BENGÜ EDEBİYAT ODASINA HOŞGELDİNİZ
   
 
  Pazarcı

 

PAZARCI

Sabahın alaca karanlığında durmadan önündeki eşekleri dehliyordu. Elindeki ucu nodullu çatal değneği, her “deeh !” deyişinde, hayvanlardan birinin kuyruk çevresine dokunduruyordu. Sivri uçlu demirden canı yanan hayvanlar, sırtlarındaki ağır yüke rağmen koşar gibi yol alıyorlardı. Şehir pazarına tahıl götürmekte olan adamın tek derdi, zamanında pazar yerine ulaşabilmekti.

Dört torbadan oluşan yükleri, iki eşeğin sırtına sarıp yola çıktığında, henüz akşamın geç saatleriydi. Önüne katarak hızlı yürümeye zorladığı hayvanların kulakları dimdikti. Her an bir şeylerden ürküp kaçabilecek çeviklikteydiler. Sırtlarına sarılı ağır yükü saatlerdir taşımaktan oldukça yoruldukları, aşağıya sarkmış kulak diplerinden fışkıran su gibi terden apaçık belli oluyordu.

Doğu ufkunun artan aydınlığından sabahın yakın olduğunu anlamak mümkündü. Köy delikanlısının güneş yanığı esmerliği, seherin alacalı ışığında bile seçilebiliyordu. Bacaklarını ince gösteren yırtık ve yer yer yamalı pantolonun aksine, eğreti duran geniş ceketi, omuzlarını olduğundan daha geniş gösteriyordu. Genç yaşına rağmen uzamış ve bakımsız sakalı ile kaba bıyıkları adama, olduğundan çok daha yaşlıymış izlenimi veriyordu. Köşeli ve terekli şapkasının, kafasının gerisinde yan duruşuna hiç aldırmıyordu. O, elindeki ucu çivili sopasını her üç adımda bir yere vurarak yürürken, kafasını oyalayan ana konu, sabah satacağı üründen alacağı paranın, kendisine ısmarlanan gereksinimleri satın almaya yetip yetmeyeceği idi.

Önündeki yüklü eşeklerle köylülerin ‘HAPAN’ dedikleri tahıl pazarına ulaştığında henüz çok az satıcının gelmiş olduğunu gördü. Tahıl alıcılarının, derme çatma dükkanlarının önünden geçen yola yakın bir yerde torbaları indirdi. Pazarın orta yerinde hayvanlar için ayrılmış üzeri kapalı avluya hayvanlarını bağladı. Saman dolu torbalarını başlarına geçirerek yükünün yanına döndü. Köyden şehre altı saatlik bir yürüme ile ulaşılabiliyordu. Önündeki ağır yüklü eşekleri yürütme güçlüğü göz önüne alınırsa, köy delikanlısının altı saatten daha uzun bir süre yol teptiğine kuşku yoktu. Yorgundu. Mercimek torbalarından yatık olan birinin üzerine otururken, sırtını dik duran diğer torbaya yasladı. Oturduğu yer O’na kalın bir yün yataktan daha rahatmış gibi geldi. Sabah serinliği çıkmıştı. Bir omzuna attığı ceketini düzelterek tüm vücudunu kapatacak şekilde üzerine yaydı. Seyrek kirpiklerinin çevrelediği yuvarlağa yakın yeşil gözlerinden uyku akıyordu. Ara sıra açılıp kapanan gözlerinin çevreyi gördüğü kuşkuluydu. Kısa bir süre uyumasının bir sakıncasının olmayacağını düşündü. Üzerlerine loğ taşı çökmüş gibi ağırlaşan göz kapaklarını, kendi hallerine bıraktı. Daldı. Yarı uyur, yarı uyanık bir durumdaydı. Düş mü, gerçek mi olduğunun ayırtına varmadan, köyden ayrılmadan önce, ailesinin kendisinden almasını istedikleri ihtiyaç listesini anımsamaya çalıştı

Ailesinin her bir ferdi için bir şeyler alacaktı. Verimli bir hasadın arkasından, elde ettikleri ürünlerden, kazanacaklarını düşündükleri gelirle, yıllardır erteledikleri gereksinimlerini, bu yıl almayı umuyorlardı. En başta babasının bir pantolona ihtiyacı vardı. Uzun yıllar önce aldığı kaba kumaştan dokunmuş pantolonun, giyilebilir bir yanı kalmamıştı. Aynı renkten bile olmayan yamalar, eskilikten dikiş tutmaz olmuştu. Annesinin entarisinin eskilikten yana babasının pantolonundan geri kalır yanı yoktu. Yamalı olmasının ötesinde, en küçük bir gerilmede cart diye yırtılıyordu. Çürümüştü. Okula giden kardeşinin giysiye gereksinimi yoktu. O’na birkaç kalem ile defter alacaktı. Yılların giderek daha çok güzelleştirdiği menekşe gözlü kız kardeşi, abisinden fistanlık kumaş, dizge çorap ve yeni çıkan naylon bir ayakkabı almasını istemişti. Nişanlısına da uygun bir şeyler alacaktı elbet. Ama nişanlısının özellikle unutmamasını sıkıca tembihlediği bir isteği vardı. İstediği şey her ne ise adını bir türlü anımsayamadı. Ama ne için kullanacağını asla unutmamıştı.. ”Helke gibi memelerini giydirecekmiş.” Diye, içinden söylendi. Bunu anımsaması ile yüzüne yayılan pembeliğin nedeni biraz utanası geldiğindendi. Gülümsedi. İçinden geçenlerin yakınında bulunanlarca anlaşılamayacağından emin olmak istercesine ceketi kafasına çekti. ”Üüüf be ! Neydi o adı batasıca? Memesine takacakmış. Takmasa olmaz sanki. Niye takarsın ki koca memelere öyle şeyleri. Bırak salına salına gezsinler sere serpe. Neyse canım, benim öyle şeylere aklım ermez. Gülüm istemişse vardır bir bildiği. ”Hayalinde öptü, kokladı nişanlısının memelerini. “ Bana düşen iş, isteneni yapmak. Ötesine karışmamak gerek.”

Yorgun bilinci kurduğu düşlerin yolunu kesti. Bastıran derin bir uykuya esir düştü.

Kendini yana fırlatan şiddetli bir sarsıntı ile açtı gözlerini. Torbalarından bir iki metre ötede sırt üstü yatıyordu. Ne olduğunu anlayamadı. Aval aval etrafına bakındı. Yerden doğrulurken kafasının arkasının çok acıdığını hissetti. Ensesine doğru ılık bir şey akıyordu. Elini ağrıyan yere bastırdı. Eli vıcık vıcık oldu. Eline bulaşan şeyin kıpkırmızı kan olduğunu anlamıştı. Çok sayıda insan çevresine toplanmışlardı. İçlerinden bir kaçı kalkması için yardım etti. Yavaşça kalktı. Gözü, yırtılan ve içerisindeki mercimeklerin döküldüğü torbalara takıldı. Üç beş adım ötelerinde lüks bir otomobil duruyordu. Otomobile yaslanmış olan iri yarı bir adam, umursamaz gözlerle köy delikanlısına bakıyordu. Delikanlı, yırtılan torbalarının yanına yürürken neler olduğunu anladı. Torbalarına çarpan aracın sahibine kin dolu bir ifade ile baktı. Adamın bir açıklama yapmasını en azından özür dilemesini bekler gibiydi. Ama adamın öyle bir düşüncesi yoktu. Tam tersine, gözlerinde düşmanca bir bakış olduğu açıkça belli oluyordu. Köy delikanlısı, dağılan mercimekleri toplamaya çalışırken umursamaz bir eda ile kendisini izleyen şehir eşkıyasına diklendi. “Ulan gavat, koca torbaları gözün görmedi mi? Geniş yola sığmadın mı da geldin bize çarptın? Bütün umudumuz bu torbalardı. Ben şimdi ne ederim? “

Boğazı kupkuruydu. Göğsünden boğazına doğru, ateş gibi bir sıcaklığın yükseldiğini hissediyordu.

Adam aldırmaz, adam utanmaz biriydi. Yaptığından zevk almış ve için için gülen bir hali vardı. Şehir kulübünde kumar oynayarak sabahladığı için, şişen göz kabaklarını örten siyah renkli güneş gözlüğünü, kaba bir hareketle eline aldı. “Sersem, pisliğini yol ortasından başka bırakacak bir yer bulamadın mı?” Dedi. “Neredeyse kendinde geberecek ve başımı belaya sokacaktın.” Köy delikanlısı konuşmak istedi, yutkundu, bir süre boğazından ses çıkaramadı. Çevrede toplanan insanlar acıyarak baktılar. Aslında köy delikanlısını desteklemeleri gerektiğini biliyorlardı. Ancak arabası ile çarpan adam, tahıl pazarında ürünlerini satabilecekleri önemli bir alıcı idi. O’ na karşı cephe almak işlerine gelmiyordu.

Delikanlı çevreye saçılan mercimeği toplamaya çalışıyordu. Torbanın ikisi tamamen yırtılmış ve dökülen mercimekler toprağa karışmıştı. Ne kadar özenle toplamaya çalışsa da içerisine karışan toz ve toprağı tam olarak ayıramıyordu. Bu da önemli bir değer kaybına neden olacaktı. Toplayabildiği kadarını topladı. Hoyratça etrafa saçılan el emeği göz nuru olan ürünü ile birlikte, kırılan umutlarını da torbalara doldurdu. İçinin acısı ile göz pınarlarında kuruyan göz yaşlarının aktığını kimselere göstermek istemiyordu. Son birkaç avuç mercimeği torbalara koyarken adama lanetler yağdırıyordu. “Tüh, Allah belanı versin koca herif, bula bula beni mi buldun, şu koca şehirde?”

Koca herif hala oradaydı. Gencin kendisi için söylediklerini az çok duyuyordu. Zaten kavga etmeye her an hazır gibi bir hali vardı. Elini cebine attı. Çıkardığı elli lirayı gence doğru fırlattı. “Fazla konuşup durma, al şunu da kes sesini.” Dedi. Arabasına binerek oradan uzaklaştı.

Delikanlı toplayabildikleri ile yetinmekten başka çaresi olmadığını anladı. Torbaları sıra ile sırtlanarak kenara çekti. Sonra sağlam kalanları ötekilerin yanına taşıdı. Alıcı beklemeye koyuldu.

Öğle olmadan işlerini bitirmişti. Sattığı mercimekten aldığı para, düşündüğü fiyatın yarısı kadar etmişti. Hem mercimek fiyatları ucuzlamıştı hem de dökülüp saçılan torbaları normal fiyatının yarısı kadar bir fiyata satmak zorunda kalmıştı. Eline geçen toplam para ile kendisinden istenenlerin tümünü alabilmesi mümkün değildi. Babasına pantolonluk kumaş almamak olmazdı. Kız kardeşi ile küçük kardeşinin isteklerini de almış, annesi ile nişanlısına alması gerekenleri bir başka sefere ertelemişti. Zaten geri kalan para ile de çay, şeker almış, parasının tamamını harcamıştı. Dün akşamdan beri aç olduğu halde, yolda giderken yemek üzere, kendisine yalnızca bir somun alabilmişti.

Sırtına bindiği eşeğin kulakları gene dikelmişti. Çünkü sabahtan beri yemlerini yemiş, sularını içmişlerdi. İkinci eşeğinin yularını diğeri ile birleştirerek, yoldan başka yerlere gitmesine karşı önlemini aldığı için, rahat yol alıyordu. Torbadan çıkardığı somunu bölerek ağzına atıyor ama yutmakta çok zorlanıyordu. Çünkü katıksız ekmek boğazından güçlükle geçiyordu. Ayrıca kendisine bile itiraf etmek istemese de başına gelen olayı bir türlü hazmedemiyor, hala içi acıyordu. Durumu ailesine nasıl açıklayabileceğinin hesabını iyi yapmalıydı. Zira kendisini beceriksizlikle suçlayabilirlerdi. Bütün bunlar dışında kendisini asıl üzen konu, nişanlısına almaya söz verdiği südyeni alamamış olması idi. Yüreğini yakan duygularını, dağlarla taşlarla paylaşmak istedi. Yanık bir türkü tutturdu.

Ta ezelden beri gurbet elde garibim
Anam, anam canım anam, dertli anam
Şu ellerde bir başkayım gayriyim
Anam, anam güzel anam
Ben hangi derdime yanam

Öğle sıcağının yakıcılığını çok önemsemiyordu. Şehirde söylemek isteyip de söyleyemediklerini dile getirmeye çalışırken, içini yakan acıyı, gözyaşları ile harmanlayarak çevresinde dönen hür kuşlara duyurmak istiyor gibiydi.

Delikanlının uzaktan görüntüsü, bir eşeğe yükletilmiş, oynar eklemli bostan korkuluğundan farksızdı.

 

Bilal BENGÜ

 

 

ATATÜRK
 
FACEBOOK
 
SİNEMALAR
 
ONLİNE KİŞİ
 
 
Bugün 8 ziyaretçi (34 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol