BENGÜ EDEBİYAT ODASINA HOŞGELDİNİZ
   
 
  Şeyho

 

ŞEYHO

Avlunun ortasında yatan atının çevresinde, ne yapacağını bilememenin çaresizliği ile dönüp duruyordu. Gözlerini bir an olsun atının gözlerinden ayırmadan bir mucize olmasını bekliyordu. İçinden, bildiği tüm duaları ardı ardına sıralayarak, tanrıdan atını iyileştirmesini diliyordu. Bacaklarını alabildiğine germiş halde yatan kır atın yarı aralık gözlerinden, ağlamayı anımsatan yaşlar akıyordu. Çektiği dayanılmaz acının etkisiyle yerden kaldırdığı başını sert hareketlerle iki yana sallıyor, sonra yavaşça tekrar yere bırakıyordu.

Şeyho, yıllardır kendine bir arkadaş, bir dost ve ekmeğini kazandıran vefalı bir yoldaş olarak bildiği atının, gözleri önünde ölmek üzere olduğunu görüyor, yaşamakta olduğu derin acının yüreğini ezercesine sıkıştırdığını duyumsuyordu. Yüreği bir mengeneye sıkıştırılmış gibiydi. Ekmeğini kazanmada en büyük yardımcısı olan atının, elinden uçup gitmekte olduğunu çaresizlik içinde izlerken, yarınlara olan umutsuzluğu tüm dünyasını karartıyordu.

Yere sere serpe uzanmış yatan at, zaman zaman ön ayaklarından birini ileri geri hareket ettirerek, önündeki görünmeyen bir düşmana tekme savuruyordu. Şeyho, atının bu hareketlerine bir anlam veremeden bazen yere çömeliyor, bazen kalkıp atının çevresinde dönüyor, bulanıklaşan bilincini kullanarak bir çıkış yolu aramaya çalışıyordu. Üzüntüsünü dışa vurmak istemese de gözlerinde toplanan göz yaşları, çevreyi net olarak görmesine engel oluyordu. Bir kaç saat öncesine kadar sağlıklı olan atına ne olduğunu bir türlü aklı almıyordu.

Daha üç gece önceydi. Yöreden özenle seçerek topladığı yaklaşık altmış kilo altın sarısı tütünü, köyün usta gençlerine ince saç telleri gibi kıydırmış ve bir güzel denk yaptırmıştı. Atını çıkacakları uzun yola hazırlamak üzere, her zamanki gibi özenle doyurmuş ve tımar etmişti. Ertesi akşam,yatsı namazından sonra yola koyulmuşlardı. Ay ışığının olmadığı zifiri karanlık gecede başlayan yolculuğun hedefi Suriye idi. Bedeni zayıf olmasına rağmen son derece sağlıklı idi. Uzun yolculuklara alışıktı. Tütün dengi ile birlikte atının taşıma kapasitesini ancak tamamlayabiliyordu. Vücudu ile uyumlu zayıf ve uzun yüzünün rengi bronz heykelleri anımsatıyordu. Gür ve uzun bıyıkları görünümüne, olduğundan daha görkemli bir hava katıyordu. Eyerin her iki yanına sarılı tütün denklerinin ortasında asil bir oturuşu vardı. Yola çıktığı ilk andan itibaren gözleri birer ok gibi ufuk çizgisinin ötesine saplanmış olarak, hızla yol alıyordu.

Sabahın ilk aydınlığı doğu ufkunu kızıla boyarken,onlarca kez geçtiği mayınlı topraklardan, her defasında olduğu gibi, ecel terleri dökerek geçti.Artık ikinci vatanı olarak algıladığı Suriye topraklarındaydı. Sınır boylarındaki birçok köyü, kendi ülkesinin köyleri kadar iyi tanıyordu. Arapçayı ana dili gibi konuşuyordu. Sınıra en yakın olan ilk köyde konaklamaya karar verdi. Getirdiği tütünü iyi bir fiyata sattı. Elde ettiği para ile de Türkiye’de kolay alıcı bulan sigara kağıdı ve çay aldı. İşi bitmiş olmasına rağmen, atını dinlendirmek için, bir gece orada kaldı.Sınırdan geçtiği gecenin üzerinden kırk sekiz saat geçmeden ve henüz yok olmayan atının ayak izlerine basarak geri döndü. Uzaktan gördüğü askeri birliğe yakalanmamak için atını olabildiğince hızlı sürerek yol aldı. Genellikle engebeli bir yapıya sahip olan dönüş yolu hem kendini hem de atını yormuştu.

Evinin avlusundan içeri girer girmez atının yükünü indirdi. Özenle odanın kapısının önüne yerleştirdi. Sahibi olmakla her zaman gurur duyduğu atını avlunun ortasındaki dut ağacına bağladı. Eyerini çıkardı. Kuru bir bezle atının tüm vücudunu kuruladı. Elindeki bez suya batırılmış gibi ıslandı. Eli atın sırtında okşarcasına gezerken, evinin tek geçinim kaynağı olan atına sevgi dolu sözler mırıldandı. Böylelikle hem sevgisini hem de minnetini anlatmak istiyor gibiydi.İki gününü at sırtında geçirmiş olmasının vücudunda oluşturduğu yorgunluğa aldırmadan atının karnını doyurmaya koyuldu. Bol arpa ile zenginleştirdiği saman torbasını kır atın boynuna taktı.Atının iştahla yiyeceğe saldırmasını umuyordu. Hiçte düşündüğü gibi olmadı. At isteksizce boynuna takılan yem torbasını karıştırdı, burun deliklerine dolan samanları güçlü bir solukla temizledi. Sakin sakin Şeyho’ ya bakmaya devam etti. Şeyho atın bu tavrına bir anlam veremedi.İşkillendi. Sebebinin ne olabileceğini düşündü. İçinden, ”köye yaklaştığımızda içtiği su karnını şişirmiş olabilir, birazdan iştahı yerine gelir nasıl olsa,” diye geçirdi. Bir süre atını kendi haline bırakmak için odasına çekildi.

Karısı uzun yoldan gelen eşi için güzel yemekler hazırlamıştı. Şeyho sofraya dizilen yiyeceklere iştahla baktı. Yolda çok acıktığı halde, yanında taşıdığı hazır yiyecekleri yemeyerek iştahını eşinin hazırlayacağı yemeklere saklamayı tercih etmişti. Biraz öncesine kadar da bu düşüncesi aynen geçerliliğini koruyordu. Ama nedense iştahı bir anda yok olmuştu. Canı yemek istemiyordu. Atının iştahsızlığı ona da bulaşmıştı. Galiba, iştahını kaçıran gerçek neden, atına duyduğu endişeydi. Eşinin yaptığı bunca hazırlığa saygısızlık etmemek için birkaç lokma almaya çalıştı. Lokmalar boğazına diziliyordu. Huzursuzluğu iyice arttı. Bir bardak su ile boğazına dizilen lokmaları midesine indirerek, kendisi için bir işkenceye dönüşen yeme işine son verdi. Sırtını tahta sedire dayadı. Bacaklarını uzatarak günlerdir gergide tuttuğu bacak kaslarını gevşetmeye çalıştı. Sağ eliyle uzamış sakalını sıvazlarken odanın ortasında dolanıp duran eşinin hareketlerini izledi. İçini dolduran sıkıntı giderek arttı. Atından duyduğu endişe huzurunu iyice kaçırdı. Artık yerinde duramazdı. Kalktı atının yanına gitti.

Odada yanan gaz lambasının zayıf ışığı bile insanın gözünü alıyordu.Dışarı çıkınca bir süre gözünün karanlığa uyum sağlaması için, kör gibi bekledi.Avlunun ortasına bıraktığı atının görüntüsünü aradı. Atını göremedi. Sık yapraklı dut ağacının gölgesinde kaldığı için göremediğini düşündü. Yavaş ve dikkatli adımlarla ağaca doğru ilerledi. At ayakta değildi. Sere uzanmış ölü gibi yatıyordu. Kesik kesik nefes alıyordu. Nefesini almakta zorlanıyor gibi tuhaf sesler çıkarıyordu. Şeyho’ nun aklı başından gitti. Eşine, ”ışığı dışarı çıkart” diye bağırdı. Şeyho’ nun sesindeki olağan dışılığı sezen eşi, aceleyle gaz lambasını alarak dışarı koştu.Zayıf ışık avluyu daha iyi görülebilecek kadar aydınlattı. At, tüm bedeni ile yere serilmişti.Ayaklarını kontrolsüz bir şekilde uzatmış kafasını bile toprağa yaslamıştı.Karnının anormal bir şekilde şişkin olduğu ilk bakışta anlaşılabiliyordu. Ara sıra kafasını yerden kaldıran at, mahzun bakışlarla Şeyho’ yu süzüyordu. O’ ndan bir şeyler yapmasını bekliyor gibiydi.

Şeyho’ nun içini karartan endişe yüzüne yansıdı. Çaresizliğin, tükenmişliğin acısı yüreğini yaktı. Bilinci bulanıklaştı.Ne yapması, nasıl davranması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu.Atının yanına çömeldi.Bir süre boynunu, kısa yelesini okşadı,onunla konuşmaya çalıştı. Bir şeyler yapmasının zorunlu olduğunu düşünüyor ama ne yapabileceğini bulamıyordu.Uzunca bir aradan sonra köyün genç öğretmeninden yardım istemek geldi aklına.Her konuda köylünün yardımına koşan öğretmenin kendisine de yardım edebileceğini düşündü. Durup beklemekle olmayacaktı. Bir an önce ne yapabilecekse yapmaya çalışmalıydı. Okula koştu.

Okul binası köyün güneyinde, hafif meyilli çayırlığın tam ortasında yer alıyordu. Yaklaşık üç dönüm kadar olan bahçenin ortasındaydı. Bahçenin etrafı dikenli tellerle çevrilmişti. Şeyho, bahçe kapısının demir sürgüsünü açarak içeri girdi. Yeni dikilmiş meyve fidanlarına zarar vermemek için taş döşeli yaya yolundan ilerledi. Öğretmen lojmanının önünde bir süre bekledi.İçeriden ses gelip gelmediğini anlamaya çalışıyordu. Gecenin sessizliğini bozan tek şey, okulun yakınında bulunan köy çeşmesinin akıntısını yurt edinmiş kurbağaların ötüşleri idi. Şeyho, eliyle kapıya vurdu. Ses yoktu. Bir kez daha güçlüce vurdu kapıya.İçeriden tıkırtılar duyuldu.Az sonra öğretmen, ”kim o?” diye seslendi. Şeyho, ”benim,” dedi. ”Ben Şehmuz, kapıyı açar mısın?” Öğretmen tüm köy halkını tanıyordu.Köylünün Şeyho dediği Şehmuz ile de tanışıyordu.Sesinden gelenin Şeyho olduğunu anlamış olmalı ki kapıyı tereddütsüz bir şekilde açtı. ”Hayırdır Şeyho, gecenin bu saatinde gelmenin sebebi ne?” ”Valla hocam,hayır mı desem,şer mi desem,bizim emektar kır at hastalandı,ölüyor galiba.Şuna bir çare söyle, bana bir akıl ver.” Dedi. ”Eğer atım ölürse bizde öldük demektir. Ekmeğimizi ne ile kazanırım? Ne olursun hocam , bana bir çıkar yol göster.” Hocanın elindeki fenerin güçlü ışıkları okulun duvarını boydan boya aydınlatıyordu. Öğretmen hiç beklemediği bir durumla karşı karşıya idi.Bir an şaşırdı.Şaka mı yapıyor ciddi mi diye elindeki ışığı Şeyho’ nun yüzüne tuttu. Şeyho ciddi görünüyordu. Yüzü üzüntüden kırış kırış olmuştu.Öğretmen, gülsün mü ağlasın mı ikileminde gitti, geldi.Kendisine at hastalığı sorulabileceği aklının ucundan bile geçmemişti. Ama gerçek hayat buydu işte.Öğretmen olmanın bir ayrıcalığı vardı.Atta sorulurdu, itte. Çocuk hastalanınca da öğretmene sorulurdu yetişkin hasta olunca da.Köy öğretmenliğinin cilveleriydi bunlar. Bir süre düşünerek zaman kazanmaya çalıştı.Kendi evlerini,baba yurdunu anımsadı.Kendi atlarını düşündü. Zaman zaman sancılanan atlarına,babasının talimatı ile bir miktar rakı içirildiğini hatırladı. Şimdi bunu Şeyho’ ya önerebilirdi. Zaten başka bir çözüm yolu bilmiyordu. ”Biraz rakı bul, içir ata.” Dedi. ”Sonra da gezdir, geçer herhalde.” Şeyho, ”sağ olasın hocam,” diyerek geldiğinden daha hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.Öğretmen, elindeki feneri bahçeden çıkıncaya kadar Şeyho’ nun arkasından tutarak yolunu aydınlattı.Gözden kaybolduktan sonra içeri girdi.

Şeyho, ağırladığı konuklarına ikram etmek için çoğunlukla, evinde rakı bulundururdu. Eve gelir gelmez özenle yerleştirdiği rakı şişesini sandıktan çıkardı.Eşinin yardımı ile yerde yatan ata ,zorla bir şişe rakıyı içirdi.Beklemeye ve rakının etkisini gözlemeye başladı.Aradan çok geçmeden at hareketlendi.Kafasını şiddetle sallamaya ve acı acı kişnemeye başladı.Daha sonra birden bire ayağa fırladı. Atının yularına sıkıca sarılan Şeyho olanları şaşkınlıkla izliyordu.At çıldırmış gibiydi. Arka ayakları üzerinde şaha kalkıyor, daha sonra çifteler savuruyordu. Şeyho, atı daha fazla tutamayacağını anladı.Kendisine bir zarar vermemek için yuları bıraktı.At müthiş bir süratle avluda tur atmaya başladı. Hem koşuyor,hem kişniyor ve bu arada çifte savururken aşırı yellenme sesleri çıkarıyordu. Şeyho ne yapacağını bilmez halde atı izlerken,sevinsin mi,üzülsün mü bir türlü karar veremiyordu.Atın kendini fazla yormaması için yularından yakalayıp sakinleştirmesi gerektiğini düşündü. Koşmakta olan atın önüne geçti. At şaha kalkarak,kendisini yakalamaya çalışan Şeyho’ ya saldırdı.Ön ayakları ile vurmaya çalıştı. Atı durdurması imkânsız gibiydi. Tek yapacağı şeyin tekrar öğretmene koşmak olduğunu düşündü. Yıldırım gibi fırladı.Henüz yatağına uzanmış olan öğretmene seslendi. ”Hocam bir bakar mısın? At çıldırdı.”Öğretmen dışarı çıktı,sakin sakin,”ne oldu Şeyho?” diye sordu. Şeyho yaptıklarını,olanı biteni, bir çırpıda ve boğulurcasına anlattı. ”Şeyho bir şişe rakı verilir mi ata?Bir su bardağı yeterdi. Çok vermişsin.Git hemen içirebildiğin kadar ayran içir.” Dedi. Şeyho eve koştu. Evde ne kadar yoğurt varsa ayran yaptırdı eşine.Güçlükle yakaladığı ata bu kez zorla ayran içirdi.Atın yorgun olduğu hareketlerinin yavaşlığından belli oluyordu.Tüm bedeni terden sırılsıklam olmuştu. Çok geçmeden sakinleşti.Arada bir kişnese de fazla güçlük çıkarmıyordu. Şeyho’ nun tekrar boynuna taktığı yem torbasındaki yiyeceğini yavaştan yavaştan yemeye başladı.Atın rahatladığı apaçık ortadaydı. Şeyho rahat bir nefes aldı.

Sabah oluyordu. Doğu ufkunu süsleyen tan aydınlığı Şeyho’ nun yüreğinde şavkıdı.

 

Bilal BENGÜ

 

 

ATATÜRK
 
FACEBOOK
 
SİNEMALAR
 
ONLİNE KİŞİ
 
 
Bugün 10 ziyaretçi (89 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol