YAPRAK KIRIMI
Turuncu temmuz güneşi, tüm evreni alev alev yakıyordu. Gökyüzünün, insana huzur veren tatlı maviliği, boğucu sıcağın etkisiyle, hepten sarıya kesmişti. Ağaçlarda tek yaprak bile kıpırdamıyor, havada en küçük bir esinti hissedilmiyordu. Böcekler, bulabildikleri en kuytu köşelere gizlenmişlerdi. Geveze ağustos böcekleri suspus olmuşlar, dillerinden düşürmedikleri güzel namelerini söylemekten vazgeçmişlerdi. Serçeler, sığındıkları koyu ağaç gölgelerinde, kanatlarını birer yelpaze gibi kullanarak, vücutlarını serinletmeye çalışıyorlardı. Tavuklar, eşeleyerek nemini çıkardıkları çukurlarda, ağızlarını birer karış açmışlar, güçlükle nefes alma çabasındaydılar. Yöresel halk deyişi ile havada katran kaynıyordu.
Gülbahar, sıcaktan bunalıyor olmasına rağmen, işini aksatmamak için durmadan çalışıyordu. O gün, her zaman yaptığı gibi sabah erkenden kalkmış, inekleri sağıp sığıra kattıktan sonra eşinin kahvaltısını hazırlamıştı. Eşini işe yolcu edince de sağdığı sütü pişirip yoğurt mayalamıştı. Daha sonra yeni uyanan iki çocuğunu giydirmiş ve karınlarını doyurmuştu. Şimdi iş sırası, akşamdan planlanan yaprak kırımındaydı.
Saat öğleye yaklaşıyordu. Güneş, birkaç gündür olduğu gibi, tüm ateşini yeryüzüne salarken Gülbahar, eşeği ahırdan çıkardı. Semerini sırtına yerleştirdi. Üzerine de kendi elleriyle dokuduğu kilim desenli heybeyi attı. Annelerinin, kendilerini eşeğe bindirmesini sabırsızlıkla bekleyen çocukların her birini, heybenin birer gözüne soktu. Biri üç, diğeri beş yaşında olan çocukların dengesini sağlamak için, küçük çocuktan yana, bir su bidonu ile yiyecek çıkısını yerleştirdi. Çocuklar sevinçten uçuyorlardı. Son model pahalı arabalarına binen varsıl çocuklarından daha çok sevindikleri açıkça belli oluyordu. Hazırlıkları tamamlanmıştı. Gülbahar, eşeğin yularını sıkıca çekerek arkasından gelmesi için zorladı.
Köyü ortadan ikiye ayıran,meyilli ve kumla kaplı yolun bittiği noktadan ırmak yönüne saptı. Bağları, ırmağın karşı yakasında,etrafı dik ve sarp kayalıklarla çevrelenmiş boğazdaydı. Irmağa giden yolun bir tarafı kayalık, öte tarafı ise bağlık bahçelikti. Yollar dar ve dolam dolamdı.Kağnı ve at arabalarının demir tekerleklerinin kestiği yolun toprağı,ince toz tabakasına dönüşmüştü. Gülbahar’ ın her adımında yerden yoğun bir toz bulutu yükseliyor,yüzüne,elbisesine yapışıyordu.Gölgeliksiz yoldan bir an önce kurtulmak isteyen Gülbahar’ ın alnında biriken ter damlacıkları, arkasında ince bir iz bırakarak yanağından aşağı süzülüyordu.Eşeğe binmenin keyfini çıkarmaya çalışan çocuklar, girdikleri heybenin içinde, serbest kalan elleriyle, terden yapış yapış olmuş yüzlerine konan at sineklerinin ısırığından, kurtulma savaşımı veriyorlardı.
Sıcaktan bunalmış bir durumda,köy ilkokulunun ilerisindeki delik kayayı geçtikten sonra, kuru dere yatağı ile boğaz yolunun kesiştiği noktadan başlayan gölgeliğe ulaştılar. Bir süre kuru dere yatağının içinden geçen yol, sağ tarafta yükselen kayalıklarla, soldaki bahçelikler arasından, dar bir alana sıkışmış olarak, kıvrım kıvrım uzayıp gidiyordu. Gülbahar, bahçe duvarlarının arasından fışkıran karamuk dikenlerinden korunarak yürüyordu. Dikenlerin elbisesine takılıp yırtmasını önlemeye çalışıyordu. Hemen arkasında kendisini izleyen karakaçanın dikenlere pek aldırdığı yoktu.Hatta bazen karamuk dallarını koparıp yemek için daha da duvarlara yaklaşmaya çalıştığı oluyordu.Eşek dikenlere yaklaştıkça Ayşe bebek,”anneeee,”diye bağırarak uyarıda bulunuyordu.
Bahçe duvarlarını iç tarafından yükselen kaysı ağaçlarının dalları yola taşıyordu.Koyu yeşil dallar arasındaki kaysılar, altın liralar gibi sallanıyordu.Çok uygun geçen mevsim sonrasında,bol ürünlü bir hasat yapılabileceğinden kimsenin kuşkusu yoktu.
Gülbahar,güneşin etkisiyle kor haline gelmiş olan kayalıktan yansıyan sıcaklardan ancak, kuzeye doğru daralarak uzanan vadinin ortasından akmakta olan ırmağa ulaştığında kurtulabildi.Yeşil rengini, çevresini saran salkım söğütlerden alan ırmak,görünüşü ile insana bir ferahlık veriyordu.Ağaçların akan su üzerindeki görüntüleri birer tabloyu andırıyordu.Temmuz sıcağı ile ısınan sığ kıyı sularında dolaşan yavru balıklar,suyun yüzeyinde pırıltılı yakamozlar oluşturuyorlardı.
Vadi ile birlikte genişleyen ırmak yatağı, köy merası olarak büyümeye bırakılmış çayırlığın ortasından geçiyordu.Bu kesimde sular geniş bir alana yayılarak aktığı için, karşı kıyıya geçmek isteyenler en çok burasını tercih ederlerdi.
Gülbahar,ırmaktan geçerken daha şok dikkatli olmaları konusunda ,çocukları uyardı.Sonra ayakkabılarını çıkardı.Topuklarına kadar inen donunun paçalarını,diz üstüne kadar sığadı.Daha önce kullandıkları az eğimli yerden, eşeği aşağı inmesi için zorladı.Çıplak ayağının suya ilk teması ile oluşan bir anlık ürpertinin ardından,tüm vücudunu tatlı bir ferahlık sardı.Pürüzsüz ve gün ışığı görmemiş beyaz bacaklarından yukarılara bir serinlik yayıldı.Her adımında,ayaklarının altından kayan ince ırmak kumlarının hareketi içini gıdıklıyordu.Irmak sularının tüm vücuduna verdiği ferahlığın,uzun süre tadını almak için,adımlarını kısa ve yavaş atıyordu.Ne kadar uzatmaya çalışsa da,en fazla otuz kırk metre genişliğinde olan ırmağı, beş dakikadan daha kısa bir sürede geçti.Uzun boylu süpürge otlarının yoğun olduğu bir yerde,çocukları eşeğin sırtından indirdi.Söğütlere ve meyve fidanlarına zarar verebileceği düşüncesi ile, eşeği bırakacak en uygun yerin, burası olduğuna karar verdi.Yularını sıkıca bir ot köküne bağladı.Çocukların yüzü, ter ve tozdan tanınmaz hale gelmişti.Önce onların yüzlerini yıkadı.Sonra baş örtüsünün uçlarını geriye atarak,avucuna doldurduğu ırmak suyunu yüzüne çarptı.Aynı hareketi defalarca yineledi.Ardından bacaklarına yapışıp kalmış olan kumları yıkadı.Kurumasını beklemeden donunun paçalarını aşağı indirdi.İyice ferahlamıştı.Eşeğin sırtında duran heybeyi aldı,omzuna attı.Çocukların ellerinden tutarak bağa doğru yürüdü.
