerine kurulmuştu.Düzlük alan yok denecek kadar azdı.Köyün kurulu olduğu alan bir ölçüde düzlük gibi görünse de arazinin eğimi çok fazlaydı.Köy bu eğimli toprakların üzerinde sırtını dik bir şekilde yükselen ormanlık bir tepeye dayamıştı.Kuzeydoğu yönünde genişleme özelliği gösteren eğimli düzlük, köy evlerinin sona erdiği noktadan itibaren Göksu deresine doğru sarp bir inişle bitiyordu.Ekilebilme özelliği taşıyan çok az bir arazi vardı.Böyle olması tarımcılığı büyük ölçüde sınırlandırıyordu.Göksu’nun geçtiği dar vadinin iki yakasının toprakları teraslama yapılmak suretiyle tarıma uygun hale getirilmişti.Önceleri az miktarda sebze ve soğan ekimi yapılmakta iken, son günlerde bu dar tarım alanlarında meyveciliğe başlanmıştı.Meyvecilikten iyi bir gelir elde edilebileceğini gören köy halkı, giderek bu yöndeki çalışmalara ağırlık vermeye başlamışlardı.
Köy yerleşim alanının dağlık ve ormanlık olması, yöre sakinlerine geçinim konusunda fazla bir seçenek sunmuyordu.Doğal olarak buralarda hayvancılık ön plana çıkıyordu.Yıllarca tüm bölge halkı gibi Afşar köylüleri de küçük baş hayvancılığa önem vermiş,bakımı ve beslenmesi kolay olduğu için de keçi beslemişlerdi.Ancak devletin ormanların korunmasına yönelik uygulamaları,köy halkını keçi beslemekten vazgeçirmişti.Afşar köylüleri daha da ileri bir adımla ve kendi istekleri ile keçi beslenmesini yasaklamışlardı.Devlet bu kararlarından sonra Afşar köyünü desteklemek amacıyla, büyük baş hayvancılığı ve meyveciliği özendirmek üzere köye uzman kişiler göndermişti.Tarım müdürlüğünün gönderdiği elemanların meyvecilik konusunda yaptığı çalışmalardan önemli sonuçlar elde edilmişti.Bir kaç yıldır yetiştirilen meyvelerin pazarlanmasından önemli kazançlar sağlanmıştı.Bu deneyimler halkın meyveciliğe olan ilgisini sürekli artırıyordu.
Tüm bu çalışmalar köy halkı arasında dayanışma bilincini geliştirmiş ve köyün geliştirilip güzelleştirilmesini amaçlayan bir dernek kurulmasının yolunu açmıştı.Bütün köy halkı derneğe olarak ödedikleri aidatlarla önemli işler başarmışlardı.Bu işlerin en önemlileri bir köy konağının yapılması ve köy yolları ile kanalizasyon ağının düzenlenmesi idi.Bu konularda belirli ilerlemeler elde edilmişti.Köy konağı inşaatına başlanılmış,köyün ortasından geçen ana yola taş döşenmesi için ön çalışmalar yapılmıştı.Başka parasal destekler bulunmadıkça bu işlerin bitirilmesi yıllarca sürebilirdi.Derneğin kurulma aşamasındaki ilk heyecan geçtikten sonra, bazı hoş olmayan uygulamalar yapıldığı yönündeki söylentiler, dernek gelirlerinde önemli bir azalmaya neden olmuştu.Bu koşullarda köy konağını tamamlanması,köyün kanalizasyon sorununun çözülmesi olanaksız görünüyordu.Köy halkının gelir düzeyi derneğe daha fazla aidat ödemeye uygun değildi.Öyleyse başka gelir yolları bulunması zorunluydu.Ama nasıl ve nereden bulunacaktı?Şu an bunu ben de bilmiyordum.
Göreve başladıktan kısa bir süre köy halkı ile iyi bir diyalog kurabilmiştim.Köylü yaptığım çalışmaları taktirle karşılıyor ve bunu gösterdiği saygı ile belli ediyordu.Bana sordukları kişisel sorunlarının çözümü konusunda, önerilerimden yararlananların hakkımda yaptığı olumlu konuşmalar, benim kendilerinden biri gibi algılanmamı sağlamıştı.Bu tür bir yakınlaşmanın yapacağım çalışmalarda büyük yararlar sağlayacağına inanıyordum.
Köyün iki manifaturacısından biri olan genç Muzaffer’le iyi bir dostluk kurmuştum.Boş zamanlarımda dükkanına gidiyor,O’nunla sohbet ediyordum.Bu dostluğun gelişmesinde üzerimizdeki görevlerin de önemli bir payı vardı.Muzaffer,köy kalkındırma ve güzelleştirme derneğinin saymanı idi.Ben de okul müdürü olarak bu derneğin doğal üyesiydim.Yılda bir kez yapılması zorunlu olan derneğin genel kurul toplantısının, bu yılki hazırlıklarını yapmaya çalışan Muzaffer’e yardım ediyordum.
Bir cumartesi sabahı telaşlı konuşmalar ve bağırmalar duyduk.Yeni uyanmış olduğumuzdan henüz uyku mahmurluğunu üzerimizden atamamıştık.Ne olup bittiğini anlamak için pencereyi açıp dışarı baktım.İnsanlar,kadın erkek,küçük büyük yukarılara doğru koşarak gidiyorlardı.Olağanüstü bir durum olduğuna kuşku yoktu.Yan odada yatan Turgut hızla bizim odamıza girdi. “Galiba ev yanıyor,bütün köylüler ellerinde kovalarla yukarılara koşuyorlar.” Dedi.Gerçekten de yoldan geçmekte olanların ellerinde farklı su kapları olduğu görülüyordu.Bizim bir yardımımız dokunabilirdi.Dışarı fırladık.
Hava soğuktu.Bir kaç gün önce yağan yılın ilk karı yol kenarlarında yüksek birikintiler oluşturmuştu.Bunlar toprak damlı evlerin üzerinden sıyrılan karlardı.Bu kar birikintilerinin, sonradan üzerlerine eklenenlerle birlikte ilkbahara kadar erimeden, yükselerek kaldığını anlatmışlardı.Yolda rastladığımız ilk insana neler olduğunu sorduk. “Hacı’nın evi yanıyor,” dedi. Hacı’nın evi köyün yukarılarında bir yerdeydi.Hızla yukarı yönde yürümeye devam ettik.Az sonra yanan ev göründü.Henüz evden yükselen bir alev görünmüyordu.Evin her yerinden yoğun bir duman gökyüzüne yükseliyordu.Köyde ne kadar iş yapabilecek güce sahip insan varsa hepsi yanan evin çevresinde toplanmışlardı.Çoğunun elinde birer su kabı olduğu görülüyordu.İnsanlar ellerindeki dolu su kaplarını elden ele vererek yanan eve ulaştırıyorlardı.Dikkatle baktığımda bir su kaynağından itibaren insanların düzenli bir şekilde eve doğru sıralanmış olduklarını gördüm.Çok güzel bir işbirliği sergileniyordu.Yanan evin toprak damının üzerinde eli düdüklü bir kişi vardı.Durmadan gençlere emirler veriyordu.Gençlerin gözleri ve kulakları damdaki adamdaydı.Yanan eve iyice yaklaştık.Bulunduğumuz yerden evin içerisinde dönen alevleri görebiliyorduk.Zaman zaman dumanların arasından dışarıya kızıl bir alev topu yükseliyordu.Damın üzerinde durarak insanlara komutlar yağdıran kişinin Göcek Halil olduğunu gördüm.Yaklaşık yetmiş yaşlarında,kara kuru ve sırım gibi bir adamdı.Davranışları yirmi yaşındaki bir delikanlı kadar çevik ve kararlıydı.Bir ordu komutanı gibi,bir elinde değnek ,diğer elinde düdük tüm çalışanları yönetiyordu.İnsanlar arsında uyumlu bir iş birliği sağlıyordu.Biz de yanan eve iyice yaklaştık.Yangının bir an önce söndürülmesi için bazı önerilerde bulunduk.Halkı yönlendirdik.Ellerimize aldığımız küreklerle evin üzerine kar serptik.Köylü ile birlikte saatlerce çalıştık.Nihayet öğleye doğru yangının hızı kesildi.Evi tamamen yanmaktan kurtarabilmiştik.Can kaybının olmaması teselli kaynağı oldu.İçeriye girilebildiği ölçüde bazı ev eşyaları da kurtarılmıştı.Tamamına yakını ahşap olan ve birbirlerine değecek kadar yakın bir konumda bulunan diğer köy evlerine sıçramadan yangının önlenmesi büyük bir başarıydı.Evden çıkan dumanın tamamen yok olmasına kadar su taşıma işi devam etti.Yangının tam olarak söndürülmesinden sonra hasar tespit çalışmasına geçildi.Bu işi köy ileri gelenleri yapacaklardı.Herkes gibi biz de çok yorulmuştuk.Eve geri döndük.
Yangın olayı uzun bir süre köy halkının ana gündem maddesi olmaya devam etti.Sonra yavaş yavaş unutulmaya başladı.Bu süre zarfında ben boş durmadım.Köy sorunları hakkında daha çok bilgi sahibi olmak için çalıştım.Bu konuda bana en çok yardımcı olan dostluğumuzu son derce ilerlettiğimiz manifaturacı Muzaffer idi.Aramızdaki dostluk öylesine ilerlemişti ki, kimseye söylememesi gereken ve hatta söylemeyeceğine dair yeminli olduğunu sonradan öğrendiğim bir bilgiyi bana aktardı.Yangın sırasında dikkatimi çeken Göcek Halil’in, köy gençleri üzerindeki etkinliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumda, O’nun aslında gizli bir derneğin başkanı olduğunu söyledi.Önce ben bunun bir şaka olduğunu düşündüm.Ama ciddiydi.İlgimi çekti.Konu üzerinde sorular yönelterek daha çok bilgi vermesini istedim.Önce daha fazla konuşmamaya ve kaçamak yanıtlar vermeye çalıştı.Ancak ben ısrarla bu konunun üzerine gidince bildiklerinin tümünü anlatmaya razı oldu.Ancak bunun için bir şartı vardı.Bu bilgileri kendisinden aldığımı kimselere söylemeyecektim.
Muzaffer’in anlattıklarına göre Afşar köyü ile komşu köylerden birisinin arasında uzun yıllardan beri süregelen bir yayla anlaşmazlığı varmış.Her iki köy de yaylanın kendilerine ait olduğunu savunuyorlarmış.Şu ana kadar sürdürülen yasal çerçevede henüz bir sonuca ulaşılamamış.Yaklaşık yirmi yıldan beri devam eden mahkemeler sırasında bir kez Afşar köyü,bir kez de karşı köy davayı kazanmış.Şimdi dava temyiz mahkemesindeymiş ve son aşamaya gelinmiş.Afşar köylüsü temyizin kendi lehlerine sonuçlanacağından eminlermiş.Ancak kesin bir şey söylemek için de kararın gelmesini bekliyorlarmış.
Yayla davasının sürdüğü uzun yıllardan birinde,Göcek Halil’in başını çektiği bir grup bir araya gelerek,yaylanın karşı köye bırakılmaması için neler yapılabileceğini düşünmüşler.Değişik fikirler üzerinde durulmuş,sonunda gerektiğinde silahlı savunmayı da ön gören bir mücadele birimi oluşturulmasına karar verilmiş.Hemen orada bulunanlarca bir dizi kurallar önerilmiş.Öncelikle bir dernek oluşturulması,dernek üyelerinin başkan dışında hiç birinin,bir başkasının hakkında, dernekteki konumu ile ilgili bir bilgiye sahip olmaması,tüm çalışmaların çok gizli yürütülmesi kararları alınmış.Gizlilik konusunda yemine başvurulması ve buna uymayanlara çok ağır yaptırımlar uygulanması benimsenmiş.Mücadelede kullanılmak üzere silah alımı için gerekecek paranın nerelerden temin edileceği tespit edilmiş.Buna göre düğün yapan ailelerden,hem kız evinden hem damat evinden yüklü paralar alınması,kendi köylerinden başka köylere kız gelin edecek olan kız babalarından, normalin iki katı para alınması kararlaştırılmış.Kendi köylerinin meralarına yada ekili alanlarına giren komşu köy mallarına el konularak, hayvan başına ve verdikleri zarar ölçüsünde ceza kesilmesi ön görülmüş.Alınan bu kararlar yazılı olmaya bir anayasaya dönüşmüş.Zamanla bu dernek tam bir gizli örgüt halini almış.Şu an derneğe ait beş adet uzun namlulu silah ve bunlara ait çok sayıda mermi varmış.Ayrıca gerekirse silah alımında kullanılabilecek yaklaşık seksen bin lira para hazır bekletiliyormuş.
Bunları öğrenmek beni çok etkiledi.Bir köyde böylesi bir örgütlenmenin olması alışılmadık bir durumdu.Çok uzun bir süre bu konu üzerinde düşündüm.Kuruluşu,çalışması,amacı tamamen hukuk dışı olan bu derneği,nasıl bir yasal çerçeveye oturtarak köy için çok daha olumlu işlere yöneltebilirdim?Köye gelir gelmez varlığını öğrendiğim ve hemen üyesi olduğum yasal derneğin, yapmayı amaçladığı halde maddi olanaksızlıklar yüzünden yapamadığı bir çok önemli proje olduğunu biliyordum.Yapımı yarıda kalan köy konağı olduğu gibi duruyordu.Dernek bütçesinde para olmadığı için daha çok bekleyecek gibiydi.Oysa gizli derneğin elinde çok para vardı.Bu parayı yasal derneğe aktarmak mümkün olsa hedeflenen tüm işler bitirilebilirdi.Bunu başarabilmek için tüm çabalarımı bu yöne yöneltmeye karar verdim.
Gizli dernek hakkında edindiğim bilgileri öğretmen arkadaşlarıma anlattım.Onların fikirlerini sordum.Nasıl bir yöntemle iki derneği bir çatı altında toplamamız mümkün olabilirdi?Her konuda bizden desteklerini esirgemeyen cami hocasına,ormancı Hamdi Bey’e,Sağlıkçı Zeki Bey’e çalışmalarımız hakkında bilgi verdim.Her biri çalışmalarımızı sonuna kadar destekleyeceklerine dair söz verdiler.Sıra köy ihtiyar heyetindeydi.En çok onların desteğine gereksinimimiz vardı.Muhtar Hüseyin’in bizim yanımızda yer alacağından kuşkumuz yoktu.Ancak tümünün bizi desteklemesini de beklemiyorduk.Nitekim konuyu muhtara açtığımda, “bravo hocalarım,eğer bunu başarabilirseniz benden size iyi bir davet var.” Dedi.İşe girişmek için yasal derneğin yıllık olağan genel kurul toplantısını beklememiz konusunda fikir birliğine vardık.Bu zaman süresince desteklerinden yarar umduğumuz kişilere konuyu anlatmayı sürdürecektik.
Köy kalkındırma ve güzelleştirme derneğinin genel kurul toplantısının ilanını,hoca cami hoparlöründen köylüye duyurdu.Cumartesi günü saat on üçte, her evden bir kişinin yaşlılar kahvehanesinde bulunması isteniyordu.İçimde bu toplantının oldukça zorlu geçeceğine dair bir öngörü vardı.İşimizin sandığımız kadar kolay olmayacağına kendimi hazırlamamız gerekiyordu.Ama ne pahasına olursa olsun başarmamız gerektiğine de yürekten inanıyordum.Toplantı sırasında nasıl davranmam ve neler konuşmam gerektiği konusunda bir plan yaptım.Toplantıda en ön saflarda görünmek istemiyordum.Bu yüzden yasal genel kurulun başkanlık divanında görev almayacaktım.Zamanı ve sırası geldiğinde,derneğin bir üyesi olarak söz alacak ve düşündüğüm konuyu işleyecektim.Bu konularda öğretmen arkadaşlarımla aynı görüşte birleşiyorduk.
Cumartesi günü saat on iki otuzda öğretmenler olarak kahvehaneye gittik.İçeride derneğin yönetim kurulu üyeleri ile köy ihtiyar heyetinin çoğunluğunun hazır olduklarını gördük.Kahvehanenin yarıdan fazlası doluydu.Muhtar ve üyelerinin oturduğu masada bize yer açtılar.Selam vererek oturduk.Kısa bir süre sonra da ormancı Hamdi Bey ile sağlık memuru Zeki Bey geldiler.Toplantı saati yakındı.Kapı durmadan açılıp kapanıyor ve kahvehanenin içi giderek kalabalıklaşıyordu.Saat bire gelmek üzereyken içerisi tıklım tıklım oldu.İnsanlar duvar kenarlarında,pencere kıyılarında ayakta beklemek zorunda kalıyorlardı.Toplantı başlamak üzereyken en son olarak Göcek Halil ile aza Emin içeri girdiler.Toplantı başladı.
Ormancı Hamdi Bey ve beş arkadaşının ortak önerileri ile öğretmen Turgut Bey divan başkanlığına,Şakir ile cami hocası Eşref de divan katipliklerine seçildiler.Dernek yönetiminin oturduğu masada bir yer açıldı ve divan üyeleri yerlerini aldılar.Turgut Bey kısa bir teşekkür konuşmasından sonra gündem maddelerini okudu.Gündemin ilk sıralarında yer alan birkaç madde,her dernek toplantısında alışılagelmiş olarak tekrarlanan olağan çalışmalardı.Bunlar,eski dernek yönetiminin çalışma raporunun okunması,denetçilerin çalışmalara ait tespitleri,gelir-gider bütçelerinin açıklanması ve çalışmaların genel kurul tarafından aklanması işlemleri idi.Esas fırtına koparacak olan gündem maddeleri geride kalanlardı.Toplantı gündemine resmen alınmayan, ancak derneğin tespit edilen amaçlarını gerçekleştirmesi için dilek ve temenniler bölümünde,benim yapacağım önerilerimi açıkladıktan sonra, nasıl bir ortamın oluşacağını tahmin bile edemiyordum.
Dernek başkanı bir yıllık çalışma raporunu okudu.Denetçiler çalışmalara ait yaptıkları tespitleri dile getirdiler.Geçen yılki toplantıda ortaya konulan hedeflere ne ölçüde yaklaşıldığı,yapılması amaçlanan çalışmaların neden yapılamadığı raporda açıklanıyordu.Çalışmaların yetersiz kalmasının asıl nedeninin maddi olanaksızlık olduğu herkesin ortak görüşüydü.Konuşmalardan sonra yönetimin çalışmaları ibraya sunuldu ve büyük bir çoğunluk tarafından eski yönetim aklandı.Önümüzdeki dönemde neler ve nasıl yapılması gerektiği şeklindeki gündem maddesine sıra gelince, ilk konuşma sırasını ben istedim.Köy kalkındırma derneğinin bu güne kadar gerçekleştirdikleri çalışmaları sıralayarak köylünün dikkatini somut çalışma alanlarına çekmeyi amaçladım.Ben her cümlemin sonunda dinleyicilerin yüzlerini inceleyerek, ne kadar onaylarını aldığımı anlamaya çalışıyordum.Gözlemlerim beni yanıltmıyorsa çoğunluğun beni anladıklarından emindim.Derneğimizin yapmayı planladığı projeleri yada gündeme hiç alınmadığı halde yapılmasının gerekli olduğu konuları, neden yapamadığının temel nedeninin yetersiz bütçe gelirleri olduğunu belirttikten sonra, buna da bir çözüm getirebileceğimizi söyledim.Kimilerinin daha çok aidat ödeme teklifinde bulunacağımı sanarak, itiraz etmeye hazırlandıklarını sezebiliyordum.Herkes dikkat kesilmiş nasıl bir öneri getireceğimi anlamaya hazırlanmışlardı.Tam bu noktada asıl konuya girdim.
“Uzun yıllardan beri mücadelesi sürdürülen yayla davasının,yasal yolların dışına çıkılarak savunulması amacıyla kurulan gizli bir dernek var.Bu derneğin amacı, yayla yasal zeminlerde kaybedilirse,bunun asla kabul edilemeyeceği ve silah kullanmak pahasına da olsa karşı köye bırakılmayacağıdır.Buna yönelik ilk tedbir,her ne yolla olursa olsun para temin etmek ve elde edilecek para ile silah almaktır.Edindiğim bilgiye göre,dernek yönetimince bulunan farklı yöntemlerle, bu güne kadar iyi bir gelir temin edilmiştir.Bu gelirin bir bölümü ile beş adet uzun namlulu silah ile bu silahlara ait çok sayıda mermi alınmıştır.Ayrıca şu anda derneğin seksen bin lira hazır parası bulunmaktadır.”
