UMUT
Karaçal Tepesi’nin yaşlı pelitleri çoban Mehmet’ i ıslanmaktan korumaya yetmiyordu. İpil ipil yağan yağmurdan saklanacak bir yer arıyor ama istediği gibi bir yer bulamıyordu.Bıraksa davarı buraya, inse aşağılara, belki bir taş deliği bulurdu. Ancak dağda kurt korkusu vardı.Dağın tepesini saran sisin çok geçmeden her tarafı kaplayacağı belliydi. Kurt dumanlı günü sever sözü çobanların kulağında takılı altın bir küpe gibiydi. Bu havada davarını başı boş bırakamazdı.
Hava iyice soğumuştu.Sabahın köründe evden çıkarken, yamçıyı yanına almadığı için kendi kendine kızıyordu.Sabah yaptığı yanlışa kızmanın, kendini yağmurdan ve soğuktan korumadığı da bir gerçekti.Şimdi ne yapabilir, ona bakmalıydı.Üşüyordu,ıslanmıştı ve ipil ipil yağan keçedelen yağmur, içine işleyecekti nerdeyse. Bulunduğu yerin kırmızımsı toprağının yapışkan çamuru, yırtık lastik ayakkabısını elinden almaya çalışıyor gibiydi.Yapışkan çamur, adımının her hareketinde ayağını yakalıyor,yürümesine engel olmaya çalışıyordu.Soğuktan moraran ellerini ısıtmak için ,ucu çatal değneğini koltuk altına sıkıştırarak birbirine sürtüyor, daha sonra ağzından üflediği sıcak nefesi ile ısıtmaya çalışıyordu.Omuz başlarında ve kamburumsu sırtında ıslaklığın tenine kadar ilerlediğini duyumsuyordu. “Off..! Dondum be…”dedi. “Kuru bir kovuk bulup ateş yakmazsam soğuktan gebereceğim .” Çömeldiği ardıç ağacının altından doğruldu, ayaklarının çamurunu silkeledi,açık alana doğru yürüdü. Davarın çan sesleri yakından geliyordu.Sese doğru ilerledi. Kangal cinsi iri köpeği de kendisini izliyordu. Beline sarılı olan azık çıkısının ıslanabileceğini düşündü. Çözdü ve koltuk altına sıkıştırdı. Değneğini kendisine destek yaparak yürüyordu.Davarın önünde durdu.Koyunlar yağmurdan hiç etkilenmemişler gibi otlamaya devam ediyorlardı. Hatta memnun oldukları bile söylenebilirdi. Keçiler, her zaman yaptıkları gibi pelit fidanlarını ayakları ile eğerek, uçlarının genç sürgünlerini yiyorlardı.Mehmet davarın üst tarafına dolandı.Yerden bir taş alıp savurdu. “Hey.. heyyyy….”diye sürüyü heyheyledi. Öncü davar ürktü, aşağı yöneldi. Davarın tümü öncülere uyarak aşağı yürüdü. “Tamam,” dedi Mehmet. “Davar artık üstüme üstüme gelir. Ben kendime uygun bir yer bulmalıyım.Ateş yakıp ısınmazsam hastalanacağım kesin.” Düşmemeye özen göstererek meyilli araziden aşağılara yürüdü.
Örtmeli kayanın altına güçlükle indi. Yağmurdan fazla etkilenmemiş bir iki çalı çırpı topladı.En yakınındaki ardıç ağacından ince dallar koparmaya yeltendi.Ardıç ağacı, ince ve sık yapraklarının arasında sakladığı yağmur sularının olancasını Mehmet’in üzerine boşalttı.Kızdı Çoban Mehmet. “Hay anasını sattığımın ağacı.” diye sızlandı. “Islandığım az gibi sende ıslat beni, sende.” Dalları hınçla kopardı ve kayanın altına girdi. Küçük bir oda genişliğindeki mağaranın dip köşesine, temin ettiği çalı çırpıyı uygun bir şekilde yerleştirdi. Ceketinin cebinden çakmağını çıkarttı. Soğuktan uyuşmuş parmakları ile çakmağı çaktı. Eski muhtar çakmağı yanmadı. Defalarca aynı hareketi yapmasına rağmen çakmak yanmamakta direniyordu. Çakmağı iki elinin arasına aldı. Ellerini ağzına yaklaştırarak hohladı.Hem ellerini hem de çakmağı ısıtmaya çalışıyordu.İki elini kullanarak çakmağa bir daha çöktü. Bu kez yandı çakmak. İsli alevi Mehmet’ in göz bebeklerinde yansıdı. Sönmemesi için büyük çaba göstererek hazırladığı kuru yapraklara yaklaştırdı.İnce ince bir duman yükseldi, tutuşan yapraklardan. Yavaş yavaş tutuşan yaprakların üzerini besledi. En son olarak koyduğu ıslak ardıç dalları çıtır çıtır sesler çıkararak tutuştular. Beyaz ve sarı karışımı güçlü bir duman kapladı ortalığı. Soğuktan titreyen bedeni, ateşten yayılan ısının etkisiyle rahatladı. Yüzünün gerginliği kayboldu. Bir süre önünü, bir süre arkasını ateşe dönerek elbisesini kurutmaya çalışıyordu. Islak giysisinin ateşe bakan yüzünden, havaya ince ince buhar yükseliyordu.
Çok geçmeden giysileri kurumuş, kendisi de güzelce ısınmıştı. Geriye çekildi; kendine kuru bir yer bularak oturdu; sırtını kayaya yasladı.Yanan ateşin etkisiyle içinde oluşan kıpırtılar gözlerinde yansıdı. Sabahtan beri çektiği sıkıntıları unutmuş gibiydi. Şimdi çok eskilere uzanmıştı. Yaşamının akışı belleğinde canlandı.
Yaşı otuz dokuzdu,Mehmet’ in. Çok küçük yaşta yetim kalmıştı. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. Kendini bildi bileli hep yoksulluktan kurtulma hayali kuruyordu. Yaşadığı hayatın iyi bir hayat olmadığının farkındaydı. Az çok bir yerler görmüştü. Kendine ait olan yaşamın hiçbir dönemi, özlemini kurduğu hayatın kırıntısı bile olamazdı. Henüz altı yaşını tamamladığı ve mutlu bir çocukluk döneminin başlayacağı bir gün, el kapısında kuzu çobanlığına başlamıştı. O zamanki evlerini yaşının elverdiği ölçüde gayet iyi anımsıyordu. Anası… Anası Mehmet’i bir zengin kapısına çoban vermekle oğlunun geleceğini güvence altına aldığına inanarak, bir başkası ile evlenmişti. Bu olay Mehmet’ i çok derinden yaralamış, o günden sonra bir kez bile baba evine gitmemiş, anasına da asla ana dememişti. Çoban olarak kapılandığı evi, kendi evi gibi benimsemiş, işini hiç aksatmadan yaparak büyümüştü. Yaşı yirmi olunca diğer yaşıtları ile birlikte askere gitmişti.O yaşa gelinceye kadar verdiği emeğin karşılığı olarak ağası, askere giderken iyi bir harçlık vererek uğurlamıştı. Askerden dönünce aynı evde işe başlamış, bu kez kuzu yerine davar çobanlığına terfi etmişti.
