BENGÜ EDEBİYAT ODASINA HOŞGELDİNİZ
   
 
  Safiye

 

SAFİYE 
HAYAT MASALINDA SALINIMLAR
 

Yaşamının şanssızlığı, henüz dünyaya ilk kez gözlerini açtığı günden itibaren başlamıştı. İri çekik gözleri, ağır bir sarılık geçiriyormuş gibi sapsarıydı. Kafası, iki şakağından sıkılmışçasına uzun ve sırtlı idi. Üç beş yaşlarında iken, saçları bir erkek çocuğununki gibi kısacık kestirildiğinde, aşağılık duygusuna kapılır, çevresindekilerin alayları yüreğini yaralardı. “Kep kafa” diye bağıran oyun arkadaşlarının yanından doğruca eve kaçar, kimselere göstermemeye çalışarak, kötü kaderine ağlardı. Neden O’da diğer çocuklar gibi yuvarlak kafalı değildi? Neden çilli yüzü ve kocaman çekik gözleri daima sapsarıydı? Kendine yakın bulduğu kimlere sormadı ki bu soruları. Hiç kimse onu inandırıcı bir yanıt verememişti.

Yıllar çabuk geçti. Fazla sık olmamasına rağmen, uzayan saçları, kafasının biçimsizliğini ortadan kaldırdı. Genç kızlık umutları, sarı benzini birazcık olsun renklendirdi. Çıkık yanakları hafiften pembeleşti. Aradan geçen yıllar, görmeyi asla arzu etmediği fiziksel olumsuzlukların, çocuk ruhunda açtığı yaraların üstüne bir sünger çekti.Artık geleceğe daha iyimser ve daha umutlu bakabiliyordu.

Güzelliği yalnız kendi köylerinde değil,çevre köylerde bile dillere destan olan ablasının bir memurla evlenmesinin ardından, sıra Safiye’ye geldi.Öz amcası, oğluna istedi,hiç nazlanmadan verdiler.Töreleri gereği,davulsuz düdüksüz,basit bir törenle babasının evinden, amcasının evine gelin gitti.Yeni evlerinde,yıllar önce eşini kaybetmiş olan amcası ve kendi kocası ile üç kişiydiler.İşleri öyle çok ve öyle yoğundu ki çoğu kez, birbirlerini akşamdan akşama ancak görebiliyorlardı.Safiye Gelin, henüz on altı yaşında olmasına rağmen,koca evi çekip çevirmek için didindi durdu,yıllarca. Sonra bir bebek,iki bebek derken altı yılda dörtlendi bebekleri.Biri henüz memeden kesilmişken, bir diğeri buyurdu dünyaya.Çok aceleleri varmış gibi,ardı ardına sıralandılar Safiyeciğin kucağına.Kendi aklınca bazı önlemler almaya kalkışmazsa, daha da sıralanacaklarını anladı sonunda.Artık canı yanmıştı.Bir yanda kendisini bekleyen dağlar kadar iş,öte yanda dört çocuğun bitip tükenmek bilmeyen hay huyları.Dayanılacak gibi değildi.Yeterdi bu kadarı.Önceki istenmeyen iki hamileliğinde, doktora gidip aldırdı. Bu işlem için çok para gerekiyordu. Oysa ailelerinin çalışanı az,yiyeni çoktu.Doktora verilen para aile bütçesini sarsıyordu.Son kez hamile kaldığında,ne eşine ne de amcasına söyleyebildi,durumunu.Yakın arkadaşlarından duyduğu kocakarı ilaçlarını uyguladı.Çok geçmeden önce hafif, sonra şiddetli bir kanama oldu. Kan pıhtısına benzer irice bir şey düştü. Çocuktu bu herhalde,sevindi.Sevindi ama bu kez de kan durmak bilmiyordu. Gene birilerinden, örümcek ağının kanı durdurduğunu işitmişti. Ahırlarının kuytu köşelerinden sarkan örümcek ağlarını toplayarak alttan bastırdı.Bir kaç saat kesilmiş gibi azalan kan daha sonra tekrar başladı.Bir halsizlik ve bir üşüme sardı her yanını.Kimselere belli etmemek için canını dişine taktı, çalıştı.Hiç bir işini geri koymadı.İnekleri sağdı,kuyudan su çekti,annelerinin ilgisine muhtaç dört çocuğunun bakımını aksatmadan sürdürdü.Üç gün,beş gün derken dayanamadığı anlar çıktı ortaya.Zaman zaman soğuk bir ter basıyor,ayakta duramayacak kadar güçsüzleştiriyordu. Durumunu ancak onuncu gün söyledi kocasına. “Kan geliyor,”dedi. “Çocuk düşsün diye birkaç tane gripin yutmuştum. Çocuk düştü, kan durmuyor.” Kocası telaşlandı. Eşinin yüzüne dikkatle baktı, baktı. Safiye’nin yüzü her zamankinden daha sarıydı.Gözleri çukura kaçmış gibiydi.Çevreleri mosmordu.Doktora gitmelerini önerdi. “Yok,” dedi, Safiye. “Bu kaçıncı? Emmime ne deriz? Hele dur, geçer herhalde.” Kocası fazla üstelemedi. İşinin başına döndü. Ertesi gün Safiye’nin ensesinde bir gerilme ve sertleşme başladı. Başı çok ağrıyor ve arkaya doğru çekiliyormuş gibi oluyordu. Yutkunma güçlüğü vardı.Bir yudum suyu bile yutmakta zorlanıyor,nefes borusuna kaçırıyordu.

O ilkbahar, yeni bir ev yapımına başlayacaklardı. Tahıl ambarı üzerine kurulu, tek odadan ibaret olan, şu an oturmakta oldukları dedelerinden kalma evden, bir an önce kurtulmak istiyorlardı. Güzden beri yeni ev için hazırlıklar yapıyorlardı. Safiye, biraz da bu yüzden doktora gitmek istemiyordu. “Bir an önce, insanın içini karartan şu eski evden kurtulmamız gerek,” diyordu. O’na göre, derli toplu en az dört odası olmalıydı yeni evlerinin.Birini emmisi için,birini çocukları için,birini kendileri için dayayıp döşemeli,kalan bir odayı da konuk odası yapmalıydı.Yıllardır,emmisinden gizli olarak ambardan akıttığı buğdayla,gezgin satıcılardan aldığı oda sergilerini,çeyiz sandığı almaz olmuştu.Her şehre inişinde de bir şeyler alarak sandığa basıyordu.Hayalinde,yeni yaptıkları evi bir saray gibi süslüyor,geniş ve ferah odalarında,masallardan dinlediği prensesler gibi salına salına geziniyordu.

O gün, yapımına kısa bir süre sonra başlamayı düşündükleri yeni eve hazırlık olmak üzere,ırmak kıyısındaki bahçelerinden kesilen selvi kavakların, taşıma işi yapılacaktı.Akrabalarından ve yakın komşularından yardımcılar vardı.Ücretli çalışmadıklarına göre,iyi bir yemek ikram etmesi gerektiğini düşündü,Safiye.Sabah erkenden kolları sıvadı.Hamur mayaladı.Yaban ördeklerinden birini, kocasına kestirdi.Akşama türlü türlü yemekler yapmalı ve yardıma gelenlerin gönüllerini almalıydı.

“Bu başıma da ne oluyor böyle?Neden bu kadar ağrıyor?”diyordu.Kafasını, güçlü bir el,aniden arkaya doğru çekiyor gibi geliyordu.Başının geriye çekilmesi, boğazının yutkunma güçlüğünü bile unutturuyordu.Boğazından da su bile geçmez olmuştu.Ağzına aldığı ve yutmak istediği her lokma nefes borusuna kaçıyordu.Öğle saatlerine kadar, bedeninin bu vefasızlığına, inatla karşı koydu.Sonra baktı ki tek başına işlerin üstesinden gelemeyecek,büyük oğlundan, yeğenini çağırmasını istedi.Teyzesinin rahatsız olduğunu duyar duymaz koşarak gelen yeğenine, ne yapması gerektiğini tarif ettikten sonra, tahta divana uzandı.Akşama kadar da yerinden kalkamadı.Ancak,çalışanların eve gelmelerinden sonra, güçlükle ayağa kalkabildi.Onlara güler yüzlü görünmek için olağanüstü bir çaba harcıyordu.Buna rağmen Safiye’nin rahatsız olduğunu anlamışlardı.“Boğazım ağrıyor,çenem tutuldu,”diye açıkladı,durumunu. “Boynumun her tarafı öyle bir gergide ki.Başım da çatlayacak gibi.”

Karanlık çökmek üzereydi.Yemekler sessizlik içerisinde yendi.Safiye’nin durumu herkeste bir kaygı uyandırmıştı.Akrabalarından biri, “Safiye’yi bir doktora göstermeli.Hastalık iş güç var demeye gelmez.Daha kötü bir durumla karşılaşmadan bir araba çağırıp götürelim.” Dedi.Safiye, geçen her dakika daha da kötüleştiğinin farkındaydı.Hiç sesini çıkarmadı.Kendi köylerinde traktör dışında araba yoktu.Köy telefonu ile komşu köyden bir araba istendi.Çocuklarını yeğenine ve emmisine bıraktılar.Bir saat sonra şehre doğru yol alıyorlardı.

Şehre akşamın ilerleyen saatlerinde ulaşabildiler.Doğruca şehirde oturan ablasının evine geldiler.Ablası Safiye’yi görür görmez telaşlandı.Gelenlerin arabadan inmelerine fırsat vermeden arabayı doktorun evine sürdürdü.Kadın hastalıkları uzmanı izinliymiş,dahiliye uzmanına gittiler.Safiye artık, yardımsız yürüyemiyordu.Eşinin ve ablasının desteği ile ikinci katta oturan doktorun evine çıkabildiler.Doktor, evinin bir odasını muayene odasına dönüştürmüştü.Masaya güçlükle uzanan Safiye’yi muayene etmeye başlayan doktorun, davranışlarından ve çevreye yayılan anason kokusundan, alkollü olduğu anlaşılıyordu.Safiye’ye ne şikayeti olduğunu sordu.Safiye, “başım çok ağrıyor,çenem tutuluyor,boğazımdan su bile geçmiyor,kafam geriye doğru çekiliyor,”diye durumunu anlattı.Doktorun incelemesi kısa sürdü.Kendinden ve koyduğu tanının kesinlikle doğru olduğundan emin bir tavırla,” önemli bir şeyi yok,”dedi. “Üşütmüş ve boğazı,bademcikleri iltihaplanmış.”Bir sürü iğne ve ilaç yazdı.İlaçları nöbetçi eczaneden alarak ablasının evine döndüler.

Ablasının eşi okumuş biriydi.Doktorun tavrı ve sözleri ona pek de inandırıcı gelmemişti.Büyük bir kitaplığı vardı.Kitaplığından aldığı sağlık ansiklopedisini bir süre inceledi.Okudukça endişesi arttı.Çünkü Safiye’nin şikayetleri ile kendi gözlemlerini birleştirince, O’nun hastalığının, basit bir boğaz iltihabından daha ciddi bir şey olabileceği kanısına vardı.Yanındakilere belli etmese de huzuru kaçtı.Safiye’ye rahatsızlığı ile ilgili bazı sorular yöneltti.Hastalığının, çocuk düşürme ile ilgili olup olmadığını sordu. “Yok enişte,”dedi,Safiye’cik. “Öyle bir şey yok.”Utanıyordu eniştesinden.Nasıl söylesindi çocuk düşürdüğünü? Aslında, sesinin pek de inandırıcı olmadığının, kendisi de farkındaydı.Safiye’nin eşi, bacanağını dışarı çağırıp, işin doğrusunu gizlice söyledi.Safiye’nin, kendisinden habersiz, bir takım kocakarı ilaçları ile çocuk düşürdüğünü anlattı.Enişte, artık endişesini gizlemedi.Derhal bir kadın doğum uzmanına gidilmesi gerektiğini söyledi.Saat gece yarısına yakındı.Doktorun yazdığı iğnelerden ikisi birden kullanılmış olduğundan, sabaha kadar beklenilmesinin iyi olabileceğini düşündüler.Gözlerine hiç uyku girmedi.Soğuk soğuk terlemekte ve giderek kendinden geçmekte olan Safiye’yi izleyerek, sabahın olmasını beklediler.

Sabah, Safiye’nin durumu çok daha kötüleşmişti. Kafası geriye doğru kaymış, bedeni çarpılmış, bakışları donuklaşmıştı. Yardım edilmeden ne oturabiliyor ne de hareket edebiliyordu. En yakın ilçedeki kadın hastalıkları doktoruna ulaşıldığında boğazından bir yudum su bile geçmiyordu.

Doktorun yaptırdığı ilk incelemenin sonucunda koyduğu tanı, menenjit idi. En kısa zamanda Ankara’ya, yâda Samsun’a yetiştirilmesini önerdi. Safiye’ciğin yaşam çizgisinde geri sayım başlamıştı. Yavaş yavaş her şey gözünden siliniyordu. Artık ne saray gibi bir ev yaptırma hayali vardı, ne de yeni evinin odalarını döşeme özlemi. Her şey anlamını yitirmişti. Kafasındaki tek düşünce, dedelerine emanet ettiği yavrularıydı. Tümü ana yardımına muhtaç dört küçük kuzucukları, seksenlik dedeleri ile şimdi ne yapıyorlardı acaba?

O gün günlerden pazardı. Hastanede nöbetçi doktordan başka, hastalarını incelemeye gelen üç doktor daha vardı. Yeni gelen hasta için acile çağrıldılar. Hepsi birden muayene ettiler, Safiye’yi. Kesin tanı için belinden sıvı alındı. Acil kaydı ile laboratuara giden sıvı örneğinin inceleme sonucu kısa sürede alındı. Hastalığının tetanos olduğu kesinleşti. Safiye’nin rahmine odaklı mikropların, tüm vücuda yayılmakta olduğu ve bunu önlemek için derhal ameliyat edilmesi gerektiğine karar verildi. Genç Safiye’ciği kurtarmak üzere, hastanede hazır bulunan tüm doktorlar seferber oldular. Ve operasyon başladı.

Ameliyat yaklaşık üç saat sürdü. Safiye, özel olarak hazırlanan karanlık odaya götürülürken, kendisine eşlik eden tüm yakınları, gözyaşlarına engel olamıyorlardı. O’nun hiçbir şeyden, hatta dünyadan bile haberi yoktu. Doktorlar, sonuçtan ümitli olabilmek için, hastalığın ilk bir haftalık seyrinin, önemli olduğunu söylediler. Hastalığı yenmesi, zamana ve vücudunun göstereceği dirence bağlıydı. Birinci haftanın olumlu atlatılması ile yaşama şansının artacağını ima ediyorlardı. Safiye’nin durumu bu denli ciddi idi.

Gerçek bir savaşa başladı, Safiye; ölüm kalım savaşına. Bunun ne kadar süreceğini kimse bilemiyordu. Şimdi O,yaşam denen olgunun, yani ‘bir varmış bir yokmuş’la başlayan hayat masalının, gizemli ortamında yol almaktaydı.

 

1. GÜN

Kavurucu bir sıcak vardı.Temmuz ayının,her tarafı sarıya kesen sıcağı,fırına sürülmüş somun hamuru gibi ekinleri kızartıyordu.Kuşların ağızları birer karış açılmış,sığınacak bir gölge arıyorlardı.Tembel ağustos böceklerinin sesleri bile çıkmaz olmuştu.

Safiye’nin acelesi vardı.Orak tarlasında,kavurucu sıcakların altında çalışan kocası ile emmisine, serinlik sebze toplayıp gönderecekti.On yaşındaki en büyük oğluna,üç küçük kardeşlerine iyi bakmasını söyledi.Evin damına çıkarmasındı;yola tek başlarına gitmelerine izin vermesindi. Hemen sebzeleri toplayıp geri dönecekti anneciği.

Kolanını sıkı sıkıya sardığı semerin üzerine,kendir liflerinden örülmüş desenli heybeyi attı.Bir kulağı kesik olan eşeğin yularından tutarak yola koyuldu.

Güneş, kafasının içinde beynini pişiriyordu.Sere serpe bıraktığı yemesinin uçları yanaklarını yelpazelese de ,sırtlı kafasını kaplayan saç köklerinin her birinden, sıcak su püsküren kaplıcalar gibi, ter çıkmasına engel olamıyordu.Arabaların,ille de kağnıların kestiği yolun pudraya dönüşmüş tozları,her adım atışında havaya yükseliyor,üzerine konduğu elbisesinin rengini değiştiriyordu.Yol aldıkça,yüzünden akan ter dereciklerinde toplanan tozlar, yanaklarında,salyangoz yolu gibi çizgili izler bırakıyordu.

Yanıyordu, Safiye. Bir yanda tepesinden bir saniye yok olmadan kendini izleyen inatçı ve kızgın güneş,öte yanda fırın zeminini andıran sarı tozlu yol.Aralarında söz birliği etmişler gibi, yalım yalım yakıyorlardı,zavallıcığı.Dudakları kurumuş,çatlak çatlak olmuşlardı.Kuruluğunu gidermek için ikide bir yalanıyor,yaladıkça da dudakları daha çok acıyordu.

Tüm bunlara dayanabilirdi Safiye. Yakınmasız dayanıyordu da. Çünkü ilerideki ırmağın yeşilimsi, duru ve soğuk suyuna dalmanın umudu vardı içinde. Ah, Bir ulaşabilseydi! Kendini bir atabilseydi güzelim suya.

Irmağa yaklaşmıştı. Asma bağları ile boğazı oluşturan, kaygan yüzeyli kayaların arasında kalan dar yolda, güçlükle ilerleyebiliyordu. Kızgın toprak ayaklarını, kızgın güneş kafasını,havanın kızgın yalımı da tüm bedenini yakıyordu.Yolun sağ tarafını kaplayan, gri renkleri,sıcaktan sarıya kesmiş kayalar,olanca düşmanlıklarını Safiye’ye yöneltmişlerdi.Sanki O’ndan alacakları bir öç vardı.Zavallı, neredeyse yol ortasına yığılıp kalacaktı.Kulağına kadar ulaşan ırmak sularının çağıltısı yüreğine su serpti.Sol taraftaki,dikenlerle yükseltilmiş taş duvarın, yıkılan bölümüne yöneldi.Bir süre dinlenmezse sebze bahçelerine ulaşamayacağını anladı.En kısa zamanda serinlemeye çalışmalıydı.Irmağa bir an önce ulaşıp,ayaklarını daldırmalıydı,serin sulara.İçine girdiği asma bağının çubukları, Safiye’ye yol vermek istemiyorlardı. Önünü kesmeye çalışan asma çubuklarının uzun kollarından her birini, bir başka tarafa savurarak ilerlemeye çalışıyordu. Asma dallarının toprağa yakın yerlerinde üzümler görünüyordu, salkım salkım. Yeşil, sarı, siyah üzümler.İçi çekti,birkaç tane koparıp yese miydi acaba?Dayanamadı,belki biraz ferahlatır diye düşündü.Salkımın birinden, irice bir üzüm tanesi koparıp ağzına attı. Henüz tam olgunlaşmamıştı. Ekşi bir tadı vardı. Yüzünü buruşturdu. Üzüm tanesinin serinliği yüreğine güç kattı.Eline aldığı ikinci bir üzüm tanesini yemekten vazgeçti,ırmağa doğru fırlattı.Irmağın çağıltısı hemen yanı başındaymış gibi yakından geliyordu.Arzu ile ileri atıldı.Ayağı bir yere takıldı,yere yüz üstü kapaklandı.Kalkmaya çalıştıkça, asma çubukları bedenine sarılıyor ve kalkmasına engel oluyordu.Şimdi her bir asma çubuğu, bir ahtapot koluna dönmüştü.Safiye, kendini kurtarmaya çalıştıkça, vücudunun daha çok kol tarafından sarıldığını hissediyordu.Bir korku kapladı içini.Ölmekte olduğunu düşünen bir insanın duygularını yansıtan, tanımı olanaksız bir sesle bağırdı.

Ablası, yatağının hemen yanında,kan ter içinde çırpınmakta olan Safiye’ nin kollarını tutmakta güçlük çekiyordu.Koluna takılı serum iğnesi yerinden kaymıştı.Acı çığlığı duyan bir hemşire, Safiye’nin yatmakta olduğu karanlık odaya koştu.Zavallı Safiye,bilinçsizce kıvranıyordu.Hemşire,hazırladığı güçlü bir yatıştırıcıyı,düzelttiği iğnenin bağlı olduğu serum şişesine boşalttı.

 

2. GÜN

Batıdan esen sert rüzgar,karayele dönerek havayı daha da soğutmuştu.Önceleri batıda yığılan kat kat kara bulutların rengi açılmıştı.Gri bir renk alan havada, kar kokusu vardı.

Safiye,ambar evinde hamur yoğuruyordu.Soğuk kuyu suyuna kattığı un önce bulamaç halini alıyor,daha sonra koyulaşarak, şekil alabilir bir kıvama geliyordu.Safiye her iki yumruğunu aynı anda kullanarak, hamuru sertleştirmeye çalışıyordu.Bu öyle dışarıdan görüldüğü gibi kolay bir iş değildi.Bunun kolay olmadığının en güzel kanıtı,Safiye’nin alnında domur domur biriken ter damlacıklarıydı.Henüz sıcacık yataklarında yatmakta olan kocasının, ne havadan bir haberi vardı ne de soğuktan.Çocukları ile birlikte,yarım kalan düşlerini tamamlamaya çalışıyorlardı.

Eski ve büyük bir alana yayılan tek katlı evleri toprak damlıydı.Uzun bir süredir devam eden kuraklık sonucu, evin damının çorak torağı, çatlak çatlak olmuştu.Damın kıyılarında uzayan otların kabarttığı toprak, suya hasret bekliyordu.Toprak,yağmuru ve karı hasretle bekliyordu da ,evin sıcak odasında uyuyanlar henüz buna hazır değildi.

Safiye, hamur karma işini bitirdiğinde yağmur, ince ince bastırdı.Samanlıktan saman gelecekti.Vücudu terden sırılsıklam olan Safiye, bu durumda soğuğa çıkmak istemiyordu.Terinin soğumasını beklemeye kalkışsa ekmek geç kalırdı.İstemeye istemeye torbayı alıp yürüdü.Samanın yakıcı tozuna aldırmadan torbayı tıka basa doldurdu.Giysilerinin soğuk soğuk vücuduna yapıştığını hissediyordu.Hafiften titremeler geliyordu içinden.Üşümeye başlamıştı.Her şeye rağmen işini sürdürmesi gerekiyordu.Teknenin başına oturdu ve hamuru küçük küçük keserek, bir ekmeklik yumaklar yapmaya başladı.

Yarım saat geçmeden ince yağmur damlaları irileşmişti.Yağmurla karışık kar yağıyordu.Evlerinin hareketlendiğini duydu.Damın çatlaklarından içeriye sızan suların uyumakta olanları rahatsız ettiği belliydi.Ekmekliğin büyük bacasından koyu bir duman yükselirken yaşlı kayınbaba,don gömlek,iç çamaşırlarının üzerine aldığı eski bir paltoya sarınmış olarak, dama tırmandı.Damın toprağını baskılamakta kullandıkları loğ taşı, bir kenarda uzun zamandır bekliyordu.Loğ taşını gezdirmeye yarayan ağaç sapa düzen vererek, dam üzerinde gidip gelmeye başladı.Silindir biçimindeki ağır taşın hareketi ile evin her tarafı deprem olurcasına sallanıyordu.Böylelikle çatlayan çorak toprak sıkışıyor ve yarıklar kapanıyordu.

Zaman geçtikçe soğuyan hava ile birlikte, yağmurun yerini tamamen kar billurları almıştı. Önceleri birer kuş tüyü iriliğinde düşen kar, incelerek tipiye dönüşüyordu. Batıdan dalga dalga gelen gri bulutlar, tüm gök yüzünü kışa kesiyordu.Yaşlı adam,güçlükle çekmekte olduğu loğ taşının önünde, kardan adama benzemişti.Altı köşe şapkasının üzeri kalın bir kar tabakasıyla kaplanmıştı.Uzun ve gür bıyıkları ile sakalı,kardan bembeyazdı.Damda biriken kar, loğ taşının hareketini zorlaştırıyordu.Taşı bir kenara çekti.Damın kaşına dayadığı merdivene dikkatle tutunarak aşağı indi.

Safiye üç dört kez samana döndü.Sırtındaki elbisenin sertleştiğini hissedebiliyordu.Üşümemek için elinden geldiğince hızlı hareket ediyordu.Gene de zaman zaman içinden yükselen titremelere engel olamıyordu.Saman torbalarını ekmek sacının yanına yerleştirdi.Sonra da duvara dayalı duran, küçük eski oturağı alarak, sacın başına oturdu.Bir bez parçasını benzinli çakmakla tutuşturdu.Sacın altına sürdüğü paslı tenekenin altına yerleştirdi.Torbanın birinden boşalttığı samanı, ateşin üzerine iteledi.Saman birden çok dökülünce,bezin alevini boğdu.Sönen bezleri yaktı ve aynı işlemleri, daha dikkatli olarak tekrarladı.Müthiş bir duman yükseldi, tutuşan samandan.Duman, ateşin üzerine eğilmiş durumda olan Safiye’nin burnuna doldu.Nefesi kesildi.Boğulurcasına öksürmek geldi,içinden.Bir türlü öksüremiyordu.Soluğu da çıkmıyordu.İçi bulandı,ağız dolusu kustu.Öğürtüden içi dışına çıkacak gibi oluyordu.Yüz üstü çöktü. Ah!.. Ne yapmalıydı? Nefes almasını nasıl sağlamalıydı? Ciğerlerini temiz hava ile doldurmanın bir yolu yok muydu?

Kocasının sesini duydu. Telaşlı ellerin, başını alın bölgesinden kavradığını duyumsadı. “Öksür, öksür Safiye, öksürünce rahatlayacaksın.” Öksürebilmeyi O’da çok istiyordu ama boğazına bir türlü söz geçiremiyordu. Uzun süre çırpındı. Bedeni bu soluksuzluğa daha fazla dayanamadı. Çırpındı, çırpındı. Sonunda bilinci uçtu gitti. Çevresinde ne olup bittiğinden hiç haberi yoktu. Kendisinin varlığından bile emin değildi. Sahi, şimdi Safiye diye biri var mıydı, yok muydu?

Hızla oynaşan göz kapaklarının altından, iki yana kayan göz bebeklerinin buğulu bakışında hiçbir anlam yoktu. Gücü tükenmiş dudaklarının arasından, fısıltılı bir sesle, “yak,yak,sen yak şu ateşi…” sözleri dökülüyordu.

 

3. GÜN 

Tatlı bahar meltemi dallarda uğuldarken,yemyeşil sebzeliklerin ortasında,açık sarı bahar ışığı altında çapa yapmak,hele de çıplak ayak parmakları yumuşacık ve serin mil toprağa batarak çalışmak çok hoş olur.Bunu yaşamayan,tatmayan mümkünü yok,o zevki, hayal bile edemez.Tepede parıldayan güneşin ılıklığı ile, yerden çıplak ayakların algıladığı doyumsuz serinlik birleşince, ‘cennette yaşamak’ diye tanımlanabilecek zevklerin tümüne bir anda erişilir.İri gövdeli dağ kavaklarının, iki renkli kalın yapraklarının, rüzgarla oluşan ezgileri kulaklarda yankılanırken,düşlerde biçimlenen duyguların tatlı hazzı yaşanır, adım adım.Ellerdeki ince saplı,geniş ağızlı çapalar bir iner bir kalkar,insanı yormadan, ırmağın mil topraklarına.Bir yerde sarı kanarya şakır,bir başka yerde gülün sevgilisi bülbül.Bir tarafta kuyruk sallayanın ıslığı,öte yanda kırlangıcın.Dalın birinde ağaçkakan tempo tutar,ritim saz gibi. Ağaç gövdelerinin kavrulmuş kabuklarının altını oyar,tak tak vurarak.Kalın sesleriyle üveyikler,kuşlar orkestrasına fon yapar gibi, arada bir seslenirler.Ağustos böceğinin cırcırları bile, insana daha bir hoş gelir.Ve güneş, yaptığı işlevden olabildiğince mutlu,gururla gülümser evrene.

İçinde oluşan ferahlığın doyumuna ermek için,derin derin havayı soluklanmaktadır.Ritmik hareketlerinin bilincine varmadan, işine devam etmektedir.Eğildiği yerlere,arada bir, alnından damlayan ter damlacıkları, toprağı gübrelemekte,tohum olup yeryüzüne geri fışkırmaktadır.Her bir tomurcuğunda yeni bir umut,yeni bir yaşam arzuları taşıyaraktan.Var olmakla yok olmanın anlamını düşünen insanlara,birer yanıt olur,dikilir karşılarına. “Var olmak,budur işte,” der. “Kavramak toprağı derinden.İç gıcıklayan serinliğini ayak altından,kılcal kök uçlarından tadarak yaşamak alabildiğine,tüm dünyayı.Her zerresinde,yitirdiği yaşam kırıntılarının olduğunu duyumsayarak yürümek.Küçültmek ve avucunda hapsedebilmek tüm evreni.Bir ucunda sen,öteki ucunda özlemini duyduğun,uğruna canını feda edebileceğin sevgilinin,esen yelden kokusunu tadarak yaşamak.Ta yakından,hemen yanı başından, sesini duyduğun ırmağın çağıltısını,içindeki coşkuya katabilmektir yaşamak.

Öğleye doğru,sebze köklerine basmamaya özen göstererek ,ırmak kıyısına yürüdü Safiye.Koyu gölgeliğe ulaşınca sere serpe yere uzandı.Nemli toprağı avuçladı.Aldı bir tutamını,zevkle kokusunu içine çekti.Ne güzel kokuyordu toprak.Başka hiçbir koku bu kadar güzel olamazdı.İnsanı saran,alıp uzak diyarlara uçuran ve tatlı düşlere daldıran bu toprak kokusunun, bu denli çekici olmasının nedeni ,insanın topraktan yaratılma öyküsü olabilir miydi?Yumuk ellerinin parmaklarına yapışan toprağı elbisesinin eteğinde silkeledi.Uçları açık olan yemenisini tepesinde topladı.Ellerini bir mendil gibi kullanarak yüzünün terini sildi.Kızarmış yanakları alev alev yanıyordu.Uzun çayırların arasına sakladığı,çam ağacından yapılmış olan bardağa uzandı.Bardağın ,çilemiş yeşilimsi yüzü ,serin serin gülümsedi.Kalaylı bakır tası ağzına kadar doldurdu.Soğuk suyu dudaklarına götürdü.Bir yudum aldı ağzına.Yutkundu,nefes borusuna kaçtı,su.Hapşırdı,aksırdı,bir türlü yutamadı.Burnundan geldi güzelim su.Soluğu tıkandı.Kuvvetlice öksürmek istedi,öksüremiyordu.Mutlu dünyası bir anda başına yıkıldı.Yaşama özlemi ela gözlerinde kurudu, gitti.Benliğini dayanılmaz bir acı kapladı.Yattığı yerde kıvranıp duruyordu.Bir yudum su,gene o eski masalı canlandırdı, belleğinde.Bir varmış,bir yokmuş…

 

4. GÜN 

Güneş,yeryüzüne en yakın bir noktadan, olanca kızgınlığını yeryüzüne boşaltıyor,sarı ışık demetleri her yanı sarıp sarmalıyordu.Sapların tepesindeki sarı başaklar,saklanacak bir yer ararcasına eğilerek,birbirlerinin gölgesine sığınıyorlardı.Uzaklara bakıldığında,kaynamakta olan havanın devinimini,ekin tarlalarının üzerinde izlemek mümkün olabiliyordu.Bir tek kuş bile uçmaya cesaret edemiyor,bulabildikleri ilk gölgelikte,saat beşin poyrazını bekliyorlardı.Kuşların bile dayanamadığı bu sıcak ortamda,durmadan tırpan sallayan insanların,derilerinin her gözesinden ter fışkırıyor,kabaran geniş giysilerinin altından, küçük birer derecik olup akıyorlardı.Toprak,ocaktan yeni çıkmış tuğlalar gibi sıcak ve yakıcıydı.Tırpanların her savruluşu ile yere yığılan ekin saplarından yükselen sarı toz,çalışanların soluk almalarını bile güçleştiriyordu.

Kollarda saat olmasa da zamanın öğleye yaklaştığı,yollarda eşek üzerinde uyuklayarak, tarlalara azık götürenlerden anlaşılabiliyordu.Sıcaktan bunalan eşekler, kafasının ve bilhassa burunlarının çevresine doluşan sinekleri uzaklaştırmak için, sık sık durarak, kafalarını aşağı yukarı sallıyorlardı.Bazen,kuyruk çevresini ısıran at sineğini kovmak için kafalarını aniden arkaya uzatıyor,iki büklüm olan sırtından, insanların düşmesine neden oluyorlardı.Kuyruklarını zaman ayarlı kırbaç gibi, durmadan sallayarak ilerliyorlardı.

O sıralar, henüz tarlaya azık taşıyacak kadar büyük çocuğu olmayan Safiye,azığı kendisi götürüyordu.Tam öğle vakti tarlada olmak için acele ediyordu.Bir süredir benliğini esir alan nedeni belirsiz bir sıkıntı, tepesinde yalımlanan güneşten, daha çok yakıyordu içini.Nedenini bilmese de giderek bünyesinde daha çok duyduğu güçsüzlük,bir hastalık olasılığını aklına getiriyordu.Kaç zamandır,değil bu sıcakta tarlaya azık taşımak,evdeki ufak tefek işleri bile yapmakta zorlanıyordu.Ama bu işleri yapacak başka kimse olmadığına göre,duruma katlanmak zorundaydı.Ev işlerinden başka,her biri,anasının kanatları altına sığınmaya çalışan civcivler gibi, çevresinde dolaşan dört çocuk,çalışmasını daha da güçleştiriyorlardı.En büyüklerinin bile çok az yardımı oluyordu.Küçük kardeşlerini bir saat bile analarından uzaklaştırabilmesi,O’nun için büyük bir yardımdı.Her gün sabah erkenden kalkıyor,akşamın geç saatlerine kadar,bir dakika bile oturma fırsatı bulamadan dönüp duruyordu.

İkizce Kaya’nın arasında sıcaklık daha bir azgındı.Her iki yandaki sarp kayalık,hem gelebilecek bir esintiyi önlüyor,hem de geniş ve kaygan kayalar üzerinde oluşan sıcaklığın,olanca şiddeti ile derede sıkışıp kalmasına neden olarak, cehennemi andıran bir ortam yaratıyordu.Safiye’nin sıcaktan ve terden yumuk yumuk olan gözleri, çevreyi seçmede zorlanıyordu.Havada yalnızca alıcı kuşlarının,değişik noktalarda sabit duruşunu sağlayan, tembel kanat hareketleriyle uçtukları görülüyordu.Kupkuru otların altına gizlenmeye çalışan böcekler, ölü gibi hareketsiz duruyorlardı.Güneşli ortamda sıcaklığın, elli derecenin üzerinde olduğundan hiç kuşku yoktu.Ortalık yalım yalım yanıyordu.En küçük bir esinti bile hissedilmiyordu.Aşırı sıcak, normal nefes alışlara imkan vermiyordu.Günlerdir kendini,nedenini bilmediği bir sıkıntının pençesinden kurtaramayan Safiye için bu havayı solumak,başlı başına bir işkence idi.

İkizce Kaya’nın bittiği yerde hissedilen esinti, insana bir ölçüde rahatlık veriyordu.O kesimde nefes almak, azap olmaktan çıkarak zevke dönüşüyordu.Aşırı sıcaklık devam ediyor olsa da insanı boğmuyordu.Ayrıca kayaların sıcakları artırıcı etkisi de ortadan kalkıyordu.Yol boyunca,beyazımsı bir renge bürünen toprakların üzeri,gri ile yeşil arası bir renkteki yavşan otu ile kaplıydı.İnce yapraklı bu otların en çok müşterileri olan kertenkeleler,çok rahatsız edilmedikçe,gölgelerini terk etmeme cesareti göstererek,geleni geçeni izliyorlardı.Bir sürü farklı renkteki çekirgeler, ayak altında ezilmemek için, yavaş hareketlerle yer değiştiriyorlardı.