Kahvehanede beni dinlemekte olan köylülerde,artan bir ilgi ve şaşkınlık olduğunu görebiliyordum.Birbirlerinden habersiz olan gizli dernek üyeleri,oturdukları yerlerde yavaş yavaş kıpırdanmaya başlamışlardı.Nasıl bir tepki vermeleri gerektiğine bir türlü karar veremiyor gibiydiler.Ben konuşmamı sürdürdüm.
“Öncelikle şunu açıkça belirtmek isterim.Bir sosyal hukuk devleti olan ülkemizde,yasa dışı yollara sapmanın hiçbir haklı nedeni olamaz.Yasa dışı yollara sapmak,yasaları,adaleti ve kısaca tüm devleti karşınıza almak demektir.Yasalara,devlete ve hukuka karşı çıkarak hiçbir hak elde edilemez.Bunu herkesin kabul etmesi ve davranışlarını buna göre düzenlemesi gerekir.Yaylanızı henüz yasal olarak kaybetmiş değilsiniz.Kaybedeceğinize dair bir bilgi ve belge de yok.Öyleyse neden böyle bir yasa dışılığa gerek duyuluyor?Varsayalım ki temyiz mahkemesi köyünüz aleyhine bir karar vererek yaylanın karşı köye ait olduğuna hükmetti.Bu durumda yaylayı silah zoruyla geri alabilir misiniz?Devlete,adalete ve güvenlik güçlerine karşı gelerek yaylayı zorla alabilir misiniz?Kesinlikle hayır arkadaşlar.Kesinlikle alamazsınız.İki köy arasında çıkacak bir tartışmada devlet, öncelikle haklı tarafın hukukunu savunacaktır.İstenmeyen olaylar bir çok canın yanmasına,yüreklerin erimesine,hatta ocakların sönmesine neden olabilir.Böylesine acı sonuçların kaçınılmaz olacağı yasadışı bir girişimi nasıl göze alabilirsiniz?Asla kazanma şansınız olmadığını bile bile kendinizi nasıl ateşin içerisine atabilirsiniz?Davayı kazanmanın bir tek yolu vardır.Daha çok belge ve bilgi toplayarak adalet önünde haklılığınızı kanıtlayabilmek.Bunun dışındaki tüm yollar çıkmaz yollardır.
Kalabalığın beni açıkça destekleme eğilimine girdiklerini görebiliyordum.Bana karşı çıkabileceklerin yalnızca gizli dernek yöneticileri olacağını anlıyordum.Onların içerisinden tanıyabildiklerimden bazılarının, yüzleri asılmış,gözleri kinlenmiş gibi geliyordu.Aldırmaz bir tavırla konuşmaya devam ettim.
“Öğrendiğim kadarıyla yayla davası son aşamasındaymış.Dosya temyiz mahkemesindeymiş.Avukatlar eminim ki gereği ne ise hakkıyla yapıyorlardır.Şimdi sizlerin yapacağı şey adalete güvenmek,oradan çıkacak olan her türlü karara saygılı olmaktır.Bu konuya böyle yaklaşmaya karar verirseniz,önünüzde yapacağınız çok daha önemli işler olduğunu görürsünüz.Ben bu yönde önünüzü görebilmeniz açısından birkaç öneride bulunmak istiyorum.Öncelikle yasal olmayan derneğin kapatılarak tüm mal varlığını yasal derneğe devretmesini sağlayalım.Elinde bulunan para ile köy kalkındırma derneğimizin hedeflediği tüm işleri yapması mümkün olacaktır.Köy konağının kısa sürede tamamlanması başka işlere de öncülük edecektir.Bu işlerden en önde yapılması gerekeni,devam etmekte olan halıcılık kursunu kalıcı bir şekle dönüştürmektir.Halıcılık kooperatifi kurulması ve dokunacak olan halıların pazarlanması köyünüze önemli ölçüde para girdisi sağlayacaktır.Binanın bir bölümünde dikiş nakış kursu açılması, köy kadınları için ayrı bir iş kolunu oluşturur.Halen muhtarlığın yetersiz görünen odasında oluşturulmaya çalışılan küçük kitaplık, yeni köy konağında büyük bir kütüphaneye dönüştürülebilir.Köy çeşmelerinin yetersiz olduğu bilinmektedir.Çeşme sayısını artırmak için çalışmalar yapılabilir.Kanalizasyon için girişimler başlatılabilir.Bunların dışında benim şu an aklıma gelmeyen konular da vardır.O konuları sizlerin dile getirmesi için sözü daha fazla uzatmak istemiyorum.Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.”
Müthiş bir alkış yükseldi.Doğrusu böyle bir şeyi hiç beklemiyordum.Kimileri, “bravo,yaşa hoca,” diye bağırdı.Uzun süren sesleri kesmek için tekrar teşekkür ederek yeni konuşmacıları dinlemeye davet ettim.Cami hocası söz istedi.Konuşmasında benim sözlerimin tümüne gönülden katıldığını belirtti.Yayla konusunda “maşa varken el yakılmaz” atasözünü anımsatarak hukuk ne derse onun kabul edilmesinin en doğru yol olduğunu anlattı.Yasa dışı derneğin kapatılmasını ve yasal derneğe katılmasını istedi.Kavga ile insanların hiçbir yere varamayacağını vurguladı.Daha sonra Turgut Bey söz aldı.O’da benim anlattıklarıma benzer önerilerde bulundu.Benim görüşlerimi aynen paylaştığını belirtti.Sonra sıra ile söz alan muhtar,ormancı ve sağlık memuru da benim görüşlerime katıldıklarını açıkladılar.Bana katılmayan sanıyorum yasal olmayan derneğin yöneticisi konumunda olan birkaç kişiydi.Başkan Göcek Halil hiç konuşmadı.Muzaffer ile aza Emin karşı görüş bildirdilerse de taraftar bulamadılar.Sıra önerinin oylanmasına geldi.Turgut konuyu toparlayarak oya sundu.Çok büyük bir çoğunlukla yasa dışı derneğin karatılması ve tüm mal varlığını yasal derneğe devretmesi kabul edildi.Derneğin yeni yönetim kurulunun seçimine geçildiğinde, benim yeni yönetimde başkan olarak görev almam istendi.Bu aslında onur verici bir öneriydi.Ama kabul edemezdim.Bunun nedeni bir devlet memuru olarak böyle derneklerde aktif görev alıp alamayacağımı bilmiyordum.Ayrıca dernek başkanı olarak doğrudan köy halkının muhatabı olmayı doğru bulmuyordum.Zaten yeterince yoğun bir işim vardı. Asıl işimi aksatma pahasına dernekte görev alamazdım.Derneğe ayıracağım zamanla büyük işlerin üstesinden gelmek zordu.Bir başka sakınca daha görüyordum.Yasa dışı derneğin kapatılmasında en etkin kişi olarak çektiğim tepkinin, yeni başkanlığın önüne çalışmaları engelleyici bir neden olarak taşınmasını istemiyordum.Düşündüğüm tüm bu nedenleri tek tek saymasam da,halk tarafından kolaylıkla anlaşabileceğine inandığım birkaç haklı gerekçeyi ileri sürerek,başkanlık görevini üstlenemeyeceğimi,ancak yönetim kurulu üyeliği yada denetmen üye olarak görev alabileceğimi anlattım.Bu sözlerim de anlayışla karşılandı.Benim de içerisinde bulunduğum yeni yönetim kurulu üyelikleri için yapılan oylama büyük bir çoğunlukla kabul edildi.Bu arada,yasa dışı derneğin üyeleri olduğunu bildiğim,Aza Emin,manifaturacı Muzaffer,ve Salih toplantıyı terk ettiler.Başkan Göcek Halil olgun davranarak oturmaya devam etti.Muhtar,toplantı sona ermeden kesin sonucun alınması için,yasa dışı derneğin mal varlığının açıklanarak bir tutanakla tespit edilmesini ve ne zaman devir işleminin gerçekleştirileceğinin halk önünde açıklanması gerektiğini söyledi.Göcek Halil söz alarak derneklerinin durumu hakkında ayrıntılı bilgi sundu.Devir işleminin bu hafta içerisinde yapılması karar altına alındı.Silahların ne yapılacağı sorusuna da “satılır ve parası derneğe gelir kaydedilir” dedi.
Toplantı tam olarak amacına ulaşmıştı.Son olarak dilek ve temenniler bölümüne geçildi.Muhtar,yasal derneğin artık hedeflenen tüm işlerin üstesinden gelebilecek bir güce eriştiğini,bunun sağlanmasında katkısı olanlara,isim vermeden teşekkür etti.Akşam oluyordu.İçerisi bir hayli karanlıklaşmıştı.İnsanlar birer ikişer kahvehaneyi boşaltmaya başladılar.Kahveci lüks lambalarını yaktı.Bizlere birer kahve getirdi.Şimdi içeride yalnızca birkaç ihtiyar heyeti üyesi ile dernek yöneticileri ve memurlar kalmıştı.Taze kokusunu iştahla içime çekerek kahvemi yudumladım.
Yasa dışı derneğin varlığı hakkında bilgi sahibi olduğum günden geri yapmayı planladığım çalışmanın en önemli adımını atarak başarıya ulaşmış olmaktan son derece mutluydum.Ancak henüz yapmayı tasarladığım çalışmaların, ne denli bir mücadele gerektirdiğini görmek de zaman zaman bana yılgınlık vermiyor değildi.Köy halkının büyük bir kesiminin taktirini topladığımın farkındaydım.Köy kalkındırma ve güzelleştirme derneğinin yönetim kurulunda görev almamı istemeleri halkın bana duyduğu güvenin bir ifadesiydi.Bu güvene layık olmak için planlanan işlerin mutlaka başarıya ulaştırılması gerektiğine inanıyordum.Öyleyse çalışma temposunu artırmak gerekiyordu.Harekete geçtim.
Dernek genel kururlunu yapıldığı günün ertesi öğretmen arkadaşlarla muhtarlığa gittik.Bir gün öncesinin kısa bir eleştirisinden sonra konuya girdim.Derneğin derhal çalışmalarına başlaması gerektiğini söyledim.Bunun için dernek yönetim kurulunun toplanması lazımdı.Muhtar köy bekçisini dernek yönetimini köy kahvesinde toplaması için görevlendirdi.Biz de hep birlikte kahvehaneye yürüdük.Biz kahvehaneye ulaştığımızda dernek yönetiminin orada hazırlanmış olduklarını gördük.Kurul karar defterleri önlerinde açık duruyordu.Bir gün önce yapılan genel kurul tutanaklarını temize çekerek ilgili makamlara gönderme hazırlığındaydılar.Selamlaştık ve masa eklenerek genişletilen yerimize oturduk.Görev dağılımı yapılmıştı.Kararlar deftere geçirilerek imza altına alınacaktı.İçimizde en güzel yazı yazma becerisine sahip olan Turgut Bey bu işi üstlendi.Yazılar yazılırken öte yandan yapılması gereken işlerin planlaması konuşulmaya başlandı.Hemen ertesi gün köy konağının geri kalan bölümlerinin yapılmasına başlanacaktı.Giriş katının yarım kalan bölümü ile ikinci kat düzenlenerek iç ve dış sıvası bitirilmeye çalışılacaktı.Yasa dışı dernek parasının yasal derneğe devredilmesine kadar yapılacak harcamaları muhtar, köy bütçesinden yada kendi cebinden karşılayabileceğini söyledi. Görevlendirilecek iki kişinin gerekli malzemeleri almaları için yarın ilçeye gönderilmelerine karar verildi.
Derneğin yeni yönetimi çalışmalarına hızlı başladı.Cami hoparlöründen köy halkına yeni bir toplantı duyurusu yapıldı.Toplantıya katılım öncekilerden daha fazlaydı.Daha önce açılmış olan halı kursu köyde yoğun bir ilgi uyandırmıştı.Kursa katılan bayanlar arasında, genç kız ve gelinlerin yanı sıra yaşı elliyi geçmiş kadınların da yer alması, ilginin boyutunu açığa vuruyordu.Şimdi ikinci bir kurs için önerilerde bulunuyorduk.Gene köy konağının bir bölümünde, biçki dikiş kursu açılmasının iyi olacağı konusunda köy halkını bilinçlendirmeye çalıştık.Bu kursta biçki dikiş yanında nakış kursu da verilirse,farklı bir gelir kaynağına yönelik yeni bir iş kolu yaratılmış olacaktı.Bu kurs için de çok sayıda istekli olduğu ortaya çıktı.Hemen kursa katılmak isteyenlerin isim listesi oluşturularak, kaymakamlığa gönderilecek kurs istem dilekçesine eklendi.Halı kursunda izlenen yol aynen yinelendi.
Ana konumuz bir kooperatif kurulması idi.Halıcılığın bir kooperatifle desteklenmesi önemliydi.İleride gerçekleşmesini umduğumuz, köyün tüm evlerinde kurulacak halı tezgahlarında üretilen halıların pazarlanmasına yönelik çalışmalarda ve halı ham maddelerinin en ucuz şekilde temin edilmesinde, kooperatifin önemli bir işlevi olacağından emindim.Uzun uzun yaptığımız açıklamalar bu konunun da köy halkı tarafından benimsenmesini sağladı.Bazıları hemen kooperatife üye olmak istediklerini bildirdiler.Bunun için bir taslak tüzüğe gereksinim olduğunu,bu tüzüğü ilgili yerlerden temin ettikten sonra üye yazım işlerine başlanabileceğini söyledim.Halk bir an önce kooperatifi kurmak için yardımcı olmamızı istedi.Bizim amacımız da buydu.Çalışmalara en kısa sürede başlama sözü verdik.
Yirmi iki kasım günü köye arkasında bir kamyon olduğu halde halk eğitim merkez müdürü geldi.Resmi arabasından iki genç bayan indi.Bunlardan birinin dikiş,diğerinin nakış hocası olduğunu söyledi.Kamyonla yirmi tane dikiş nakış makinesi getirilmişti.Kamyonun çevresine toplanan köy gençleri bir anda makineleri köy konağına taşıdılar.Kurs öğretmenlerinin gözetiminde bu kurs için hazır hale getirilen odalara makineler kısa sürede yerleştirildi.Haftanın ilk günü kurs başlayacaktı.Halk eğitim müdürü, köy halkını böylesi eylemlere yönlendirmemizden son derece mutluluk duyduğunu belirterek bizlere teşekkür etti.”Keşke,tüm öğretmenler, çalıştıkları köylerde, köylüleri bu tür kursların açılmasına yönlendirebilseler” diye dileklerini belirtti.
10
Afşar köyüne ilk geldiğim günden beri yaptığım çalışmalardan sonsuz bir zevk alıyordum.Önemli işlere imza atarken, köylünün büyük desteğini sağlamak ve herhangi bir olumsuz tavırla karşılaşmamak, bana daha çok çalışma azmi kazandırıyordu.İkinci kursun, yani biçki dikiş ve nakış kursunun açıldığı günün sonrasında, hakkımda uydurulan bir dedikoduyu duyuncaya kadar da bu şevkim hiç eksilmeden sürdü.Salı günü okul çıkışında ormancı Hamdi Bey,bahçe kapısının önünde beni bekliyordu.Yüzünde bir burukluğun izlerini sezinledim.Bana bir şeyler söylemeye hazırlandığı belliydi.Beni hiç üzmek istememesine rağmen, duyduklarını bana anlatmak istemesinin nedeni,bir an önce bu dedikodunun üzerine giderek, kuru bir iftira olduğunu kanıtlamam konusunda beni uyarmak istemesiydi.Anlattığına göre,hiç düşünmediğim,aklımın köşesinden bile geçmeyen bir yalan, ben söylemişim gibi köy halkı arasında yayılmaya çalışılmaktaydı.Böyle bir şeyi asla beklemediğim için tüm benliğim şiddetle sarsıldı.Ne söyleyeceğimi,nasıl davranacağımı bilemeden, uzun bir süre taş kesilmiş gibi bekledim.Kafam allak bullak oldu.Rakibinden müthiş bir yumruk yemiş boksör gibi sersemledim.Uzun süre sessiz kaldım.İçerimde kopan fırtınaları dışarıya yansıtmamaya çalışarak, kendimle bir iç hesaplaşmaya giriştim.Bu iftiranın neden,nasıl ve kimler tarafından ortaya atılmış olabileceği hakkında seçenekler ürettim.Sonunda kendimce bazı olasılıklar belirledim.Buna göre ilk neden, yasa dışı derneği ortaya çıkarıp kapatılmasını sağlamam olabilirdi.İftira atan kişiler de elbette o dernekten çıkar sağlayan ve kapatılması ile bu çıkarları sona erenlerdi.Bu olasılık en güçlü ve akla yakın olanıydı.Bunu tespit etmiş olmak bilincimi duruladı.Eski güvenimi geri kazandım.Bu karşı darbenin etkisini çabuk atlatacağıma ve bunu yapanları yaptıklarına pişman edeceğime kendi kendime söz verdim.Bu arada beni böylesine etkileyen dedikoduyu söylemeyi unuttum.Yalan basit ama konusu etkiliydi.Güya ben sınıfta,çiçeği burnunda başbakan olan Süleyman Demirel aleyhinde konuşmalar yapıyormuşum.Başbakan ve bakanları hakkında hakarete varan ölçüde saygısız sözler söylüyormuşum.Oysa benim hiç ilgi alanıma girmeyen, iktidar ve muhalefetteki kişiler hakkında söz söylediğimi,hele de kaba sözler söyleyebileceğimi ortaya atmak kadar büyük bir yalan ve iftira olamazdı.Bu iftirayı atanların bir dayanakları,Afşar köyü halkının büyük bir çoğunluğunun, bu gün iktidarda olan bir partiye oy vermeleri olabilirdi.Yani köylüyü kendi partilerine sahip çıkmaya yönelterek bana karşı bir kamu oyu oluşturmayı düşünmüşlerdi.Bu konuda bir adım daha ileri giderek, şikayet yoluyla benim cezalandırılmamı sağlamayı amaçladıkları açıktı.Ben bu oyunu bozmaya kesin kararlıydım.Bu işin üzerine her türlü yoldan giderek, gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktım.
İftiraya konu olan söylencenin sınıftan bazı öğrenciler tarafından yayıldığını duymuştum.Zira sınıfta,Yurttaşlık Bilgisi dersinde, ülkenin yönetimini üstlenen kişi,kurum ve kuruluşların görev,yetki ve sorumlulukları anlatılıyordu.Bunlar anlatılması zorunlu olan ders konularıydı.Ben de sınıfımdaki öğrencilere, ülkemizin yönetimi hakkında,demokratik yapının gerektirdiği kuralların nasıl işletildiği konusunda, ayrıntılı bilgiler kazandırmaya çalışmıştım.Bu arada meclisin nasıl oluşturulduğunu,milletvekili seçimlerini,bakanlar kurlunun yapısını,cumhurbaşkanı,başbakan ve bakanların görevlerini sıra ile anlatmıştım.Her kademedeki yöneticilerin görev ve sorumlulukları Yurttaşlık Bilgisi dersinin ana konularıydı.Bunları öğrencilere öğretmek benim görevimdi.Ama anladığım kadarı ile bana iftira kampanyası başlatanlar, bu konuları başka amaçlar için kullanabilme cinliğine sahip insanlardı.Bu insanları ortaya çıkarıp bir güzel derslerini vermem gerekiyordu.Harekete geçtim.
Ertesi gün ilk işim sınıfta bu konuyu ele almak oldu.Önce çocukların bana kendilerini daha yakın hissetmelerini temin etmek amacıyla, birkaç öğrenci fıkrası anlattım.Hep birlikte güldük.Sonra benim için hiçbir önemi yokmuş gibi köy içerisinde nelerin konuşulmakta olduğunu sordum.Her gün ilk derste, ‘günlük olaylar’ başlığı altında kamu oyunu ilgilendiren konular üzerinde duruyor,o konulara ait görüş ve düşüncelerimizi açıklıyorduk.Bir kaç farklı konu üzerinde konuştuktan sonra, “köy içerisinde benim hakkımda her hangi bir şeyler konuşulduğunu duyan var mı?” diye sordum.Kısa bir sessizlik ve kuşkulu bir bekleyişin ardından,köy ihtiyar heyeti üyesi Emin’in,beşinci sınıfta okuyan kızı Selma, çekingen bir tavırla parmak kaldırdı. “Söyle kızım,” dedim. “Öğretmenim,sizin sınıfta ders anlatırken başbakan ve bakanlar hakkında kötü sözler söylediğiniz konuşuluyor.” Dedi.Ben de tam bunu söyletmek istiyordum.Benim hiç umurumda değilmiş gibi, “bunu başka duyan var mı?” diye sorumu yineledim.Bu kez birkaç öğrenci daha aynı şeyi duyduklarını söylediler. “Peki çocuklar,” dedim. “Ben sınıfta öyle sözler söylemişsem hepiniz duymuş olmalısınız öyle değil mi?” Hep bir ağızdan, “hayır öğretmenim,sizden böyle bir şey duymadık,” diye bağırdılar. “O zaman bu dedikodular nereden çıkmış olabilir?Sizler böyle bir konuşma duymadıysanız köy halkı arasında söylenenlerin nereden kaynaklandığını bilen var mı?” diye birkaç soru daha sordum.Israrla sınıfta bu tür bir konuşmanın olmadığını tekrarlıyorlardı. “Biz bu anlatılanlara benzer konularda hiç mi konuşmadık?”dedim. İçlerinden sınıfın en başarılı olanlarından bir iki öğrenci,bizim başbakan ve bakanların görevlerini ve sorumluluklarını konuştuğumuzu,bunların da Yurttaşlık Bilgisi kitaplarında aynen yazılı olduğunu dile getirdi.Daha fazla öğrencileri sıkıştırmanın bir anlamı yoktu.Bu söylentinin nereden çıktığını öğrenmeye çalışmam gerekiyordu.Başka bir taktik uygulamayı düşündüm. “Bakın çocuklar,” dedim. “Bir kişi hakkında yalan haberler çıkarmak çok kötü bir olay.Hele bu bir öğretmen hakkında ise daha da kötü.Şimdi bize düşen bir görev var.Bu yalanı çıkaranları el birliği ile ortaya çıkarmamız lazım.Bu söylentinin çıkış noktası sınıfımız olduğuna göre, bu konuda bilgisi olan arkadaşlarınız vardır.Şimdi bu öğrencilerin işin doğrusunu anlatmasını bekliyorum.”Uzun bir süre sınıfın içerisinde dolaştım.Öğrencileri ilk kez görüyormuş gibi yüzlerini inceledim.Yüzlerindeki ifadelerden anlamlar çıkarmayı umdum.Çocukların hepsinin başları önlerine eğikti.Onların da benim kadar üzgün olduklarını görebiliyordum.Bu konuyu bu şekilde çözümleyemeyeceğimi anladım.Başka yollar bulmalıydım.
Bu dedikoduyu,köy halkı arasında, ihtiyar heyeti üyesi Emin ile köye ilk geldiğimde çok sıkı bir dostluk kurduğum manifaturacı Muzaffer’in yaydığını öğrenmiştim.Bir okul çıkışı her ikisine birden yolda rastladım. “Köyde hakkımda bazı dedikodular yapıldığını duydum.”dedim. “Bu dedikodu konusu ikinizden yayılmış.Neden böyle bir yalana başvurma gereği duydunuz?” Sorumu Emin yanıtladı. “Biz de sizin öğrencilerinizden duyduklarımızı anlattık.Siz böyle bir şey söylememiş olsanız neden çocuklar gelip bize anlatsınlar? “diye beni suçlamasını sürdürdü. “Hangi öğrencimin söylediğini açıklar mısınız? Yada birlikte gidelim ve tekrar soralım,yani yüzleşelim.”dedim. “Çocuklar sizin yüzünüze bir şey diyemezler,korkarlar.Mutlaka söylemiş olmalısınız,yoksa ne diye böyle bir şey ortaya atsınlar?” Bu iki koca adamla anlaşmamız mümkün görünmüyordu.Muhtarın yanına gittim.
Muhtar her zamanki gülen yüzüyle buyur etti.Odanın ortasındaki yer sofrasına yemek hazırlanmıştı.Canım istemese de tabağın başına oturdum.Bir iki lokma alarak teşekkür ettim.Asıl konuyu açmak için muhtarın, sofranın başından kalkmasını bekledim.Nihayet geri çekildi. “Evet,hocam,ne var ne yok?Çalışmalar nasıl gidiyor?” diye konuşmaya başladı.Köyde konuşulanları elbette O’da duymuştu.Ama bu konuyu açarak beni üzmek istemediği belliydi. “Ne olsun muhtar,”dedim. “Çalışmalar gayet iyi gidiyor.Ancak benim hakkımda çıkarılan dedikodu beni üzdü.Bu işin aslını ortaya çıkarmamız gerek.Köy halkı gerçeği bilmeli.Aksi halde ben suçu kabul etmiş olurum.” “Hocam bir kendini bilmezin sözünün ne önemi var?Biz senin bu köy için nasıl çalıştığını çok iyi biliyoruz.Sen bu konuyu kafana takma.” Dedi. “Olmaz muhtar,” diye karşı çıktım.”Bu sözleri yayanlar bir iki kendini bilmez birileri değil.Biri senin yanında üye olan Emin,öteki de manifaturacı Muzaffer.” Şaşırdı.Onların böyle bir davranışta bulunmuş olmasına inanası gelmiyordu. “Gerçekten mi o ikisi çıkarmış?” diye şaşkınlığını açığa vurdu. “Sen nereden öğrendin onların yaptığını?” “Bizzat kendileriyle konuştum.Söylediklerini kabul ediyorlar.Bu konuşmayı sınıfımdaki bazı öğrencilerimden öğrendiklerini savunuyorlar.Açık olarak da beni suçluyorlar.Biz işin aslını ortaya çıkarmalıyız.” Biraz düşündü.Sonra “Ne yapmamızı öneriyorsun?Sen nasıl istersen öyle yapalım” dedi.Anlattım. “Önce bir kurul oluşturalım.”dedim. “Hep birlikte okula giderek araştırma yapalım.Belki doğruları ortaya bu yolla çıkarabiliriz.” “Peki,”dedi. “Kimler bizimle gelsin istersin?” “Başta sen ve üyelerin” dedim. “Sonra hoca,ormancı ve sağlıkçı yanımızda olsunlar.Elbette bu söylentiyi çıkaranlar da birlikte gelmeli.” “Tamam,” dedi,muhtar. “Yarın sabah ben hepsini toplar okula getiririm.Sen gönlünü ferah tut.” Teşekkür ederek yanından ayrıldım.
Sabah ders zili çalmadan önce muhtar, dün kararlaştırdığımız gibi, istediğim kişilerle birlikte okula geldi.Hemen ders zilini çaldırdım ve öğrencileri düzenli bir şekilde sınıflara aldırdım.Köyden gelen heyetle birlikte benim sınıfa girdik. “Günaydın çocuklar,”dedim. Hep birlikte “sağ ol öğretmenim” diye bağırdılar.Benimle birlikte sınıfa girenler pencere ve duvar kenarlarına sıralandılar.Ben her zamanki olağan davranışlarımla sınıf içerisinde yavaş adımlarla iki kez gidip geldim. “Çocuklar şu an hepinizin kafasındaki sorunun ne olduğunu biliyorum.” Dedim. “Sınıfta alışık olmadığınız bir durum var,öyle değil mi? Köyümüzün büyükleri burada neden toplandılar diye merak ediyorsunuz.Merak etmekte haklısınız.Bakın, bu büyükleriniz, dün sizinle konuştuğumuz bir konuda, sizlerden bilgi almak üzere burada bulunuyorlar.Sanıyorum hepiniz, dün hangi konu üzerinde durduğumuzu anımsıyorsunuz.Benim hakkımda çıkarılan bir söylentinin aslını ortaya çıkarmak istiyoruz.Belki tekrarlamak da yarar olabilir.Yurttaşlık Bilgisi dersinde ülke yönetimi konusunu işlerken,benim,başbakan ve bakanlar hakkında hakarete benzer sözler söylediğim dedikodusu ortaya atılmış.Ben bu sözleri size karşı söylemişim.O halde hepiniz bunları duymuş olmalısınız.Dün ben size bunu sormuştum.Bir sonuç alamadık.Şimdi bir kez daha aynı soruyu soruyorum.Ben, köy halkı arasında söylendiği gibi, yöneticilerimiz hakkında herhangi bir kötü söz söyledim mi?Duyan açıkça söylesin.Şu an beni öğretmeniniz olarak değil, köyden bir ağabeyniz kabul etmenizi ve bildiklerinizi dosdoğru,çekinmeden söylemenizi istiyorum.” Ben bu konuşmadan sonra, diğerleri gibi kollarımı kavuşturup kenara çekildim.
Muhtar,çocukların yüzlerine dikkatle bakarak sınıfın ortasına yürüdü. “Çocuklar,şimdi bana doğruyu söyleyecek misiniz?” dedi. Çocuklar hep bir ağızdan, “eveeet,”diye bağırdılar. “Öyleyse söyleyin bakalım,öğretmeniniz,devlet büyüklerimiz hakkında onur kırıcı,hakaret edici sözler söyledi mi? Eğer söyledi ise, neler söyledi?Haydi,doğruyu anlatın bize.Doğruyu kim söyleyecek bakalım?”Sınıf daha da sessizleşti.Havada sinek uçsa vızıltısı duyulabilirdi.Kümeler halinde oturan öğrenciler şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı.Uzunca bir sessizlik oldu.Kimse konuşmak istemiyordu.Muhtar tekrar etti. “Haydi söyleyin bize,böyle bir konuşma oldu mu olmadı mı?Öğretmeninizden öyle sözler duydunuz mu?”Gene sınıfın hepsi birden, “haaayııır,” diye bağırdılar.Sonra sessizlik başladı.
Muhtarın oğlu benim sınıfta okuyordu.Boyu kısa olduğu için genellikle ön sıralarda oturuyordu.Çok zeki ve çalışkan bir çocuktu.Babası oğlunun durumunu biliyordu.Üstün zekasının yanında bir başka özelliği de asla yalan söylememesiydi.Daha önce oğlu hakkında söz açılınca oğlunun ,ne tür yaramazlık yaparsa yapsın,sonuçlarına katlanmayı göze alarak mutlaka doğruyu anlattığından bahsetmişti.Yani oğluna güveni tamdı.
Uzun süre sınıftan bir ses çıkmayınca muhtarın oğlu parmak kaldırdı.Muhtar, “söyle bakalım,ne biliyorsun?” dedi. Oğlu anlatmaya başladı. “Baba,öğretmenimiz hiçbir zaman, köy halkı arasında dolaşan söylencede olduğu gibi bir şeyler söylemedi.Bizim ders kitaplarından Yurttaşlık Bilgisi dersinde,ülke yönetimi ve ülkemizi yönetenlerin görev ve sorumlulukları hakkında bilgiler verdi.Başbakanın,cumhurbaşkanının,bakanların,valilerin,kaymakamların,belediye başkanlarının ve muhtarların görevleri anlatılıyor.Öğretmenim de bize onları anlattı.Herkes görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirmeli,aksi halde ülkemiz geri kalır,dedi.Ben her zaman en önde oturuyorum.Eğer öğretmenimiz,bunların dışında bir şeyler söylemiş olsaydı herkesten önce benim duymam gerekirdi.”diyerek yerine oturdu.Bu konuşmadan cesaret alan birkaç öğrenci daha aynı yönde konuşmalar yaptılar.Gene bir sonuç alamayacağımızı düşünürken, bu kez cami hocası sınıfın içerisine doğru yürüdü. “Bakın yavrularım,yalan ve iftira çok büyük bir günahtır.Eğer bir kişi başka birisi hakkında yalan yere bir iftira atıyorsa onun doğruca gideceği yer cehennemdir.Hele köyünüze büyük hizmetler vermeye çalışan ve aynı zamanda bir misafir olan öğretmeniniz için böyle bir iftira atılırsa, bu hem çok daha büyük bir günahtır, hem de insanlık adına utanç verici bir olaydır. Bu iftiranın çıkış noktasının sizin sınıf olduğu söyleniyor.Eğer bu konuda bir şey bilip de söylemeyen varsa şunu aklından çıkarmasın.Bu işin peşini bırakmayacağız.Ben Kuran-ı Kerimi getireceğim ve hepinize el bastırarak tek tek yemin ettireceğim.Her halde o zaman da yalan yere yemin edemezsiniz.”Diyerek konuşmasını tamamladı.
Bu kez sessizlik uzun sürmedi.Arka sıralarda oturan bir öğrenci ayağa kalktı.Adı Tahir olan bu öğrencinin, okula geç başladığı ve iki yıl sınıf tekrarı yaptığı için,yaşı büyüktü.Sınıfın en uzun öğrencisiydi.Benimle aynı boyda sayılırdı. “Şey,” dedi. “Hoca amca bunları biz çıkardık.” Herkes bir anda dikkat kesildi.Muhtar hemen çocuğun yanına gitti. “Peki oğlum,şimdi bir daha söyle öyleyse,”dedi. “Öğretmeniniz o sözleri söyledi mi?” Tahir,korkulu gözlerle ihtiyar heyeti üyesi Emin’e bakıyordu.Gözlerindeki korku dışa vurmuştu. “Hayır muhtar emmi,öğretmenimiz öyle bir şey anlatmadı.Şimdi ben işin doğrusunu söyleyeceğim ama korkuyorum.” Dedi.Muhtar elini çocuğun omzuna koydu. “Korkma evladım,biz yanındayken kimse sana bir şey yapamaz.Şimdi bildiklerini söyle sen.Kimden ve neden korktuğunu da söyle.”Çocuk bir iki kez yutkundu.Yanındaki sıra arkadaşına baktı.Arkadaşı başını aşağı eğmiş,gözlerini masanın altında bir noktaya dikmişti.Tahir anlatmaya başladı. “Geçenlerde aha bu arkadaşımla bağlara gidiyorduk.Köyün altındaki kayalıkta Aza Emin dayı ile manifaturacı Muzaffer abiye rastladık.Ellerinde baltalar vardı.Bizi tehdit ederek o dedikodu sözlerini ezberlettiler.Bunu her yerde yayacaksınız,yoksa sizi keseriz dediler.Çok korktuk.Köyden birkaç kişiye onların bize ezberlettiklerini söyledik.Öğretmenimiz hiçbir zaman öyle sözler söylemedi.Biz öğretmenimizi çok severiz.Ama korktuğumuz için mecbur kaldığımızdan öyle söyledik.”Birdenbire öyle bir rahatladım ki göklere uçasım geldi.O iki çocuğu öpmek geldi içimden.Kendimi güçlükle engelledim.
Sınıfta bulunan heyet donakalmışlardı.Bu sonuç onlarda bir şok etkisi yaratmıştı.Hayat bir an durdu sanki.Aza Emin koca bedeni ile öğrencinin üzerine yürümek istedi.Onun bu ani hareketi aklımızı başımıza getirdi.Muhtar sinirinden mosmor olmuştu.Böyle bir eylemin yıllarca birlikte çalıştığı azadan gelmiş olmasını bir türlü aklı almıyordu.Emin’nin kolundan tuttuğu gibi olduğu yere çiviledi.Sakin görünmeye çalışarak, “artık dışarı çıkalım,sınıfta işimiz bitti,”dedi.Dışarıya adım atar atmaz bekçiye bağırdı. “Bu ikisini al,köy odasına hapset.Sana karşı çıkarlarsa hiç acıma çek tetiği.” Köy bekçisi sırtındaki mavzeri bir asker gibi kavradı.Tüfeği Emin ile Muzaffer’e doğrulttu. “Haydi bakalım,düşün önüme,yanlış bir hareketinizi görürsem hiç acımam ha!” Dedi.
Kendimi, üzerimden kocaman bir dağ kalkmış gibi hissediyordum.Muhtarın bu kadar sert bir tepki göstermesini beklemiyordum.O’nu sakinleştirmeye çalıştım. “Sayın muhtar,gerçek ortaya çıktı.Ben bu adamlardan davacı değilim.Cahillik etmişler ve bir hata yapmışlar.Lütfen onları bırakın.Aşırı sert tepki vermenin gereği yok.” “Hayır,”diye karşı çıktı muhtar. “Ben onları adalete teslim etmezsem içim rahat etmez.Bu dava senin olmaktan çıktı.Artık bizim köyün davası oldu.Bu olanları bir başka köyün insanları duysa bizim hakkımızda ne düşünürler?Bunlara iyi bir ders verilmezse başka kötülükler de yapabilirler..”Ormancı Hamdi Bey, çok ağır sözlerle içinin zehirini boşaltıyordu.Zaten çok argo konuşurdu.Bu ona bir fırsat gibi geldi.Ne kadar kaba ve hakaret sözcükleri varsa bir bir sıraladı.Cami hocası ile sağlıkçı da benim gibi düşünüyorlardı.Muhtarı bu kadar sert davranmamaya ikna etmeye çalışıyorlardı.Ne kadar dil döktü isek de muhtarı kararından geri çeviremedik.Yanımızdan ayrılırken, “akşam dersten sonra doğruca bize gelin,konuyu o zaman bir sonuca bağlarız.” Dedi.
İkili öğretim yapan arkadaşımız saat beş sularında dersten çıkıyordu.O’nun da bizimle birlikte muhtarlığa gitmesi için o saate kadar okulda zaman geçirdik.Son dersten çıkınca öğretmenler olarak muhtarlığın yolunu tuttuk.
Muhtarın resmi işlerini yürüttüğü odanın önünde çok sayıda ayakkabı duruyordu.Buna göre içerisinin kalabalık olduğu belliydi.Odanın kapısından içeri girdiğimizde hiç ummadığımız bir manzara ile karşılaştık.Köyün tüm ileri gelenleri orada toplanmışlardı.Aşağı yukarı on beş kişiden daha fazla insan vardı.Gene cami hocası,sağlık memuru,ormancı baş köşedeydiler.Öğretmenler olarak, dördümüz aynı anda içeri girdiğimizde, bize yer gösterme yarışına giriştiler.Beni iteleyerek en başta oturan hocanın yanında bir gösterdiler.Diğer arkadaşlarımla birlikte köyün memur takımıolarak hep bir araya toplanmıştık.Odada oturanların sabah okulda yaşananları öğrendiklerini yüzlerinden anlamak mümkündü.Şu an bana bakışları daha anlamlıydı.Bu durum hem gururumu okşuyor hem de bir ölçüde rahatsızlık veriyordu.Ben bu duygular içindeyken muhtar bekçiye, “tutukluları içeri getir,”dedi.Bekçi sırtında tüfeği ile dışarı çıktı.İki dakika sonra Emin ile Muzaffer’i önüne katmış olarak geri geldi.Adamların sabahtan beri burada tutuklu kaldıklarına inanamıyordum.Bir köy muhtarının böyle bir şey yapabilmesi yadırganacak bir durumdu.Bunları düşünmek huzurumu kaçırdı.İçeri girer girmez aza Emin , “sen ne hakla,hangi yetkiyle bizi burada tutabiliyorsun?” diye bağırdı.Muhtar daha sert çıktı. “Kes sesini terbiyesiz adam,Haddini bil yoksa ben bildireceğim.”Dedi.Sonra odada bulunanlara döndü. “Arkadaşlar,bu iki cahil adamın öğretmenimiz hakkında çıkarmış oldukları yalan ve iftirayı hepiniz biliyorsunuz.Öğretmenimize böyle bir iftira atmak için en küçük bir haklı nedenleri yok.Olamazda.Okul müdürümüzün köye geldiği kısa zaman içerisinde,köyümüz halkına ne kadar yararlı işler yaptığı ortada.Bu kadar çalışmasının ,bize hizmet etmesinin karşılığı,böyle bir iftiraya kurban gitmek mi olmalıydı?Bu durum beni ve aklı başında olan halkımızı çok üzdü.Elbette en çok üzülen de müdürümüz oldu.Ben bu iki iftiracıyı adalete teslim etmek istiyorum.Ama siz şu olgunluğa bakınız ki, öğretmenimiz bu adamları affettiğini ve haklarında davacı olmadığını söylüyor.Bunlar hakkında sizler ne düşünüyorsunuz?” Köyün ileri gelenlerinden bazıları söz alarak affetmenin büyüklüğünden bahsettiler.Cami hocası da konuyu dini yönden ele alarak uzun bir konuşma yaptı.Yapılanların ne insanlık açısından, ne de dini açıdan hoş bir şey olmadığını, ama insanların da bazen hata yapabileceklerinden söz ederek, konuyu tatlıya bağlamanın daha yararlı olacağını anlattı.Sözü ben aldım. “Değerli arkadaşlarım,benim bu arkadaşlarla hiçbir davam yok.Ben köyünüz için yararlı işler yapmak için çalışıyorum.Belki bazı çalışmalarım sırasında, kimilerinin çıkarlarına aykırı işler yaptım.Oysa hepiniz biliyorsunuz ki burada yaptığım tüm çalışmalardan iyi bir sonuç ortaya çıkacaksa kazanan siz olacaksınız.Tüm köy halkı olacak.Ben bu gün buradayım,yarın bir başka yere gitmek zorunda kalacağım.Devlet memuru bir yerde eğleşip kalamıyor.Şu halde ben ne yaptıysam, siz de gayet iyi biliyorsunuz ki,Afşar Köyü için yaptım.Bu iki arkadaş neden böyle bir girişimde bulundu, hala anlayabilmiş değilim.Ben onları çoktan affettim.Şimdi keşke, neden böyle bir olaya sebep olduklarını açıklasalar da,haklı olup olmadıklarına hep birlikte karar versek.İnsanlar hata yapabilirler.Eğer bir hatadan iyi bir ders çıkarabiliyorsak, bu da bir kazanç sayılır.Tekrar ediyorum,ben bu arkadaşlardan davacı değilim.Hatta onlara kırgın bile değilim.”
Bu konuşmalar hem muhtarı hem de ortamı yumuşatmıştı.Muhtar gene de, “Şimdi her ikisi de öğretmenimizden hepimizin önünde özür dileyecekler,aksi halde gerekeni yaparım,” tehdidinde bulundu.Emin ile Muzaffer bana doğru geldiler.Onları ayağa kalkarak karşıladım.Tokalaştık.İçeride bulunan herkesle ayrı ayrı tokalaştıktan sonra sessizce odayı terk ettiler.Artık sorun ortadan kalkmış,yaşam normal akışına geri dönmüştü.Bu durumdan en çok memnunluk duyan da, hiç kuşkusuz bendim.
Daha sonraki günler eski sakinliği içerisinde geçip gidiyordu.Köy halkı arasında benim hakkımdaki konuşmalar ve tartışmalar unutulmuş gibiydi.Şimdi biz kaldığımız yerden hizmet etmeye yeniden başlamıştık.Köy konağında başlattığımız kurslar başarı ile,artan bir ilgiyle devam ediyordu.Halı dokumacılığı konusunda bir hayli önemli gelişmeler sağlanmıştı.Isparta el dokumacılığı tipi esas alınarak üretilen halıları almak için bir çok müşteri sıraya girmişlerdi.Kısa bir süre önce kurulan kooperatif, halı pazarlamacılığı konusunda iyi bir başarı elde etmiş,Konya’dan,Isparta’dan halı toptancılarının ilgisini çekmeyi başarmışlardı.Köy halkı, halıcılıktan iyi bir gelir sağlayabileceklerini anlamış oldukları için her evden ikişer üçer bayan, kursa katılmaya başlamışlardı.Bu işler yoluna girince, bu konularda bizim yapacağımız bir şey kalmadı.Şimdi başka çalışma alanlarına yönelebilirdik.
Köy ortasından geçen ana yolun taşla döşenmesi işi yarım kalmıştı.Yolun köy konağına kadar tamamlanması gerekiyordu.Para konusu yasa dışı dernekten aktarılan gelirle çözüldüğü için, derhal yola başlanabilirdi.Ancak yola döşenecek taşın getirilmesi imece usulü ile yapılacaktı.Köy halkı bağ, bahçe,tarla işlerini bitirmiş olduğundan bu konuya yönlendirebilirdik.Yol konusunu muhtarla uzun uzun konuştuk.Her konuda olduğu gibi halkı gene kahvehanede topladık.Yolun tamamlanmasını gündeme getirerek tartışma açtık.Büyük çoğunluk bize destek veriyordu.Köy halkının tümünün ekonomik ve sosyal yapısı aynı değildi.Çalışma alanlarını ve çalışma şekillerini ailelerin durumuna göre belirledik.Çalışma grupları oluşturduk.Herhangi bir taşıma olanağı olmayanları taş kırma ve yükleme işine,araç sahibi olanları taşıma işine,elinden ustalık gelenleri de taşın döşenmesi işine kanalize ettik.Köyün ana yolunun üzeri bir şantiyeye dönüştü.Bir yandan toprak yolun tesviyesi yapılıyor,bir yandan gelen taşlar döşemeye uygun bir hale getirilmek için kırılıyor,bir yandan da ustalar döşeme işini yapıyorlardı.Köy halkının bu çalışma zevkine hayran oluyordum.Hiç kimse üzerine aldığı işten yakınmıyordu.Elinden gelenin en iyisini yapama çabasını azimle sürdürüyorlardı.Zaman zaman öğretmenler olarak bizzat bizde boş zamanlarımızda yola taş döşeme işine girişiyorduk.Bu davranışımız köylüyü daha çok iş yapmaya yönlendiriyordu.
Yol işi sekiz günde tamamlandı.Cami ve köy konağının çevresindeki alan da dahil olmak üzere tüm çevreye taş döşendi.Bir ölçüde köy halkının ayağı çamurdan kurtuldu.Herkes yapılan işten gurur duyuyordu.
Yılbaşı yaklaşıyordu.Havalar iyice soğumuştu.Torosların en yüksek noktalarından birine yakın bir konumdaki Afşar Köyü’nün kışı, aslında çoktan gelmişti.Gökyüzünü işgal eden kat kat siyah bulutların, bulundukları yerleri terk etmeye hiç niyetleri yok gibiydi.Güneyde bir koni gibi yükselen Geyik Dağı’nın doruklarına çoktan aklar düşmüştü.Paltosuz dışarı çıkmak artık bir hayaldi.
Köy konağının ikinci katında bazı eksik kalan çalışmalar olduğunu tespit etmiştik.İkinci katın kapı ve pencereleri takılmış,ince sıvası tamamlanmıştı.Muhtarlığın resmi odası olarak düşünülen bölümle, köy kütüphanesi açılması planlanan odaların badana,boya ve dolaplarının bir an önce yapılması gerekiyordu.Bir yandan bu işlerin yaptırılmasını sağlamaya çalışırken,öte yandan bizi önemli bir başka görev bekliyordu.Kütüphaneye çok sayıda kitap temin edilmesine çalışacaktık.Önce Kültür Bakanlığından kitap istedik.Kaymakamlıktan,ilçe eğitim müdürlüğünden,ilçe merkezindeki okullardan bize kitap bağışında bulunmalarını diledik.Bu çevreden göç ederek,çeşitli iş kollarında başarı sağlamış yöre insanlarının adlarını ve adreslerini tespit ederek mektuplar yazdık.Mezun olduğumuz okuldaki öğretmenlerimizden,aynı yıl mezun olduğumuz öğretmen arkadaşlarımızdan bu konuda bize yardımcı olmalarını istedik.Aradan çok bir zaman geçmeden köy kitaplığına kitap yağmaya başladı.Yazabildiğimiz ve kendilerine ulaşabildiğimiz her yerden kitaplar geliyordu.Bu konuya insanlarımızın bu denli duyarlı olmaları gözlerimizi yaşartıyordu.Tanrım,altmışlı yıllarda,kitap konusuna bu kadar duyarlı olabilen bir toplum yaratabilmiş olmanın gururunu taşımak, ne kadar mutluluk ve kıvanç verici bir durumdu.Her gün gelen kitapları bir deftere kaydediyor, sonra köy marangozuna yaptırdığımız özel raflara, belli bir kural gözeterek diziyordum.Bu iş benim en çok zevk aldığım bir alandı.Kitaplarla uğraşmak kadar bana zevk veren ve beni dinlendiren başka bir iş kolu yoktu.Kitaplar benim her şeyimdi.Artık boş zamanımın tümünü kütüphanede geçiriyordum.Bir yandan gelen kitapları tasnif ediyor, öte yandan yırtılmış ve yıpranmış olanları tamir ediyor,ciltliyor,sonra da bana süzülmüş bal yeme tadı veren okuma eylemine başlıyordum.Günlerimin uzunluğu bir dakika gibiydi.
Çalışmaktan oldukça yorulduğum bir gün erken sayılabilecek bir saatte yattım.Turgut ile Şakir’de bana uydular.Kısa bir süre sonra uyuyakalmışım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum,cama çarpan bir cismin sesine uyandım.Rüya mı gördüm,yoksa gerçekten cama bir şey çarpmış mıydı?Bu ikilem içerisinde kalmışken cama bir kez daha sert bir madde çarptı.Rüya olmadığı kesindi.Cama birileri küçük taş parçaları fırlatıyor olmalıydı.Az bir zaman geçti,bu kez adımın çağırıldığını net bir şekilde duydum.Birisi kısık bir sesle Bilal Hoca,”diye bağırıyordu.Sesin kime ait olduğunu çıkaramadım.Uykum iyice kaçtı.Kalkıp cebimden çakmağı buldum.Çakmak ışığında saate baktım.On biri yirmi geçiyordu.Bu saatte beni çağıran kim olabilirdi?Pencereye yaklaştım,dışarı baktım.Gökyüzündeki doğal fenerimiz aydede yaşını yarılamış olduğundan, karanlıkları azda olsa aydınlığa çevirebiliyordu.Zayıf ay ışığında, evimizin balkonunun altında, iki kişinin durduklarını gördüm. “Kim o?” diye seslendim. Bu kez “ben Muzaffer,hocam biraz aşağı gelir misin?” şeklinde, alçak bir ses tonu ile çağırıldım.Bir an içerimde korku titremesi hissettim.Titreme dalga dalga tüm bedenimi sardı.Bu da ne oluyordu?Hakkımda çıkardıkları dedikodunun ardından köylünün yüzüne bakamaz duruma gelen, Muzaffer ile Emin, benden intikam mı almak istiyorlardı?Eğer böyle bir niyetleri varsa daha uygun bir yer ve zaman bulamamışlar mıydı?Köyden bir hayli uzakta olan okula gidip gelirken, önümü kesmeleri daha akıllıca olmaz mıydı?Çok kısa bir süre içerisinde hem kendi durumumu,hem de karşı tarafın durumunu değerlendirmeye çalıştım.Bu arada Şakir de uyandı.Beni pencere önünde görünce “ne oluyor,”diye sordu.Kısık bir sesle olanları anlattım.Yataktan kalkarak pencereye yaklaştı.Aşağıdakileri tanımaya çalıştı.Uzun bir süredir yanıt bekleyen Muzaffer bu kez, “hocam seni bizim evde bekliyoruz,”dedi. “Yalnız beni mi,yoksa arkadaşlarıma birlikte mi gelelim?” diye sordum. “Hayır,sen yalnız gel,” diyerek aşağı doğru gittiler.
Muzaffer’in evini pencereden görebiliyordum.Odalarının ışığı yanıyordu.Henüz yatmadıkları belliydi.Evlerinin kapısından içeri girinceye kadar onları izledim.Şakir ile bir durum değerlendirmesi yaptık.Nasıl davranmam gerektiğine karar vermeye çalıştık.Yan odada yatan Turgut Bey’in de fikrini almalıydık.İkimiz birden Turgut’un odasına gittik.Kapıya elimle birkaç kez vurdum.Turgut derin bir uykuda olmalıydı. “Bir yandan da “Turgut Bey,” diye sesleniyordum.Az sonra Turgut uyandı.Kapıyı araladı. “Ne oluyor yahu,bu saatte ikiniz birden neden ayaktasınız?” diye sordu.Durumu anlattık.Bir an duraksadı. Sonra, “Senin tek başına gitmen doğru değil,hep birlikte gidelim,” dedi. “Ama onlar benim tek başıma gelmemi istediler” dedim. “Onların ne istedikleri önemli değil,üçümüz birlikte gidelim,” diye önerisini yineledi.Bu kez ben itiraz ettim. “Turgut bey niyetlerinin ne olduğunu bilmiyoruz.Beni tek başıma çağırdıklarına göre ben yalnız gitmeliyim.Hocalar bizden korkuyorlar dedirtmeyelim.Eğer beni korumak isterseniz,hep birlikte Muzaffer’in evine kadar gidelim.Siz kapıda bekleyin.Onlara görünmeden kapının önünde durun.İçeriye ben yalnız gireyim.Eğer içeride kötü bir durumla karşılaşırsam, bağırarak size haber veririm.O zaman müdahale edersiniz. Anormal bir durum olmazsa ben pencereyi açıp kapayarak durumu size iletirim.Siz de sessizce eve gidersiniz.”Her ikisi de bu önerimi beğenmediklerini söylediler.Buna rağmen, benim ısrarım karşısında durumu kabul etmek zorunda kaldılar.Elbiselerimizi giyindik.Ceketimin iç cebine bir ekmek bıçağı yerleştirdim.Turgut’un el fenerini aldım.Saat on ikiye geliyordu.Hep birlikte dışarı çıktık.
Kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyordum.İki arkadaşımın arasından yokuş aşağı inerken içimin titremesini bastırmaya çalışıyordum.Muzaffer’in evi yokuşun başlangıç noktasındaydı.Evin bitişiğinde de yaşlılar kahvehanesi yer alıyordu.Yol boyu,evlerin duvarlarına yakın bir konumda yürüdük.Böyle yapmakla pencerelerden bakan birilerinin görüş alanının dışına çıkmayı amaçlıyorduk.Muzaffer’in evinin önüne yaklaşınca Turgut ile Şakir, kendilerine uygun bir yer bularak durdular.Orada benim işaretimi bekleyeceklerdi.Ben, Muzaffer’in evinin kapısına yaklaşırken, kendimi karşılaşabileceğim en kötü olasılığa hazırlamaya çalışıyordum.Kapının önünde durarak derin derin soluklandım.Heyecanımı ve titrememi bastırmaya çalıştım.Ama kalbimin seslerini duyabiliyordum.Kulaklarımdaki uğultunun şiddeti, çevreden gelecek normal sesleri duymamı engelleyecek ölçülerdeydi.Kapının üzerinde sallanan kilit kolundan tutarak güçlü bir şekilde vurdum.Çok geçmeden, içerideki ikinci katın tahta merdivenlerinde birisinin ayak sesleri yankılandı.Ayak seslerinin toprak zeminde çıkardığı boğuk pıtırtılardan, gelen kişinin kapının arkasına ulaştığını anladım.Kapının arkasındaki kös çekildi.Gıcırtı ile açılan ağır kapının aralığından, güçlü bir el fenerinin ışığı yüzüme düştü.Işıktan kamaşan gözlerimle, kapıyı açan kişinin Muzaffer olduğunu görebildim.Yüz ifadesinden bana karşı tavrının ne olacağını tahmin etmeye çalıştım.Kısa bir an göz göze geldik.Yüzünde,içten mi,yapmacıktan mı olduğunu anlayamadığım bir gülümseme vardı. “Buyur hocam,” dedi ve içeri girmem için kenara çekildi.”Sesi duygusuz gibi geldi.Hafifçe bir çatallık sezdim sesinde.Dost mu,düşman mı olduğunu hala ayırt edemedim.Geçmem için daha çok kenara çekilirken, “buyur,buyur,seni rahatsız ettik herhalde, ama kusura bakma,” diyordu.Sesinde ve davranışlarında açık bir kin ve düşmanca bir tavır yok gibiydi.Kararlı bir adımla içeri girerken ,” bu çağrı nereden çıktı Muzaffer?” diye sordum.Kapıyı arkamdan kapattı ve kösü yerine sürdü.Kapı içeriden kilitlenmişti.Dar bir girişten ilerleyerek ikinci kat merdivenlerine ulaşılıyordu.Dikkatle ilerledim.Elim her an bir saldırıyı karşılamak üzere, iç cebimdeki büyük ekmek bıçağının sapını sıkı sıkıya kavramıştı.Oysa arkamdan gelebilecek bir saldırıya, hiçbir şekilde karşılık veremeyeceğimi adım gibi biliyordum.Ama böyle davranmak az da olsa bana cesaret veriyordu.Merdivenlerin üst basamağına kazasız belasız ulaştım.İkinci kattaki sahanlığın ayakkabı ile dolu oluşu beni bir ölçüde rahatlattı.Bu kadar çok insanın olduğu bir ortamda kötü bir davranışla karşılaşmam uzak bir olasılıktı.Kapı önünde durdum.Kapıyı Muzaffer’in açmasını bekledim.Arkamdan, “hocam,gir,gir,”dedi.Kapıya iki kez hafifçe vurduktan sonra açtım.Odada en az on kişi vardı.Odada gözüme ilk çarpan kişiler, cami hocası ile sağlık memuru Zeki oldular.Onları görünce içimin aydınlandığını hissettim.Bir anda benliğimi saran korku ile karışık,varsayımlara dayalı kötü senaryolar yok oldu.Gülümseyerek selam verdim.Hepsi ayağa kalktılar.Tek tek ellerini sıktım.Aza Emin de oradaydı.Tokalaşma sırası ona geldiğinde, hiç beklemediğim bir hareketle, ellerimi dudaklarına götürerek öptü.Bu hareketini engelleme fırsatı bulamamıştım.Bu arada, “sana yaptığımız kabalık için özür diliyorum,bir cahillik ettik,bizi affet hocam,” dedi.Şaşırdım.İçimden,’tanrım, şu insan oğlu ne anlaşılmaz bir varlık,bazen yanlış yapsalar da, içlerindeki insanlık cevherinin daima üstün geleceğine, bundan daha iyi bir örnek olabilir mi?’ diye düşünüyordum.Emin’in elleri ellerimdeydi.Her iki elimle birlikte sıkıca sarıldım.Yüzüne baktım. “Ne yapıyorsun Emin kardeş,” dedim. “Senin yaşın benden çok büyük.Niçin elimi öpüyorsun?Hepimiz hata yapabiliriz.’Kul beşer,elbet bazen şaşar’ demişler.Olur bazen böyle şeyler.Ben size asla kırgın ve küs değilim.Olanları çoktan unuttum.Biz birer kardeşiz.” Ne yufka yürekli bir adamdım.Gözlerim yaşardı.Boynuna sarıldım.Hemen hemen aynı sahneyi Muzaffer’le de tekrarladık.Odada bulunanların tümü duygulanmışlardı.Hoca ile Zeki bey’in arasına oturdum.Uzun bir süre konuşamadım.Sonra sıra ile merhabalaştık. Hoca duruma açıklık getirmek için olmalı, “Biliyorsunuz bu gece kandil.Kandilimiz mübarek olsun.Bu gecede küsler barışmalı,kırgınlıklar ortadan kalkmalı.Bu bakımdan Emin ve Muzaffer ile yaşadığınız tatsız olayın izlerini tümüyle silmenin en güzel zamanı.Bu kutlu gecede hem tanrıya şükredelim, hem de kırgınlıklara bir son verelim istedik.”Diyerek konuşmasını tamamladı.Şimdi durum tamamen aydınlanmıştı.Bana haksızlık ettiklerinin bilincine varan Emin ile Muzaffer,bu kutsal gecede benim gönlümü alarak, kendilerini tanrı katında affettirmek istemişlerdi.İçimde bir mutluluk sevinci vardı.Şu an beni rahatsız eden şey,oldukça soğuk bir havada, beni korumak için beklemekte olan Turgut ile Şakir ‘e, durumu nasıl bildireceğime bir türlü karar veremememdi.Suskunluğum hocanın dikkatini çekti. “Bilal Bey, seni rahatsız eden bir durum mu var?” diye sordu.Bir anda doğruyu söylemenin en çıkar yol olduğuna karar verdim. “Evet,” dedim. “Turgut ile Şakir kapının önünde benden bir haber bekliyorlar.Beni tek başıma göndermemek için kapıya kadar benimle geldiler.Sakıncası yoksa onlar da bize katılabilir mi?”Bir an birbirlerine baktılar.Beklemedikleri bir durumdu.Herkesten önce sağlıkçı Zeki Bey yanıt verdi. “Ne sakıncası olabilir?Elbette bize katılmalarından mutluluk duyarız.Hemen gelsinler. Benim tek başıma gelmemi ev sahibi olarak Muzaffer istemişti.Onları çağırmak da ona düştü.Muzaffer dışarı çıkarken,ben de izin isteyerek pencereyi açtım ve yavaşça seslendim. “Turgut Bey ,her şey yolunda,siz de içeri gelin,Muzaffer kapıyı açmak üzere.”
Bir süre sonra arkadaşlarım da geldiler.Bana yapılan karşılama töreni çok az bir farkla onlarla da tekrarlandı.Oturduk.Hoca, uzun uzun insanlar arsındaki ilişkilerden, dince günah ve sevap olarak nitelenen eylemlerden söz etti.Zaman zaman biz de fikirlerimizi dile getirdik.Bu arada isteyenler, namaz kılarak dini inancının gereğini yerine getirdi.Gece için özellikle hazırlandığı belli olan harika yemekler yenildi.Sabah yaklaşıyordu.Okula gidebilmemiz için dinlenmeye ihtiyacımız vardı.İzin istedik.Anlayışla karşıladılar.Sıcak esenlemelerle bizi yolcu ettiler.Bir kez daha halka hizmet etmenin, hakka hizmet olduğuna gönülden inandım.
11
Bulunduğum ortamın, insanı daha çok çalışmaya yöneltiyor olmasının verdiği hızla,yaptığımız çalışmaların bir çoğundan,kısa süre içerisinde olumlu sonuçlar almıştık.Okulda benliğimize işlenen ülkeye hizmet etme aşkı, daha ilk yılda dolu dolu karşılık bulmuştu.Ortam ve şartlar çalışmaya çok uygundu.Hizmete susamış Afşar Köyü halkı,yaptığım çalışmaların,verdiğim emeklerin,döktüğüm alın terinin tümünü hak ediyordu.Çünkü halk,anlatılanı dinliyor,anlamaya çalışıyor,düşünüyor ve inanırsa her yeniliğe sahip çıkıyordu.Bu uygun ortamın oluşmasında, aydın köy imamının katkılarını taktir etmemek olanaksızdı.Her olumlu önerimize kendi fikriymiş gibi sahip çıkıyor,başarılması için canı gönülden destek veriyor,etkin görevler üstlenmekten kaçınmıyordu.Bu bizim için iyi bir şanstı.
Hızlı bir tempo ile yürüttüğümüz çalışmalar günlerin ve haftaların geçiş hızını unutturmuştu.Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan yarı yıl tatili yaklaşmıştı.Sorunsuz yürütülen eğitim ve öğretim çalışmalarımız,öğrencilerde olumlu davranış kazanımlarını somut biçimde gözler önüne seriyordu.Bu arada uzun zamandır İhsan arkadaşımızı arayıp sormadığımızın farkına vardım.Hafta sonu Onları ziyaret etmemin iyi olacağını düşündüm.Şakir ‘de benimle gelebileceğini söyledi.Memnuniyetle karşıladım.
Cumartesi günü erken kalktık.Saat sekize geliyordu.Tıraş olup kahvaltı ettik.Komşulardan birer av tüfeği aldık.Bu hem yol güvenliği için hem de önümüze çıkabilecek av fırsatını değerlendirmek içindi.
Hava kurşun gibiydi.Bulutlar yakın tepelerin üzerlerine kat kat yığılmışlardı.Gri ve açık renkli bulutlar görkemli duruşlarını sürdürürken,siyahımsı olanlar her zaman olduğu gibi oynaklıklarını devam ettiriyorlardı.Bu oynak bulutlar, sanki bir yerlere ulaşmak için çok aceleleri varmış gibi yer değiştiriyorlardı.Bu moral bozucu havanın bizi etkilemesine izin vermeden yola çıktık.
Göksu deresi,her zamanki zümrüt yeşili duruluğunu koruyordu.Küçük yükseltilerin üzerinden dökülen suların oluşturduğu minik şelaleler,görülmeye değer manzaralar sergiliyorlardı.Derenin her iki yakasını süsleyen ağaçların aralarındaki karatavukların keskin çığlıkları,su sesine karışıyordu.Göksu’yu geride bırakarak yokuşa doğru tırmanmaya başladığımızda, bulutlar su koyvermeye başladılar.Bulutların bizi ıslatmaktan zevk alacakları görülüyordu.Hiç olmazsa emanet aldığımız tüfekleri korumalıydık.Namlulardan su girmesini önlemek üzere, tüfekleri omzumuza ters astık.Sıklaşan yağmur damlaları çok geçmeden toprak yolu ıslattı.Çamur halini alan kırmızımsı yol toprağı yürümemizi güçleştiriyordu.Mümkün olduğu kadar yol kenarının çayırlı alanlarından yürüyerek, çamurdan korunmaya çalışıyorduk.Düşünceli davranarak paltolarımızı yanımıza almış olmaktan memnunduk.Yolun zorluğunu unutturur umudu ile yanımıza aldığımız tüfekler, bize yük olmaktan başka bir yarar sağlamayacağa benziyordu.Bir süre sonra kayalık bir dönemece ulaştık.Kayanın yağmurdan bizi koruyacak kadar örtmeli bir yapısı vardı.Bu fikrimi Şakir ile paylaşmak üzere ağzımı açtığımda, yolun alt kenarından bir keklik sürüsü çıktı.Çok sayıda kınalı keklik ürkek erkek bize baktılar.Sonra paniğe kapılmadan, altına saklanmayı düşündüğüm kayanın üzerine doğru, sekerek uzaklaştılar.Keklikler de ıslanmışlardı.Tüyleri parlak griliğini yitirmişti.O nazlı,havalı ve de kınalı keklikler sinmiş,küçülmüş ve havalı hallerinden eser kalmamıştı.Sırtımızda ters asılı,ateşe hazır olan tüfeklerimizi doğrultup ateş etsek, en azından birkaç tanesini vurabilecek yakınlıktaydık.Ne benim,ne de Şakir’in içinde böyle bir istek vardı.Bir kendi durumumuza bir de onların durumlarına baktık.Benzer durumlarımız, bizim onlara bir zarar vermememiz gerektiğine inandırdı.Yağmurun havalarını bozduğu bu güzel yaratıkları uzunca bir süre izledik.Sonra düşündük ki bizim altına sığınmayı istediğimiz kayanın altına keklikler girmek isteyebilirlerdi.Şu an biz onlardan daha güçlüydük.Kaya altını onlara bırakmamız daha uygun olurdu.Kayalığı geride bırakarak yolumuza devam ettik.
Köyün altındaki son dik yokuşu tırmanırken sırtımız yağmurdan çok terden ıslanmıştı.Köyün içerisinde rastladığımız köylülerin meraklı bakışlarına aldırmadan okula yürüdük.Okulun bitişiğindeki evin sahibi ile ilk geldiğimde tanışmıştım.Evin önünde duruyordu.Selam verdik.Daha biz sormadan, “İhsan Bey ava çıktı,buyurun bizim evde oturalım,” dedi.Teşekkür ettik.Nasıl olsa lojmanda birileri vardır umudu ile yukarı çıktık.Okul bahçesinden lojmana doğru yürürken pencereden İhsan’ın kız kardeşinin bizi izleyen gözlerini fark ettim.Kapıda bizi sıcak bir tebessümle karşıladı.
Sırtımızdaki ıslak paltoları salonda çıkarıp astık.Tüfekleri bir başka odaya koyması için Seval’a verdik.İhsan’ın güleç yüzlü annesi gene bizi gülerek karşıladı.Elini öptük.Özlemini çektiğimiz annelerimizin yerine koymuştuk.Gösterişten uzak odanın penceresinin önüne sabitlenmiş sedire oturduk.Pencereden dışarı baktım.İç karartan bulutlar giderek inceliyor gibi geldi.Sanıyorum çok geçmeden hava açacaktı.
İhsan’ın annesi bizimle sohbet ederken, Seval durmadan içeri giriyor,dışarı çıkıyordu.Yemek hazırlamakta olduğu belliydi.Her içeri girişinde dikkatle bana baktığını hissediyordum.Ara sıra karşılaşan bakışlarımız beni rahatsız etmeye başladı.Çünkü Seval’in bakışlarındaki anlamı sezebiliyordum.Bu bakışlar karşısındaki insanı etkilemeyi amaçlayan anlamlı bakışlardı.Kendimi zorlayarak bu bakışlardan kaçınmaya çalışsam da çok başarılı olamadığımı itiraf etmeliyim.İçten içe gülümseyen,karşılık beklediğini ifade eden davetkar bakışlar, benim içimde de kıpırdanmalara neden oluyordu.Bu arada dikkatim dağıldığı için,konuşmaları tam olarak anlayamıyor, bu yüzden karşılık vermekte zorlanıyordum.Bu durum beni zora sokuyordu.Şimdi dakikaları bile geçirmekte güçlük çekerken, bir günü nasıl sona erdireceğimi bilemiyordum.Nasıl davranmalıydım?Ne yapmalıydım.Arkadaşımın kız kardeşi ile duygusal bir ilişkiye girmekten rahatsızlık duyuyordum.Bu duygunun sırtıma yüklediği ağırlık altında neredeyse eziliyordum.Bu böyle devam edemezdi.Bir çare bulmalıydım.
Tuvalete gidecekmiş gibi izin alıp dışarı çıktım.Seval de arkamdan geldi.Salonun bir köşesinde duran içi su dolu ibriği bana uzattı.İbriği verirken bilerek elime dokundu.Parmaklarımın ucundan tüm vücuduma bir ateş dalgası yükseldi.Bir an göz göze geldik.Boğazıma doğru bir ateş topu yükseldi.Ağzım kurudu.Benden önce O konuştu. “Seni seviyorum,lütfen beni anla,ayıplama ne olur..Duygularımı karşılıksız bırakma,beni geri çevirme..”Adeta yalvarıyordu.Sesi tir tir titriyordu.Onun titremesi bana da geçti. “Lütfen yapma Seval,” dedim. “Ben henüz böyle bir ilişkiye ve evliliğe hazır değilim.Mesleğe yeni başladım.Önümde askerlik var.Gerçekleştirmek istediğim bazı planlarım var.Yüksek okula girip bir süre daha eğitimime devam etmeyi düşünüyordum.Bu durumda ben sana ne söyleyebilirim?Senin bu güzel duygularına nasıl bir karşılık verebilirim?Hem belki biliyorsundur,ben aleviyim.Ailen bu konuda ne düşünür onu da bilemem.Sen çok güzel ve çok iyi bir arkadaşsın.Senin duygularınla asla oynayamam.Seni üzmek istemem.İleride ne olur, şimdiden bir şey söylemek olanaksız.Her şeyi zamana bırakalım.Bırak bu güzel arkadaşlığımız aynen devam etsin.Birbirimizle dostluğumuzu sürdürelim.Ben sonu evlilikle bitmeyecek bir ilişkiye giremem.Hele senin gibi,en yakın arkadaşımın kız kardeşi ile gönül eğlendirmeyi hiç aklımdan geçirmem.Haydi bu konuyu bir daha açmamak üzere kapatalım.Arkadaşlığımız kaldığı yerden sürsün.” Güzel gözlerine bir hüzün çöktü.Ağlamakla gülmek arası gitti geldi.Belki söylediklerime itiraz etmeye hazırlanıyordu.O’na bu fırsatı vermedim. “Haydi şimdi lütfen içeri gir,annen merak eder,”dedim.Omzuna hafifçe dokundum.Odaya doğru zorlamak istedim.Ne yapmaya çalıştığını anlamadan aniden boynuma sarıldı.Yüzünü omzuma gömerek hıçkırdı.Tanrım,bu ne kadar zor durumdu benim için.Bir yandan bu ailenin bana olan güvenlerini sarsmamak istiyor,öte yanda boynuma sarılan genç kızın kalbini kırmamak için ne yapacağımı bilemediğimden bocalıyordum.Kararlı bir şekilde iki kolundan tutarak,kırıcı olmamaya da özen göstererek kendimden uzaklaştırmaya çalıştım.Burada durmak benim için tehlikeli olmaya başlamıştı. “Yapma,Seval, ne olur böyle davranma,” diyerek dışarı fırladım.
On dakika kadar dışarıda okul kapısının önünde bekledim.Heyecandan titreyen bedenimin sakinleşmesi uzun sürdü.Bahçe duvarının aşağısındaki çeşmeye giderek yüzümü yıkadım.Havanın kasvetli görünümü gitmiş,bulutlar yükselmişti.Güneş batı yönünde bulutların arasından arada bir görünüyor,ışık demetleri,yeryüzünde sarı benekler oluşturuyordu.Lojmana geri döndüm.
Bir süre Şakir ile İhsan’ın annesi arasında geçen konuşmaları dinledim.Aslında kulaklarım hiçbir şey duymuyordu.Dinler gibi yapıyordum.Aklım biraz önceki sahnede kalmıştı.Akşam olmadan Afşar’a geri dönse miydim,diye düşünüyordum.Burada gece kalma riskini göze almak istemiyordum.Davranışlarım önceki doğallığını yitirmişti.Yüzümde,şeklini hiç sevmediğim bir maske taşıyormuşum gibi geliyordu.İhsan da nerede kalmıştı? Burada olması odanın havasını değiştirebilirdi belki.Bir süre sonra elinde bir tabakla Seval içeri girdi.Yüzüne baktım.Gözlerini saklamaya çalışsa da ağladığı anladım.Annesi de durumu fark etti. “Gözüne ne oldu kızım? “diye sordu. “Soğan doğradım,biliyorsun anne,soğan beni her zaman ağlatır,”dedi.Sesindeki alaycılığın altında gizlemeye çalıştığı hüznü,sanıyorum yalnız ben fark ettim.Gözüm dışarıda eve yaklaşmakta olan İhsan’a takıldı. “Hah,işte İhsan geliyor,” dedim.Konu kendiliğinden değişmişti.
O gün,çok istememe rağmen Afşar’a geri dönemedim.Ertesi gün Pazar olduğuna göre, geri dönmek için ne söyleyebilirdim?Okula yakın bir komşu, durumu kurtarmaya,bilmeyerek yardım etti.Bizi evine davet etti.Severek kabul ettik.Zor durumda kalabileceğim ortamdan uzaklaşmak çok iyi geldi.Gece geç saatlere kadar sohbet ettik.Kağıt oynadık Şakir ile birlikte yatıya kalmamızda ısrar etti.Aslında ısrar etmese de kalmayı ben istiyordum.Sabaha kadar gözüme uyku girmedi.Şafakla birlikte kalktım.Ev sahibi neden böyle erken kalktığımıza bir anlam veremese de kahvaltıyı hazırlattı.Adama teşekkür ederek izin istedik.Artık geri dönmemizin önünde bir engel yoktu.İhsan’ın annesi hiç olmazsa akşama kadar kalmamız için epeyce ısrar ettiyse de, önümüzdeki haftanın planlarını yapacağımızı ileri sürerek, gitmek zorunda olduğumuzu söyledik.Saygıdeğer teyzenin elini annemiz kabul ederek öptük.Seval sessiz ve durgundu.İçinden geçenleri dışa vurmak istemediği açıktı.O’da annesi gibi,”hiç olmazsa akşama kadar kalsaydınız,”dedi.Bahanemiz hazırdı.Vedalaşmak üzere uzattığı elini uzun bir süre bırakmadım. “Hoşça kal Seval,”dedim.Gözleri nemlendi.Fısıltılı bir sesle, “Güle güle,yine bekleriz.”dedi.Bu görüşmemizin son görüşme olduğu belki de içine doğmuştu.Son olarak, “kendine iyi bak,” dedi. Geri döndüm, “sen de,” diyebildim.Aşağılara doğru hızla yürüdüm.
12
Aralığın son haftasında hava birden soğudu.Önce şiddetli bir yağmur ardından kar geldi.İnsanlar kışa hazırlıklıydılar.Kışlık odunlar yeteri kadar temin edilmiş,kırılmış ve istiflenmişti.Okulun kışlık yakacak gereksinimi her yıl ekim ayında temin edilirmiş.Orman idaresinin resmi izni ve bir orman koruma memurunun gözetiminde yapılan kesimler sırasında,okul için de bir pay ayrılması bir gelenek haline gelmiş.Bu yılda aynı yol izlenmiş ve okulun ihtiyacı olan odun, ekim ayında okula getirilmişti.Güzden bacalar temizlenmiş,sobalar kurulmuştu.Havaların soğuması ile kurulu sobaların ateşlenmesine de başlandı.
Karın yağdığı haftanın ortalarında,öğrenci devamsızlığında önemli bir artış tespit ettik.Öğrenci devamsızlığının nedenlerini araştırdım.Elde ettiğim bilgilere göre köyde,bilhassa çocuklar arasında salgın bir hastalık vardı.Gözlemlediğim ve dinlediğim kadarı ile birkaç hastalık birden ortaya çıkmıştı.Boğmaca küçük yaştaki çocuklar arsında yaygındı.Kızamık ve grip de büyük bir salgın haline gelmişti.Öğrencilerimizden çoğu ya kızamığa yada boğmacaya yakalanmışlardı.Buna bir önlem almak zorundaydık.Muhtarla konuyu görüştüm.Köyün durumunu bildiren ve bir sağlık ekibi gönderilmesini isteyen bir dilekçe yazarak kaymakamlığa gönderdik.Dilekçeyi köy bekçisi elden götürdü.Zaten posta ile gönderme olanağımız yoktu.Bir yandan dilekçemizin olumlu bir yanıt bulmasını beklerken, öte yandan hastalıkların yayılmasını önlemek için neler yapılması gerektiğini hem öğrencilerimize, hem de köy halkına anlatmaya çalışıyorduk.Bu arada kar da aralıklarla yağmaya devam ediyordu.Köyün bucak ve ilçe merkezi ile olan bağlantısı tamamen kesilmiş durumdaydı.Bu durum bizi kaygılandırıyordu.Çünkü yolların kapanması demek, köye gelecek yardımın engellenmesi anlamına geliyordu.Dilekçeyi ilçeye ulaştırdığımızın üzerinden iki gün geçmişti.Yolların ulaşıma kapalı olduğu haberleri yayılıyordu.Umutsuz bir bekleyiş içerisinde üçüncü güne girmiştik.Okul bahçesinde oynayan öğrencilerin,ilçe yolundan birilerinin gelmekte olduklarını bildiren sesleri üzerine dışarı fırladık.Karın tamamen kaybettiği yolun,çalı ve ağaçlarla sınırlanan alanı içerisinde kalmaya dikkat ederek ilerleyen bir grayder ile onu takip eden bir vilis cip, köye doğru ilerlemeye çalışıyordu.Bir an içim doldu.Dağ başında yalnız olmadığımızın sevincini yaşadım.Demek ki bazen biz kendimizi bu dağ başlarında tek başımızaymış gibi hissetsek de muhtaç olduğumuzda yardımımıza koşacak bir güç vardı.
Önde grayder,arkada cip, okulun önünde durdular.Cipten önce,orta yaşlı,uzun boylu ve sert görünümlü biri indi.Diz boyunu geçen karları yara yara bize doğru ilerledi. “Hoş geldiniz,” dedik.Kendini tanıttı.Taşkent bucak müdürüymüş.Kaymakamlığa yazdığımız dilekçe,gereği yapılmak üzere kendilerine gönderilmiş,O da derhal bir sağlık ekibi alarak yola çıkmış.Beyaz sağlıkçı gömlekleri giyinmiş dört genç görevli, bucak müdürünün ardından cipten inerek okula yürüdüler.Beyaz gömleklerinin üzerine kalın paltolar giymişlerdi.Bunlardan iki bayanın hemşire, kalan iki erkeğin de doktor olduklarını öğrendik.Okula buyur ettik gelenleri.Bucak müdürü,grayder ve cip sürücülerine “köye kadar ilerleyin,köy halkına sağlık ekibinin geldiğini bildirin.Uygun bir yere hasta olanların ve sıfır on iki yaş arasında çocukların getirilmesi sağlansın,” dedi.Görevlileri dinlenmeleri için müdür odasına davet ettim.Müdür hepsi adına konuştu. “Önce çocukları görelim,sonra dinleniriz,” dedi.Ekip birinci sınıfa girdi.Çocukların hemen hepsi öksürüyordu.Hemşireler yanlarında getirdikleri çantaları açarak aşı yapmaya başladılar.Doktorlar tek tek çocukları muayene ediyor ve onlara bedava ilaçlar vererek nasıl kullanacaklarını söylüyorlardı.Birinci sınıfın işlemleri bitmek üzereyken muhtar,sağlık memuru ve köy bekçisi okula geldiler.Doktor, sağlık memuru Zeki Bey’e bazı sorular yöneltti.Köydeki durum hakkında bilgi edinmek istediği belliydi.Duyduklarından sonra kendilerinin çağrılmasının çok yerinde bir karar olduğunu,gerçekten de çocukların büyük bir bölümünün,hastalıklarının ciddi olduğunu söyledi.İlk tedbir olarak, okulun üç gün süreyle öğretime ara vermesi gerektiğini bildirdi.Müdür de aynı görüşteydi.Okuldaki öğrencilerin muayeneleri ve aşıları tamamlandıktan sonra öğrencileri evlerine gönderdik.
Saat on iki otuz civarındaydı.Muhtar görevlilerin yorgun ve aç olacaklarını düşünmüş olmalı ki evine davet etti.Okul ile köy arasındaki yol, biraz önce grayderin açmış olmasına rağmen gene karlıydı.Yolun iki yanında yüksekliği yarım metreden daha fazla olan kar birikintisi vardı.Havanın ayaza çekmesi durumunda bu karın ilkbahara kadar erimeyeceğine kuşku yoktu.Bu görüntüler kış mevsiminin Toroslardaki doğal bir yansımasıydı.
Yemekten sonra saat ikiye doğru yaşlılar kahvehanesine gittik.İçerisi tamamen doluydu.Biz içeri girince ortada yanmakta olan büyük sobanın çevresinde oturanlar,konuklara yer açmak üzere ayağa kalktılar.Toplu olarak sobaya yakın masalardan birinin çevresine oturduk.İçilen birer kahvenin ardından doktorlar, gelen hastaları büyük küçük demeden muayene etmeye başladılar.İki hemşire ise ağılanması gereken çocuklara aşı yapıyorlardı.Köylülerin hepsi,hazır fırsatını bulmuşken muayene olmak istiyorlardı.Hiç ara vermeden yapılan çalışmalar dörde doğru bitirildi.Çok geçmeden akşamın karanlığı bastıracaktı.Gelenler karanlığa kalmak istemedikleri için gitme hazırlığına başladılar.Yanımızda sakin sakin oturmakta olan bucak müdürü,aniden oturduğu yerden kalktı.Çevremizde oturmakta olan köylü vatandaşların başlarına örttükleri beyaz bereleri toplamaya başladı.Ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştık.Bir anda yirmiye yakın bere topladı.Sıranın kendilerine gelmekte olduğunu anlayan insanlardan bazıları,ya aceleyle dışarı çıktılar,yada berelerini ceplerine sakladılar.Bucak müdürünü şaşkın gözlerle izliyorduk.Müdür, ellerini dolduran bereleri sobanın üst kapağını açarak içerisine attı.Kendi kendine konuşur gibi, “bu köye henüz cumhuriyet yasaları girmemiş anlaşılan,kafalarda bu feslerle dolaşmanın suç olduğunu bilmiyor musunuz?Bir de Afşar köyünün örnek köy olduğu söylenmişti.Örneklik böyle mi oluyor? Eğer örnek olmak istiyorsanız her şeyinizle örnek olmalısınız.Çağ dışı kıyafetlerle örnek olunmaz.Bir daha hiç kimse, cami dışında kafasına takke makke geçirmesin.Bu bir uyarıdır.Bir daha böyle bir manzara ile karşılaşırsam, berenizin yanması sizi hapise atılmaktan kurtaramaz.Bu böyle biline.” Dedi.
Neye uğradığını anlamayan köy insanları birbirlerini tepelercesine dışarı kaçışıyorlardı.Bir kaçı kapıya sıkıştı,ezilme tehlikesi atlattı.Bir anda ortalık karmakarış olmuştu.Beresini bucak müdürüne kaptıranlar,boş bakışlarla ve zoraki gülümseyerek olanları izliyorlardı.İnsanların kimi beresini cebine saklayarak,kimi de dışarı kaçarak kurtarmayı başarmışlardı.Bir süre sonra ortalık yeniden duruldu.Her şey eski haline döndü.Müdür sandalyesine otururken muhtar, “iyi ettiniz müdür bey,elinize sağlık” dedi. Başı her zaman açık gezen cami hocası “ sayın müdürüm,bizim insanlarımızın hepsi cumhuriyete yürekten bağlıdırlar.Atatürk’ün getirdiği yenilikleri içtenlikle benimsemişlerdir.Şu an başlarından topladığınız bereler, yasalara karşı gelinmek için değil,günde beş vakit namazlarını kılarken, başlarına geçirmeyi alışkanlık haline getirmiş oldukları giysileridir.Günlük işlerinin başında ya şapka giyerler yada başları açıktır.Cami kahvehanenin bitişiğindedir.Namaz zamanını burada bekleyenler, başlarına bere takmışlardır.diye yatıştırıcı bir konuşma yaptı.Gerçekten de bu sözler müdürü bir ölçüde yatıştırmış gibiydi.Hoca biraz daha konuşmasını sürdürmeyi düşünüyor olmalıydı.Konuşmak için ağzını açmak üzereyken müdür yine ayağa kalktı. “Her ne amaçla olursa olsun,devrim yasalarına aykırı davranışlar asla hoş görülemez.Belki bu insanlar art niyetli olmayabilirler.Herhangi bir art niyet güdülmese de, yapılan hataları önlemek için, onları uyarmak da benim görevimdir. Ben kişisel düşüncelerimin değil, T.C. yasalarının uygulanmasını isterim.Diyerek konuşmasını tamamladı.Sonra, “gidelim artık,”diye sağlık görevlilerine seslendi.Hep beraber dışarı çıktık.Halkın bir kısmı kahvehanenin önünde bekliyorlardı.Birbirlerine bir şeyler söyleyerek gülüşüyorlardı.Müdürün dışarıda görülmesiyle sesler kesildi.Tedirgin bakışlarla olanları izlemeye koyuldular.
Önce grayder çalıştı.Müthiş bir gürültü ile birlikte,bacasından gökyüzüne simsiyah bir duman yükseldi.Arkasından cip çalıştı.Önce hemşireler ve doktorlar,en son da bucak müdürü cipe bindiler.Grayder alttaki bıçağını belli bir seviyeye kadar indirerek hareket etti.Yolda yükselen karı kenara itelerken,açılan yolda, cip de arkasından ilerliyordu.Okulun önündeki dönemeçte gözden kayboluncaya kadar gidenleri izledik.Köylü ile baş başa kalmıştık.Göcek Halil, “ulen bu ne biçim müdürmüş yahu? Deli mi ne?Niden sen bizim bereleri be.”diye kızgınlığını dile getirdi.Köylüler, bereleri yanınca başları açıkta kalan insanlarla alay ederek kahkahalar atıyorlardı. Muhtar, “bu bizim müdür biraz deliymiş Halil emmi, “dedi. “Aslında bu uçak kullanıyormuş.Yani senin anlayacağın pilotmuş zamanında.Sonra bir kaza geçirmiş,uçağı düşmüş ama kendisi atlayıp kurtulmayı başarmış.Bir daha buna uçma izni vermemişler.O da emekliliğini istemiş ve bucak müdürü olmuş,yakında kaymakam olacağı söyleniyor.”
Muhtarın bu anlattıklarının ne derece doğru olduğunu bilmiyordum.Bilmek de istemem,çünkü hiç önemi yok.Önemli olan bir devlet adamının devrim yasalarına bu kadar bağlı olduğunu gözler önüne sermesiydi.Açıkça belli etmesem de bu küçük göz dağının iyi olduğunu düşündüm.Çünkü, çok masumane görünen bazı düşünce ve davranışların, giderek kronikleşen bir soruna dönüşme olasılığı her zaman vardır.Geçmişte çoğu kez,ülkenin başına bela olan gerici kalkışmaların,zamanında önlem alma basiretini gösteremeyen sorumlu devlet adamlarının, aciz tutumlarından cesaret alarak geliştiği ve çok acı olayların yaşanmasına neden olduğu, tarihi bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.Bu gün, inançlarının gereğini yerine getirirken kendilerini giymek zorunda hissettikleri çağ dışı giysileri,bir gün inançlarının esasıymış gibi algılayarak,ona göre giyinmeyi vazgeçilmez bir davranış biçimine dönüştürmeyeceklerini kim garanti edebilir?Oldukça yeniliklere açık olan bu köy halkına,inancın örtünmeyle bir ilişkisinin olmadığı gerçeği,pek şık bir hareketle olmasa bile,müdür tarafından anlatılmış oluyordu.Öğretmenler olarak bizler, yeni yetişmekte olan nesillere, en açık ifadelerle bu konuları anlatıyor ve benimsetiyorduk.Yetişkin insanların da bunları biliyor olmasının daha anlamlı olacağı kesindi. Bu görevi keşke cami hocası üstlenebilse diye düşündüm.Çünkü yetişkinlerle bire bir muhatap olan kişi hoca idi.Nitekim olayın yaşandığı günün sonrasında camide bir vaazını bu konuya ayırmıştı. “Müdürün dediği gibi, bere yalnızca camide giyilmeli,isteyen başı açık olarak da namazını kılabilir.Bunun dinimizce hiçbir sakıncası yoktur,” dedi.
Sağlık ekibinin çalışmaları,köydeki salgının önlenmesinde etkisini hemen gösterdi.Sağlıklı insanların hastalık kapmamasına yönelik tedbirler,halk tarafından oldukça iyi uygulanıyordu.Hasta olanların ayrı odalarda bakılmasına ,onların kullandığı eşyaları diğerlerinin kullanmamasına önem verilince salgının önü de kısa sürede alındı.Çok geçmeden okulda ve köyde yaşam normale döndü.Yarıyıl yakındı.Bir şubatta başlayacak olan yarıyıl tatilinde beş altı aydır uzak kaldığımız memleketlerimize gideceğimiz için, tatilin gelmesini iple çekiyorduk.Geçmek bilmeyen zamanı hızlandırmak üzere kendimizi çalışmalara verdik.
Yirmi sekiz ocak günü başlayan kar, aralıklı olarak üç gündür devam ediyordu.Kar kalınlığı köy içerisinde yarım metreden fazlaydı.Yükseklerde bir metreyi geçtiği söyleniyordu.Bir şubat günü için ilçeden gelmesini istediğimiz arabanın geleceğinden umudumuzu kesmiştik.Karayolları karla mücadele araçlarının, yolları açmasını beklemekten başka çare olmadığını düşünmek moralimizi bozuyordu.Gözlerimiz karın kesilmesini beklediğimiz havada,kulaklarımız yolların açılma müjdesini verecek insan seslerinde, tedirgin bir bekleyiş içindeydik.Bir şubat gününü böyle geçirdik.Akşama kadar kahvehanede bir araba gelmesini bekledik.Ne hava açıldı, ne de yol.Köylüler gidemediğimiz için üzüldüğümüzün farkındaydılar ama bizi teselli etmeye çalışmaktan başka, ellerinden de bir şey gelmiyordu.
Akşam ve gece sıkıntılı geçti.Eğitmen Ahmet Bey’in, bizi neşelendirmek için anlattığı yeşil fıkralar ve sulu şakalar bile bizi fazla güldüremedi.Gideceğimizi umut ederek yakmadığımız sobaların soğuk yüzlerine bakarak yataklarımıza uzandık.Bir sonraki güne ertelediğimiz yolculuk umudunun sıcaklığında gördüğümüz düşlerde, bizi almaya gelen bir çok araç görerek sabahladık.
Sabah erkenden uyanmama rağmen sıcak yatağımdan kalkmak istemedim.Kalksam ne yapacaktım?Şakir’e baktım uyuyordu.Sırt üstü uzandığım yerden damın kararmış ağaçlarını saymaya başladım.Ağaçlar,yıllar boyu toprak damdan sızan sularla sararmış,bozarmış ve kararmıştı.Henüz sobaların kullanılmaya başlamadığı zamanlarda,duvarlara açılmış olan ocaklardan tüten dumanla islenmiş olmalıydılar.Dökmelikler doğallığını koruyorlardı.Budaksız ve düzgün olan genç çam ağaçlarının yalnızca kabukları soyularak, duvardan duvara uzatılmışlardı.Beni bir süre oyalayan damın dökmelerinden, bakışlarım dışarılara kaydı. Karlı yollarda, memlekete doğru uçarcasına gitmenin tatlı hayaline daldım.
13
Kapının tıkırtısı ile kendime geldim.Dinledim,kapıya vuruluyordu.Saate baktım.Dokuza yirmi vardı.Yataktan çıkarak kapıya doğru yürürken Şakir uyandı. “Günaydın,kapıya vuruluyor,”dedim.Dışarı, “kim o?” diye seslendim.Köy bekçisi Veli’nin sesi geldi. “Hocam ben Veli,köye bir araba geldi,gitmek isterseniz bekletelim.Şehre geri dönecek.”
Aman tanrım,bu adam ne diyordu böyle?Gitmek istersek miş? Yahu iki gündür,ellerimizde çantalarımızla kahve köşelerinde araba bekleyen biz değil miyiz?İnşallah şaka değildir diye düşünerek kapıya fırladım.Bekçi kapının önünde bizden gelecek yanıtı bekliyordu. “Veli efendi,tabi gideceğiz,sen arabanın yanına git,bizim için beklet,başkalarına söz vermesin sakın,”dedim. “Tamam hocam,sen merak etme.Köyümüzden Sarının Ahmet’in eşi hastaymış da onu getirmiş ilçeden.Geri bomboş dönecekti,sizin için eğledik.”Geri döndü ve karda açılan dar yolaklardan aşağı yürüdü.
Sevinçle içeri koştum.Turgut Bey’in kapısını yumrukladım.Az sonra kapı açıldı.Gözlüklerini takmaya fırsat bulamayan Turgut’un, göz kapaklarının yumruk gibi şişmiş olduğu görülüyordu.Dinlenmediği belliydi.Konuşmasına fırsat vermeden, haydi çabuk hazırlan,köye araba gelmiş,”dedim. “Dalga geçme sabah sabah, ne arabası gelecek?” dedi.Durumu kısaca anlattım. Sonunda inandı ve sevinçle yüzü aydınlandı.Turgut memleketine gitmek için bizden daha çok acele ediyordu.Çünkü O,nişanlıydı.Nişanlısına bir an önce kavuşmak istemesinden daha doğal ne olabilirdi? Telaşla giyinmeye başladı.Odama geri döndüm.Şakir giyinmişti bile.Ne olup bittiğini duymuş olmalıydı.Gülerek, “şansa bak, dedi. “Dün akşama kadar araba bekledik,gelmedi.Bu gün sabah erkenden bir araba geldi,iyi yahu,hemen hazırlanıp yola çıkalım.”
Hazırlanmamız ve arabanın yanına inmemiz en çok yarım saat sürdü.Araba caminin önünde duruyordu.Havanın soğukluğuna aldırmadan, çoğunluğunu çocukların oluşturduğu kalabalık bir grup, meraklı gözlerle arabayı inceliyorlardı.Kahvehanenin önünden geçerken bizi gören sürücü arkamızdan yetişti.Selamlaştık.Genç ve esmer bir delikanlıydı.Daha önceki yolculuklarımızda birbirimizi görmüş olmalıydık ki yüzü hiç yabancı gelmedi.Cipin ayrı bir bagaj bölümü yoktu.Beş yolcu kapasitesine sahip olan cipe önce çantaları yerleştirdik.Birimiz öne şoförün yanına, ikimiz de arkadaki koltuklara oturacaktık.Biz bize olsak rahatça sığabiliyorduk.Ancak durumun bizim düşündüğümüz gibi olmadığını sonradan öğrendik.Bir karı koca, bizden çok önce arabanın yanına inmiş, şehre gitmeyi bekliyorlarmış.Bundan şoförün bile haberi olmadığını anladık.Çantalarımızı arabanın arka koltuklarının arasına yerleştirirken, öğretmenlerden başka hiç kimseyi alamayacağını söyledi.Yol bozuk,yokuş ve karlıydı.Güçlükle buraya ulaşabildiğini söylüyordu.Şehre ne zaman ulaşabileceğimizden emin değildi.Kadın, ısrarla çok hasta olduğunu ve mutlaka şehre, doktora gitmesi gerektiğini anlatıyordu.Biz sessizce olanları izliyorduk.Şoför ne kadar itiraz etti ise de,orada bulunan halkın da ısrarı ile, hasta olduğunu söyleyen kadını götürmek zorunda olduğunu kabul etti.Kadının kocasının hiç sesi çıkmıyordu.Belki karısının hasta olduğuna inanmıyordu.Duruşundan adamın zavallı biri olduğunu anlamak mümkündü.Şoför, “haydi binin arabaya gidelim” dedi.Turgut,Şakir ve karı koca eşler arkaya oturdu.Çantalar da ortaya yığılı olduğundan nefes alacak durumları kalmamıştı.Ben, şoförün yanındaki ön koltuğa tek başıma oturduğumdan yerim rahattı.Şoför arabayı çalıştırdı.İçerinin halini görünce canı sıkıldı.Kadınla kocasına dönerek, “bakın,” dedi. “Hasta olduğunuz için arabaya binmenize izin verdim.Taşkent’te sizi indireceğim.Daha ileriye götüremem.Bu halde Taşkent’e ulaşmamız bile zor ama,oraya kadar katlanacağız.” İki kere kornaya bastı.Yanına yakın duran çocukların uzaklaşması uyarısında bulundu.Hareket ettik.
Köy içerisinin yollarındaki kar incelmişti.Durmadan gelip geçen insanların ayakları altında erimiş olmalıydı.Yolun çıkışından itibaren yalnızca iki tekerlek izinden ibaret görünen yol içimizi ürpertti.Şu an içerisinde olduğumuz cipin, gelirken bıraktığı iki tekerlek izinden başka, yola benzer bir yer görünmüyordu.Her taraf bembeyazdı.Beyazın göz alıcı parlaklığında uzanan iki çizgiyi bile ayırt edebilmek zaman zaman güçleşiyordu.Bu yöreyi çok iyi bildiği her halinden belli olan şoför,tüm dikkatini toplamış,gözlerini sabit bir şekilde kendi arabasının yaptığı tekerlek izlerine odaklamıştı.Direksiyon simidini,elinden kurtulsa kaçacakmış gibi sıkı tutuyordu.Kafasını hiç oynatmadan,sadece güçlü kollarının kararlı hareketleri ile döndürdüğü direksiyon,bizim hayat sigortamız gibiydi.
Yarım saat sonra yol üzerindeki ilk köyde durduk.Şoför aşağı inerek tekerlekleri kontrol etti.Arabanın altına üstüne baktı.Her şey normal görünmüş olmalı ki bir sigara çıkararak ateşledi.Sigarayı derin nefeslerle körükledi.Ciğerlerine doldurduğu dumanı bir süre içinde tuttu.Az sonra, bacadan çıkarcasına bol ve mavi renkli sigara dumanını, çatal kraterlerden püsküren küller gibi ağzından ve burnundan havaya saldı.Biz içerinin sıcağından vazgeçmek istemiyorduk.Şoför sigarasını bitirinceye kadar oturmaya kararlıydık.Çene kemiklerimin sızladığını hissettim.Dişlerimden şakaklarıma kadar tüm çenem sızlıyordu.Bedenim bile taş kesilmiş gibiydi.Kapıyı araladım.İçeri hücum eden soğuk havayı ciğerlerime doldurdum.Soğuk hava taşlaşan bedenime iyi geldi.Damarlarımda dolaşan kanın hızlandığını anladım.Kendi kendime “bir daha bu kadar kasılmamalıyım,”dedim.
Arka koltuklarda oturan arkadaşlarımın, benden çok daha zor durumda olduklarından emindim.Buna rağmen sesleri çıkmıyordu.Sessizliği köylü karı koca bozdu.Adam,yumuşak bir ses tonu ile, karısını şehre gitmekten vazgeçirmeye çalışıyordu.Çocuklarının evde tek başlarına kalamayacaklarını söylüyordu.Daha fazla uzaklaşmadan,hemen burada arabadan inerek, geri dönmelerini öneriyordu.Kadın inatçı ve sertti.Asla geri dönmeyeceğini,eğer istiyorsa, kocasının tek başına köye dönebileceğini bağırarak söylüyordu.Konuşmaları önce sakin ve uysalcaydı.Çok geçmeden sertleşti ve kırıcı olmaya başladı.Erkeğin utanıp sıkıldığı belli oluyordu.Ama kadının sesinde ve davranışlarında bir kabalık ve arsızlık seziliyordu.Eşinin yalvarırcasına tavrına karşılık arı namusu bir tarafa atan kadın,ağzına geleni konuşmaya başladı.Artık kocasını istemediğini ve en kısa zamanda kendisinden boşanacağını söylüyordu.Ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bilemiyorduk.Kadının bedensel bir hastalığının olmadığını anlamıştık.Bu durumda biz ne yapabilirdik? Aralarını bulmak ve her ikisini de yatıştırmak için ne söyleyebilirdik?Turgut ile Şakir’in benden çok daha zor durumda kaldıkları açıktı.Çünkü, kavgaya tutuşan eşlerin kızgın nefeslerini, yüzlerinde hissediyorlardı.Tamamen zaptedilmez ve azgınlaşması engellenemez duruma gelen kadının bağırmaları sırasında, ağzından çevreye saçılan tükürükten, arkadaşlarım da bol bol nasiplerini alıyorlardı.Baktım ki durum giderek kötüleşiyor ve geri dönülmez yönlere çekiliyor, “lütfen biraz sakin olun “dedim. “Niçin birbirinizi kırıyorsunuz? Sorunlarınızı daha sakin bir şekilde çözebilirsiniz.” Şoför de konuşmaları işitmişti.Arabanın kapısını açtı.Arkada oturan oturan karı kocaya sert bir ses tonu ile seslendi. “İnin aşağıya ! Dertlerinizi arabanın dışında çözün.Hocaları rahatsız etmeye ne hakkınız var?”Erkek sesini kesti.Kadın bir süre daha homurdanmasını sürdürdü.Sonunda o da sustu. Şoför sigarasını bitirmişti.Yerine geçerek arabayı çalıştırdı.Yol şartları gittikçe güçleşiyordu.Vücudumun yine kasılmakta olduğunu hissettim.Kendimi güzel şeyler düşünmeye zorladım.