Bağın ortalarına yakın bir yerdeki büyük kaysı ağacının koyu gölgesine, sırtındaki heybeyi bıraktı.Heybeden çıkardığı cepli önlüğü beline bağladı.İri ve sık meyvelerinin ağırlığı ile uçları toprağa değecek kadar eğilmiş olan dallardan birkaç kaysı koparıp çocuklarına verdi.Bir süre hayranlıkla bağa baktı. Bağ duvarları boyunca yükselen onlarca kaysı ağaçlarının tümü meyve yüklüydü. Verimli topraklar üzerinden fışkıran asma çubuklarının yıllık sürgünlerinin boyları metrelerce uzunluktaydı. Birbirine sarılan çubuklar toprak yüzeyini tamamen kapatmıştı. Gülbahar’ ın,asmaların aralarında ilerleyebilmesi için çok çaba harcaması gerekecekti. Asma çubuklarının uçlarındaki yeni sürgün yaprakların bolluğu, Gülbahar’ ın iştahını kabarttı. Bir an önce işine başlamalıydı.Çocuklarına, ”sakın buradan ayrılmayın,ırmağa gitmeyin, burada uslu uslu oynayın,”diye sıkıca tembih etti.Belli bir konumdan başlamak üzere bağın üst kenarına yürüdü. En baştaki asma sırasından, besmeleyle ilk yaprağı kırarak, bereketli olması dileği ile, önlüğünün cebine attı. Tek başına yaprak toplamak güç bir işti.Gülbahar, bu zorluğun bilincindeydi. Kendine ve becerikli ellerinin çabukluğuna güveni tamdı. Her işte olduğu gibi bu işi de tek başına yapabilecek kadar yetenekliydi. Koca bir evin tek sorumlusu olmanın bedelinin çok çalışmak olduğunu biliyordu. Giderek ellerinin hareketi hızlandı. Elleri kurulmuş bir makine gibi çalışırken, kendini gelecek güzel günlerin tatlı hayallerine kaptırdı.
Bu yıl tüm ürünlerden bol verim alınacağı bekleniyordu.Gülbahar ile eşi,yıllardan beri yaptıkları birikimleri,bu yılın kazancı ile birleştirerek, bir traktör almayı planlıyorlardı Artık traktör olmadan çiftçilik yapmanın, başkalarına çalışmak olduğunu anlamışlardı. Tarlayı sürdürmek,ektirmek ve harmanlatmak için verdikleri para,kendi paylarına kalandan daha çok oluyordu. Yıllık gelirlerinin büyük kısmını, traktör sahiplerine vermek zorundaydılar. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu bir traktör almaktı. Bunlarda öyle yapacaklardı, ne pahasına olursa olsun, bu yıl, bu işi başarmalıydılar.
Gülbahar, yaprakları bir bir kırarken, asmaların yere yakın alt dallarından sarkan iri ve sık taneli üzüm salkımlarını gördükçe, planladıkları işi yapacaklarına olan inancı daha da artıyordu. İçinden basit hesaplar yapıyordu. ”Her asma kökünde birer sele üzüm var. En kötümser olasılıkla üç ton üzüm toplarız.Kaysı da çok bol.Her ağaçtan seksener kilo kaysı alsak iki tona yakın ürün elde ederiz.Bunları iyi bir fiyatla satabildik mi traktörü hiç zorlanmadan alırız.” Bu hesap işi Gülbahar’ ı sevindirdi. Umutları asma çubukları gibi taze filizler verdi. Gülbahar, çok seri hareketlerle kopardığı yaprakları,sapları üst üste gelecek biçimde deste yapıyor ve eteğine baskılayarak dolduruyordu. Önlük doldukça çocukların yanına boşaltıyor, bu arada yaramazlık yapmamaları konusunda onları uyarıyordu. Kendini öylesine işine kaptırmıştı ki güneşin kapkara bulutların arkasına gizlendiğinden, havanın öncekine göre oldukça serinlediğinden haberi bile olmadı. O, işini bir an önce bitirmeye çabalarken, öte yandan kafasında oluşturduğu, doyumsuz düş aleminde geziniyordu.
Ramazan topuna benzeyen müthiş bir patlama ile sarsıldı.Çok korkmuştu.Ne olduğunu anlamak için düşlerinden sıyrılıp dikkatle çevresine bakındı.Çocukların ağlama sesleri geliyordu.Yanlarına koştu.Gündüzü geceye çeviren bulutları en son fark etti.”Korkmayın yavrum,korkacak bir şey yok,hava gürledi.kesin ağlamayı,”diye çocukları susturmaya çalıştı.Çocuklar korkudan birbirlerine sarılmışlardı.Annelerinin yanlarına gelmesi ile ağlamayı bıraktılar,birbirlerinden ayrıldılar. Gülbahar, havanın bu kadar kararmasının farkına nasıl varamadığına şaşırdı, kaldı. Gökyüzünü kaplayan simsiyah bulutlar, gündüzü geceye döndürmüşlerdi. Çok geçmeden şimşek çakmalarının ve gök gürlemelerinin arkası kesilmez oldu. ”Galiba çok yağmur yağacak.” Diye düşündü, Gülbahar. “Artık yaprak kıramam, bir an önce karşıya geçmeliyim.”
Çok geçmeden kat kat kara bulutlar, doğu ufkundaki güneş ışığı demetlerini de yok etti. Gök yüzünün, insanın içini ferahlatan maviliğinden geriye, bir nokta bile bırakmadılar. Aniden ortaya çıkan kuvvetli rüzgar,ağaçları köklerinden sökercesine salladı. Asma çubuklarını karma karış etti. Irmağın kıyısından havaya büyük bir toz kütlesi kalktı. Salkım söğütlerin yanıbaşında oluşan güçlü kasırga, kırdığı dalları, birer kağıt parçası gibi yukarılara çıkarttı. Yağmur damlaları önce tek tek,sonra sıklaşan bir tempo ile düşmeye başladı.Damlalar el gibiydi.Düştüğü yerde küçük bir gölcük oluşturuyordu. Eğer daha sonra artacağı belli olan yağmur damlaları böyle devam ederse, ırmağın sele dönüşmesi kaçınılmaz bir sonuç olacaktı. Bir an önce karşıya geçmeleri gerekiyordu.Gülbahar, olabildiğince çabuk hareket ederek, topladığı yaprakları heybenin gözlerine doldurdu.Koşar adımlarla eşeği bağlı olduğu yerden alıp geldi.Semeri eşeğin sırtına yerleştirdi.Yaprakla doldurduğu heybeyi güçlükle kaldırarak, semerin üzerine attı.Önce yüklü eşeği karşıya geçirmesi gerektiğini düşündü.Çocuklara,”yerinizden bir yere ayrılmayın sakın,ben eşeği karşıya atlatıp döneceğim,”dedi.Bu kez donunun paçalarını kıvırmaya gerek görmedi.Doğruca ırmağa girdi.Yağmur damlaları şiddetini giderek artırıyordu.Eşek, adına layık inadını bu zor zamana saklamış gibi bir türlü ilerlemek istemiyor,yularını geri geri asılıyordu. Gülbahar, eşeği zoraki yürütüyordu.Bu çabaların onlara zaman kaybettirdiğinin farkındaydı ama eşeğe söz geçirmek mümkün değildi.Karşıya güçlükle ulaşabildiler. Yuları eşeğin boynuna sardı.Arkasına bir şaplak vurarak,”deeh!” diye bağırdı. Köye doğru yol almasını istiyordu.Kendisi acele adımlarla geri döndü. Irmağın ortalarına ulaştığında çok şiddetlenen yağmur dolu ile karışık yağmaya başlamıştı. Rüzgar fırtınaya dönüşmüştü.Rüzgarla birlikte düşen dolu tanelerinden korunmak için, başını iki elinin arasına alarak yürüyordu. Her tarafının sırıl sıklam ıslanmış olmasını hiç önemsemiyordu.Onun en büyük sorunu, birer tavuk yumurtası büyüklüğünde düşen dolu tanelerinden, kendisini koruyabilmekti.Irmak geçişini tamamladığına elbise ile yıkanmış gibiydi.Islak elbisesi tüm vücuduna yapışmıştı. Irmak kıyısının mil toprağı, yapışkan bir çamur halini almış olduğundan,çocuklarının yanına güçlükle ulaşabildi.Yağış artık sadece dolu şeklindeydi.Sık ağaç dallarının bile koruyamadığı çocuklarını, vücudu ile korumaya çalışıyordu.Çocukların her ikisini kollarının arasına almıştı. Yavrularını göğsünün altında tutarak, iri dolu tanelerine kendi vücudunu siper ederek, onları korumaya çalışıyordu. Annelerinin kolları arasında birbirlerine sarılmış halde, olanlardan müthiş bir korkuya kapılan çocuklar, tekrar ağlamaya başlamışlardı. Gülbahar’ da içinden gelen ağlama isteğini güçlükle bastırırken çocuklara,”korkmayın yavrum,korkacak bir şey yok,birazdan geçer.” Diyordu. Aslında bu sözler kendisine bile inandırıcı gelmedi. O’ da çocukları kadar hatta onlardan bile fazla korkuyordu.Ömründe görmediği kadar iri taneli ve şiddetli yağan dolunun, kısa sürede kesilecek gibi görünmemesi çok korkutucuydu. Ne olup bittiğini görmek istemiyormuş gibi gözlerini kapatmış, içinden, bilebildiği tüm duaları okuyarak, kendilerine bir zarar gelmemesi için tanrıya yalvarıyordu.Altında saklandıkları ceviz ağacı büyüklüğündeki kaysı ağacı, üzerlerinden çekilmiş gibi, dolu taneleri doğrudan sırtına vurmaya başladı. Ne olup bittiğini anlamak için bir an gözlerini açtı. Gördüğü manzara karşısında dehşete kapıldı.Çevreleri en az on santimetre yükseklikte dolu ile kaplanmıştı. Yağmur başlamadan önce, cenneti anımsatan, yemyeşil bağ, ortadan yok olmuştu. Ağaçlar kış günü gibi yapraksız kalmışlardı. Hatta ince dallardan bir çoğu kırılmış bir halde aşağı sallanıyorlardı.Yarım saatlik bir zaman diliminde doğanın bu denli değişmiş olmasına inanmak zordu. Az önce tonlarca üzüm dermeyi hayal ettiği asmaların yerinde yeller esiyordu.Sarı sarı, altın liralar gibi, dallardan sarkan kaysılar ortadan yok olmuşlardı. Gülbahar’ ın gördükleri gerçek olamazdı.Bir düş,bir kabus görüyor olmalıydı.Şiddeti birazcık azalan doludan cesaret alarak, gözlerini defalarca açtı,kapadı,tekrar açtı.Gördüklerinin gerçek olduğunu sonunda kabul etti.”Aman allahım, aman allahım, bu da mı gelecekti başımıza, bu ne korkunç bir felaket?”diye inliyordu.İçinden bağıra bağıra ağlamak geliyordu. Ne var ki, perişan durumda olan çocuklarının tek dayanakları kendisiydi. Onların yanında aşırı zayıflık göstermemeliydi. Sabrını ve metanetini korumalıydı. Kendini toparlamaya çalıştı. Duygularına gem vurdu.Kırılan umutları devam etmekte olan yaşama engel çıkarmamalıydı. Umut,sonu olmayan ve yaşadıkça insanları ruhen besleyen bir kaynak değil miydi? Bir umut sönerse yerini bir başkası alırdı. Traktör alma umudu, bir başka bahara aktarılabilirdi.Önemli olan umutları hepten tüketmemekti. Bu yıl, uzunca bir zamandan beri kendilerini oyalayan umutlarını, dolu kırmış olsa da, içlerinde yeniden filizlenen umutlar, onları geleceğe kolayca taşıyabilirdi.
Gülbahar, iki büklüm olduğu yerden güçlükle doğruldu.Perişandı.Tüm çabasına rağmen çocuklarını iyi koruyamadığına üzülüyordu.Canlı bir çadır gibi üzerlerine kapanmış olması, onların dolu yıkımından etkilenmesini önlemeye yetmemişti. Çocuklar da anneleri kadar ıslanmışlardı.Üstelik körpe bedenleri üşümüştü. Dolu bir anda havayı kışa çevirmişti.Çocuklar artık ağlamıyorlardı.Gözleri annelerinin gözlerine kenetlenmişti. Annelerini ağlarken görmüş olmaları,onları derinden yaralamıştı. Soğuktan tir tir titremelerine rağmen,annelerini daha fazla üzmemek için,büyükler gibi davranmaya, üşüdüklerini belli etmemeye çalışıyorlardı.Çocuklarının bu davranışları Gülbahar’ ı daha çok üzüyor ama elinden, onları teselli edecek başka bir şey de gelmiyordu.
Sevgilerin en içten olanı ve en sınırsız olanı ile, çocuklarının ikisini birden kucakladı. Onları göğsünde sıkıca tutarak ırmağa doğru yürüdü. Biraz acele ederlerse büyük bir sel oluşmadan ırmağı geçebilirlerdi. Yitirdiği umutlarının acısından ötürü kan çanağına dönen gözlerinden akan yaşlar,saç beliklerinden sızan dolu suyuna karışıyordu.
Bilal BENGÜ