Safiye, kocası ile emmisinin çalışmakta olduğu orak tarlasına ulaştığında, saat on ikiyi bir hayli geçmişti.Safiye’nin gelmiş olduğunu fark etmiş olmalarına rağmen tırpan sallamayı sürdürüyorlardı.Başlarına sardıkları büyük orak mendillerinin gölgelediği kafalarının terli olduğu uzaktan bile belli oluyordu.Tırpanların ıslık çalarak inen darbeleri ile yerlere serilen ekin sapları, toplanmayı bekliyordu.Safiye,eşeği doğruca, eşyalar için oluşturulan gölgeliğin yanına sürdü.Eşeğin sırtındaki heybeyi güçlükle yere indirdi.İki farklı boydaki merdivenin birbirine tutturulması ile meydana getirilen,sözde çadırın, nisbeten serin gölgesine bıraktı.Şapşaldan, bakır tasa su doldurarak, doya doya içti.Kendini çok yorgun hissetmesine rağmen boş durmaması gerektiğini biliyordu.Kalktı,ileride ekin saplarının üzerinde duran deste çatalını aldı.Yarım ve kısa adımlarla biçilmiş buğday saplarına doğru ilerledi.İki tırpanın biçtiği, birbirine paralel iki sıra ekin saplarından ilkinin başlangıç noktasında durarak toplamaya başladı.Sağ eli ile tutuğu çatalı, her adım atışında, biraz ileriden, kesilmiş ekin saplarının altından takıyor,kavradığı başakları, çatal ile bacağı arasına sıkıştırarak ilerliyordu.Böylece, tek sıra halinde uzanan biçilmiş buğday sapları, birer düzgün deste oluveriyordu.

Eşi ile emmisi, çıkım başına varınca, tırpanlarının ağaç saplarını toprağa dik duracak şekilde sokarak çadıra yürüdüler. Safiye, ”ben yemek yemeyeceğim, siz yiyinceye kadar, ben sapları deste yapayım,” dedi. Daldığı işine devam etti.

Bu yıl ürün çok iyi görünüyordu. Başaklar pıtır pıtır buğday doluydu. Bir desteyi taşımak bile insanı yoruyordu. Kendisini bitkin hisseden birinin,uzun süre bu işi sürdürmesi mümkün değildi. Böyle olmasına rağmen Safiye, elindeki deste çatalını uzun süre elinden bırakamadı.Ama bir zaman geldi ki soluk alıp vermesi güçleşti.Kalbinin atışları göğsünü yırtacak gibiydi.Buğday saplarından yükselen sarı toz,ortamı daha da ağırlaştırıyordu.Safiye’nin gücü tükendi.Yedinci sıraya kadar deste yapabilmişti.Sekizinci sıranın başından, işine devam etmek üzere eğildiğinde, bir daha doğrulamadı.Yüz üstü yere kapaklandı.Tüm dünyası önce sarıdan kırmızıya,sonra siyaha boyandı.Bir varmış bir yokmuş diye süregelen yaşam masalının, ortasında yol almakta olduğunun bilincinde bile değildi.

 

5. GÜN 

O gün, “getirin,” dedi, emmisi. “Havalar soğumadan bulgurumuzu aradan çıkaralım. Güz mevsiminin nasıl geçeceği hiç belli olmaz. Bakarsın, kış aniden bastırıverir.”

Öz emmisi, aynı zamanda Safiye’nin kayınbabasıydı. Kayınbaba Halim Usta değirmen ustasıydı. Hem de çevrede iyi bir ün salmıştı. Su değirmenlerinin kurulması, çalıştırılması ve düzenlenmesinde bu bölgede tektendi. Elinin değdiği değirmen laf değil un yapardı. O yüzden, köyde kurulu iki değirmenin sahipleri, Halim Usta’yı paylaşamazlardı.Oğulları da bu işten iyi anlarlardı.Değirmencilik dedelerinden gelen bir meslekti.Uzun yıllardan beri ekmek yedikleri bu işten gurur duyarlardı.Dedeleri ölmeden önce çocuklarına vasiyet etmişti. “Bakın çocuklarım, insanı hiçbir zaman aç bırakmayan iş, değirmenciliktir. İnsanların tümü açlıktan yok olmadıkça siz de aç kalmazsınız. Bu işe dört elle sarılın ve asla nankörlük etmeyin.” Gerçekten de seferberlik yıllarında çekilen açlıktan onların aileleri çok fazla etkilenmemişlerdi. Çünkü,az yada çok,değirmene getirilen tahılın belli bir miktarı, yapılan hizmetin ücreti olarak alınıyordu.

Yaz mevsimi boyunca değirmene su gelmezdi.Sular çoğunlukla sebzeliklere ve şeker pancarı tarlalarına akıtılırdı.Mevsim boyunca gelir az olurdu.Ama güz gelip de yağışlar başladı mı sular çoğalır,bahçe ve tarlaların sulama gereksinimi ortadan kalkar,değirmencilerin yüzleri gülmeye başlardı.Sular değirmenlerin büyük su ambarlarını doldurunca, koca koca iki taşın her ikisi birden dönmeye başlardı.Taşlardan diğerine göre biraz daha büyük olanı un,öteki ise kepek,hayvan yemi,kırma yada bulgur yapardı.

Artık sulama işleri azalmıştı.Değirmene gelen su, taşları rahatça çevirebilecek güce erişmişti.Bir süredir köy halkının akınına uğrayan değirmen, iyi bir gelir getirmişti.Şimdi kendi bulgurlarını yapabilirlerdi.Sabah evden çıkmadan önce, Halim Usta’nın tembihi, işte bu yüzdendi.

Safiye, günler öncesinden, tek tek gözden geçirerek ayıklayıp temizlediği bulgurluk buğdayı,beyaz torbalara doldurmuştu.Torbalar üçer ölçeklikti.Yaklaşık elli kilo gelen bu torbalar,bir insanın kolayca taşıyabileceği bir ağırlıktaydı.

Safiye kocası ile birlikte,ambar evinin ortalarına yakın bir yerde duran torbaları üst üste koydular.Üsttekilerden birini Safiye,diğerini eşi kucağına alarak dışarı çıkardılar.Sırtında semeri ile hazır bekleyen eşek yükün gelişinden huysuzlandı.Sakin sakin dururken kıpır kıpır kıpırdamaya başladı.Kocası, “Çüüüşşş…”diyerek eşeği sakin durması konusunda uyardı.Kucaklarındaki torbaları semerin her iki yanına sardılar.Yük dengelendi.Huysuz eşek “ııhhh..,ıııhh..” diyerek iri gözlerini biraz daha irileştirdi.

Safiye, önceden hazırladığı iki çulu eşeğin sırtındaki torbaların üzerine attı.Çevrelerinde dolanıp duran çocuklarına rahat durmalarını söyledi.On yaşındaki büyük oğluna, “kardeşlerine iyi bak,biz çabucak döneceğiz.”dedi.Yerde duran naylon leğeni ve kalburu alarak, yola koyulan eşinin arkasından yürüdü.

Her işini zevkle yapardı,Safiye.Kışa girmeden önce, yapmaları gereken bulgur işini sonuçlandırmak üzere değirmene doğru yol alırken,kendisini tümüyle yapacağı işe odaklamıştı.Yağmurlardan sonra sertleşen tozlu yolun toprağı betona dönmüştü.Her adımında patlayacakmış gibi ağrıyan nasırlı tabanının acısını önemsemiyordu.Bir tarafı duvar gibi dik yalçın kayalık,öteki tarafı, sonbaharın renklendirdiği selvi söğütlerin sınırlandırdığı kıvrımlı yol, insanı,tatlı düş salınımlarına götürüyordu.Safiye,bir kaç adım önünde yürüyen geniş omuzlu eşinden güç alarak, iç dünyasında oluşturduğu gizli mutluluklara yelken açtı.

Değirmen, köy koruluğunun hemen alt başındaydı.Şehirler arası yolun kenarından başlayan orman,dik yamaçlarla dağın doruğuna kadar yükseliyordu.Güz mevsiminde, ormanı oluşturan ağaçların, renk cümbüşünü izlemeye doyum olmazdı.Bir ressamın,fırçası ile yaratabileceği renklerin her tonunu, bir arada görmek mümkündü.

Ormanda yaşayan kuşların sesleri, aşağılara kadar ulaşıyordu.Ala kargaların cırtlak ve tiz sesleri bile diğer kuşların uyumlu ses armonisini bozamıyordu.Bir çalının altında gizlenen ardıç kuşu,çaldığı anlamlı bir ıslıkla sanki, bir hemcinsinin kendisi ile saklambaç oynamasına davetiye çıkarıyordu.Bir başka yerde,bir kuyruk sallayan, arkasına düşen arkadaşını, başından savmaya çalışıyor gibiydi.Değirmenin yanına kadar duyulabilen kuş sesleri,değirmenin iki koca ambarından taşarak,yaklaşık on metre yükseklikten aşağı dökülen suların çağıltısında kaybolup gidiyordu.

Torbaları,değirmenin önünde eşeğin sırtından yere indirdiler.Geniş ve yüksekliği tavana kadar uzanan, kalın tahta kapılardan, yalnızca biri aralık duruyordu.İçeri girdiler.Sıcak ve keskin bir un kokusu karşıladı onları.Un yapmakta olan büyük ve yuvarlak taş, hızla dönüyordu. Önündeki ağaçtan yapılmış derin tekneye,her turunda aynı oranda un bırakıyordu.Dönen taşın rüzgarı ile havaya dağılan un zerrecikleri, insanların görüş alanını kısıtlıyordu.

Halim Usta, özel odasından dışarı çıktı.Kırlaşmış saç ve sakalı,üzerine yapışan unla, daha da beyazlanmış gibiydi.Gür kaşlarının sınırladığı alnında oluşan kırışıklar,yıllarca omzunda taşıdığı ağır sorunların kanıtlarıydı.Altı köşeli eski şapkası,kafasını olduğundan daha küçük gösteriyordu.Halim Usta,dönen taşın yüzeyine sürtünen bir çubuğa bağlı olduğu için, sürekli ses çıkaran metal parçalarından gelen sesin ritmini dinliyordu.Bu ses, taşın dönme hızı ve düzeni hakkında bilgi veriyordu.Taşın önünde durdu.Taşın her devri ile tekneye dökülen undan, bir tutam aldı.Parmaklarını birbirine sürterek, unun inceliğini yokladı.Taşın tam ortasındaki boşluğa akan buğdayın akış hızını kontrol etti.Ayar simidini iki diş sıkıştırdı.Bir süre daha taşı izledi.Tamamdı bu iş.Gelenlere yöneldi. “Getir bizim torbaları ,”dedi oğluna. “Başka sıracı yokken bizim bulguru aradan çıkaralım.”

Dışarıdan torba getirildi. Bulgur taşının selpine boşaltıldı.Halim Usta, taşın ayarlarını denetledi.Her şey yolunda görünüyordu,taşa yol verdi.Bulgur un gibi değildi.Daha çabuk öğünüyordu. Buğday bu hızla akmaya devam ederse bir saat bile sürmezdi.

Safiye, dış kapıya yakın bir torbanın üzerine oturmuş,dalgın gözlerle içeriyi inceliyordu.Tavandan sarkan örümcek ağları,çark evinden yükselen su buharı,duvarlarda görülen büyük kovuklar, insanın içini ürpertiyordu.İçinin sıkıldığını hissetti.Dönen taşların üzerindeki çıngırakların tiz sesleri,taşların birbirine sürtünmesi ile oluşan hırıltılar,ambarın alt ucundaki dar delikten, büyük bir basınçla çarklara çarpan suların çağıltısı,Safiye’nin kafasında, dayanılmaz bir huzursuzluğa neden oluyordu.Dakikalar ilerledikçe bunaldığını hissediyordu.Kafasında oluşan korkunç hayaletler, benliğini kemirmeye başlamışlardı.

Kendisinin, değirmende tek başına olduğunu sanıyordu.Değirmenin her kovuğundan,tanımı güç çirkin yaratıklar çıkıyor ve Safiye’ye, bir takım anlamsız işaretler yapıyorlardı.Emmisi zannettiği adamın, gerçek yüzü şimdi ortaya çıkmıştı.Bu gördüğü adam,uzun kulaklı,çekik gözlü ve kazma dişli şeytanın ta kendisi değil miydi?Karşısında durmadan gülüyor,türlü şaklabanlıklar yapıyor,dönen taşlara yaklaşmasını istiyordu.Kocası gibi görünen de bir başka şeytan olmalıydı.Yüzündeki arsız bir gülümseme ile Safiye’ye doğru geliyordu.Safiye çok korkmuştu.Bağırmak ve yardım istemek için ağzını açtı.Sesi çıkmıyordu.Gelenin niyetinin kötü olduğuna hiç kuşku yoktu.Belli ki, Safiye’yi dönen taşların arasına atacaktı.Belki de çark evine atarak parçalayacaktı.Oturduğu yerden kalkıp kaçmak istedi.Bacakları kendi ağırlığını taşımaya isyan ediyordu.Ellerini kullanarak sürünmek ve her ne pahasına olursa olsun, bu şeytanların elinden kurtulmak için çırpınıyordu.Tepeden tırnağa kan ter içinde kaldığını duyumsuyordu.Göğsünün tam ortasına yapışan bir ağrı canını çıkartmak üzereydi.Nefesi çıkmaz olmuştu.Yüzü mosmor kesilmişti.Benliği hızla bedenini terk ediyordu.Tabanı olmayan bir boşluğa doğru savrulduğunun açıkça farkındaydı.Bir varmışlıktan bir yokmuşluğa uçuyordu.

Koluna takılı olan serumun iğnesi gene çıkmıştı. Safiye,yatağının içerisinde, karşı konulmaz bir şekilde kıvranmaktaydı.Günün yirmi dört saati, başından asla ayrılmayan ablası,durmadan gözyaşı döküyordu.Yoğun bakım hemşiresi,Safiye’yi oksijen tüpüne bağladı.

 

6. GÜN 

Adını seviyordu,Safiye.Yeni yada çok duyulmamış isimlerden değildi ama gene de seviyordu işte.Belki de eskiliğinin verdiği antika tadında olduğu için bu isimden hoşlanıyordu.Hani yıllanmış şarabın ederi fazla olur derler ya onun gibi düşünüyordu. Eşinin adı da S ile başlıyordu. İkisi bir oldular, doğan çocuklarının tümüne,S ile başlayan isimler koydular.

Büyük oğlu dedesinin denetiminde, hoşgörülü dede,şımarık torun ilişkisi içerisinde büyüyordu.Kayınbabası,eşinin ölümünden sonra tüm sevgisini torununa vermişti.Bu sevgi ve hoşgörü ortamı, çocuğun bazı istenmeyen davranışlar edinmesine neden olmuştu.Çoğu kez anne ve babasının sözünü dinlemez,yaşına uygun olan işlerden bile yardım etmekten kaçınırdı.Oğlunun bu davranışlarına üzülmesine rağmen, oğlu büyüdükçe, bu yanlışlıklardan kurtulacağına olan inancından asla vazgeçmezdi.Diğer üç çocuk bile bazen ağabeylerine özenir,küçük yaramazlıklarla, annelerinin ilgisini kendi üzerlerine çekmeye çalışırlardı.Safiye, tüm yaramazlıklarına rağmen, çocuklarını gerçek annelik sevgisi ile bağrına basardı.

Her ana gibi, çocuklarını canından çok sevse de,onlara gerektiği kadar zaman ayıramadığının farkındaydı.Bir evin tek çalışan hanımı olduğu için, işi başından aşkındı.Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar hiç boş durmuyordu.Bu yüzden sık sık çocuklar hastalanıyorlardı.Kızı çarpık bir gelişme gösteriyordu.Kafası bedenine göre daha büyüktü.Anası gibi çekik olan gözlerinin içi sapsarı idi.Kabarık yanaklarının ortasında, sonradan yapıştırılmış gibi eğreti duran bir burnu vardı.Bir düşme sonucu alnında oluşan çukurluk izi giderek artıyor gibiydi.Safiye,küçük kızını, toprak yeme alışkanlığından bir türlü vazgeçiremediğine üzülüyordu.Tüm toprak yiyen çocuklarda olduğu gibi, kızının benzi sarı,karnı şiş,boynu ince,bacakları çelimsiz ve çarpıktı.Sessiz ve sakin bir yapısı vardı.Eline geçirdiği bir mısır koçanını eski bezlerle giydirir,kendi kendine saatlerce oynardı.

Safiye’nin en küçük oğlu güzel bir çocuktu.Sağlık problemi olmayan tek çocuğu, galiba küçük oğluydu.Tombul yanaklı,hareketli ve daima gülen bir yüze sahipti.Yeni başladığı konuşmasındaki tatlılık herkesin hoşuna gidiyordu.Kocası da bu çocuğa daha çok ilgi gösteriyor gibiydi.Bu çocuklarına, diğerlerinden daha fazla ilgi gösteriliyor olmasının nedeni, onun en küçük çocuk olmasından kaynaklanıyor olabilirdi.Baba,bazen küçük oğlunu kucağına alır ve şaka yollu eşine seslenirdi. “Yahu hanım,senin gibi çirkin anadan böyle güzel bir çocuk olmasına hayret ediyorum doğrusu.” Safiye bu tür şakalara aldırmaz geçerdi. Aslında bir bayan için acıtıcı bu sözlere karşılık,tam bir olgunluk örneği sergiler, “Anası çirkinse babası güzel,çocuk sana çekmiş,”derdi.Kaba saba bir adam olan eşi, Safiye’nin bu yanıtındaki alaycı yaklaşımın farkına varamaz,bu sözleri kendisine bir iltifat sanırdı.Bir anaya söylenmemesi gereken bu sözlerden dolayı elbette Safiye’de üzülürdü,ama duygularını asla açığa vurmazdı.

Safiye, koskoca bir evin tek çalışan bayanı olmaktan asla yakınmazdı. Bu güne kadar da hiçbir işini geri koymamış,her işin üstesinden gelmeyi başarmıştı.Gece uykusundan kıstığı zamanı, gündüz yapması gereken işlere ayırdı mı geri kalan işi olmazdı.Her iş zamanında biterdi.Bu hamaratlığı, köyde herkes tarafından bilinir ve taktirle karşılanırdı.

Bu gün, çoğu zaman yaptığı gibi, tek başına yufka yapacaktı. Sabahın köründe kalkmış,bir kova su ile hamur yoğurmuş,ekmek evini düzenlemiş.samanlıktan iri saman getirmişti.Ocağa oturttuğu yufka sacının altını samanla doldurmuş,açtığı ilk yufkayı pişirmek üzere hazırlamıştı.Şimdi samanı tutuşturmaya çalışıyordu.Çok geçmeden ilk ekmek pişecek, ardından çocuklarının sabah kahvaltısı için, gözleme yapacaktı.Bu işleri yaparken, zaman bir hayli ilerlemiş ve güneş ufuktan epeyce yükselmişti.Ekmek evinin dışında, oyun oynayan çocuklarının seslerini duyabiliyordu.Küçük oğlunun sesi daha da yakından, ekmeklikle yunaklığın arasından geliyor gibiydi.Bu iki iş yerinin arasında derinliği yirmi metreyi bulan bir su kuyusu vardı.Kuyunun tahta kapağı, küçük olduğu için ağzını tam kapatamıyordu.Elinden her iş gelen kayınbabasını birkaç kez uyarmasına rağmen, kuyuya uygun bir kapak yaptırmayı başaramamıştı.Çocuklarının tek başlarına oyuna daldığı zamanlar, içlerinden birinin,kaza ile kuyuya düşebileceği korkusu, kafasından hiç çıkmıyordu.Şimdi aynı korku yüreğini yakıyordu.Elindeki son gözlemeyi sacın üzerinden indirdiği bir sırada, küçük oğlunun, kendisine seslenen çığlığını duyar gibi oldu.İçine bir ateş düşmüş gibi,elindeki aktaracağı fırlatarak dışarı koştu.Kuyunun kapağı yarı aralıktı ve çocuk ortalarda görünmüyordu.Müthiş bir çığlık attı. “Oğlum…,Yavrum,Salih’im,,”

Safiye, yattığı karanlık odada, durdurulamaz bir şekilde çırpınıyordu. Ağzından çıkan anlaşılabilir tek sözcük, “Salih’im..”idi. Yüzünde biriken terler yastığını ıslatmıştı. Hemşireler yardımına koştular.

 

7. GÜN 

İlkbahar bitmek üzeredir. iyiden iyiye ısınan havalarla birlikte, bağ ve bahçe işleri yoğunlaşır. Ağaçların taze sürgünlerinin açık yeşili, canlıların yaşama arzularını kamçılar.Kuşlar, kış boyu saklandıkları yerlerden çıkmışlar,yakıcı yaz sıcaklarına kadar geçecek süreyi en güzel şarkıları ile değerlendirmek için, durmadan şakımaktadırlar.Koyu gölgeler arasından nazlı nazlı akan ırmağın, yakamozlarının seyrine hiç doyum olmaz.

İlkbaharın,zamanı yaza devredeceği dönemde, köylerde işlerin en az yoğun olduğu bir dönemdir.Bu kısa zaman aralığına kadar, sebze bahçeleri ottan arındırılmış,fideler yerlerine taşınmış,bağların budama ve ilaçlanma işleri tamamlanmıştır.Köylüyü en çok oyalayan işlerden biri olan, şeker pancarlarının teklemesi ve çapalaması bitirilmiş olur.İnsanlar,kısa bir süre sonra başlayacak olan, ağır ve yorucu işler için enerji depolamak istercesine, kolay ve zevkli işlerle uğraşarak zaman geçirirler.Bu günlerin en çok yapılan işi yaprak kırımıdır.

Bağlar, kışın sona ermesinden hemen sonra, öncelikle bakımı yapılan uğraş alanlarıdır.Asmaların geçen yıldan kalan çubukları budanır.Köklerinin çevresi açılarak gübre serpilir.Daha sonra bellerle, toprağı derinlemesine işlenir.Bu bakımın ardından yağan ilkbahar yağmurları ile filizlenen yeni sürgünler, hızla uzamaya başlar.Yeni oluşmakta olan çubukların boy atışlarını, günlük olarak izlemek mümkündür.Bu gün kılıfından çıkarak açılan yaprak, birkaç günde kırıma gelecek kadar büyür.

Bu yörenin özel yemeklerinin başında,temel maddesi asma yaprağı olan ‘bat’ gelir.Bayanların özel günlerinin en önde gelen ikramı olan bat,asma yaprağı ile birlikte sunulur.Böyle günlerde hanımlar hem bat yerler,hem de batın içi ile dolma sararlar.Kısaca asma yaprağı,köylü için yaz kış evde bulundurulması zorunlu besin maddelerinden biridir.Asma yaprağı, ilkbaharın yaza yaklaşıldığı bu dönemde toplanır.Yaprak toplama işine yaprak kırımı denir.Yaprak kırımı bir eğlence, bir şenlik günü gibidir.Birkaç aile bir araya gelir,sabah erkenden,şarkılarla,mani ve türkülerle bağlara doğru yola çıkılır.İnsanlar arasındaki ilişkiler gelişir,yeni ve sağlam dostluklar kurulur.Gençlerin gönüllerinde sevda çiçekleri açar.

Bu yıl Safiye, yaprak kırımına, aile dostlarından kimseyi çağıramadı. İçinden bu duruma isyan etmek gelse de sesini çıkaramadı. Çünkü emmisi, “üzüm salkımlarının üzeri açılınca, üzümler güneş yanığı oluyor,yaprakları dikkatli toplayın.Başkalarına bu yıl yaprak toplatmak yok.” Demişti. O yüzden, yalnızca eşi ve çocukları ile gitmeleri gerekiyordu. Bu durum Safiye’yi üzmüş olsa da büyüğünün sözüne uymak zorundaydı.

Bağda uzun süre kalmayacaklarını var sayarak, yanlarına fazla bir şeyler almak istemedi.Bir kaç yufka ile küçük bir su bidonu,iki tane temiz torba ve iki de önlük aldı.Kocası, eşeği ahırdan çıkarıp semerini sırtına yerleştirmişti.Safiye,iş evinden büyük kendir heybeyi alarak semerin üzerine attı.Çocuklar, eşeğe önce binme tartışması yapıyorlardı.Onların isteklerini önemsemeden, iki ortanca çocuklarını, heybenin karşılıklı gözlerine soktular.Büyük oğlunu semere oturtup en küçüğü de kucağına verdiler.Safiye eşeğin yularından tutarak çekti.Eşi arkadan hem çocukları koruyor, hem de eşeği sürüyordu.

Yollar, uzun zamandır yağmur yağmadığı için tozlanmıştı.Ayaklarının hareketi ile havaya kalkan toz,terli yüzlerine yapışıyordu.Güneş bir hayli yükselmiş, serinlik yerini sarı sıcağa bırakmıştı.Havanın koyu mavi olan renginin giderek açılması, yaman bir sıcağın bastıracağını haber veriyordu.

Bağları ırmağın karşı yakasındaydı.Dik yamaçlı kayalıkların arasından bükümlerle uzayan yol, oldukça geniş bir çayırlıkta son buluyordu.Çayırlığın ortasında genişleyen ırmak yatağı, karşıya geçişleri kolaylaştırıyordu.Bağlarının tam karşısında çocukları eşeğin sırtından indirdiler.Safiye,büyük oğlunun elinden tuttu.En küçüğü sırtına almıştı.Kocası da heybenin gözüne soktukları iki ortancaları birer koluna aldı.Irmağa ayaklarının ilk temasında bir gıdıklanma duydularsa da içlerine yayılan tatlı serinlik hoşlarına gitti.Irmak suyu dupduruydu.Öğle sıcağına kalmadan, karınlarını doyurmaya çalışan balıkların toplu hareketleri, güzel bir görüntü oluşturuyordu.Çocukları karşı kıyıdaki sık söğütlerin yanına bırakan baba,geri dönerek, ırmak kenarında yeşeren çayırları yemekte olan eşeği, yularından çekerek ırmaktan atlattı.

Bağlarının bir ucu ardıçlı tepeye, diğer ucu ırmağa uzanıyordu.Kalan diğer iki tarafında da komşuların bağları vardı.Irmak kenarına yakın yerlerde asma yoktu.Kolay sulanabildiği için gelip gittikçe yenir düşüncesiyle, o bölüme sebze ekilmişti.Eşeği, sebze ve ağaçlara zarar vermeyecek bir uzaklığa bağladılar.Heybeyi, içindekilerle birlikte, asmalığı ortalayan bir konumdaki kaysı ağacının altına taşıdılar.Safiye,imrenen gözlerle bağı inceledi.Asmalar son bakımdan bu yana çok güzel gelişmişti.Boyları metrelerce uzayan çubuklar, üzüm yüklüydü.Hep seçme olan asma fidanlarının parlak yaprakları, tam kırılmalık olmuşlardı.Bir değil beş ailenin yaprak gereksinimini karşılayabilirdi. Ama bu yıl emmisi başkalarının toplamasına izin vermiyordu. Kendileri istedikleri kadar, bol bol toplayabilirlerdi. Çocuklarına, ”ağaçların altından başka bir yere gitmek yok, ırmağa hiç yaklaşmayacaksınız, burada güzel güzel oynayın,” diyerek, yanlarında getirdikleri önlükleri, bellerine bağladılar. Bağın üst tarafına, ardıçlığa sınır olan kıyısına gittiler. Asma sırasının birine Safiye, diğerine eşi geçti. ”Bereketi Allah’tan”, diyerek, ilk yaprakları kopardılar.

Saatler ilerledikçe güneşin sıcaklığı dayanılmaz bir hal alıyordu. Sıcakla artan yoğun nem, gölgede bile nefes almayı güçleştiriyordu.Geldikleri ilk andan itibaren, bağın mil toprağı ile oynamaya başlayan çocuklar,sonunda yorgun düşerek,cevize benzer büyüklükteki kaysı ağacının altında uyuyakaldılar.Koyu gölgenin serinliği, onların aşırı terlemelerini engellemeye yetmiyor,kapalı göz çukurlarında ter biriktiği görülüyordu.

Yakıcı sıcağa rağmen,bir makine ritmi ile yaprak kıran Safiye,bir an önce işini bitirmek için, olabildiğince elini çabuk tutmaya çalışıyordu.Yüzünden ve tüm bedeninden dereler gibi ter akıyordu.Eşinin,işin sonuna kadar kendisine yardımcı olacağını düşünmüştü.Oysa eşi,birkaç sıra gidip geldikten sonra topladığı yarım önlük yaprağı ağaç gölgesine boşaltarak,ırmağın kenarına inmişti.O,balık tutma meraklısıydı.Tam fırsatını bulmuşken bu tutkusunu tatmin etmenin ardına düşmüştü.Şimdi Safiye tek başınaydı.Tek başına bir insanın, iki torba yaprak kırması kolay iş değildi.Uzun bir çabayı gerektiriyordu.Durmadan,hiç ara vermeden asma sıraları arasında gidip geliyordu.Bir zaman geldi ki az da olsa dinlenmeden devam edemeyeceğini anladı. Acıkmıştı. Midesi kazınıyordu. Eşyaların yanına, hem dolan önlüğü boşaltmak, hem de biraz dinlenmek amacıyla gittiğinde bir iki lokma ekmek yemek için oturdu.Heybenin içinden ekmek çıkınını aldı.Çıkı bomboştu.Çocuklar ekmeğin hepsini yemişlerdi.Kendi kendine kızdı. “Yokmuş gibi az bir ekmekle yola çıkarsan olacağı budur.Dört çocukla bir yere giderken dört ekmekle yetinmenin sonu aç kalmaktır.Oh olsun,bu gün açlıktan kıvran da bir daha böyle bir hata yapma.” Kazınan midesini yatıştırır umudu ile henüz olgunlaşmamış kaysılardan bir tane kopararak ısırdı.Ekşiliğine aldırmadan ve yüzünü buruşturmadan çiğneyip yuttu.Ham kaysı midesinin kazınmasını önlemediği gibi daha da artırdı.Safiye,bir an önce işini bitirmekten başka yol olmadığını anladı.Yorgunluğuna aldırmadan tekrar işine koyuldu.

Geçer diye önemsemediği mide ağrısı şiddetini giderek artırıyordu.Yaprakla dolan önlüğü boşaltmak üzere ağaç gölgesine giderken başı dönüyor,gözlerinin önü kararıyordu.Gücü tükenmiş,eli kolu kalkmaz olmuştu.Midesi durmadan gurul gurul ses çıkarıyor,içten içe yanıyordu.Açlık dayanma sınırının sonuna gelmişti.Midesi kendi kendini yiyip kemiriyordu.Burada durmanın sırası değildi.Bir an önce eve gitmelilerdi.Irmak kenarında olan eşine olanca gücü ile seslendi.Eşi herhangi bir yanıt vermedi.Kalktı,ırmağa doğru yürüdü.Bacaklarında en küçük bir derman yoktu.Adım atamıyordu.Bacakları öylesine bir uyuşukluk içerisindeydi ki varlıklarından bile emin değildi.Bir daha, avazının çıktığı kadar, eşine bağırdı.Bekledi bir süre.Gene ses seda yoktu.Daha fazla dayanamadı.Titreyen bacaklarına söz geçiremiyordu.Olduğu yere,sebzeliğin kenarındaki sıcak kumların üzerine çöktü.

Uzun süreden beri çabalayan Safiye’yi, yatağında güçlükle tutabiliyorlardı.Burnundan midesine sarkıtılan beslenme borusundan, enjektörle tavuk suyu verdiler.Bir süre sonra sakinleşti.Yorgunluğundan olsa gerek,hırıltılı soluklarının aralıkları uzadı.

 

8. GÜN 

Yüksek tavanlı odanın,ağaç dökmelerinden birine bağlanmış dört uçlu ipin arasındaki, çam tahtadan yapılmış koca yayık,iki tarafa gidip geliyordu.Her ileri harekette “güm” diye tok bir sesten sonra,geri gelirken,içerisindeki yoğurt bulamacının serbestçe yayılmasından kaynaklanan,”faşşş..” diye yayvan bir dağılma sesi çıkarıyordu.Safiye,en küçük oğlunu,yüzü kendisine dönük olarak,eşeğe biner gibi,yayığın üzerine oturtmuştu.Çocuk,küçük tombul elleriyle yayığın iki ipine sıkı sıkıya sarılmış,annesine gülücüklerle karışık türlü şaklabanlıklar yapıyordu.Yayık yaymak göründüğü kadar kolay bir iş değildi.Az çok ustalık gerektiren bir işti.Önce oturulan sandalyeye iyi yerleşmek gerekliydi.Oturakla yayık arası iyi ayarlanmalı,ön tarafa bağlı olan çekme ipi rahatça tutulabilmeliydi.Bu kurallara uymadan yayık yaymaya kalkışmak, istenmeyen kazalara neden olabilirdi.Tabi bunlar deneyimli olanlar için çocuk oyuncağı sayılırdı.Safiye on yaşından beri bu işleri becerebiliyordu.İşinin ustasıydı.

Yayık işi sürerken,küçük kardeşlerini kıskanan diğer çocuklar,yayığın çevresinde dolanıp duruyorlardı.Annelerinden kendilerini de bindirmesini istiyorlardı.Anneleri onların bu isteklerine karşı çıkıyordu.Çünkü zayıf bünyesi zaten yayık işinde bile zorlanıyordu.Küçük oğlunu da istemeye istemeye ,zoraki bindiriyordu.Hiç olmazsa, işi bitene kadar gözünün önünde olur diye, binmesine izin veriyordu.Bu bitkin halde iken büyük çocukların binmesine hiç dayanamazdı. Zaten yayığı saatlerce ileri geri itelemek yeterince yorucuydu.

Bir süre sonra küçük oğlunu da yayık üzerinden indirdi.Tümünü birden azarladı. “Haydi hepiniz dışarı,”diye bağırdı. “Bir de sizinle uğraşamam,gidin dışarıda oynayın.”Çocuklar itiraz edecek oldular.Ama annelerinin kesin kararlı bir şekilde “dışarı ,”emrine daha fazla karşı duramadılar,hep birlikte dışarı koştular.

Safiye sabahları çok erken kalkardı.Babasından sık sık duyduğu, “iyi bir ev hanımının üzerine, yatarken asla güneş doğmaz,”öğüdünü hiç aklından çıkarmazdı.Güneş doğu ufkunu kızıla boyarken O, ayakta olurdu.

Onun kalktığı saatlerde, köy halkının büyük bir bölümü yatağında mışıl mışıl uyumaktadır.Doğudan başlayan tan aydınlığı, parlak yıldızların üzerine yavaş yavaş bir perde çekmektedir.Horozlar, sabahın olduğunu son kez duyurmaktadırlar.Hafif bir rüzgar,dalları,yaprakları okşar gibi eserek, ağaçlarda konaklayan kuşları, ötmeleri için uyarmaktadır.Köy evlerinin pencerelerinde tek tük ışıklar belirir.Hayvanları yemleme zamanıdır.Ellerinde idare lambaları ile insanlar ahırlara ,samanlıklara girer çıkarlar.Safiye, herkesten önce bu işlerin üstesinden gelmiş olur.O,şimdi ocağı tutuşturmaktadır.Dışı islenmesin diye odun külü ile sıvadığı büyük çaydanlığa su doldurarak, sacayağın üzerine özenle yerleştirir.Ekmeklikten bir deste yufka çıkarır ve tek tek ıslar ekmekleri.Sabah kahvaltısı hazırlamaya girişir.Önce emmisi kalkar yataktan.Onun giyinmesine yardım eder.Bir elinde havlu ötekinde ibrik, yüzünü yıkaması için,emmisinin suyunu döker.Sonra sıra ile eşi ve çocukları uyanırlar.Hepsi ile ilgilenir.Sofrayı kurar.Sakin bir havada yapılan kahvaltıdan sonra, çocukları oyun oynamaları için dışarı gönderir.Şimdi daha seri hareket etmek durumundadır.Sofrayı toplar,yatakları dürer ve yerlerine kaldırır.Sığıra gidecek hayvanları sığırcıya teslim eder.Bütün bu işlerin ardından koca yayığı hazırlar.Yayık işi sıcağa gelmez.Hava ısındı mı yoğurttan yağ çıkmaz.O yüzden elini çabuk tutmak zorundadır.Zaman zaman ayakta,bazen de oturarak,yayığı ileri geri sallamaya başlar.Yayık başı, hayal kurma yeridir.Düşünme gerektirmeyen yayık yayma işinde, istediği kadar hayal kurabilir.Yoğurttan yağ ayrılıncaya kadar,düşlerini ve özlemlerini doyasıya yaşamaya çalışır.

Safiye’nin,yıllardır düşünü kurduğu bir isteği vardır.Yeni bir eve sahip olabilmek.İçinde yaşadıkları ev çok eskidir.Dededen kalma, toprak damlıdır evleri.Yeteri kadar odası yoktur.Ne kadar temiz ve titiz olsa da, eski ev bunu dışarıya yansıtmaz.Henüz sobanın bu yöre insanınca tanınmadığı dönemlerde kullanılan büyük bacalardan, evin içerisine yayılan dumanın, duvarlarda ve odanın tavanında bıraktığı kalın is tabakası, her türlü güzelliği yok etmişti.Kapı ve pencere ahşapları bile kapkaraydı.Damı toprak olan ev yağışlı havalarda çekilmez oluyordu.Çünkü güneşin etkisiyle çatlak çatlak olan dam toprağı,yağan yağmur suları ile şişerek, su geçişlerini önleyinceye kadar, içeri akan sularla odalar,göle dönüyordu.Evin oturulacak tek odasının ortasındaki yamrı yumru direk, tam bir çirkinlik abidesiydi.Mutfak gereçlerinin yerleştirilmesi için yapılmış olan tahta basamakların önü, daima vıcık vıcık çamur olurdu.