Mehmet, yirmi dokuz yaşında evlenebildi. Evlendiği zaman kendisine ait bir evi olması gerektiğini düşündü. Yıllardır uğramadığı baba evi viraneye dönmüştü. Olabildiğince evi tekrar onardı ve eşi ile yeni evlerine yerleştiler. Kapılandığı evin işinden memnundu. El kapısının zorluğu O’ nu fazla etkilememişti. Ağa hangi işe yönlendirirse yapardı. İşi iyi yapamadığı zaman ağasının kendisini azarlamasına hiç gocunmazdı. “Büyüğümdür, elbet azarlar” der, geçerdi. Ancak evlendiği yıldan üç yıl geçmeden, dört çocuk sahibi olması Mehmet’ in dünyaya bakışını değiştirdi. Çocuğunun ikisi tek tek, doğdu. Eşi üçüncü hamileliğinde ikiz bebek dünyaya getirince çocukları bir anda dörtlendi. Böyle olunca durum değişmişti. Ağa evinden elde ettiği gelir altı nüfusa yetmez oldu. Her akşam eve gelişinde çocuklarının perişanlığı içini yakmaya başladı.Çocuklarının en doğal gereksinimleri olan doğru dürüst bir giysilerinin bile olmaması, bir baba olarak Mehmet’i fazlasıyla üzüyor, gururunu incitiyordu. Kafası bu duruma bir çare üretmek için durmadan çalışsa da bu güne kadar, çocuklarını, içinde bulundukları perişanlıktan kurtaracak, geçerli bir çözüm yolu bulamamıştı. Ne yapabilirdi ki? Köyde kaldığı sürece elinden fazla bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Yaşamının çeyrek asrını geçirdiği ağa kapısında kapılandığı sürece, şimdikinden daha güzel bir ortam yaratabilmesi olası değildi. Başka ne yapabilirdi?Dört çocukla beş parasız, herhangi bir şehre taşınsa, bugününü arama olasılığı da vardı.Okuma yazması bile olmayan zır cahil Mehmet’e kim iş verirdi? O’nun en iyi bildiği iş çobanlıktı.Yapmakta olduğu bu işi bile bulmuş olması, iyi bir şans değil miydi?
Mehmet, ara sıra şehre indiğinde, piyango bileti almayı bir alışkanlık haline getirmişti.Belki biletine para çıkar,O’da bu sefil yaşamdan kurtulurdu.Bu bilet işine bazen kendini çok kaptırıyor,para çıkmayınca da büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu.Bilet…Bu sözcük birden içini hoplattı.Yarın akşamın yılbaşı olduğunu hatırladı.Günlerdir koynunda özenle sakladığı bir piyango biletinin olduğunu anımsamak Mehmet’e yeni umutların kapısını araladı.Bileti en güvenli yerlerde taşımaya çalışırdı.Ceketinin iç ceplerinden birini bilete ayırmıştı.Bileti küçük bir cep defterinin sayfaları arasına koyduktan sonra, özenle yerleştirdiği cebinin ağzını,çatal iğne ile kapatarak, daha güvenli hale getiriyordu.Bu gün çok ıslandığını anımsadı.Biletinin zarar görebileceği endişesi aklını başından aldı.Aceleci davranışlarından dolayı eli ayağına dolaşarak, ceketinin iç cebinin ağzına taktığı çatal iğneyi güçlükle açtı.Cebinden, eskilikten beyaz rengi sarıya dönmüş kapaksız bir cep defteri çıkarttı.Defter ıslanmıştı.Yaprakları arasında biletini aradı. “Tüüüüh… Vay akılsız başım.Tüh ki tüh sana.” Diye hayıflandı.Bulduğu bileti dikkatle inceledi.Birazcık ıslandığı belliydi.Ama yırtık falan değildi.Bu kadarcık ıslaklığın bir zararı olmazdı herhalde. “Ecücük ıslanmış,ya çok ıslanıp yırtılsaydı ben ne ederdim?” dedi.Rahatladı.Biletin bir ucundan tutarak kaba bıyıklarının arasına gizlenmiş olan dudaklarına yaklaştırdı.Ucuna bir öpücük kondurdu.Eski defterle birlikte bileti uzaktan ateşe karşı tutarak özenle kuruttu.Bilete baktıkça yarın akşam zengin olacağı duygusuna kapılıyordu.Sevdi okşadı bir süre.Daha sonra gene özenle defterin arasına yerleştirdi.Bu kez cebine koymadı.Yağmurda ceket cebinin çok güvenli olmadığına karar vermişti.Ekmek çıkınının arasına koyarak beline sardı.Artık biletinin ,yani bir gün sonra kendisini ve ailesini çok zengin edecek olan değerli kağıt parçasının, güvende olduğundan emindi. İçini dolduran umut ışığının verdiği mutlulukla eski yerine oturdu.
Davar yakın çevresine kadar inmişti.Keçilerin boynunda asılı çan sesleri çok yakından geliyordu.Mehmet, herhangi bir sorun olmadığına sevindi.Hem başlarında koca kangal varken, nasıl olsa sürüye kolay kolay kurt yaklaşamazdı.Ertesi gün çekilişi yapılacak piyangonun hayaline daldı. “Hey böyük Allahım,hey,erler evliyalar,yoluna gurban olduklarım,noolur şu biletime para çıkarın.Çıkarın da şu irezillikten gurtulayım.Bana acımazsanız küçük sabilerime acıyın.Sırtlarında doğru dürüst giyecekleri bile yok.Çocuklar yırtık giysilerinden utandıkları için el içine çıkamıyolar. Baba olarak bu durumları beni yıkıp kahrediyo.Hele benim babam yoktu,giyemedim,yiyemedim.Aha ben varım emme hiç bişeye gücüm yetmiyo. Gözünü sevdiklerim,bu yılda bizi sevindirin.”
Bunları düşünürken kafasında bir şimşek çaktı. “Belki ben sesimi tanrıya duyuramıyom,belki benim ne dediğini anlamıyodur. Bunun bir kolayı var. Bizim en yakın ziyarete derdimi anlatıyım.Bir de adak adayım.O gurban olduğum benim derdimi böyük allahıma anlatır da biletime para çıkar..”Bu fikir çok hoşuna gitti. “Ulan memet,”dedi kendi kendine. “Bunu şimdiye kadar neden düşünemedin eşek kafalı?”
Bu kararını derhal uygulamaya koymalıydı. Yerinden kalktı. Sürünün yanına yürüdü. Şöyle bir havaya baktı. Bulutlar yükselmiş yağmur dinmişti.Akşam da yakındı. Davarı heyheyledi, köye doğru yöneltti.
Çoban Mehmet, yol boyu durmadan yalvarıp yakardı.Bildiği tüm duaları ardı ardına sıraladı.Yakarılarını bazen içinden, bazen de sesli olarak yapıyordu.Ziyarete yaklaşırken duaya zaman kazanmak ister gibi, adımlarını daha yavaş atıyordu.Hayal aleminde yol alan bir uyur gezer gibi ziyarete yürüdü.
Ziyaret,köyü şehirler arası ana yola bağlayan işlek bir yol üzerindeydi.Ziyarette yatır yoktu.Çok yaşlı, onlarca pelit ağacının kümelendiği alanda bir ermişin yatmakta olduğuna inanılıyordu.Bu ağaçların yanı başından köy koruluğu başlıyordu.Mehmet,yoğun bir duygu yumağına bürünmüş olarak ziyarete yaklaştı.Kendi durumuna acındırmak ister gibi gözlerinde biriken iki damla yaşı kurularken,orada bulunan tüm ağaçları tek tek öperek niyazını tamamladı.Akşamın alaca karanlığı çökmek üzereydi.Biletini özenle sakladığı yerden çıkarttı.Ağaçların arasındaki taş öbeğinin üzerine aynı özenle yerleştirdi.Rüzgar uçurtmasın diye biletin üzerine küçük bir taş koydu.Sesli olarak dileğini dilemeye başladı. “Bak gözünü yüzünü sevdiğim,” dedi. “Aha biletim bu.Bu biletin numarasını al,angaraya bildir.Eğer yarın gece biletime para çıkarsa sana dört ayaklı bi gurban.Belki benim burada durmamı istemen.Ben şu ilerideki ağaçların arkasına gidiyom.Sana on dakka izin.O zamana gadar işini bitir.”
Bulunduğu yerden saygılı adımlarla uzaklaştı. Yaklaşık on beş metre uzaklıktaki ağaçların arkasına oturdu. Ziyaretin bilet numarasını almasını bekleyecekti. Aradan iki dakika geçmişti ki, köy yolunun aşağısından yaklaşmakta olan birinin sesini duydu. Dikkatle yola baktı. Bir adamın, önünde eşekle yaklaşmakta olduğunu gördü. Adamın ziyaretin tam yanından geçmesi gerekiyordu. Mehmet,işinin bozulacağını anladı. Bu duruma engel olmalıydı. Elindeki ucu çatal değneği bir tüfek gibi tutarak yola fırladı. “Dur lan olduğun yerde,” dedi.Adam da,eşeği de beklemedikleri bir anda karşılarına çıkan Mehmet’ ten korkarak sıçradılar. Oldukları yere çivilenmiş gibi durdular. Mehmet yavaş adımlarla yolcuya yaklaştı. Karşısında duran adam köy muhtarıydı.Bu defa korkma sırası Mehmet’ de idi. Muhtar, karşısındakinin Çoban Mehmet olduğunu anlayınca bütün kanı beynine sıçradı. “Ulan kör ayı, sen ne halt ediyon burada?”diye bağırdı. Mehmet hepten bitmişti.Ezilmişti. “Etme muhtar emmi, ben bi halt ettim, gusuruma bakma.Emme niye böyle yaptığımı dersem belki bana hak verirsin.Bizim ziyarete bilet getirdim,numarasını alsın deyi. Tam bu sırada aşağıdan sen sökün ettin. İşini bitirmeden oraya yaklaşmak olur mu? İşte bunun için seni durdurmak istedim.” Dedi. Muhtar gülsün mü, ağlasın mı bilemedi. Şaşkın şaşkın Mehmet’e baktı,sonra bir kahkaha koyverdi. “Ulan deli, ziyaretin işi gücü yok da senin biletinle mi uğraşacak? Haydi, gidelim köye, bu yaptığını kimse duymasın.” Mehmet karşı çıktı. “Niye uğraşmasın? Başka ne işi var ki?” Dedi. “Her neyse,şimdiye kadar numarasını almıştır. Hadi gidek.” Hızlı adımlarla önden ziyarete ulaştı.Bileti bıraktığı yerden aldı,dualarla cebine yerleştirdi.Köye yollandılar.
Köyün girişinde muhtar Mehmet’ten ayrıldı.Mehmet,davarı ağıla götürecekti.Ağıla yaklaştığında, komşusu Bahri’nin, evinin harmanında kendisine bakmakta olduğunu gördü.Selam verdi. “Aleykümselam,”dedi,Bahri. “Nereden böyle Memed?” Mehmet’in içi doluydu.Olanı biteni biriyle paylaşmaya can atıyordu.Gene de ikirciklendi.Söylese mi,söylemese miydi nereden geldiğini? “Hiç,”dedi. “Aha aşağılarda davar otlattım da gelirken yol üstündeki ziyarete uğradım.” Bahri konuşmaya adam arıyordu.Ziyaret sözü ilgisini çekti. “Neyin nesi şu akşam vakti ziyarete uğramak?Orda işin ne idi?”Mehmet içinden ‘nasıl olsa duyulur,muhtar herkese söyler’ diye düşündü. ‘Ben söyleyim daha iyi.’ Komşusunun yanına biraz daha yaklaştı.Derin derin soluklandı. “Valla Bahri,ne yalan deyim,yarın akşam için bir bilet almıştım.Biliyon yoksulluktan canım yanık.Bir adak adadım bizim ziyarete.Belki halime acırlar da bu yılbaşının parası bana çıkar.” Bahri’nin de ziyaretlere sonsuz bir inancı vardı.Mehmet’in bu davranışını beğendi. “Eyi akıl etmişsin lan Memed.” Dedi. “Çok iyi etmişsin ya bir iki yere daha gitseydin.Biri ilgilenmezse bakarsın öteki ilgilenir..”Mehmet iyi bir dert ortağı bulduğuna sevindi. “Haklısın Bahri gardaşım emme bu iş aklıma sonradan geldi.Vakit dar.Yarın son gün,bu saatten sonra nereye gideyim?”
Bahri’ nin eşi Güllü de yanlarına yaklaştı. Konuşmaları ilgi ile dinliyordu. Bahri, “Bak,” dedi, Mehmet’ e. “Gene sen bilin ya bizim büyük evde bir ziyaret var.Yılda birkaç kez kerametine tanık oluruk. Biz dileklerimizi ve adaklarımızı hep oraya yaparık. İstersen gel,birde ona yalvar yakar,adak ada. Kim bilir kısmetin bizim evdeki ziyaretin elindedir.” Mehmet,düşündü,doğru buldu Bahri’ nin söylediklerini. Olur ya kısmeti bu evdeki ziyaretin elindeyse. Bahri’ yi akşamın bu vaktinde yoluna o çıkardıysa. Doğrusu en yakın ziyaret bu olduğuna göre Mehmet’ in derdini de en iyi bu bilirdi. Bahri’nin eşi Güllü de konuşmaya katıldı. “Mehmet ağam,ben bizim ziyaretin kerametini çok gördüm. Derdini birde buna anlat.” Dedi. Mehmet, “Eyi öyleyse” dedi, “davarı ağıla sürüp geliyim.”
Mehmet alelacele davarı ağıla soktu, Bahri’ nin evine geri döndü. Bahri kapıda O’ nu bekliyordu. İçeri buyur etti.
Bahri’nin evi, Karaçal tepesinin kuzey yamacında, dik eğimli arazinin oyulması ile kazanılan alana yapılmış, toprak damlı bir yapı idi. Odalar tren vagonları gibi arka arkaya sıralanmıştı. Birinden diğerine açılan kapılarla girilebiliyordu. Büyük ev yada ambar evi dedikleri oda, en arkada yer alan, ışıksız ve penceresiz bir yerdi. Odanın büyük bir bölümünü, kalın çam kalaslarla yapılmış olan tahıl ambarı kaplıyordu.
Mehmet’ le Bahri, gecenin geç saatlerine kadar oturup sohbet ettiler. Birbirlerine, bildikleri ve duydukları ziyaretlerin kerametlerini anlattılar. Her ikisi de kendilerini aşırı bir duygu seline kaptırmışlardı. Bu duygu yoğunluğu içindeyken zaman geçirmeden işlerini halletmeye karar verdiler. İkisi birden abdest aldılar. Bahri idare lambasını yaktı, Mehmet’in önüne geçti. Bildikleri tüm duaları okuyarak büyük eve yürüdüler. Bahri besmeleyle açtı kapıyı,içeri girdi. Mehmet de aynen O’ nu taklit ediyordu. Ambar odasının içi karmakarışıktı.İdarenin zayıf ve titrek ışığında orta direğe yaklaştılar. Bahri, elindeki lambayı söndürmemeye özen göstererek direği öptü ve geri çekildi. Odanın kapısının önüne gitti.Mehmet’i ziyaretle baş başa bırakmak istiyordu.Mehmet yavaş yavaş direğe yaklaştı.Direği öperek iki dizi üzerine oturdu. Biletini eline aldı. “Hey gözünü sevdiğim,halımı en iyi sen biliyon, size ne malum değil ki? Bu yılbaşı için bilet aldım. Eğer bu biletime para çıkarır da yüzümü güldürürsen sana goç gurban keseceğim. Nolur yardım et,yardım et de bizde şu yoksulluktan gurtulak.” Durdu, gözleri nemlenmişti. Elinin tersi ile gözlerini kurularken derinden derine bir ses duyuldu. “Çok çalış da alın teriyin gazancını ye kör salak.”
Mehmet dondu kaldı.Vücudundaki bütün tüyler ayağa kalktı.Tir tir titremeye başladı.Bahri kapıya doğru kaçmayı akıl edebilmişti.Ani hareketi ile elindeki idare söndü.Çıkarken kafasını kapıya çarptı.Ayağı eşiğe takıldı ve yere yuvarlandı.Kendisini bir an önce dışarı atmaya zorladı.
Mehmet yerinden bile kıpırdayamıyordu. Bacaklarının bağı çözülmüştü. Kendini toparlamaya çalıştı. Sürünerek kaçmayı denedi. Tam o anda güçlü iki el kendisini yakaladı. Eli ayağı çözüldü, hiçbir yanı tutmaz oldu. Yüz üstü yere uzandı. Korkunç bir ağırlık çöktü, Mehmet’ in üzerine. Ih bile diyemedi bir zaman. Bildiği duaları okumak istiyor ama,şu anda hiç birini anımsayamıyordu. Bu durumda ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Birazcık kendini toparlamayı başardı.Ağırlıktan kurtulmaya çalıştı. Kurtulması mümkün değildi. Yalvarmaya başladı. “Gözünü yüzünü seviyim, ayağının altını öpüyüm beni bırak. Biz bi halt ettik,sen gusurumuza bakma. Etme eyleme beni çocuklarıma bağışla…” Ne ettiğinin, ne söylediğinin ayırdında bile değildi.Tek düşünebildiği şey buradan bir an önce kurtulması gerektiği idi. Ama nasıl kurtulacağını bilmiyordu. Tüm yalvarmalarına rağmen üzerindeki ağırlıkta en küçük bir azalma olmuyordu.
Eli ile üstündeki ağırlığı aradı. Yumuşacık, baldırlara değdi eli. İçinden, “Evliya pamuk gibi yumuşak olurmuş derlerdi, aslı varmış,” diye geçirdi.Evliya bir türlü Mehmet’i bırakmıyordu. Herhalde çok kızmış olmalıydı. Belki de ölmesini istiyordu. Korkuyla kendinden geçti.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini anlamadan uzunca bir süre yattı. Kendine geldiğinde üzerindeki ağırlığın olmadığını hissetti. Ellerini, bacaklarını oynattı, yavaş yavaş. Her tarafı sağlamdı. Gözleri bir ölçüde karanlığa alışmıştı. Açık kalan oda kapısını fark edebiliyordu. Dört el üzerinde dışarıya koştu. Dışarıda buz gibi bir hava vardı.Derin derin nefes aldı. Kafasını toplamaya, düşüncelerini bir düzene sokmaya çalıştı. Aklının hala yerli yerinde olduğuna sevindi. İlerideki çeşmeye yürüdü, elini yüzünü yıkadı. Alt dudağı müthiş sızlıyordu. Yaşadığı korku yüzünden ortadan ikiye yarılmıştı. Çevresine bakındı, kimsecikler yoktu. Sessizce evinin yolunu tuttu.
Ertesi sabah Mehmet yataktan kalkamadı.Kendini kalkmak için zorladı ama kalkamadı. Eli ayağı uyuşmuş gibiydi. Davar gütmeye gitmesi gerekiyordu. Bu durumda imkanı yok gidemezdi. Ne yapmalı, ne etmeli diye düşündü.
Odanın kapısı açıldı,karısı girdi içeriye. “Ne yatıyon lan herif?” dedi. “Geç galdığıyın farkında değil misin?” Karısını bir süre yanıtlamadı.Sonra, “Garı ben çok hastayım herhal. Get ağaya söyle, bu gün davarı birine gatsın.”Karısı elindeki çalı çırpıyı ocağa doldururken kaygı ile Mehmet’e baktı.Alt dudağının kocaman yarığını gördü. “Lan sana ne oldu böyle Memed? Niye yarıldı dudağın?” Mehmet ne demesi gerektiğini düşündü.Durumu nasıl anlatmalıydı? En iyisi küçük bir yalan uydurmaktı. “Bu gece düşümde beni çok gorkuttular. Ondan yarılmıştır.” “Besmelesiz yattım desene koca herif.”dedi,kadın. “Öyleyse bu gün yat dinlen, Şimdi gider, gelemeyeceğini ağaya derim ben.” Dışarı çıktı.
Uyumadığı halde,yatağında öğleye kadar döndü durdu, Mehmet. Sonunda kafasını saran kuşkuların ağırlığına dayanamadı, kalktı. Odanın içerisinde uyuşuk uyuşuk döneledi bir süre. Bahri’ yi merak ediyordu. Akşam kendisini bırakıp kaçmış olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Bunun hesabını sormalıydı. Kararlı bir şekilde evden ayrıldı.
Bahri gene evlerinin önünde duruyordu. Bu kez kafası sarılıydı. Mehmet usul usul yanına yaklaştı.Selam bile vermeden söze girdi. “Ne oldu kafana lan?” Bahri aksilendi. “Bilmiyon mu meymenetsiz herif. Sana iyilik etmek isterken kafamı kırıyordum. Akşam evliyadan kaçıyom derken kafamı bir yerlere çarpmışım.”
Bahri’nin eşi Güllü de bu konuşmalar üzerine dışarı çıktı.Dikkatle onları dinliyordu.Mehmet, “Ulan Bahri,neydi akşam başımıza gelenler?”Dedi. “O evde nasıl durabiliyon? Ne deli evliyaymış şu sizinki,az daha canımızı alacaktı.” Durdu, bir şey anımsamaya çalışıyor gibiydi. “Ne dediydi bana?” Güllü kahkahayla güldü.İki erkek ters ters baktılar kadına. “Ne biliyim ne dedi?”Dedi,Bahri. “Çalış da ye mi dedi, ne?” Güllü müthiş gülüyordu.Gülme krizi tutmuş gibiydi. “Alın terinin kazancını ye, kör salak demiştir.” Dedi.Bahri kızdı karısına. “Başımızda gülüp durma gadın, sen nerden bileceksin bize ne dediğini? De get başımdan,canım burnumda zaten, karışmam ha.” Mehmet’te azarladı Güllü’ yü. “Deli soyka, get yanımızdan. Ne var ortada gülecek?” “Halınıza gülüyom lan halınıza.” Daha çok güldü. Bahri’nin kafasında bir şimşek çaktı. Aradığı sorunun yanıtını bulmuş gibiydi. Yüzünde korkunç bir öfkenin yansıması vardı. Gözleri çakmak çakmaktı. Güllü’ nün üzerine yürüdü. “Gız galtak, yoksa akşam sen mi bize bir oyun ettin?” Güllü hala gülmeye devam ediyordu. Kocasının kendisine saldırmaya hazırlandığını sezmişti. O’da horozlandı. “Sizin gibi erkeğe turp sıkıyım emi. Benden nasıl da korkup kaçtınız, yazık lan size yazık.”
Bahri kudurmuş gibiydi.Mehmet’ te durumu yeni kavramıştı.Her ikisi birden Güllü’ ye saldırdılar. Güllü kaçtı. En yakın komşusu Fadime’ nin evine sığınıncaya kadar, eşinin elindeki ince çubuk darbesinden en az iki kez nasiplenmişti. İçeri girmesi ile kapıyı arkadan sürgülemesi bir oldu.
Kapının önünde Bahri ile Mehmet bildikleri tüm küfürleri Güllü’ye savuruyorlardı. Yakın çevrede oturan köylüler, etraflarını sarmış neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra bilinçleri yerine geldi. Yaptıklarının gerekçesini komşulara anlatamayacaklarını gayet iyi biliyorlardı. Her ikisi birden, birbirlerini tanımayan iki yabancı gibi, kös kös evlerinin yolunu tuttular.
Bilal BENGÜ