Yol üzerindeki ikinci köyü de geride bıraktığımızda, yolun biraz olsun genişlediğini gördüm.Bu köye kadar başka taşıt araçları da gelmiş olmalıydı.Bu arada yükseklik arttıkça kar seviyesinin de yükseldiği seçilebiliyordu.Taşkent’e yaklaşmıştık.Yol şimdi kayalık ve çamlık bir dağın kuzey yakasından ilerliyordu.Daha yukarılar yalçın ve dik olduğundan ufuk çizgisi görünmüyordu.Sadece, bir kuyunun tabanından bakar gibi, en yüksek tepenin üzerinden, yarı kapalı gökyüzünü görebiliyorduk.Aşağılara bakmak için mangal gibi yürek gerekti.Öylesine bir uçurumdu ki, tabanı görünmeyen dereden yükselen selvi kavakların, tepe noktalarını seçebiliyorduk.Dar bir şeride benzeyen yoldan en küçük bir sapma, bizi bin parçaya bölerdi.Bunu bir an bile düşünmek bize soğuk terler döktürüyordu.Ne yukarılara ne de aşağılara bakmak istiyordum.Gözüm iki kalın çukur çizgiden oluşan yola bakıyordu.Arabanın kontrolü sanki benim elimdeydi.
Yolun,beni en çok düşündüren,en tehlikeli ve geçişi en zor olan bölümüne geldik.Burada, yukarılardan akan sular, yolu dikine keserek, küçük bir çağlayan oluşturuyor,sabit duran yuvarlak bir kayanın üzerinden aşağılara dökülüyordu.Sulu alanda kar yoktu.Yol tabanının,kaygan yerli kaya ve çakıl taşlarından oluştuğu görülüyordu.Yolun ortasında küçük bir gölet vardı.Şoför arabayı durdurdu,bir süre yolu inceledi.Yolu ortalayan kayanın neresinden geçmesi gerektiğine karar vermeye çalıştığını anladım.Kayanın üst tarafı arabanın sığmayacağı kadar dar görünüyordu.Alt taraf geniş olmasına rağmen, göl oluşturan suların derin olma ihtimali insanı korkutuyordu.Şoför sonunda bir karara varmış olarak arabayı hareket ettirdi.Tam suyun aktığı noktada,direksiyonu hafifçe aşağı kırdı.Tekerin biri gölcüğün içerisinden,diğeri kaygan kayalığın üzerinden ilerliyordu.Araba birden sarsıldı.Benim oturduğum tarafa yattı.Şoför havaya kalktı. “Aman dikkat et,” demeye zaman bulamadık.Küçük bir sarsıntı bize derenin dibini boylatabilirdi.Ben kapıyı açmaya zorladım.Kapı yan taraftaki kayaya dayanmıştı.Şoför vücudunu, yanındaki kapıdan dışarı doğru sarkıttı.Arkada oturanlar birbirlerinin üzerlerine yığılmışlardı.Aralarında çantalar olmasa kucak kucağa yatıyor olacaklardı.Arabanın motorunu susturan sürücü, tehlikenin boyutlarını kavramaya çalışıyordu.Hepimiz taş kesilmiştik.Yaşamla ölüm arasında sadece arabanın yaslandığı kaya kütlesi vardı.Onunda ne derce güvenli olduğunu bilmiyorduk.’Hayatımız pamuk ipliğine bağlıydı’ deyimi tam da şu an bizim durumumuzu anlatan bir deyimdi.En küçük bir sarsıntıda aşağılara uçabilirdik.Sırtımızı dayadığımız taş yerli mi,oynak mı bilemediğimizden korku muz giderek bir paniklemeye dönüşmekteydi.Şoför, tüm ağırlığını boşluğa bırakarak, arabanın denge noktasını kaybetmemeye çalışıyordu.Üzerinde yatarcasına durduğum kapıyı yavaşça zorladım.Bir karış kadar bir aralık oluştu. “Buradan çıkmaya çalışacağım,”dedim. Şoför, “Hoca çok dikkatli ol,arabayı oynatma,” diye beni uyardı.Bir kedi yumuşaklığı ile aralıktan dışarı uzandım.Önce ellerimi,kafamı,omzumu dışarı çıkardım.Daha sonra,sürünerek araba ile yaslı olduğu kayanın arasındaki boşluğa çıktım.Sırt üstü yatıyordum.Vücudumun yarısı ıslandı.Taşın alt kısmına geçtim.Şimdi durumumuzu daha iyi görebiliyordum.Arabanın yaslandığı taş yerli olmasa da büyük bir kütleydi.Arabanın ağırlığını taşıyacağa benziyordu.Havaya kalkan tekerleklerden tarafa dolandım. “Yaslandığımız taş çok sağlam,korkmayın,” dedim. “Şimdi şoförle ikimiz yukarı doğru asılırken sizde ağırlığınızı yukarı tarafa vermeye çalışın,arabayı düzeltelim.” Araba çatısını oluşturan sağlam demirlerin birinden tutarak asıldım.Ayaklarım yerden kesildi.Şoför de yanıma gelmişti. “Haydi,hep birlikte bizden tarafa yaklaşmaya çalışın,” dedi.Kendisi de benim yanımdan arabaya asılırken saymaya başladı. “Haydi,bir,iki,üüüç…”İçeridekiler tüm ağırlıklarını yukarı doğru verince araba ‘rap’ diye dört tekerinin üzerine oturdu.Kocaman bir ‘oh’ çektik.İçeride sıkışıp kalanlar kendilerini dışarı attılar.Köylü adam karısına çıkıştı: “Ben sana gitmeyelim demedim mi?Bir kıyıda geberip kalacağız.Şimdi hastalığını geçti mi?Ferahladın mı?” Kavga yeniden başlamak üzereydi.Şoför, “gene başlamayın.Taşkent’e yaklaştık.Oraya bir varalım,o zaman ne haliniz varsa görün.” Dedi.
Arabayı buradan kazasız belasız nasıl çıkaracaktık?Bir plan yaptık.Şoför arabayı geri geri yürütürken,biz de hep birlikte devrilmemesi için üst tarafından asılacaktık.Düşündüğümüzü aynen uygulayarak arabayı tehlikesiz bir yere çıkarmayı başardık.Bu geçidi bir geçtik mi kendimizi Taşkent’e ulaşmış sayabilirdik.Zira en tehlikeli yer burasıydı.Yolun bir bölümünü tesviye etmemiz gerekiyordu.Çevreden topladığımız taşları göletin içerisine atarak yolu düzlemeye çalıştık.Biraz önce yan yatmamıza neden olan çukuru taşla iyice doldurduk.Şimdi şoförün, tüm yeteneğini göstermesine sıra geldi.Arabasını çok yavaş hareket ettirerek ilerledi.Biz gene yukarıdan asılıyorduk.Sonunda bu en zor geçidi geçmeyi başardık.
Taşkent uzaktan göründü.Aramızda en çok bir kilometre kadar bir mesafe vardı.Yol geride bıraktığımız yerlere göre daha genişleyerek uzanıyordu.Önümüzde kısa fakat çok dik bir yokuş vardı.Şoför mümkün olabildiğince arabanın hızını artırdı.Motor parçalanacak gibi sarsılarak bağırıyordu.Yokuşu tırmanmaya başladık.Yokuşun ilk çeyreğini geçerken motor boğulmak üzereydi.Sürücümüz çevik bir hareketle vitesi küçülttü.Tekrar gaz pedalına yüklendi.Araba bir süre güçlükle ilerledikten sonra durdu.Olduğu yerde patinaj yapmaya başladı.Arkasını dereye doğru çeviriyordu.Bizdeki korku şoförde görülmüyordu.Direksiyonu arabanın kayma yönüne çevirerek denge kurmaya çalışıyordu.Bir müddet uğraştı,sonunda bu şekilde çıkamayacağını anladı. “Arabayı zorlama,biz inerek arkadan itelim,” dedim.Arabayı güçlükle kontrol ederek yavaş yavaş düzlüğe indirdi.Uygun bir yerde bizi indirdi.Yol buzlanmıştı.Kadın bir kenara çekildi.Biz üç erkek arabanın uygun yerlerinden tuttuk.Araba hareket etti.Gidebildiği yere kadar arkasından koştuk.İlk kaldığı yeri geçerken patinaja başladı.İtmeye başladık.Tekerlerin altından savrulan kar ve toprak yüzümüze birer tokat gibi iniyordu.Buna rağmen arkasından koşmaya devam ediyorduk.Yokuşun sonuna kadar, hiç elimizi bırakmadan arabayı iterek, düzlüğe çıkarmayı başardık.Çok yorulmuş ve soluk soluğa kalmıştık.Giysilerimiz tanınmaz haldeydi.Aşağıdan kadının gelmesini bekledik.Sonra her şey eski halini aldı,sessizce ilerledik.
Taşkent yerleşkesi,adının tam anlamı ile taş kentti.Çok yüksek ve sarp bir kayalığın üzerine kurulmuştu.Evlerin tamamına yakını taşlardan yapılmıştı.Yalnızca resmi binalar farklıydı.Bucağın ilçe ile arasını birleştiren yol,yerleşim alanının sonunda inanılmaz bir yapı ile başlıyordu.Önce sarp kayanın içerisinden geçen bir tünel,sonra en az iki yüz metre yükseklikten kayanın kesilmesi ile sağlanan, asma bir geçit tek çıkış yeriydi.Asma yolun aşağısında,biraz önce bin bir güçlükle Taşkent’e ulaşmak için kat ettiğimiz yolu takip eden, tabanı görünmeyen dere yer alıyordu.Asma yolun uçurumdan tarafı zayıf demir korkuluklarla çevriliydi.Taş yola ancak bir araba sığabilirdi.Karşılaşan iki araba buradan geçmek için, birbirini beklemek zorundaydılar.Tüm bu sert doğa koşullarına rağmen çevrenin doğal güzelliği bir harikaydı.Doğa vahşi ama bir o kadar da güzeldi.Göklere değercesine uzanan selvi çam ağaçları,dere yatağını dolduran selvi kavaklar,çeşit çeşit orman ürünleri, evleri gizleyecek kadar sık ve gürdü.Evlerin taş yığını gibi çirkin görünmesini, onları saran yeşillikler gizliyordu.Havası, suyu her şeyi ile güzeldi,Taşkent.Şimdi yeşille beyazın iç içe olduğu bu kasabadan bir an önce yola çıkmamız gerekiyordu.Daha gidecek yolumuz uzundu.Bu durumu anımsayınca arabaya doluştuk.
Taşkent’ e ulaşınca, şoför arabayı bir kahvehanenin önünde durdurmuştu.Kirlenen elbiselerimizi birazcık olsun temizlemek,elimizi,yüzümüzü yıkamak ve birer sıcak çay içmek iyi bir öneriydi.İtiraz etmeden kahvehaneye yürümüştük.Bu arada şoför, köylü karı kocaya kesin bir dille, buradan öteye bir adım bile götürmeyeceğini söylemişti.Adam çoktan razıydı.Kadın itiraz etmek istedi.Şoför kadını tersledi. “Hasta isen burada doktor da var,hemşire de.Eğer yola devam etmek istersen başka bir araba tut,canın nereye gitmek isterse oraya git.Ben hocaları Konya’ya götüreceğim.Haydi uzaklaş bakalım arabanın yanından.” Şimdi rahat bir yolculuk yapabilirdik.Yolların bundan sonraki bölümünün iyi olduğu söyleniyordu.Güle eğlene,şarkı türkü söyleyerek gidebilirdik.
Taşkent ile Hadim arasındaki yol, kara yolları ekipleri tarafından açılmıştı.Yolun her iki kıyısında biriken karların yüksekliği bir metreden fazlaydı.Stabilize yolun kasislerinin karla dolu olduğu dikkati çekiyordu.Köyle Taşkent arasındaki yolla kıyaslanamayacak kadar geniş ve düzgündü.Araba hiç zorlanmadan hızla yol alıyordu.Neşemiz yerindeydi.Bir süre, Taşkent’e kadar bizimle gelen karı kocanın ilişkileri üzerinde, yarı ciddi yarı şaka,çoğunluklada alaycı fikirler ürettik.Sonunda sanki evlilikte çok deneyim yaşamışız gibi,birbiri ile bağdaşamayacak kişiliklerin birlikteliklerinin, her zaman bu görüntüyü vereceği ortak yorumuna ulaşarak, konuyu kapattık.
Hadim ilçesi nüfus açısından da,gelişmişlik açısından da,Taşkent bucağından daha ileri düzeyde değildi.Yalnızca resmi binaların sayısı fazlaydı.Atatürk Bulvarı adı verilen , yarı bozuk, parke taş döşeli ana caddenin genişliği,Taşkent’in ana caddesinden daha dardı.Şehre ilk gelirken gördüğümüz ‘bulvar’ sözcüğü ile bir hayli alay etmiştik.Doğal yapı olarak da Taşkent’le büyük benzerliği olan ilçenin, tek farklı yanı,çevresini saran dağların, daha yumuşak hatlara sahip oluşu idi.Ağaçsız ve toprak bir tepenin güney eteklerine kurulu şehrin konumu,uzaklardaki dalgalı araziyi, kuş bakışı seyredebilecek yükseklikteydi.
Öğleden sonra saat ikiyi biraz geçerek ilçeye ulaştık.Günde bir kez kalkan Konya otobüsü çoktan gitmişti.Eğer başka bir araç bulamazsak, geceyi ilçede geçirmek zorunda kalacaktık.Nitekim garaj olarak kullanılan alanda bir tane bile taşıt yoktu.Umutsuz bir şekilde otele gitmek üzereyken,bizi köyden buraya getiren şoförden bir teklif geldi.Konya’da işi olduğunu,eğer gitmek istersek ellişer lira karşılığı, bizi Konya’ya kadar götürebileceğini söyledi.Otobüs ücreti kişi başına yirmi lira idi.Bizden ellişer lira isteniyordu.Birbirimize baktık.Üçümüzün de bu teklife sıcak baktığı, gözlerimizden okunuyordu.Tartışmadan kabul ettik.Çantaları henüz arabadan indirmemiştik.Acıkan karnımızı doyurduktan sonra yola devam kararı aldık.Günler kısaydı.Karanlık bastırmadan Konya’ya ulaşmalıydık.Kış mevsiminde gece yolculuğu tehlikeli olabilirdi.Üçe yirmi kala Konya’ya doğru uçarcasına yol alıyorduk.
Yol çoğu kez inişli çıkışlı ama genellikle de keskin virajlıydı.Düz iniş çıkışlar fazla sorun olmuyordu.Ancak virajlar hem hızımızı kesiyor,hem de savrulmalara neden oluyordu.Şoförün ustalığına diyecek yoktu doğrusu.Tam işinin uzmanıydı.Yol bulunca hızlanıyor,bozuk yerlerde gerekli önlemleri alıyordu.İlçeden otuz kırk kilometre kadar uzaklaşmıştık.Sorunsuz bir şekilde yol alıyorduk.Karı temizlenmiş olan yolun yüzeyi sert ve düzgündü.Bir tırmanmanın ardından sonra gelen düz alanda araba hızını artırdı.Sanıyorum hız kapasitesinin son sınırında ilerliyordu.Bu kesimlerde yer yer birikmiş suları bıçak gibi keserek yol alıyorduk.Tekerleklerin altından sıçrayan suların, kenarlardaki beyaz kar yığınlarını, kırmızıya boyadıklarını görebiliyordum.Düz yol bölümünün sonuna gelmek üzereydik.Yolun sağındaki trafik levhası, ileride başlayan keskin bir virajı işaret ediyordu.Tam levhanın önünden geçerken, öncekilerden biraz daha fazla olduğunu son anda fark ettiğimiz, bir su birikintisine daldık.Arabanın ön tekerleri derin bir çukura düştü.Sıçrayan çamurlu sular arabanın ön camını kahverengine boyadı.Görüş alanı bir an için sıfır oldu.Şoför sıkıca frene yüklendi.Araba kontrolden çıktı.Yan yan kayarken, şoförün ani bir refleksle direksiyonu çevirmesi sonucu, tekrar yola döndü. “Aman yavaşla ve durdur şu arabayı,” diye bağırdık.Şoför bir daha frene bastı.Araba bir topaç gibi birkaç defa kendi çevresinde döndü.Ben kesin bir şekilde devrilmekte olduğumuzu düşünüyor,devrilirken kafamı nasıl korumam gerektiğinin hesabını yapıyordum.Bir süre bilincimi kaybettim.Gözlerim görmez,kulaklarım duymaz oldu.Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum.Gözlerimin önünden yavaş yavaş, bir sis perdesinin kalkmakta olduğunu hissettim.Hiç birimizden ses çıkmıyordu.Şoförün elleri, hala sıkı sıkıya direksiyon simidine kenetlenmiş bir halde duruyordu.Arkaya dönüp baktım.Şakir ile Turgut, arabanın tente direklerine kenetlenmiş gibiydiler.İlk konuşan şoför oldu. “Oh be..,Paçayı kıl payı kurtardık.Az kaldı gidiyorduk.Tuh,Allah kahretsin böyle yolu.”Araba stop etmişti.Kapıyı açıp dışarı çıktım.Ayaklarım topuklarıma kadar çamurlu suya gömüldü.Yol tam bir balçık denizi gibiydi.Düz satıhta eriyen kar suları,toprak zemini kaygan bir çamura çevirmişti.Yolun kıyısındaki karlarla ayakkabılarımı temizledim.Arabaya baktım.Yönü ilçe tarafına dönmüştü.Gittiğimizin tam ters istikametine bakıyordu.Diğerleri de arabadan indiler.Yüzlerimiz sapsarıydı.Birer sigara yaktık.Soğuk hava bizi kendimize getirdi.Birbirimize geçmiş olsun dedik.Arabayı iteleyerek Konya yönüne çevirdik.Ayaklarımızı bir daha temizledikten sonra arabadaki yerlerimizi aldık.Şoföre, “lütfen dikkatli ol,geç gidelim ama güç gitmeyelim,”dedim.Aslında bunu söylemeye bile gerek yoktu.Şoför dersini almıştı.Karanlığa kalmadan Konya’ya inmeyi planlamıştık.Oysa biz Konya ovasına bile inmeden karanlık bastırdı.Artık ne zaman varacağımızın önemi kalmamıştı.Nasıl olsa Konya’da sabahlayacaktık. Karlı yolda yitirdiğimiz neşemizi,arabanın tekerleri asfalta değince bulduk.
14
Şubatın on beşi çok çabuk geldi.Ailemin yanında kaldığım yaklaşık iki haftanın nasıl geçtiğini anlayamadım.Köyümün çok özlediğim kış gecelerini doyasıya yaşadım.Eskiden olduğu gibi, gene her gece bir başka evde toplandık.Toplandığımız evlerde zaman zaman büyüklerimizin sohbetlerine katılıyor,bazen de gençler olarak, kendi aramızda oyun ve eğlenceler düzenliyorduk.Ne çok değişik oyunlarımız vardı.El üstünde yüzük,bu el kimin eli,vız vız,fincanda yüzük… Daha neler neler…Oyunları kaybedenlere verilen ceza genellikle taklit veya türkü okumaktı.Türkü okumak bir ceza olmaktan çıkar bazen bir ödül olurdu.Daha sonra da sıra türküsüne çevirirdik olayı.O zaman sesim güzel miydi,yoksa bana mı öyle gelirdi,bilmiyorum.Ama iyi türkü söylerdim. Birileri “haydi bir türkü söyle” dedi mi, hiç nazlanmadan söylerdim.Aslında bizim aile fertlerinin hepsi iyi türkü okurdu.Babam ileri yaşına rağmen bazen öyle bir türkü tuttururdu ki, koyunun kaval dinlediği gibi dinlerdik.Ağabeylerimden biri saz ustasıydı.Hem çalar hem söylerdi.Ötekiler de çok güzel sesliydiler.Köy halkı, bizim bu yeteneğimizin bir hak vergisi olduğunu söylerlerdi.Hele küçük kız kardeşim öyle güzel bir sese sahipti ki, kundakta ağlayan çocuklar, O’nun sesini duyunca seslerini keserlerdi.Çok yakın akrabalardan Halil amcalar ailece aşıktılar.Ailelerinin her ferdi çok güzel saz çalardı.Teyze oğlu Haydar Ali köyün destancısıydı.Nerede bir acıklı olay duysa derhal bir destan yakardı.Bu kadar yetenekli insanlar bir araya gelince, elbette tadına doyamadığımız anlar yaşardık.Yüz yaşına yakın bir ninemiz vardı.Sanki ayaklı kütüphane idi.Nasıl bir belleğe sahipti ki, o yaşında,Aşık Garip Hikayesini,Şah Senem’i,Kerem ile Aslı’yı, Yusuf ile Züleyha’yı,tüm türküleri ile bilir ve geceler boyu, radyolardaki arkası yarınlar gibi anlatır dururdu.Ninemiz anlatmaya başladı mı odayı dolduran kalabalıktan çıt çıkmazdı.Sanki ağzından kelime değil,süzülmüş oğul balı akardı.Anlatırken sıra türkülere gelince, “aldı Kerem,aldı Aslı” der, her türküyü melodisi ile söylerdi.Sanki yüz yaşında bir nine değil de, on sekizinde kız gibiydi.Sesi inanılmaz derecede güzeldi.Onu dinlerken zamanın durmasını dilerdik.Evlere dağılmayı hiç istemezdik.Sonunda hikaye biter,bizler de, her birimiz hikaye kahramanlarından birinin kimliğine bürünmüş olarak, evlerimizin yolunu tutardık.
Her Perşembe ve Cumartesi akşamları büyüklerimizin cem ayini olurdu.Cemlerde gecenin geç saatlerine kadar sohbetler edilir,aşıklar deyiş ve duazimamlar okur,bizlerde büyüklerimiz gibi iki dizlerimizin üzerinde onları dinlerdik.Kerbela olayı,emevi soyunun Ehlibeyt’e yaptığı zulümler anlatılırken,yüzyıllar öncesinde yaşanan bu olaylar,daha dün olmuş gibi acısını içimizde, hisseder gözyaşı akıtırdık.Sema dönenleri derin bir duygu seli içerisinde seyreder, arkasından kılınan halka namazından sonra, büyüklerin yanından ayrılırdık.Bu cem gecelerinde, hiç silinmeyecek bir şekilde benliğimize işlenen, evrensel bir ahlak ilkesi vardı:Eline,diline ve beline sahip olmak.Bu üç sözcükle özetlenen ahlak ilkesine sahip çıktığımız ölçüde, iyi insan olmanın temel koşullarını, yerine getirmiş sayılacağımız öğretilirdi.
O günlerde ulaşım olanakları çok kısıtlıydı.Motorlu taşıt araçları yok denecek kadar azdı.Hayvanlarla sağlanan ulaşımla da, her arananı her an bulma ve alma olasılığı yoktu.Köyün yalnızca bir bakkal dükkanı vardı.Muhtara ait evin, alt katının karanlık bir odasında,çay, şeker,kuru üzüm,incir,halkalı şeker gibi maddeler satılırdı.Halkalı şekerlere çocuklar bayılırdı.Akşamları,bir araya gelerek oyunlar düzenleyen gençlerden cezalı düşenlere bazen incir,üzüm,lokum,büsküvi alma cezası verirdik.Cezalı gençlerin bunları alacak paraları elbette yoktu.Ama onlar işin kolayını biliyorlardı.Evlerindeki ambardan bir iki ölçek tahılı bir torbaya akıtır,sırtladığı gibi doğru bakkala giderdi.İşte size para, değil mi?
Ömür boyu özlemini çekmekte olduğum,çocukluğum ve gençliğimin kış gecelerini,devam ettirdiğim yaşamımla birlikte,zamana karşı koyarak, bu güne kadar taşımanın bir yolunu bulabilseydim, asla yitirmek istemediğim yaşam kesitleri bunlar olurdu.Ama biliyorum ki,bu günün teknolojisiyle ne zamanı durdurmak, ne de yaşanılan her anı ömür boyu birlikte taşıyabilmek mümkün.Ancak belleklerde kalan izleri, ara sıra canlandırıp,hayalimizde yeniden yaşatmakla yetinmek durumundayız.Çalışmakta olduğum Afşar Köyü’ne geri dönerken,tüm geride bırakmak istemediklerimi belleğimde, birlikte götürdüm.
On altı şubat günü,meslekteki ilk eğitim ve öğretim yılının ikinci yarısına,bu kısacık tatilin verdiği yüksek moralle başladım.Gene şu an, ülkeme hizmet etme zamanıydı.Bütün gücümü bu kanala yönelttim.Kısa sürede okulun düzeni,birinci dönemdeki rayına oturdu.Hiçbir olumsuzluk olmadan devam ediyordu.Köy halkı ile ilşkilerimiz çok sıcaktı.Sözümüz dinleniyor,fikirlerimiz benimseniyor,önerilerimiz kabul görüyordu.Yasa dışı derneğin ortadan kaldırılması sırasında, yaşadığımız gerginlikler yüzünden aramız açılan, manifaturacı Muzaffer ile tekrar can ciğer dost olmuştuk.Yaptığına gerçekten çok pişman olduğuna inanıyordum.Davranışlarına izini vuran,bana karşı suçluluk duyduğunun yansımalarını görüyor,geçmişte yaşanılanları unutmasını söylüyordum.Bazen aşırıya varan ölçüdeki saygılı davranışlarının arkasında, bir art niyet yatıp yatmadığı kuşkusuna kapıldığım oluyordu.Ancak,sürekliliğini koruyan içten ve sıcak davranışları, bu kuşkularımın yersizliğini ortaya koyuyordu.Aza Emin ile de iyi sayılırdık.Aramızdaki yaş farkı onunla olan ilişkilerimize, bir sınır koymamızı zorunlu kılıyordu.Gene de, birkaç kere evine yemeğe davet ederek,yaptığı hatayı bağışlatmaya çalışması,duygularının içtenliğini anlatıyordu.
Halıcılık ve biçki dikiş kursları, son derece başarılı bir şekilde devam ediyordu.Bayan olan kurs öğretmenleri ile çok fazla bir araya gelemiyor olsak da,gelişmeleri yakından izliyorduk.Halıcılığa dayalı kooperatif kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştı.Kooperatif yönetiminin yaptığı ilk iş,dokunan halı örneklerinden bir kaçını Konya ve Isparta’ya göndererek, alıcıların ilgisini çekmeye çalışmak olmuştu.Çok geçmeden Ispartalı halı tüccarları köye damladılar.Dokunan halılar çok kaliteliydi.Uygun fiyatlarla çok sayıda halının satış bağlantısı yapıldı.Gelenler Afşar köyü’nde üretilecek halıların toptancısı olmak istiyorlardı.Artık köyde üretilen ipliklerin yeterli gelmeyeceği anlaşılınca Isparta’dan halı ipliği getirilmesine başlandı.En az on aile evlerine halı tezgahı kurdurdu.Daha bir çok aile de tezgah siparişi verdi.Halk halıcılığın çok karlı bir iş kolu olduğunu anlamıştı.Bu işe öncülük ettiğimiz için, bize minnet duyuyorlardı.Ülkemin bir köşesinde,az bir nüfusa karşı olsa da, iyi bir önderlik yaptığım için, kendimle gurur duyuyordum.
15
Bir cumartesi günü öğle saatlerinde Eğitmen Ahmet Bey bizi evine çağırdı.Ara sıra yemeğe çağırdığı olurdu ama genelde akşam çağırırdı.Bu gün gündüz saatlerinde çağırmasına bir anlam veremedik.Saat on üçe doğru yola koyulduk.
Ahmet Bey pencereden bizi görmüş olmalı ki kapının önünde bekliyordu.Çok şakacı biriydi.Her zaman yaptığı gibi birkaç esprili sözle buyur etti.Gülüştük ve karşılık vermeye çalıştık.Girdiğimiz odanın üç farklı yönünde üç pencere vardı.Her pencerenin önünde de birer sedir kuruluydu.Her birimiz bir pencere önüne oturduk.Böylelikle istediğimize göre dışarıyı seyredebilecektik.Benim oturduğum yerden Göksu ve Kazan Dağı görülüyordu.Ayrıca arkadaşım İhsan’ın çalıştığı köyün, birkaç evini de görebiliyordum.Benim bu manzarayı seyretmekten zevk aldığımı bilen arkadaşlar, her zaman bu pencere önünü bana bırakırlardı.
Bir süre havadan sudan konuştuk.Ahmet Bey aç olup olmadığımızı sordu.Aç değildik.Tatil günleri, çoğu kez saat on ikiden önce yemek yemezdik. “Öyleyse yemeği daha sonraya bırakalım,birer kahve içelim.”dedi.Eşine kahve yapmasını söyledi.Az sonra bol köpüklü dört orta kahve geldi.Bu arada Ahmet Bey’in her zamanki rahat tavırlarının olmadığını fark ettim.Gergin olduğu dikkati çekecek ölçüde belirgindi.Benimle göz göze gelmekten kaçınıyor gibiydi.Her zaman karşısındaki insanın gözlerinin içine bakarak konuşan Ahmet Öğretmen bu gün yere bakarak düşünceli ve dalgın bir halde konuşuyordu.Kahveleri içince fincanları ters çevirmemizi istedi.Nerden çıktıysa falımıza bakacakmış.Fala asla inanmadığımı biliyordu. “İşimiz fala mı kaldı?” dedim. “Olsun gene de bakalım bir bakalım,neler çıkacak?” dedi.Fincanları ters çevirdik.Bir süre sonra Turgut Bey’in fincanından başladı, fal bakmaya.Fincanı evirdi,çevirdi,yüzüne ciddi bir anlam vermeye çalışarak bir şeyler söyledi.Memleketi Ereğli’den,nişanlısından söz etti.Gülüp geçtik.Şakir’in fincanı üzerinde fazla durmadı. “Bir şey çıkmamış” dedi.Sıra benimkine geldi.Uzun bir süre fincana baktı.Söyleyeceklerini özenle seçmeye çalışan bir hali vardı.Sonra bazen soru yönelterek bazen önerilerden oluşan konuşmasına başladı. “Yakında memleketinden mektup aldın mı?” diye sordu. “Hayır,” dedim. “Pek yakında ya bir mektup yada bir haber alacaksın,”dedi. “Sevdiklerinden birinin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor,hiç düşmanınız var mı?” “Yok,” dedim. “Seni üzecek bir haber alacaksın,çünkü birinin başı dertte gibi görünüyor.Bu insan kadın da olabilir ve sen onu çok seviyorsun.”Gözünü fincandan ayırmadan konuşuyordu.Bunu benimle göz göze gelmemek için yaptığını anladım.Uzun uzun ve ısrarla kazadan,beladan ve üzüntülü haberden söz etmesi beni kuşkulandırdı.Doğrudan üzerine gittim. “Ahmet Bey sen bana bir şey söylemeye çalışıyorsun.Ama doğrudan söyleyemediğin için falın yarımına sığınıyorsun.Ne söylemek istiyorsan açık açık söyle.Beni daha fazla merakta bırakma.Ailemle ilgili bir şey öğrendin değil mi?Bana gelen bir mektup mu var?Benden önce açıp okudun mu yoksa?” Benim ısrarlı tavrım karşısında fal oyunu oynamaktan vazgeçti. Kaygılı bakışlarını bana çevirdi.Kısa bir tereddüt geçirdikten sonra kararlı bir tavırla konuştu. “Hoca fal mal diye anlatmaya çalıştım olmadı.İşin doğrusu şu:Çok sevdiğin biri bir kaza geçirmiş ama hemen söyleyeyim ki ölmemiş.” “Kim?” diye net bir soru sordum. “Kim kaza geçirmiş?” İçimde bir fırtına koptu.Ailemin tüm fertleri bir bir gözümün önüne geldi.Boğazıma bir şeyler düğümlendi.Kendimi acı bir habere hazırladım. “Lütfen açık konuş,her ne olduysa anlat” dedim.Birden, “Seval vurulmuş,”dedi. “Vurulmuş ama ölmemiş” Önce anlayamadım.Bizim ailede Seval adında biri yoktu. “Bizim ailede Seval yok,Sevim var,yengem,O mu vurulmuş?” diye sordum.Hayır hayır,şu senin arkadaşın İhsan Bey’in kız kardeşi Seval vurulmuş.”Tepemden aşağı kaynar sular dökülmüş gibi bedenimi bir ateş bastı.Yüreğimin üzerinden demir yüklü bir kamyon geçti.Midemden yukarı doğru bir ateş topu yükseldi.Konuşamadım.Boş boş bakındım,bir zaman. “Kim,niçin vurmuş?” diye,sonunda konuşabildim. “Bir öğrenci vurmuş,” diye anlatmaya başladı. “Piyes hazırlığı yapıyorlarmış.İhsan Hoca, çocuktan kendi tüfeğini lojmandan getirmesini istemiş.Kız kardeşi, ağabeyinin tüfeğini gelen öğrenciye vermiş.Çocuk şaka yapmak için tüfeği Seval Hanım’a doğrultmuş ve “seni vurayım mı abla?” der demez tetiğe basmış.Tüfek doluymuş.Seval Hanım’ın arkası çocuğa dönükmüş.Saçmalar ensesine ve saçlarının içerisine dolmuş.Derhal Konya’ya kaldırmışlar.Durumu iyiymiş. Hemen İhsan’ın çalıştığı Karatepe köyüne gitmek istedim.Ahmet Bey, “okulda kimse yokmuş,hepsi Konya ‘daymış.” Dedi.Uzun bir süre hiç birimiz konuşamadık.Anılar sıralandı belleğimde.Seval ile geçirdiğimiz ortak saniyeleri bile yeniden yaşadım.
Arkadaşlarım,sessizliği bozmadan üzüntümü paylaştılar.Daha sonra Ahmet Bey olayı ayrıntılarına varıncaya kadar yeniden anlattı.Bir zaman beni teselli etmeye dönük konuşmalar ardından da olayın yorumları yapıldı.Ahmet Bey yavaştan gerçek kişiliğini buldu.Anlattığı güldürülerle ortalıktaki ağır havayı dağıtmaya çalıştı.Anlatılanları anlamıyordum.Aklım hep Seval’deydi.İçim sıkıldı.Açık havanın iyi geleceğini düşündüm.Yalnız kalmak istiyordum.İzin istedim ayrılmak için.Kalmam için ısrar ettilerse de teşekkür ederek yanlarından ayrıldım.Dışarıda buz gibi bir hava vardı.Hafif bir ürperti geçirdim.Nereye olduğunu düşünmeden ayaklarımın beni götürdüğü yöne doğru yürüdüm.
İki hafta sonra İhsan’ın köye döndüğünü öğrendim.Tek başına geldiğini söylediler.Aynı gün ziyaretine gittim.Morali düzgündü.Seval’in tehlikeyi atlattığını söyledi.Tedaviye Ankara’da devam ediliyormuş.Çok yakında taburcu olup memleketlerine gideceklermiş.Sevindim.
16
Martta bulutların rengi değişti.Beyazımsı gri renkli bulutların yerini, kalın ve siyah bulutlar aldı.Bazı bulutlar yüksek dağları tam orta yerlerinden bir kemer gibi kuşatmışlar,bazıları da Göksu vadisini bir pamuk yığını gibi doldurmuşlardı.Nisanda,giderek yoğunluğu artan bulutlar parçalandı,kapladıkları alanlar küçüldü.Şimdi gökyüzünü daha çok mavi renkler süslüyordu.Güneş ışıkları artık, daha geniş alanları sarıya boyamaktalar.
Torosların ilkbaharı bir başka oluyormuş.Görmeyenin bunları hayal bile etmesi olası değil.Dağların dorukları,saçlarına ak düşmüş pirler gibi bembeyazlar.Tepelerden çok aşağılara kümelenmiş bulutlar, dağlara birer çelenk yapmışlar.Yaz kış, yeşil renklerini koruyan ağaçların renkleri, bir ton açılmış durumda.Ormanların içleri bin bir renkli çiçeklerle süslenmiş.Her dereden inci güzelliğinde sular çağıldamakta.Doğa sanki bir cennet.
Öğretim yılının yaklaştığı şu günlerde ilk kez bir kır gezisi düzenledik.Köyün yakınından akan dere üzerine çekilen sulama setinin yanında piknik yaptık.Henüz sulama başlamamıştı.Setin üzerinden dökülen billur gibi suların oluşturduğu küçük çağlayanı seyretmek, insana huzur veriyordu.
Çağlayanın alt tarafında,dökülen suları doğrudan görebileceğim bir konumda oturuyordum.Suların çağıltısı beni aldı götürdü.Yakın bir gelecekte ayrılmak zorunda olacağım ilk göz ağrım Afşar günlerimi, yeniden değerlendirmeye çalıştım.Belki de yaşamımda bir daha görme fırsatı bulamayacağım köyü,her ayrıntısı ile belleğime nakış gibi işledim.
Nisan sonunda karneleri dağıttık.Çocukların artan başarıları karne ve diploma notları ile tescil edildi.Okulda ve köyde sağladığım başarılardan gurur duyuyordum.Karneleri dağıtırken, tüm öğrencilerimi sevgi ile öperek uğurladım.Zaman zaman göz yaşlarımı tutamadım.Okul boşaldı.Dört arkadaş, yıl sonu yazışmaları için kolları sıvadık.Turgut Bey, mayısın üçünde askeri birliğine katılmak zorundaydı.Ben mayıs on ikide askerde olacaktım.Her ikimizin yeri aynı idi.Askeri eğitimlerimizi Isparta Er Eğitim Tugayı’nda tamamlayacaktık. “Isparta’da görüşürüz,” diyerek Turgut Bey’i uğurladık.İş Şakir ile bana kaldı.Okulun yıl sonu işerinin tümünü beş günde bitirdik.Okulun demirbaşlarını muhtara devrettim.Her şey aldığımdan daha fazla olarak yerli yerindeydi.Okula bu yıl kazandırdığım çok sayıda araç gereç vardı.Ben hepsini tek tek muhtarın görmesini istedim.Muhtar bakmak istemiyordu. “Aldığından çok daha fazlasını bıraktığından eminim.Saymaya gerek yok.Teslim kağıdını ver imzalayayım.”dedi.O iş de bitti.
Köyden ayrılma hazırlığına başladım.Mayısın on ikisinde birliğimde olmak zorundaydım.Eşyalarımı, aldığı kadar emektar tahta bavuluma yerleştirdim.Kalanı da bir torbaya doldurdum.Ev sahibinden kiraladığım yatağı geri verdim.Sıra vedalaşmaya geldi.
İlçeden çağırdığımız aracın yanına inerken,önce yaşlılar kahvehanesine sonra kalan ikisine uğrayarak,orada bulunanlara, “Allaha ısmarladık,” dedim.Kimi boynuma sarıldı,kimi tokalaşarak uğurladı.Köy meydanına büyük bir kalabalık toplanmıştı.Bir olay var diye düşündüm.Ne olduğunu anlamaya çalıştım.Olağanüstü bir şey görünmüyordu.Meğerse beni yolcu etmeye toplanmışlar.Yanlarına yaklaştığımızda elimdeki eşyaları alarak arabaya yerleştirdiler.Cami önünde sıraya geçtiler.Hepsi ile ayrı ayrı vedalaştım.Köyün ileri gelenleri sıranın sonundaydılar.Ormancı,sağlıkçı,cami hocası,ihtiyar heyeti ve en sonda da muhtar.Onlarla kucaklaştık.Gözlerimin nemlenmesine engel olamadım. Boğuk bir sesle, “hakkınızı helal edin,”dedim.Hepsi aynı anda bağırdılar. “Helal olsun.” Muhtar elimi bırakmadı. “Asıl sen hakkını helal et hocam.” Dedi. “Senin köye yaptığın hizmetlerin hakkını nasıl ödeyeceğiz?Senin hakkın bize çok geçti.Şimdiye kadar köyümüze gelenler, senin gibi çalışmış olsalardı, bizim köy küçük İstanbul olurdu.Güle güle git.Yolun ve bahtın açık olsun.” Konuşamadım.Elimi havada sallayarak arabaya bindim.Şoför yerinde hazır bekliyordu.Arabayı çalıştırdı.Bir kaç kez uzun uzun kornaya bastı ve hareket etti. Çok geçmeden, mesleğimin ilk göz ağrısı Afşar’ı geride bıraktık.İlk kez karşılaştığım insanlardan ve köyden ayrılmanın, bu kadar zor olacağını asla tahmin edemezdim.Uzun bir süre içten içe ağladım.
Bilal BENGÜ