Eski ev,artan aile nüfusuna yetmedikçe,yeni ekler yapılarak, sorun çözülmeye çalışılmıştı.İlk yapıldığı yıllarda tek kat olarak planlanmış olan ev, geniş iç tasarımından dolayı avlunun büyük bir bölümüne yayılmıştı.Önce evli kardeşlerin, daha sonra evli kuzenlerin ayrılması ile artan ev ihtiyacı karşısında avlu yetersiz kalmış, bu yüzden odaların üzerine, ikinci katlar yapılmaya başlanmıştı.Yıllar geçtikçe, köylerden kentlere göç olgusuna uyan akrabalar köyü terk etmiş, o yüzden,eklenen bölümler tekrar boş kalmıştı.Boş odaların bakımı yapılmadığı için, her biri viraneye dönmüştü.Kısacası,zamanında üç dört aileyi barındıran ev,şimdiki haliyle bir aileye bile barınak olacak durumda değildi.

Yıllarca devam eden aile bölünmeleri sırasında evden her ayrılan,eşyaların bir kısmını alıp götürmüştü.Evde kalmaya devam edenler,eksilen eşyaların yerine yenilerini koymak için,canla başla çalışmışlardı.Artık eşya almak yerine, evi tümüyle yenilemek amaç edinilmişti.Gelecek ilkbaharda yeni ev yapılmasına karar verilmişti.Şimdi Safiye’nin kurduğu hayallerin odak noktasında, yapacakları bu yeni ev vardı.En çok düşlediği şey evin planıydı.Çoğu zaman hayalinde yaptığı evin planını defalarca değiştirmek zorunda kalıyordu.Sık sık odaların sayısını,pencerelerin genişliklerini,balkon yerlerini düşünüyor ve bu konuları kesinleştirmekte zorlanıyordu.Kafasına en çok takılan şey, tuvaletin nasıl ve nerede olması gerektiği idi.Evlerde bir kaynağa bağlı akar su olmadığı için tuvalet evin içerisinde olamazdı.Dışarıda ayrı bir yerde yapılsa, geceleri gidip gelmek sorun olacaktı.Uzun fikir yürütmeler sonunda, tuvalet için en uygun yerin,ahır damının kuzey kenarı olduğuna karar verdi.Yapacakları iki katlı eve bitişik olacak ahırın damına tuvalet yapılırsa, hiç dışarı çıkmadan çatının altından gidilerek,yağmur kar görmeden ulaşılabilirdi.Bu çözüm şeklini beğendi.Bu konuyu, bu biçimde çözmekle kendini rahatlamış hissetti.

Tatlı hayallerini sonlandırdığı anda, büyük oğlunun kendisine seslendiğini duydu.Öyle korkunç bir ses tonu ile bağırıyordu ki mutlaka, kötü bir olayla karşı karşıya kalacağını düşündü.Kalktığı gibi dışarı fırladı.

Safiye,kendisi için özel hazırlanan ve karanlık odanın tam ortasında duran karyolasından ani bir hareketle fırladı.Aşağı düşmesini son anda önleyebildiler.Yarı anlaşılır bir sesle durmadan çocuklarının adlarını sayıklıyordu.

 

9. GÜN 

Sert çorak toprak,bin bir güçlükle kazılarak,ancak büyükçe bir oda sığılabilecek kadar bir yer düzlenebilmişti.Yuvarlak taşlarla iki metre kalınlığında örülen duvarın üzeri,herhangi bir işlem görmemiş ağaçlarla örtülerek,üzerine atılacak toprağın ağırlığını taşıyabilecek bir sağlamlık kazandırılmaya çalışılmıştı.Her yönü ile bir kabalık abidesi gibi duran yapının, içerisinde bir aile barındıracağına kimse inanmazdı.Yalnızca bir bölümden oluşan bina hem oturma odası,hem yatak odası hem de konuk odası olarak kullanılacak,bir köşesinde de yemek pişirilecekti.Üç evli kardeşi ile birlikte oturdukları baba ocağından ayrılıp,bağımsız bir çekirdek aile oluşturmakta olan insanların,daha kullanışlısını yapma olanağı buluncaya kadar, bu binayı aile yuvası olarak kullanmaktan başka çareleri yoktu.

Anne beşinci hamileliğini yaşıyordu.Doğanlardan ikisi ölmüştü.Hayattaki iki çocuktan büyük olanı erkekti.Tek erkek çocuğu olmasına rağmen,oğul büyük babasının koruyuculuğuna verilmiş, evde bir kızı ile kalmıştı.Bebekliğinden itibaren herkesin dikkatini çekecek kadar güzel olan kızları,çoğu zaman tek başına,evlerinin önündeki yolun kıyısında yer alan, acılıktan suyu içilemeyen çeşmenin birikintileriyle oynayarak büyüyordu.Henüz tam oyun çağında olmasına rağmen, evin tek çocuğu olmasının getirdiği bazı yükümlülükleri yerine getirmek zorunda kalıyordu.Kendisinden en çok beklenen iş, küçük bir kova ile çeşmeden su taşıması idi.O da bu işi, bir oyuna çevirerek zevkle yapıyordu.

Annenin işi hiç bir zaman bitmezdi.Her akşam gece yarılarına kadar uğraşarak ertesi gün yapılması gereken işlerin bir çoğunu tamamlardı.Orak zamanı,sabahları henüz ortalık aydınlanmadan tarlanın yolunu tutarlardı.Evde tek başına kalamayacak kadar küçük olan kızını da tarlaya götürmek zorundaydılar.Sabahın serinliğinde üşümesin diye eski yeni ne bulursa giydirip öyle yola çıkarlardı.Orak tarlasında eşi ile birlikte akşama kadar tırpan sallarken, kızları derme çatma çul çadırın gölgesinde oynuyordu.Çocuğun yapabildiği tek iş,çalışanlara her istediklerinde su taşımaktan ibaretti.Ara sıra annesinin uyarılarına kulak asmadan,tarlanın bir köşesinde otlayan eşeğe ekin yedirmeye çalışırdı.Bazen,akşamın geç saatlerinde eve gitmek zorunda olan anne,küçük kızını babası ile tarlada bırakmayı yeğlerdi.Köyden çok uzak olan tarladan eve gitmesine gerek görmezdi.Zira evde kaldıkları kısacık zaman diliminde, kendisi ertesi günün işlerini yaparken, kızı gene tek başına kalıyordu.Tarlada kalması, en azından sabah uykusunu daha iyi alması demekti.Küçük kız, annesi gittikten sonra ekinleri yığmaya başlayan babasının arkasından defalarca gider gelirdi.Çünkü babası desteleri toplamaya başladığında karanlık çökmüş olurdu.Karanlıkta tek başına çadırda oturmaya korkardı.Babası işine ara verdiği zaman, üst üste konulan birkaç ekin destesinin üzerine birlikte uzanırlardı.Uykusu gelinceye kadar yıldızları seyrederler,daha sonra babasının ter kokan göğsünde uyuyakalırdı.

Mevsimlik işlerin çok yoğun olduğu bir gün annenin doğum sancıları başladı.Odanın içerisinde, bir baştan bir başa sızlanarak gidip geliyordu.Kızına, “Bu gece sana küçük bir kardeş gelecek,sen şimdi komşu Fatma Teyzenlere git” diyerek, komşularına gönderdiler.Küçük kız,kendisine nereden ve nasıl bir kardeş geleceğini merak ederek, o geceyi komşularında geçirdi.

Anne,sıklaşan ve şiddetlenen doğum sancılarına rağmen, odanın içinde yürümekten vazgeçmiyordu.Doğum işlerinde köy kadınlarının deneyimli ebesi Arife Hanım, umarsız bir şekilde çene çalıyordu.Doğum olayının son aşamasına kadar da aynı tavrını sürdürdü.Bebek viyaklayarak dünyaya geldikten sonra, yerinden kalktı ve telaşa kapılmadan gerekli müdahalesini yaptı.Bebeğin göbek bağını, suda kaynatılarak dezenfekte edilen eski bir makasla kesti.Bebeği temizleyerek beze sardı. Doğan da bir kız çocuğuydu.Ancak,doğar doğmaz orada hazır bulunan herkesin dikkatini çeken bir şey vardı çocukta.Kafası, şakaklarından iyice bastırılmış gibi sırtlı idi.İri ve çekik olan gözleri de dikkat çekiciydi.Bu ilk izlenimler, insanda olumlu bir duygu yaratmıyordu.Çocuğun şekilsiz kafa yapısını gören annenin, içi bir tuhaf oldu.Üzüldü,çok üzüldü anne.Dünyaya adımını attığı ilk andan itibaren,bebeğini kötü bir yazgının beklediğini hissettiği yavrusu için gözyaşı döktü.Ve hiçbir şeyden haberi olmayan bebek,annesinin göğsünde mışıl mışıl uyuyarak,mutlu bir geleceğin kuramında büyümeye koyuldu.

Büyüdü bebek.Aklının erebildiği andan itibaren anımsayabildiği tüm çocukluğu,diğer çocuklardan çok farklı olmadı.Kendisinden birkaç yaş büyük olan ablası ile,evlerinin önündeki çeşme yalağında ıslanarak büyüdü.Okul çağına gelmeden önce,daha gür çıkması için, bir erkek çocuğu gibi tıraş edilmeseydi,kafasının çarpıklığından, belki de kimsenin haberi olmayacaktı.Bütün karşı koymasına rağmen saçları kesilince arkadaşlarının alayı yüreğini yaraladı.Okul yıllarındaki arkadaş canlısı kişiliği geniş bir çevre edinmesini sağlamıştı.Yakaladığı okul başarısı ise kendisine duyulan saygıyı artırdı.Okul bittiğinde olgun bir insan gibiydi.Tutum ve davranışları ile çevresindeki herkesin taktirini hak ediyordu.

Ailenin, yıllarca süren kararlı tutumları ve çabaları ile maddi durumları bir ölçüde düzelmişti.Artık tek odadan oluşan evlerini genişletebilirlerdi.Odalarının bitişiğine iki oda ekleme kararı aldılar.Kızlarının insan üstü çabaları, ana babaya güç ve moral verdi.Kısa sürede iki oda tamamlandı ve aile, bir anda üç odalı büyük bir eve sahip oldular.Mutlulukları, tümünün yüzünde sabah güneşi gibi parlıyordu.

Tek kişilik karanlık odasında, uzun süredir çok acı çektiği gözlenen Safiye’nin sakinliği,başından bir dakika olsun ayrılmayan ablası tarafından, bir iyileşme belirtisi olarak yorumladı.Safiye’nin yanakları ilk defa bu kadar pembeleşmişti.Kasılma nöbetlerinin aralığı uzamıştı.Nefes alışı daha düzenli gibiydi.Hastaneye geldiği günden beri,hasta kız kardeşi ile birlikte acı çeken ve onun acılarını yürekten paylaşan ablası, aşırı yorgunluğunun, ilk kez ayırtına vardı.Yerini nöbetçi hemşireye bırakarak,kısa bir süre de olsa uyumak için, boş bir odaya çekildi.

 

10. GÜN 

O gün, annesi ile babası evden erken çıktılar.Hacıköy mevkisindeki tarlanın şeker pancarını söküyorlardı.Köye bir hayli uzak olan tarlaya bir an önce ulaşmak için yola erken çıkmaları gerekiyordu.Safiye ile ablası okula gideceklerdi.Her ikisi de erken kalkıyorlar,evin işlerini tamamlamakta annelerine yardım ediyorlardı.Anneleri evden ayrıldıktan sonra,okul zamanına kadar da varsa, kalan işleri görüyorlardı.

Anneleri evden ayrılınca, her zaman olduğu gibi evin kalan işlerini bitirdiler. Daha sonra, yüzlerini göremeyecek kadar, arkasının cilası aşınmış, kırık aynaya bakarak saçlarını taradılar.Ablası önce kardeşinin, sonra da kendisinin saçlarını bağladı.Siyah okul önlüklerini giydiler.Okula gitmek için hazırdılar.Henüz okula gitme zamanı gelmemişti.Her zaman yaptıkları gibi kapılarının önünde seksek oynamaya başladılar.Oyun sırasının gelmesini bekleyen Safiye,evlerinin arsasını çevreleyen yüksek taş duvarların arkasından, akraba çocukları Fatma’nın gelmekte olduğunu gördü.Fatma, erkek kardeşi olmadığı için, babası tarafından tam bir erkek çocuğu gibi yetiştirilmekte olan bir kızdı.Safiye’nin ablası ile aynı sınıfta okuyorlardı.Doğruca kızların yanına geldi.Saçı başı dağınıktı.Okul önlüğünü de giymemişti.Safiye, “Fatma abla neden okula hazırlanmadın?Okul zamanı yaklaşmadı mı?” diye sordu. “Yok,”dedi Fatma, “bugün okula gitmeyeceğim.” “Niye gitmeyeceksin?” diye bu kez Safiye’nin ablası sordu. “Ödevimi yapmadım,hem de bugün bağımıza gideceğim.Üzümler iyice yetmiş.” Sonra kurnazca gülümsedi. “Sizde gitmeyin okula.Bir gün gitmezsek bir şey olmaz.Bağa gider hem üzüm yeriz,hem de ırmakta bir güzel çimeriz.”Ablası da Safiye’de okulu seviyorlardı.İkisi de başarılı öğrencilerdi.Gene de Fatma’nın önerisi onlara çekici geldi.Buna rağmen bazı kuşkuları vardı. “Ya babam okula gitmediğimizi duyarsa bize kızmaz mı?” Nerden duyacak?” dedi Fatma. “Biz söylemezsek onların hiç haberi olmaz.Haydin çıkarın şu önlükleri.”Bu okula gitmeme fikri hoş olmasa da, bağda üzüm yeme,sonbaharın pastırma sıcağında son kez ırmağa girme düşüncesi, Fatma’nın önerisini benimsetti.Gene de son kez kuşkularını dile getirdiler. “Bekçi Durmuş Dayı bizi yakalarsa ne yapacağız?”diye sordular. Fatma’nın her şeye hazırlıklı olduğu belliydi. “Bekçi bize hiçbir şey demez.Biz kendi bağlarımıza gideceğiz.” Dedi.Çocuklar önlüklerini geri çıkardılar.Bulabildikleri bir beze iki yufka sardılar.Kapıyı kilitleyip anahtarı her zaman bıraktıkları duvar kovuğuna soktular.Hepsini yanlış bir iş yapmanın heyecanı sarmıştı.Yola koyuldular.

Bağların yolu tam okulun önünden geçiyordu.Okul bahçesinde, oynayan birkaç öğrenci dışında kimse görünmüyordu.Öğretmenlerinin kendilerini göreceğinden korkuyorlardı.Okul bahçesini çevreleyen duvarın altına saklanarak ilerideki dere yatağına ulaştılar.Gerisi kolaydı.İşin zor kısmını kazasız belasız atlatmışlardı.Dere boyunca uzanan söğüt ve kavak ağaçları onları gizleyebiliyordu.Kulakları seste, ırmağa doğru koşar adım ilerlediler.

Yolları üzerinde sıralanan meyve ağaçlarının altından geçerlerken, birer ikişer koparıp tadarak yürüyorlardı.Meyvelerin toplanma zamanı çoktan gelmişti.Köy halkı,tarla işlerinin bitmesine kadar, meyve toplama işine başlamıyordu.Nasıl olsa meyvelerin geç toplanmasının bir sakıncası yoktu.

Birileriyle karşılaşmamak için yoldan yürümekten vazgeçmişler, bağların ve bahçelerin içerisinden gitmeye karar vermişlerdi.Kimi bahçenin duvarından atlayarak,bir başkasının çitinin altından geçerek bağa ulaştılar.İlk ulaştıkları bağ Safiye’lerin üzüm bağları idi.Asma çubukları, verimli mil topraktan aldıkları güçle, metrelerce uzamışlar.aralarını geçilmez kılmışlardı. Kızlar, bir iki denemeden sonra asma çubuklarının yaptıkları doğal engeli aşamayacaklarını anlayınca, asmaların altlarından geçmeyi düşündüler.Toprağa sürünür bir şekilde eğildiler.Asmaların toprağa yakın alt dallarından sarkan kocaman üzüm salkımları kehribar gibi kızarmış,toplanmayı bekliyorlardı.Çocuklar böyle yapmakla, hem iyi bir gölge bulmuş olmaktan hem de başkalarına görünmekten kurtuldukları için son derece rahat hareket ediyorlardı.İstedikleri cins üzümlerden kopardıkları üzüm tanelerini, döke saça, güle eğlene yiyerek ırmağa doğru ilerlediler.Üzerlerini örten yeşillikler arasından, gökyüzünün insana huzur veren sonsuz maviliğini izlemek çok hoştu.Yaprakların küçük boşluklarından kendilerine ulaşabilen güneş ışıkları, bedenlerinde koyu sarı benekler oluşturuyordu.Çocuklar,sonsuza doğru akıp giden zamanın yıpratıcı etkisinden habersiz olarak, yakaladıkları mutluluğun tadını çıkarmaya bakıyorlardı.

Herhangi bir olumsuzluğu akıllarına getirmeden doyasıya üzüm yediler. Üzüm ishal yaparmış,karınlarını ağrıtırmış,ne gam? Kendilerine yaşama sevinci kazandıran ortamın zevkini bozabilecek hiçbir şeyi, akıllarına bile getirmek istemiyorlardı.Gülüp eğlenerek, tıka basa doldurdukları mideleri ağırlık vermeye başladığında uykuları geldi.Burada uyumanın tehlikelerini biliyorlardı.En çok korktukları şey,büyüklerinden sık sık dinledikleri boğazlarına yılan akma olasılığı idi.O yüzden uykularını kaçırmanın yollarını hemen fark ettiler.En güzel iş ırmakta yıkanmaktı.Sık söğütlerin altına geldiler.Giysilerinin tümünü çıkarıp üst üste bir ağaç dalına astılar.Külotları bile kalmayan vücutlarının bir erkek çocuğundan farkı yoktu.Suyun ilk dokunuşu içlerini ürpertti.Diz boyunu geçen bir derinliğe kadar ilerlediler.Üçü aynı anda suya daldılar. “Ooohh…,su ne güzelmiş,”diyorlardı.Suyun verdiği rahatlık birilerinden saklanmaları gerektiğini unutturmuştu.Irmağın çağlayan su sesinde birbirlerini duyabilmek için bas bas bağırıyor,her suya dalışlarında “haydaaaah!..” diye naralar atıyorlardı.

İlk olarak Safiye gördü, kıyıda kendilerini izleyenleri. Emmisinin oğlu ile bir başka yakınları onlara kıyıya çıkmalarını söylüyorlardı. İçlerine bir korku düştü.Ellerini önlerine kapatarak kıyıya yürüdüler.Kıyıdakiler çocukların giysilerine yakın bir yerde duruyorlardı.Çekingen adımlarla onlara doğru adımlarken, kendilerinin neden burada olduklarının açıklamasını, acındırıcı bir ses tonu ile anlatmaya çalışıyorlardı.Fatma’nın ardı ardına sıraladığı nedenleri nasıl bu kadar hızla düşünebildiğine diğerleri şaşıp kalıyordu. Giysilerini ellerine alıncaya kadar sakin bir şekilde bekleyen adamlar,kaçmalarına fırsat vermeden çocukları yakaladılar. “Niçin bu gün okula gitmediniz?” diye sormalarıyla çıplak vücutlarına vurmaları bir oldu. Öylesine acımasızca vuruyorlardı ki çocukların ağlaması sızlaması bir işe yaramıyordu. Sanki karşılarındaki üç küçük çocuk değil de üç yetişkin düşman askeriydi.Safiye artık dayanamıyordu.Aklını yitirmiş gibiydi.Giysilerinden vazgeçmişti,şimdi yalnızca iki eli ile kafasını korumaya çalışıyordu.Ağzından dökülen yakarı sözcüklerinin, bir anlamı olup olmadığının farkında değildi.

Safiye’nin dudaklarının kenarlarında bembeyaz köpükler birikmişti. Başında nöbet tutanların güçlerini aşan inatçı ve güçlü hareketlerle çırpınıp duruyordu. Neden böylesine anlamsız çırpınışlarda bulunduğunu anlayamıyorlardı.Hiçbir anlam veremedikleri mırıltılarla ne anlatmak istiyor olabilirdi?

Yatağının çevresinde içleri ezilerek izledikleri Safiye’ nin, çocukluğunun bir anısını tekrar yaşamakta olduğunu, oradakiler nereden bileceklerdi?

 

11. GÜN 

Bir evin tek kadını olmak zordu.Her gün sabah erkenden kalkıyordu.Çoğu zaman işlerin yoğunluğundan yemek yemeye bile fırsat bulamıyordu.Zoraki evlilik ikileminde ardı ardına sıralanan dört çocuğun bakımı başlı başına bir sorundu.Her gece sabah oluncaya kadar saat başı uyanarak çocukların açılan üzerlerini örtmekten,çişi geleni tuvalete götürmekten, doğru dürüst bir uyku uyuyamıyordu.Bedeninin yorgunluğuna eklenen uykusuzluk, ruhsal dengesini de alt üst ediyordu.Henüz anne sütüne bağlı olarak beslenen küçük çocuğuna, pörsümüş memelerinden gelen sütün yetmemesi ayrı bir dertti.Açlığı giderilemeyen çocuk, sabaha kadar mızırdanıp duruyordu.Tahta beşiği sallayarak uyutmaya çalıştığı çocuğun yerine bazen kendisi uyuyup kalıyordu.

Sabahın ilk işi, küle gömülü kor ile ocağı tutuşturmaktı.Yataktan kalkar kalkmaz ,hava ister çok sıcak, isterse aşırı soğuk olsun, avluda yığılı odunların içerisinden bir tutam tuturuk alıyor,sonra da bir kucak kalın odunla ocağın başına geçiyordu.Odunları usta hareketlerle yerleştirdikten sonra üfleyerek tutuşturuyordu. Ocağın üzerine koyduğu dışı simsiyah olan isli çaydanlık, bir zaman dumandan görünmüyordu.Çay hazırlığını bu aşamada bırakarak ahıra,inekleri sağmaya gidiyordu.İnekleri sağdıktan sonra da köy çeşmesinde suluyor, ardından köyün sığır çobanına teslim ediyordu.

O gün,her zamankinden daha erken kalkmış,her sabah yapması gereken işleri kısa sürede bitirmişti.Emmisinin,eşinin ve çocuklarının karnını doyurduktan sonra erkekleri işlerine uğurladı.Bu gün Safiye’nin çamaşır günüydü.Yorganların dış ve iç yüzlerini söktü.Çarşafları topladı.Çocuklarına temiz giysilerini giydirerek kirlilerini aldı.Oda sergileri,minder yüzleri,havlular derken kirliler dağ gibi yığıldı.Evin önündeki yunaklığa akşamdan ısladığı koca bir kazan dolusu kirli kilimler de yıkanmayı bekliyorlardı.Bu kadar çok kirliyi tek başına yıkamak her yiğidin harcı değildi.Safiye işten yılmaz biriydi.Kollarını sığadı ve işe koyuldu.

Önce yunaklığın ocağına büyük leğeni oturttu.Kuyudan su çekerek leğeni doldurdu.Ahırdan iri saman getirdi.Ocağın altına yığdı.Samanı ateşledi.Çok geçmeden leğendeki suyun yüzeyi buğulanmaya başladı.

Bir yandan ocağın ateşini harlarken,öte yandan yunaklıktaki boş bidonu, su ile doldurmayı düşündü.Koca bidonu kuyunun ağzına yakın bir yere yerleştirmişti.Kuyunun çıkrığının ipine bağlı paslı kovayı, yavaş yavaş aşağı saldı.Çıkrığın ipi tam olarak açıldığında kovanın suya değdiğini anladı.Kuyunun ağzına eğilerek dipteki kovayı görmeye çalıştı.İpi güçlü bir şekilde salladı.Kovayı doldurmaya çalışıyordu.Eliyle şöyle bir yokladı.Ağırlığından kovanın suyla dolduğu belli oluyordu.Kaba ve yağsız olan çıkrığı güçlükle çevirmeye başladı.Çıkrık zor dönüyordu.El ile daha kolay çekebileceğini düşündü.Ayağını kuyunun kenarında duran düz ve kaygan taşa sağlamca bastı.Vücuduna destek sağlamaya çalıştı.Çıkrığı serbest bıraktı.İki eliyle ipten tutarak asıldı.Çekti,çekti.Bu şekilde su çekmek çıkrık kullanmaktan daha kolay gibi geldi.Tam kovayı kuyu ağzından dışarı çıkarmak üzereyken,aniden göğsüne bir ağrı saplandı.Sanki iki memesinin arasına bıçak sokuyorlardı.Kalbi sıkıştı.Nefes alamaz oldu.Ölmekte olduğunu düşündü.Galiba bu dünyaya doyamadan elveda diyordu.Tabanında, gözlerini kamaştıran bir aydınlığın olduğunu gördüğü, dipsiz kuyuya doğru yuvarlanmakta olduğunu hissetti.

Safiye,yatağında elleriyle bir yerlere tutunmak ister gibi hareketler yapıyordu.Boğazından çıkan ses ,bir insanınkine asla benzemiyordu.Gözyaşlarını sel gibi akıtan kocası hemşirelere bağırdı.

 

12. GÜN 

Köyün yaklaşık bir kilometre uzağından geçen şoseye ulaştıklarında saat,sabahın henüz yedisiydi.O sabah işlerini daha çabuk bitirmek için olağan üstü bir çaba göstermişti.Kendilerinin olmadığı bir günlük sürede, yaşlı emmisine hiçbir iş kalmaması için ne gerekiyorsa yapmış, daha sonra da hep birlikte kahvaltı yapılmışlardı.Dört çocuklarının tümünü şehre götüremezlerdi.Gezmeye değil evin yıllık ihtiyaçlarını almaya gideceklerdi.Dört çocukla iş görmeleri olanaksızdı.O yüzden üçünü dedelerine bırakarak en küçüğü yanlarına aldılar.

Şehre gitmek köy kadınlarına büyük bir mutluluk verirdi.Çünkü şehre her zaman gitmeleri mümkün değildi.Ara sıra,yılda bir kez,belki de iki yılda bir şehre gitmelerine izin çıkardı.Kadınların şehre gitmelerine izin verilmesinin temel nedeni,şehirden alınması zorunlu hale gelmiş olan gereksinimlerin karşılanması idi.Evin erkeği tüm ev ihtiyaçlarının ne olduğuna tek başına karar veremezdi.Aileden bir bayan da yanlarında giderdi.

Yol kenarında kendilerini şehre götürecek uygun bir arabanın gelmesini beklerken Safiye, yazılı liste yapmadıkları için,gereksinimlerinin neler olduğunu tekrar tekrar anımsamaya çalışıyordu.Yolda araba beklemek işkence gibiydi.Arabaların gelme yönünü gözlemekten insanın başı ağrıyor,boynu tutuluyordu. Sırtında çocuk olmasa,böyle beklemektense yürüyerek gitmeyi bile tercih edebilirlerdi.

Köy koruluğu ile çıplak bir kayalığın arasından keskin bir bükümle uzanan yoldan, kendilerine doğru gelmekte olan bir aracın homurtusunu duydular. Bakışlarında umudun ışığı yandı.Yolu sınırlayan büyük söğütlerin arasından aracın önce branda ile kapatılmış üst tarafı göründü.Gelmekte olan aracın kamyon olduğunu anladılar.Safiye’nin eşi bir adım ileri çıkarak el kaldırdı.Kamyon, su değirmeninin arkını geçtikten sonra ulaştığı düzlükte, hızını artırarak geliyordu.Arkasından çıkan siyah duman bir azalıp bir çoğalırken,aracın sesindeki dalgalanmalardan, sürücünün vites değiştirdiği anlaşılıyordu.Kamyon kendilerine yaklaştığında şoföre umutla baktılar.Adam, “boş yer yok” der gibi elini salladı.Kamyon arkasında bıraktığı yoğun toz bulutu içerisinde kaybolarak yoluna devam etti. Araba bekleyenler,ilk hayal kırıklığını yaşarken çok geçmeden bir otobüs çıkageldi.Tam önlerinde durdu.Açılan arka kapıdan bindiler.Koltukların bazıları boştu.Ön tarafa yakın bir koltuğa oturdular.Otobüs hareket etti.Camdan tarafa oturan Safiye,pencere perdelerini geriye itti.Yanlarından hızla gerilere doğru kaçmakta olan doğa manzarasını zevkle seyre daldı.

Uzunca bir yokuşu güçlükle tırmanarak tepenin doruğuna ulaştıklarında, ilçe merkezi,çok aşağılarda,mavimsi bir sis perdesinin arasından hayal meyal göründü.Manzara,sonbahar mevsiminin renk cümbüşü ile ,usta ellerce şekillendirilmiş bir tabloyu andırıyordu.İnişe doğru hızlanan otobüsün açık pencerelerinden dolan esinti yolcuların içlerinde yarattığı mutluluğun izlerini yüzlerine yansıtıyordu.

Köy kadınına şehir dendi mi, yaşamında insanlık erdemini baş tacı etmiş insanlara vaat edilen, cennet gibi bir yeri algılıyorlardı.Yani onlar için şehir demek, cennet demekti.İkisi arasında bir fark yoktu.Hani hocalar,iyi insanların yaşamlarında arzu ettikleri halde, gerçekleştiremedikleri düşüncelerinin tümüne cennette kavuşacaklarını anlatıyorlar ya, işte şehirde yaşayan tüm kadınlar, düşledikleri her şeyi bu dünyada elde etmekte olan tanrının sevgili kulları olmalıydılar.Yada köy kadınları, şehirde yaşayanları kafalarında öyle canlandırıyorlardı.

Safiye,otobüs şehir garajında durduğunda, içerisinde duyumsadığı tatlı bir hafiflikle aşağı indi.Çocuğunu bu kez sırtına değil kucağına aldı.Baş örtüsünü özenerek bağlamıştı.Davranışlarına bir incelik katarak kocasının iki adım gerisinden yürüdü.

Öğleye kadar hep mutfak gereksinimlerini temin etmeye çalıştılar.Şehrin temiz caddelerinde yürümek ne güzeldi.Köylerindeki pis kokulardan eser yoktu.Hele köy insanını sofra kurduklarına pişman eden ve kovandan yeni boşanmış arılar gibi kaynayan kara sineklerin olmaması daha da ilginçti.Safiye içinden,”bir teneke dolusu sinek getirip şehre salsaydık, bu nazik insanlar ne yaparlardı acaba? “diye düşünerek kıs kıs güldü.Kapısından içeri girecekleri her dükkanın kapısında, kendilerini güzel bir koku karşılıyordu.Bir fırının önünden geçerken duyduğu taze somun kokusu öyle çekici geldi ki Safiye, bir an durup bu kokuyu doya doya içine çekti.

Sıra giysi alımına gelmişti. Yıllardan beri aynı manifaturadan alış veriş yaptıkları için dükkan sahibi ile akraba gibiydiler.Tezgahın başındaki genç,vitrini ve rafları süsleyen kumaşlardan birer örnek çıkararak Safiye’nin önüne serdi.Kumaşların hepsinin ayrı bir güzelliği vardı.İçlerinden hangilerini alması gerektiğine güçlükle karar verdi.Aldıkları bir bohçada toplandı.En son almayı düşündüğü südyeni tümü erkek olan tezgahtarlardan nasıl isteyeceğini bilemedi.Kocasının kulağına fısıltı ile durumu anlattı.Bunu yaparken bile, çevresindekiler söylediklerini duymuşlar gibi yüzü kızardı.Eşi ne istediklerini söyledi.Gençlerden biri birçok südyeni tezgahın üzerine sıraladı.Her renk südyen vardı.Safiye, utana sıkıla,fazla incelemeden birini alarak bohçadaki kumaşların arasına soktu.Eşi ile göz göze geldiler.İkisi birden karşılıklı anlamlı anlamlı gülümsediler.Safiye’nin mutlu olduğu her halinden belliydi.Yüzüne bir gülümsemenin izleri yayılmıştı.

Hastanın başında, her hareketinden bir anlam çıkarmaya çalışarak bekleyenler, Safiye’nin yüzüne yansıyan gülümseme ile umutlandılar.Hastalığın seyrinde, mutlaka iyiye doğru bir gidiş olmalıydı.Günlerden beri ilk kez rahat bir nefes aldılar.

 

13. GÜN 

Umut,yaşamak; umut,doymak her şeye;umut düşler sarayının gül bahçesi; umut var olmanın itici gücü; insan yaşamının tatlı kamçısı; Umut her şey. Düşlenen, sahip olunmak istenilen her arzunun bir gün gerçekleşeceğine içten inanmaktır,umut.Umut yoksa hiçbir şey yoktur. Umutsuzluğun adı yokluktur, yok olmaktır.

Gün ağarmadan başlayan koşturmacanın arkası gelmez. Koştur, koştur, yorulur insan. Elbet Safiye’de yorulur. Ama iş görülmek ister, bitirilmek ister. Evde kendisinden başka kadın olmadığından, koşacak kişinin tek adresi Safiye olur. İşin birini ıskalasa yığılır üst üste. O yüzden yapılması gereken iş asla ertelenmez, yapılır. Bazı işler emeğin yanında dikkat ister.İnsan tüm dikkatini o işe adamazsa yapılan işten bir hayır gelmez.Bazı işler sıradan ve olağandır,yalnızca emek ister.Bedeni yorsa da beyin dinç kalır.Bu tür işler çalışkan insanın dinlenme saati gibidir.İşi bir akarına ağızladın mı tamamdır.Dalarsın tatlı hayallere,başka dünyaları,yıldızları gezersin.İşin geri kalmaz.Tıkır tıkır yürür.Yayık yayma bu tür işlerdendir.Yoğurdu yayığa doldur,üzerine yeteri kadar su ekle,kısa bacaklı sandalyeye otur,tut ipinden yayığın, ayağınla it,elinle çek.Ne kadar böyle devam edeceğini bile düşünme.Düşlerin bitene kadar it,çek.Ortada bozulacak,kırılacak, dökülecek bir durum yok.Çocuklar bir başka odada uyuyorsa,yada dışarıda güvenli bir yerde oynuyorsa hiçbir sorun yok demektir.Denize dalar gibi dal düşlerine.

Yayık başında daldı,Safiye.Yüzünde tatlı,belli belirsiz bir aydınlanma,gözleri hiçbir şey görmeden karşı duvara çivilenmiş bakmaktadır.Şimdi ruhu bir başka zamanda,bir başka boyuttadır.

İlkbaharın ilk günlerinden itibaren yağmaya başlayan sakin yağmurlar, verimli bir ürün alınabileceğinin müjdecisiydi.Bu yörede yılın yağışına göre ürünlerden bereket umulurdu.Halk, “Mart yağar,nisan öğünür,nisan yağar,mayıs öğünür,mayıs yağar yıl öğünür” şeklinde bir deyiş üretmiştir.Eğer bu söylem bir gözlem sonucuna dayanıyorsa bu yıl bol ürün alınacağı söylenebilirdi.Çünkü ilkbaharın üç ayı da yağışlı geçmişti.Beş yüz ölçek buğday,bir o kadar mercimek,fasulye,kırk elli ton da şeker pancarı çıkarsa çiftçinin keyfine diyecek olmazdı.Canın ne isterse alabilirsin.İstediğin zaman istediğin yerde gezebilirsin.Bu tür umutlar,Safiye’ye, hayal dünyasında at koşturuyordu.

O yılın hasadından gerçektende beklenenin üzerinde verim alınmıştı. Ambarlar kurulduğundan bu yana ilk kez, elde edilen tahılı almaz olmuştu. Mercimek ile nohuda konacak yer bulunamadığı için, çuvallara doldurularak, ambar evinin ortasına yığılmıştı.Tarla işlerinin ardından bağ bozumu başlamış, oradan da bol üzüm toplanmıştı.Üzümlerden pekmez yapılmıştı.Meyveler derilmiş,samanlıktaki samanların üzerine serilmişti.Ekimin ortalarında başlayacak olan ilçe panayırına kadar işler tamamen bitirilmişti.

O yıl Safiye, ilk kez çocuklarıyla birlikte panayıra gitme fırsatı yakalamıştı. Bu fırsatı, o yılın bol ürünü sağlamıştı.Kendisi daha önce de birkaç kez panayırı gezmişti,ama çocukları şimdiye kadar hiç görmemişlerdi.Onları bol bol gezdirecek, istedikleri her oyuna,her eğlenceye katılmalarını sağlayacaktı.

İlçe merkezinin kuzey yönünde bulunan spor tesislerinin yanındaki boşluk, panayır yeri olarak düzenlenmişti.İlçenin ana caddesi, belli bir noktadan itibaren, iki yakalı olarak satıcıların çadırları ile dolmuştu.Çadırlarda,her türlü gereksinimi karşılayacak ölçüde, değişik ürünler sergileniyordu.En çok göze çarpan çeşit ise mutfak eşyası ile manifatura ürünleri idi.Rengarenk ışıklarla süslenen çadırların önlerindeki çığırtkanlar, çok ilginç ses ve tavırlarla reklam yaparak, müşteri kazanmaya çalışıyorlardı.Uzun süre bağırmaktan sesleri kısılan satıcıların, hoperlörden yayılan komik sesleri insanları güldürüyordu.

Dört çocuktan üçü babalarının elinden tutmuşlardı.Dördüncü ve en küçük olanı annesinin kucağındaydı.Kalabalık insanların aralarında kaybolmamak için birbirlerinden kopmamaya çalışarak ilerliyorlardı.Satıcı çadırlarının yer aldığı yol, taşıt trafiğine kapalıydı.İnsanlar,yolu tıklım tıklım doldurmuşlardı.İlçeye bağlı köylerden olduğu kadar başka il ve ilçelerden de panayıra çok sayıda insanlar geliyorlardı.

Safiye ile eşi,çocuklarının bir an önce eğlence yerine gitmek istemelerine karşın,her çadırın önünde durarak, işlerine yarayabilecek bir şeylerin olup olmadığına bakıyorlardı.Aslında gördükleri birbirinden güzel ve ilgi çekici eşyaların bazılarını almak istiyorlar ama ceplerindeki paranın azlığından dolayı bu isteklerinden vazgeçiyorlardı.Çok zorunlu olmadığına inandıkları şeyleri almaktansa, gerçekten ihtiyaçları olanları almaya özen gösteriyorlardı.

Çok büyük bir giysi çadırının önünde durdular.Tam bir manifatura gibi olan çadırda her türlü giyecek vardı.Çeşit çeşit kumaşların yanı sıra konfeksiyon ve örgü işleri de askılardaki yerlerini almıştı.Safiye,önce çocukları için bir şeyler almayı düşündü.Çünkü artık sonbaharın sonu gelmek üzereydi.Havalar ciddi olarak soğumaktaydı.Şimdiden akşam soğukları insanı üşütüyordu.Öncelikle çocukların her birine farklı renkli kabanlar seçtiler.Çocuklara giydirdiler.Sevinçlerinden çocukların ağzı kulaklarına varıyordu.Fiyatları da uygun bulmuşlardı.Sıra diğer alacaklara geldi.Hiç acele etmeden alış verişin tadını çıkararak alacaklarını seçtiler.Seçtikleri giysiler için satıcı ile pazarlığa tutuştular.Satıcı, alınmak üzere seçilen malları bir güzelce övdükten sonra fiyatlarını söylüyordu.Safiye’nin eşi,satıcının fiyat kırmamak için reklam yaptığını anlamıştı.O da karşı saldırıya geçti.Gelirlerinin azlığından,tarım giderlerinin çokluğundan,dört çocuğu için yeteri kadar para ayıramadıklarından yakınıp durdu.Aslında her ikisi de alış veriş için istekli idiler.Sonunda fiyatta anlaştılar.Alınanlar büyük bir bohçaya sarıldı.Bohça satıcının armağanıydı.Parayı ödeyerek oradan ayrıldılar.

Eğlence çadırları herhangi bir planlama yapılmadan boş arsaya yerleştirilmişti.İlk girişte langırtlar,halkacılar,ve eşya piyangocusu vardı.Eşya piyangosu çadırının önü çok kalabalıktı.Daha sonra halkacılar geliyordu.Belli bir uzaklıktan sigara paketlerine atılan geniş halkalarla sigara kazanılmaya çalışılıyordu.Burada toplanan insanların çoğu sigara kazanmaktan çok,halkaları pazarlayan genç bayanlarla sansürsüz konuşabilme zevklerini tatmin için toplanıyorlardı.

Atlı karıncaların etrafı yetişkinler tarafından kuşatılmıştı.Çocuklarını atlı karıncaya bindirmiş olanlar,çocuklarının düşmemesi için önlem alırken,bir kısım insanlar da aldıkları biletlerle sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı.Safiye çocuklarının atlara binmesini istiyordu.Hiç olmazsa bu eğlenceyi tatmaları iyi olacaktı.Eşi çocuklara dört bilet kestirdi.İkişer ikişer atlara bindiler.Dönmeye başladıklarında çocukların sevinci görülmeye değerdi.

Sirk çadırının önünde omzunda küçük bir maymun tutan adam, büyük küçük herkesin ilgisini çekiyordu.Maymun hiç yerinde duramıyor,bir ağaçta yürür gibi adamın sırtında oynuyordu.

Panayırın en gürültülü yeri hiç kuşkusuz tiyatro çadırıydı.Yerli halk bunlara ‘tiyatoru’ çadırı diyordu.Bu tiyatro bilinen tiyatrolardan farklıydı.Bir temsil oynanmıyordu.Burada dansözler göbek dansı yapıyorlardı.Çadırın zaman zaman bilinçli olarak yarı açılan kapı perdesinin aralığından sahnede oynayan bir dansöz, görülüp kayboluyordu.Ömürlerinde, eşleri dışında çıplak kadın bedeni görmemiş, dar çevre insanları, ağızlarından salyalar akıtarak,çadırın kasten aralanan bez kapısından içeriye bakıyorlardı.Elbette oradakilerin tümü çadıra girmek istiyordu.Ancak, giriş ücreti bir hayli yüksek olduğu için, çadıra girme düşleri kursaklarında kalıyordu.Çadırın en yüksek noktasına asılı duran hoperlörden yayılan dans müziği, şehrin her köşesinden duyulabilecek kadar yüksekti.Müziğin ara verdiği çok kısa sürelerde de reklam yapan adamın sesi ortalığı çınlatıyordu.

Bu müzik ve reklam sözleri Safiye’nin de ilgisini çekti. İçeride ne olduğunu göremiyordu. İnsanların bu denli ilgisini çeken şeyin ne olduğunu merak etti. Kocasına gözü ile tiyatro çadırını gösterdi. Orada ne olduğunu gözleri ile soruyordu. Eşi anlamlı anlamlı gülümsedi. “Iııh,ııııh!..” dedi. “Orası bize göre bir yer değil. Erkeklerin gidebileceği bir çadır. Haydin geri dönelim.” Geri döndüler. Piyango çadırına yaklaştılar. Çadıra göz alıcı bir tarzda yerleştirilen ve çekiliş sonrasında kazanan talihliye verileceği ima edilen eşyalar, insanların iştahını kabartıyordu. Televizyon ve buzdolabının bile çekilişe dahil olması, yoksul halkı bilet almaya zorluyordu. Kırk bilet satılıyor.Sonra çekiliş yapılıyordu.Kırk biletten sadece birisinin kazanma olasılığı vardı.Piyangocunun elindeki bir tomar zarftan bir tanesini alan talihli kişi ile çadırcı arasında bir pazarlık başlıyordu.Kazanan talihlinin asla razı olmayacağını bile bile, açılmayan zarfa karşılık,zarfta çok değerli bir eşya varmış gibi, çetin bir pazarlık uzun süre sürdürülüyordu.Zarf benim olsun, sana tencere vereyim,zarfı bana bırak çaydanlık seti senin olsun gibi pazarlıklardan sonra zarf açılıyordu.Açılan zarfın içerisindeki kağıtta çoğunlukla ya küçük bir ayna, ya bir tarak, veya bir sakız olduğu görülüyordu.Kendini talihli sanan zavallı adam, müthiş bir hayal kırıklığı içerisinde olmasına rağmen,sanki bir şeyler kazanmış gibi pişkince etrafa gülümsüyordu.Bu tarz ayak oyunlarını sevmeyen Safiye,eşine, yol boyu uzanan satıcılara doğru gitmek istediğini söyledi.Ana yola doğru yürüdüler.

Henüz zaman erkendi. Giysi çadırlarının önlerinde bir süre daha oyalanabilirlerdi. Bir kaç adım atmışlardı ki kulaklarının dibindeymiş gibi bir siren sesi duyuldu. Ya bir itfaiye aracı yada bir can kurtarandı sesiydi, bu duyulan ses.İnsanlar korku ile birbirlerine baktılar. Kendilerine sığınabilecekleri bir yer arama telaşına düştüler. Ortalık bir anda hareketlendi. Ana babalar çocuklarına daha sıkı sarıldılar. Ne var ne oluyor demeye kalmadan acı bir fren çığlığı ortalığı susturdu. Tepesinde mavi kırmızı ışığı ile bir polis arabası tam safiye’nin önünde çakıldı, kaldı. Safiye, eşi ile aralarında yürüyen çocuklarından birinin olmadığını gördü. “Yavrum,yavrum nerede?” diye bağırdı.Kocası telaşla çevreyi tarıyordu.Bir anda ortadan yok olan çocuğunu bulmak için çadırların aralarına daldı.Safiye,büyük bir umutsuzluk içerisindeydi.Durmadan,”yavrum,yavrumu bulun bana,” diye çığlık atıyordu.Bir anda çevrelerine büyük bir kalabalık toplanmıştı.Her kafada ayrı bir olasılık senaryosu yazılıyor,gerçekmiş gibi sahnelenmeye çalışılıyordu.Kimi, çocuğun çadır aralarına girmiş olabileceğini,kimi çadırcılardan birinin çocuğu kaçırabileceğini söylüyordu.Safiye dayanma gücünü yitirmişti.Yüreğindeki acıyı yansıtan bir çığlıkla yere yığıldı.

On üç gündür yattığı karanlık odanın ortasında, Safiye’nin ağzından dökülen tek söz, “yavrum. yavrum, yavrumu bulun bana, Allah aşkına yavrumu getirin,” idi.Hasta bakıcılar O’nun yatağından düşmemesi için büyük çaba harcıyorlardı.Kendini bu tür zorlamalarla daha çok yormaması için bir sakinleştirici yapıldı.Çok geçmeden sesi kısıldı.Artık, uzun süre koşarak yorulmuş bir insan gibi göğsü inip kalkarken,nefesinde hırıltılı bir teslimiyetin sakinliği izleniyordu.

 

14. GÜN 

Bu gün, uzaktan seyretmeye bile doyamadığı traktöre bineceği için, içi içine sığmıyordu.Ertesi gün gidecek olan babası ile birlikte şehre gidebilme izni almıştı.Yalvarmış yakarmış,sonunda annesini razı edebilmişti.Annesi bir kez,”he” dedi mi,babası hiç itiraz etmezdi.

Akşam erkenden yattı.Kendisinden iki yaş küçük olan kardeşi ile aynı yatağı paylaşıyorlardı.Her akşam,odanın bir köşesine ,yere serilen ince, yün yatak üzerinde bir süre kardeşi ile boğuşmadan uykuya dalamazlardı.Bu akşam farklıydı.Bir yetişkin edası ile hiç sesini çıkarmadan soyunup yatağa girdi.Erken yatsa da uyumayacağını biliyordu ama ertesi günün hayalini kurmak istiyordu.Uzun süre gözlerini kapalı tuttu.Kardeşinin kendisini uyuyor sanması için hiç kıpırdamadan yatıyordu.Hayallerini birbirine ekledi.Zaman geçmek bilmiyordu.İçinden,”ah,ne zaman sabah olacak,bir sabah olsaydı,” diye geçirdi.Büyüklerin de yatma saati geldiğinde gaz lambasını sonuna kadar kıstılar.Odanın içi zar zor görülebilecek kadar ancak aydınlanıyordu.Gözlerini kısık lambaya odakladı.Soluk alışlarından bedeninin uykuya hazırlandığı belli oluyordu. Çok geçmeden uykuya daldı.

“Aman allahım, bu ne güzellik,”diyordu. “Bir şehir nasıl bu kadar renkli olabilir? Bunca evleri sokakları nasıl boyayabilmişler?Yollar nasıl böyle pırıl pırıl, tertemiz?”Safiye,şehrin sokaklarında tek başınaydı.Yanında ne anası vardı, ne de babası.Şehrin ana caddesi üzerine sıralanmış dükkanlardan dışarı taşan, rengarenk ışıkların içerisinde, tek başına yürüyordu.Gördükleri karşısında dili tutulmuştu.Burada her şey renkliydi.Ağaçların tümünün yeşil olduğunu biliyordu.Oysa buradaki ağaçların her birinin rengi farklıydı.Her renk ağaç vardı.Ağaçlar birer ışık kaynağı gibi çevrelerine ışık saçıyorlardı.Şehrin insanları da renkli yüzlere sahipti.Anne babaları ile caddelerde yürümekte olan çocukların, renk renk ,desen desen elbiseler içerisinde, güle oynaya yürüdüklerini hayranlıkla izliyordu.Çocukların ellerinde oyuncak bebekler,flütler,adını bile bilmediği nesneler vardı.Safiye,şehrin büyülü ortamında ve kendinden geçmiş bir halde yürümesini sürdürüyordu.

Uzun süre yürümüş olmasından dolayı yorulduğunu hissetti.Caddenin sağındaki parka yöneldi.Park cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile çınlıyordu.Sanki yıllardan beri şehirde yaşıyormuş gibi hiç acemilik çekmeden ilerledi.Renkli parke taşların döşeli olduğu park yolu üzerinde, allı yeşilli oturaklar vardı.Boş olan sarı renkli bir oturağa oturdu.Kendisini mavi renkli bir ağacın gölgelediğini fark etti.Çok mutlu olduğunu düşündü.Karşı taraftaki çocuk bahçesinde oynayan çocukları izlemeye başladı.Çocukların kimi kaydıraklardan kayıyor,kimi salıncaklarda sallanıyor,kimi döner tepsiye biniyorlardı.Bir başka çocuk grubu kırmızı kum havuzunda evcilik oynuyorlardı.Safiye’nin de içinden çocuklara katılmak isteği geldi.Köyde olsa çağırılmadan asla oyuna katılmazdı.Ama burada kendini hiç yabancı yada dışlanmış gibi algılamıyordu.Hiç çekinmeden oyun alanına yürüdü.

Kırmızı kum havuzuna adım atar atmaz, kendinde bir takım değişiklikler olduğunu duyumsadı. Sanki büyük bir boy aynasından izliyormuş gibi tüm bedenini görebiliyordu.İçinden,”bu ben miyim?” diye geçirdi.Boyu uzamış,saçları sarıya dönüşmüş,gözleri mavi,cildi kırmızı olmuştu.Bu görüntüsünde hiçbir olağan dışılık yok gibi durumunu kabullenmiş olması daha da şaşırtıcıydı.Önce evcilik oynayanlara yaklaştı.Çocukların tümü birden Safiye’ye arkalarını döndüler.Aldırmadı,salınmakta olanlara yaklaştı.Boş salıncak yoktu.Kayaklara baktı.Herkes sıra ile merdivenleri tırmanıyor ve kapalı bir boruya benzeyen kayaktan kendilerini aşağı bırakıveriyorlardı.Bu oyun hoşuna gitti.Merdivenlere yaklaştı.Sıranın kendisine gelmesini bekledi.Sonra dikkatle yukarı tırmandı.Kapalı kayak borusu aşağı doğru uzayıp gidiyordu.Aşağıdan bu kadar uzun görünmemişti.İçinde bir korkunun uyanmasına engel olamadı.İkilem içinde kaldı.Kayağın başlangıç noktasında, kendisini kayaktan aşağı bırakıp bırakmamakta tereddüt ediyordu.Yanında siyah elbiseli seyrek dişli bir çocuk belirdi.Nereden ve ne zaman yanına yaklaştığını anlayamamıştı.Çocuğa dikkatle baktı.Yüzünde sakalları olduğunu görünce şaşırdı.Sivri ve uzun kulakları sarı yeşil saçlarının arasından fışkırmış gibiydi.Safiye’nin yüzüne arsız bir gülümseme ile bakıyordu.Safiye’nin korktuğunun farkında olduğu belliydi.Cesaret vermek ister gibi kolundan tutarak kayak borusuna girmeye zorladı.Safiye karşı koymak istedi ama çocuğun gücü karşısında kendini bir anda borunun içinde buldu.Borunun içi zifiri karanlıktı.Alt ucu kilometrelerce uzakta gibiydi.Kaygan zeminde hızla kaymaya başladı.Karanlık ve dar kayak borusunun içinde havasız kaldığını hissetti.Boğuluyor,nefes alamıyordu.Bir yerlere tutunmak, hızını yavaşlatmak istedi.Tutunacak hiçbir şey yoktu.Zemin sabun sürülmüş gibi kaygandı.Dibi görünmez bir kuyuya düşüyormuş duygusuna kapıldı.Bağırmaya başladı.Durmadan elini kolunu sallıyordu.Artık yaşamaktan umudunu kesmişti.Hızla kaymakta olduğu kaygan borunun sonunun yokluk olduğundan emindi.Dudaklarından dökülen son sözün “anneeee,” olduğunu anımsadı.

Safiye, terden batmıştı.Ağzından çıkan anlamsız sözlerle, ellerini bir yerlere uzatıyordu.Başından ayrılmayan ablası O’nu yatıştırmaya çalıştı.

 

15. GÜN 

Aradan iki hafta geçmesine rağmen, kızlarından tam bir haber alamayan anne baba,kendilerini sırtında refakatçı gömleği ile karşılayan damatlarının arkasından, gergin bir ruh haliyle, karanlık odaya girdiler.İçerisi önce çok karanlık geldi..Gözlerinin ortama uyum sağlamasına kadar pek bir şey göremediler.Kısa bir süre sonra gözleri karanlığa alıştı.Bulundukları oda küçük bir bölmeden ibaretti.Kızları Safiye,odanın ortasındaki yüksek bir karyolada yatıyordu.Başında bir hemşire vardı.Kızlarının çırılçıplak olan vücudu bir çarşafla örtülmüştü.Kolları ve bacakları açıktaydı.Sol koluna takılı olan serum bitmek üzereydi.

Hemşire, çok yavaş bir sesle “hoş geldiniz” dedi.Annesi kızının yüzüne doğru eğildi.Gözlerinden yağmur gibi yaşlar boşalıyordu.Bir iki kez,”kızım,Safiye’m,kızım,”diye seslendi.Safiye,komaya girmiş gibi hiçbir uyarana tepki vermiyordu.Duymadı annesini.Belki duydu da bunu anlatamadı.Acılı ana iki elini birden dizlerine öyle bir vurdu ki ellerinin izleri mosmor kaldı,dizlerinde.Baba taş kesilmişti.Duygularını yüzünden anlamak olanaksızdı.Sanki bir maske takmıştı yüzüne.Boğazına tıkanan bir yumruğun, kendisini boğmakta olduğunu herkeslerden saklamaya çalışıyor gibiydi.Göz pınarlarında biriken gözyaşlarının, uzun sakalının arasından aşağılara süzülmesine engel olamadı.Orada bulunanların hepsinin ağladığı görülüyordu.Acı tüm yürekleri yakıyordu.Safiye’nin eşi hıçkırıklara boğuldu.Hemşire hastanın bu seslerden etkilenebileceğinden endişe ediyordu.Duymuyor,görmüyor,anlamıyor sandıkları Safiye’nin, çevresinde olan bitenlerin tümünü algılama olasılığı vardı.İşin doğrusu da bu idi. Yıllar geçmiş kadar uzun gelen ana baba özlemi,yavru özlemi çeken Safiye, gelenlerin kim olduklarını çok iyi anlamıştı.Anasını babasını kokularından tanımıştı. Söylenenlerin hepsini duymuştu. Gözlerini açmak istiyor açamıyor, konuşmak istiyor, konuşamıyordu. İçinde kopan tanımı olanaksız fırtınalardan kimseyi haberdar edemiyordu. Her şey sonsuzluğa doğru yitip gitmekteydi. İçinden bu duruma isyan etmek geçti.Kaderine karşı gelmek istedi. “Yeter artık tanrım, yeter, bitsin artık bu çilem,” diye haykırdı. Ama bu yakarıyı yalnızca bir kendi, birde tanrı duydu.

 

16. GÜN 

Her gün yakınlarından ve tanıdıklarından birileri ziyarete geliyorlardı. Bu ziyaretler sırasında hasta ile ne konuşulabiliyor, ne moral artırıcı sözler söylenebiliyor ne de yaşayabileceğine olan inançlar pekiştirilebiliyordu. Sanki, geri dönmesinden ümit kesilen biri ile son vedalaşmalar yapılmaktaydı. Ortada karşılıklı duran eşit iki canlı yoktu. Bir taraf varlığı, öteki taraf yokluğu temsil ediyordu. Varlıkla yokluğun iletişim kurabilmesi olası mıydı?

Safiye’nin eniştesinin bu üçüncü gelişi idi. Gelen kişinin sesinden, bu gün ki ziyaretçisinin eniştesi olduğunu tanımıştı. İçten içe sevindi, Safiye. Eniştesinin elleri, çıplak ayağında, bileklerinde, yüzünde geziniyordu. Bu dokunuşların ruhunda uyandırdığı huzurlu saniyeleri doyasıya yaşamak istedi. Yüzüne bir aydınlık yansıdı. Eniştesinin yüzünü hayalinde canlandırmaya çalıştı.Bir türlü canlandıramadı.Gözlerinin açık olduğunu sanıyordu ama nedense hiçbir şey göremiyordu.Aradan yıllar değil, asırlar geçmiş gibi, en yakınlarının bile yüzlerini anımsayamamasına şaştı kaldı.

Eniştesi, ellerinin algıladığı bu kadar soğuk bir bedenin, canlı olamayacağını düşünüyordu. Önündeki karyolada yatan vücut gerçekten Safiye’ye mi aitti? O sımsıcak, neşeli, yaşamayı seven, herkese bir güven aşılayan Safiye bu olabilir miydi? İçinden bir şeylerin koptuğunu duyumsadı. Yüreği sıkıştı. Zaten yüksek olan tansiyonu fırlamıştı. Ensesinde ve başında ağrılar başladı. Daha fazla dayanamayacağını anladı, karanlık odadan dışarı çıktı.

Kapının önünde doktorla karşılaştı. Doktor genç ve güler yüzlüydü. İşinin aşığı bir adamdı.Safiye ile çok yakından ilgileniyor, O’nun hastalığının,tüm tıp olanaklarını hizmetine sunmasına rağmen , olumsuz bir seyir izlemesinden son derece üzüntü duyuyordu.Bu üzüntüsünü de hissettirmekten çekinmiyordu.Safiye’nin eniştesi ile hastaneye ilk geldikleri gün tanışmışlardı.Hastanın durumunu merak ettiklerini biliyordu.Yavaş bir ses tonu ile Safiye’nin durumunu özetledi. “Tetanozu yenmeyi başardı. Ancak çok uzun bir süre sırt üstü yatmasının, ve soğuk serumların akciğerlerde yaptığı bozunmayı atlatabilecek mi, bilemiyorum.Güçlü bir yapısı var.Öksürebilse ,ciğerlerinde toplanan balgamı dışarı atabilse,bunu da atlatacak.Şu anda bunu yapamaması hayati tehlikesini devam ettiriyor.”

Hastalığın birini yenmeyi başarmış ama bir başka sorun çıkmıştı ortaya.Bu rahatsızlığı yenebilmesi, ciğerlerini dolduran salgıyı dışarı atmasına bağlı idi.Ne yazık ki Safiye,öksüremiyor ve ciğerlerini temizleyemiyordu.

İçinde canlanan umutsuzlukla acısı artan enişte ,hastane koridorlarından ağır adımlarla dışarı doğru yürürken ,bir daha Safiye ile karşı karşıya gelmeyecekleri hissine kapılmıştı.Engel olmayı beceremediği karamsar duygular gözlerini yaşartırken,içinden bir ses, “elveda zavallı Safiye’cik,sen hoşça kal güzelim,”diyordu.

Acı biber sürülmüş gibi yanan gözlerini,Karadeniz’in maviliklerinde dinlendirmeye çalıştı.

 

17. GÜN 

Safiye’nin gözlerinde gördüğü hareketler, kocasının içinde bir umut ışığı yaktı.Yorgunluktan uyuklamakta olan yengesine seslendi. “Safiye kendine geliyor galiba,gözlerini açtı.”Yengesi bir süre Safiye’nin yüzünü inceledi.Gerçekten de Safiye canlı gözlerle tavana bakıyordu.Nerede olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi.Bilinçli baktığına kuşku yoktu. “Safiye…!” dedi.Hiç yanıt beklemiyordu.Ne tepki vereceğini denemek istiyordu. “Hııı...! Efendim?” dedi, Safiye. Yanındakilerin içinde bir sevinç fırtınası koptu. “Safiye nasılsın?” Diye konuşmasını sürdürdü, yengesi. “İyiyim, çok teşekkür ederim,ama içerisi neden karanlık?” Kocası yanıtlamayı akıl edemeden dışarı fırladı.Az sonra bir doktor aynı hızla odaya girdi.Şöyle bir Safiye’yi inceledi.Gördüklerine inanamaz bir ifade vardı bakışlarında. “Nasılsın kızım,kendini nasıl hissediyorsun?” “İyiyim efendim, teşekkür ederim.”Kocası içinden, “Allah,Allah,”dedi .Safiye’nin konuşma biçimine şaştı.Konuşmasında bir gariplik olduğu kesindi.Sanki doğma büyüme İstanbul’luydu.Öyle kibar ve öyle incelikli konuşuyordu ki.Çevresine garip gelen de bu şekilde konuşması idi.Bu konuşma şeklini nereden edinmiş olabilirdi? “Ağrıyan bir yerin var mı?”diye sordu,doktor. “Hayır efendim,hiçbir yerim ağrımıyor.Yalnız sizlerin yüzlerini kahverengi görüyorum.” “Geçecek,”dedi,doktor.Sesinde gizlemeye gerek görmediği bir sevincin titreşimleri vardı.Yanında bekleyen hemşireye,”pencerelerin perdelerini açın,odayı havalandırın.Burundan beslemeye ve seruma son verin.Olağan yoğun bakım odasını hazırlayın,hastayı oraya nakledelim.” Hemşirelerin ne kadar sevindikleri yüzlerinden okunabiliyordu.Zor bir savaşı kazanmış olmanın gururunu taşıyorlardı.Hasta yakınlarının mutluluğunu içtenlikle paylaşıyorlardı.Uyumlu ve çabuk hareketlerle doktorun emirlerini uygulamaya koyuldular.

Kısa bir süre sonra Safiye,tekerlekli sandalye ile yoğun bakım odasına alındı.Bilinci yerindeydi.Bir süre oturmak istediğini söyledi.Yattığı karyolayı çevirme kolu ile yarı katladılar.Safiye yatakta oturur duruma geldi.Çevresindekiler Safiye’nin bilinçli olduğundan emin olmak istiyorlardı.Bu kadar zamandır hiçbir şeyden habersiz,derin bir koma halinde yattıktan sonra, birden bire iyileşmesi bir mucize olmalıydı.Yengesi Safiye’nin yüzüne bakarak, “Safiye,ben kimim?Beni tanıyor musun?” diye sordu. “Tanımaz olur muyum yengeciğim,Cemile yengemsin..” diye yanıtladı.Artık iyileştiğine emin olabilirlerdi. Ohh.! Şükürler olsun,tanrım,nihayet iyileşti diye tanrıya dua ettiler.Kurtuldu diye mutluluktan uçuyorlardı.Safiye, “Bizim çocuklar nasıl yengeciğim?İyiler mi? Ben buraya geleli çok oldu mu?Çocuklara kim bakıyor?” diye soruları ardı ardına sıraladı.Verdikleri yanıtları ilgi ile dinledi.Az çok tatmin olmuş gibiydi. “Yüzünüz neden kahverengi?Bu beni rahatsız ediyor.”dedi. Bu soruyu eşi yanıtladı. “Çok uzun zamandır yatıyorsun,herhalde ondandır.”dedi.Safiye yorulmuş olmalıydı.Oturur durumda uykuya daldı.

 

18. GÜN 

O gün herkes çok mutluydu.Bir sandalye üzerinde hiç uyumadan sabahlayan yenge,Safiye’de görülen iyileşme belirtisinden sonra edindiği iç rahatlığı ile düşüncelere dalmıştı.Günlerdir,yarı aç,yarı uykusuz dolaşan Safiye’nin eşi,o gün ilk defa bir otele gönderilmişti.Bunu Safiye istemese asla hastaneden ayrılmazdı.O istediği için otele gidip birkaç saat uyumaya razı olmuştu.

Odada, Safiye’nin yanında sadece Cemile yenge kalmıştı.Cemile, yarı dalgın yarı uykuda gibiydi.Koğuşun kapısı açıldı.İçeriye,belden yukarısı çırılçıplak,iri yarı ve hiç tanımadıkları bir adam girdi.Yenge iliklerine kadar ürperdi.İçini müthiş bir korku kapladı.Neden bu kadar korktuğunu bilmiyordu ama korkudan bilincini yitirmek üzereydi. “Siz kimsiniz?Burada ne işiniz var?”diye bağırdı.Yabancı,kollarını göğsünde kavuşturmuş olarak, kıpırdamadan duruyordu.Yengesinin sesine Safiye’de uyandı.Sakin sakin adamı inceledi.Yattığı karyoladan kalktı ve adama doğru yürüdü.Safiye sanki bu adamı çok yakından tanıyor gibiydi.Uzun zamandır görmediği, fakat gelmesini sabırsızlıkla beklediği biri gibi kollarına atılmak üzereydi.Adam da Safiye’ye doğru atıldı.Tam ellerinden yakalamak üzereyken Cemile yenge, öfke ile adamı iteledi.Safiye’ye bir haller olmuştu.Kahkahalarla gülüyor,adama doğru gitmek istiyordu.Yengesinin kendilerine engel olmasına kızıyordu.Yabancı adam yengenin kolundan tuttuğu gibi uzağa fırlattı.Müthiş bir güce sahipti. “Bize engel olmaya kalkma,biz Safiye ile evleneceğiz.Zaten istesen de engel olamazsın.”Dedi. Yenge şaşkın bir durumdaydı.Safiye’nin karşı çıkmasını bekliyordu ama O,tam tersine adamdan yana tavır alıyordu.Cemile, şansını bir daha zorladı.El ele tutuşarak kapıya yönelen Safiye ile adama engel olmak için önlerine geçti.Adam bir dirsek darbesi ile Cemile’yi gene kenara fırlattı.Kapıdan çıkarlarken, Safiye geri dönüp yengesine bay bay yaptı.Yüzünde mutluluk kıvılcımları çakıyordu.Yenge,boğazı yırtılırcasına görevlileri yardıma çağırdı.

Hemşire yoğun bakım odasından gelen bir takım sesler üzerine odaya koştu.Safiye’nin yengesi sandalye üzerinde uyukluyor ve sayıklar gibi bir şeyler mırıldanıyordu.O’nu sarsarak uyandırdı. Uykusunda kötü rüyalar gördüğü belliydi.Çevresinde bir şeylerin izini arıyor gibiydi.Hemşire, Safiye’ye baktı.Yüzüne ölümün yeşilimsi sarılığı çökmüştü.Nabzına baktı,artık nabzı atmıyordu.Vücudu soğumuştu.Öleli oldukça uzun bir zaman geçmiş olmalıydı.Doktorlara haber vermek için dışarı koştu.Durumun yeni farkına varan Cemile, korkunç bir çığlık attı.

 

19. GÜN 

Kara haber tez duyulur derler,doğrudur.Safiye’nin ölüm haberi ile bir anda tüm köy çalkalandı.Büyük küçük herkes birbirlerine “Safiye ölmüş” dediler.Köy halkı bir anda Halim Usta’nın evinin çevresinde toplandı.Kocaman avlu insanlarla doldu taştı.Yer bulamayanlar avlunun dışında bir yerlere oturdular.Kimsenin ağzını bıçak açmaz oldu.Samsun’dan gelecek olan cenazeyi beklemeye koyuldular.Safiye’nin annesi aklını yitirmiş gibiydi.Saçını başını yoluyor,kızına yaktığı ağıtlar, orada bulunanların yüreğini daha çok yakıyordu.

Safiye’nin öz emmisi seksenlik Halim Usta, hepten yıkılmıştı. Üç küçük torunu bağrına basmış, sessizce ağlıyor, göz yaşları süyüm süyüm ak sakalını ıslatıyordu. Seksen yılın kazandırdığı deneyimle, gelecek günlerin kendisini nasıl bir zor yaşamın beklediğini düşündükçe acısından kahroluyordu. Giden gitmişti. Geri getirmek olası değildi. Asıl dert bu dört öksüzün nasıl büyütüleceği idi. Üç haftadır tek başına,torunlarına iyi bakabilmek için çaba göstermişti.Sayılı günler çabuk geçer diye kendini avutmuştu.Bundan sonra sayısı belli olmayan günler başlıyordu.İçinden,”neden tanrım,neden gelinimin yerine beni almadın?Ben yaşımı yaşadım,bundan sonra göreceğim her gün büyük acılarla kıvranacağım.Seksen yaşımdan sonra dört yavrunun sorumluluğunu üzerime yıkmanın bir anlamı var mıydı?Eğer beni cezalandıracaksan bunun başka bir yolu yok muydu?Ölüm benim için tozlu yol sayılır. Can alıcı meleğini isteyene göndermiyorsun ki. Ölüm yorgan değil ki üstümü örteyim.Sabır ver bana tanrım sabır ver.” Diyordu.

Halim Usta’nın çevresinde toplanan insanlar, O’nu teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne söylense de O’nun içinin yanmasını önlemek bir yana, hafifletmek bile mümkün değildi. Ama her şeye rağmen yaşam devam ediyordu.

Cenaze saat iki sıralarında geldi. Araba eve yaklaşırken tüm köy halkı ağlıyordu. Köyde duyulan ses yalnızca ağlama sesleriydi. Acı koca bir deniz olup tüm köyü yutmuştu. Dağlar taşlar, tamamen koyu bir hüzün bulutu ile kaplanmıştı.

Tabut, cipin üzerindeki açık bagaja sarılıydı. Avlunun ortasında arabadan indirildi. Safiye’nin cansız bedeni avlunun ortasına hazırlanan salacağa konuldu. Yan tarafta iki kazan su ısıtılıyordu. Köy kadınları öne geçerek cenazenin etrafını sardılar. Erkekler geri çekildi. Hoca kadın Safiye’yi yıkamaya hazırladı.

Halim Usta, torunları ile tek bölmelik odalarının penceresinden dışarı bakıyordu. Bulunduğu yerden Safiye’yi görebiliyordu. Salacağın üzerindeki gelini uyuyor gibi dipdiriydi. Vücudunda ölümün en küçük bir izi yoktu. Ne sararıp solmuş ne de zayıflamıştı. Hatta biraz daha kilo almış gibiydi. Ağlaşan ve anne diye feryat eden çocukları tek tek kucağına alarak annelerinin ölü bedenini gösterdi. “Görsünler de umutlarını kessinler,” diyordu, dedeleri.

Köylerde cenazelere ağıtlar yakılırdı. Erkek ya da kadın, orada bulunanların duygularını yansıtan sözleri yanık sesleriyle ağıtlara dökerlerdi. Haydar Ali’nin yüreği ezelden beri yanıktı. Genç yaşta ölen kardeşinin üç yetimini büyütüyordu. Her cenazede bulunur ve asla dinmeyen acısını, ağıtlara dökerek içini rahatlatmaya çalışırdı.Bu kez ağıtları daha acılıydı.Ölen Safiye, yakın akrabasıydı.Yaktığı ağıtlar kurtları,kuşları bile ağlattı.

Birinin bitirip diğerinin başlaması ile süren ağıtlarla cenaze yıkama işi tamamlandı. İnsanların kimi Safiye için, kimi kendi içinde taşıdığı acıları için gözyaşı döktü. Ama herkesin ağladığından kuşku yoktu.

Kefenlenip tabuta yerleştirilen Safiye, mezarlığa uzanan ağaçlıklı yolda, yoğun bir insan selinin omuzlarında son yolculuğuna uğurlanırken, sevenlerinin umutları tükenmiş, gözyaşları göz pınarlarında kurumuş, yalnızca içleri kan ağlar olmuştu. Bir varmış bir yokmuştan ibaret olan yaşam, Safiye’den başka herkes için doğal akışını sürdürüyordu.

 

Bilal BENGÜ

 


 

ATATÜRK
 
FACEBOOK
 
SİNEMALAR
 
ONLİNE KİŞİ
 
 
Bugün 10 ziyaretçi (163 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol