ÇİÇEKÇİ
Sabah çok erken uyandı Behram. Ertesi gün yapmaya başlayacağı işin tedirginliğinden olsa gerek,sabaha kadar doğru dürüst bir uyku uyuyamadı. Gözlerini bir daha kapatmamak üzere açtığında ortalık yeni aydınlanmaya başlıyordu.
Yattığı yerden bir süre odanın tavanını seyre daldı. Eski gecekondunun tavanı kapkara görünüyordu. Toprak damın altını besleyen ince beşonların üzerini örten tahtaların içinde, yüzlerce güvenin, vıkır vıkır kaynadığını düşündü.Tüm vücudu bu düşünce ile ürperdi. Yıllar önce, yine böyle bir gecekonduda yatarken uğradığı tahtakurusu saldırısını anımsadı.Kaşınmaya başladı. Gerçi akşam yatarken ev sahibi evlerinde kesinlikle tahtakurusu olmadığını söylemişti ama bu kadar bakımsız ve eski evde olmadığına inanmak zordu.
Behram yatağından yavaşça doğruldu.Bu eve ilk geldiğinde midesini alt üst eden,neredeyse kusmasına sebep olacak kadar tuhaf ve ağır kokuyu tekrar hissetti.Bu ne kokusu olabilir acaba diye düşündü. Şimdiye kadar algıladığı hiçbir kokuya benzetemedi. Kesik kesik soluyordu.Derin bir nefes alsa içinin boşalmasına engel olamayacağını seziyordu.Başka şeyler düşünerek burnuna ulaşan pis kokunun etkisinden kurtulmayı denedi.Bir kedi sessizliği ile yatağından kalktı. Yanıbaşındaki sandalyenin arkalığına asılı giysilerine uzandı.Uzun kollu mavi gömleğini ve İspanyol paça pantolonunu giydi. Tuvalete yürüdü. Evin dış kapısının arkasında duran naylon terliklerden birini ayağına geçirdi. Mutfak ve tuvalet kapıları yan yana idiler.Aslında bunlara kapı demek ne kadar doğru olurdu,o da belli değil. Mutfağın giriş boşluğu,eskilikten hangi renk olduğu anlaşılamayan bir bez parçası ile kapatılmıştı.Tuvalet kapısı ise,aralarına bir el sığabilecek kadar ayrık,birkaç ince tahtanın yan yana tutturulması ile oluşturulmuştu.Derme çatma kapı, kalın bir zerze ile kapının kasasını oluşturan eğri büğrü direkteki büyük paslı çiviye bağlanmamış olsa, asla yerinde duramayacakmış gibi görünüyordu.
Behram, zerzeyi çividen çıkardı.Ağır kapı,tüyleri ürperten bir gıcırtı ile arkaya kaçtı. Nerdeyse Behram’ ı yüz üstü tuvaletin içine düşürecekti.Doğru bir irkilmeyle kendini toparlayan genç adam,tuttuğu zerzeyi sımsıkı kavradı ve iki basamakla inilen tuvalet zeminine bir hareketle atladı. Böylece düşmekten son anda kurtulmuştu. Kapıyı dikkatle kapattı.Arkasındaki kalın tahta mandalı çevirdi.Tuvaletin duvarları her an yıkılacak gibi eğreti duruyordu. Kör tıpa ile kapatılmış su borusunun altında, yarıya kadar doldurulmuş bir su bidonu duruyordu.Tuvalet taşı olarak yerleştirilen büyük beton kütlenin deliği,kanalizasyondan gelebilecek lağım farelerine engel olmak üzere, ağır bir kaya parçası ile kapatılmıştı. Behram,elini pis taşa dokundurmamak için ayağının ucunu kullanarak, deliğin üzerini kapatan taşı kenara iteledi. Çabucak idrarını boşalttı ve kendini dışarı attı.
Evde lavabo yoktu. Mutfak musluğunda elini yüzünü yıkadı. Duvarda asılı duran havlu yerine, cebinden çıkardığı mendille kuruladı yüzünü. Ortalık iyice aydınlanmak üzereydi. Bir an önce iş yerine gitmesi gerektiğini düşündü.Kimseye haber verme gereği duymadan evden çıktı.
Konuk olduğu gecekondu, Cebeci Semti’nin tepesine yakın bir yerdeydi. Dar, düzensiz ve dik yollardan hızla aşağılara yürüdü. Yollarda henüz tam bir hareketlilik yoktu. Cebeci’yi Kurtuluş’ a ve oradan da Kızılay’a bağlayan ana yoldaki toplu taşıma araçları, bomboş olduklarına göre, ilk seferlerine çıkıyor olmalıydılar.
Behram, yol parası vermemek için, Kızılay’daki iş yerine yürüyerek gitmeyi yeğlemişti. Yaklaşık iki kilometrelik yolunu daha da kısaltmak üzere mahalle aralarına dalıyor,dar ve karmaşık sokaklardan yürüyordu. Ziya Gökalp Caddesi’nin her iki tarafına arabalar park edilmişti. Behram, yol boyu yükselen bakımlı apartmanlarda oturan insanların çok varsıl ve mutlu bir yaşam sürdürdüklerini düşündü.Az önce ayrıldığı semt ile bu caddede oturanlar arasında ,ne denli sosyal farklılıklar olduğu apaçık ortadaydı.Kendi yaşam koşullarını düşündü.İçini derin bir karamsarlık kapladı.Sabah sabah huzurunu kaçıran bu yolu izlemiş olmasından ötürü pişmanlık duydu. Bir an önce bu çevreden uzaklaşmak için adımlarını hızlandırdı.
Çiçekçiler,tezgâhlarını Güven Park’ın tam karşısına,Kızılay’ı Yüksel Caddesi’ne bağlayan, kısa ve dik meyilli sokağa kuruyorlardı.Dar sokak,tam ortasında oluşturulan yapay bir çağlayanla ikiye ayrılmıştı.Geniş basamaklarla teraslanan yolun her iki yanına sabit oturaklar yerleştirilmişti.Ankara’nın en yoğun iş merkezleri bu çevredeydi.İş takibine gelen insanlar, rengarenk çiçeklerle süslü bu yoldaki banklarda oturarak yorgunluklarını gidermeye çalışıyorlardı.Sokağın alt başındaki büfe,çok amaçlı hizmet sunarak, çevrede dinlenen insanların,bir çok gereksinimini karşılamaya yetiyordu.
Çiçekçi tezgâhlarının sıralandığı yerin arkasında,kaba inşaatı bitmiş ,büyük bir apartman yükseliyordu.İnşaatın etrafı,çevreye zarar vermemek için, yaklaşık iki metre yüksekliğinde tahta perde ile kapatılmıştı.
Behram, arkadaşı Nazım’ın çiçek tezgâhında çalışacaktı.İş yerine ulaştığında, bir önceki gün Nazım’ın tarif ettiği gibi, tezgâhını hazırlamaya girişti.İnşaatın tahta perdelerinin önüne istif edilmiş olan briketleri üst üste koyarak, farklı yükseklikte üç basamak oluşturdu.Daha sonra inşaat alanına sakladıkları tahtaları getirdi,briketlerin üzerine uzattı.Tezgâh tamamlanmıştı.Sıra çiçeklerin yerleştirilmesine geldi.Çiçekler her akşam bitişikteki apartman inşaatının bodrumunda,en gizli bir köşeye saklanıyordu.Evlere götürüp getirme olanağı yoktu.Çünkü çiçekler saksıları ile birlikte büyük bir yük oluşturuyordu.Onları taşımak için özel araba olması gerekliydi.Taşıma işini yapamadıkları için güvenli buldukları bu yolu seçmişlerdi.Apartmanın bodrumu gerçekten güvenli bir yerdi.Gündüz bile bodruma girebilmek yürek isteyen bir işti.Çünkü hem çok karanlık hem de inşaat artıklarının oluşturduğu bir çok başka tuzak vardı. Behram, dün akşam Nazım’ la çiçekleri bodruma taşırken ne gibi engeller olduğunu ve nelere dikkat etmesi gerektiğini öğrenmişti.İnşaatın giriş kapısından itibaren her tarafa dağılmış olan tuğla,demir, çimento torbaları,tahta parçaları gibi malzemeler,yürümeyi güçleştiriyordu.Her adımın dikkatle atılması gerektiğini gayet iyi öğrenen Behram, bu tuzaklardan korunarak, çiçekleri bir gün önce yerleştirdikleri izbe yerden çıkardı.Hazırladığı tezgâh üzerine yerleştirmeye başladı. Çiçekleri tezgaha dizerken renklerinin ve boylarının uyumlu olmalarına özen gösteriyordu.Tezgahın görüntüsü çok önemliydi.Çünkü alıcılara güzel görünmesini sağlayabilmek bir anlamda iyi bir reklam yapmak anlamına geliyordu.Tezgah görünümü ile oradan gelip geçenlerde ilgi uyandırabilmeliydi.Çekiciliği artırılmış tezgahların daha çok alıcı çekeceği açıktı.Çiçek yerleştirme işini bitiren Behram, tezgahının karşısına geçti.Bir süre yaptığı düzenlemeyi eleştirel gözlerle süzdü.Yanında sıralanan öteki tezgahlarla karşılaştırdı.İyi bir düzenleme yaptığından emin olarak içi rahatladı.Gerçekten iyi bir iş başarmıştı.O gün düzenlenen tezgahların tümünden daha çekici olduğundan emin olarak tekrar tezgahın arkasına geçti.Tezgah yapımından artan son iki briketi üst üste koydu.Bunları kendisine oturmalık yapmıştı.Çiçekleri sarmakta kullandığı eski gazeteleri altına minder yaparak briketlerin üzerine oturdu.
Saat sekize doğru, yoldan geçen insan yoğunluğu bir hayli arttı.Çiçekçilerin önünden genç,yaşlı,esmer,kumral,sarışın onlarca insan geçip gidiyordu.Yoldan geçen herkes, çiçeklere büyük bir beğeni ile bakıyorlardı.Sabahın bu erken saatinde,karşılarına serilen güzelliğe imrenerek bakarken, yaşamdan duydukları haz, yüzlerine yansıyordu.
Bu sokakta çiçekçilik yapan dokuz kişi,sabırla alıcı çıkmasını beklerken,birbirlerine bol kazançlar dilediler.
Çiçekçilerin her biri değişik illerden gelmişlerdi.Güven Park yönündeki ilk çiçekçi Tokat’lı Nazım’dı.Nazım, geçici olarak işini Behram’a bırakmıştı.Yüksel Caddesi yönünde son sırada duran ise Malatya’lı Hasan’dı.Sarı saçlı ve beyaz tenli olan Hasan’a arkadaşları sadece’ Sarı’ diyorlardı.Arada sıralanan diğer çiçek satıcılarının kimisi Erzincan’dan,kimisi Sivas’tan,kimisi de Çankırı ‘dandı.Ortak işleri onları can ciğer birer arkadaş yapmıştı.Her gün akşama kadar hem satış yaparlar hem de türlü şakalarla eğlenirlerdi.İçlerinde en şakacısı Sarı Hasan’dı.Hasan,ufak tefek bir adamdı.Mavi gözleri fıldır fıldırdı.Zamanından erken dökülen saçlarının açtığı geniş alnı O’nu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu.Sarı’nın öylesine ilginç reklam çığırtıları vardı ki yoldan geçen her insan, mutlaka dönüp bakmak zorunda kalıyordu.Çevre iş yerlerinde çalışan tüm insanlar Sarı’yı tanıyor olmalıydılar.İnsanların çok azı O’na ‘günaydın’ demeden geçiyordu.Sabah saatlerinde çiçek satışı fazla olmazdı.Ancak akşamları iş çıkışında,Sarı’nın müşterilerine çiçek yetiştirmekte zorlandığı çok oluyordu.Öteki çiçekçiler de kendilerine abone alıcılar edinmişlerdi.Her biri, bir başkasının sürekli müşterisini çalma yoluna gitmezdi.Kendi yetenekleri ölçüsünde yaptıkları reklamlarla yeni alıcılar bulmanın yollarını ararlardı.
O gün işine yeni başlayan Behram dışında çiçekçilerin tümü, her zamanki gibi farklı ses tonu ve farklı söylemlerle reklamlarını yapıyorlardı.İçlerinde sesi hiç çıkmayan, reklam yapmayan Behram’ dı. Yaşamının ilk satış denemesine girişen Behram, istesede bağıramayacağını hissediyordu. Oysa içinden bir ses, durmadan ”haydi sen de reklam yap, sen de ötekiler gibi bağır,” diyordu.Reklam için bağırmak bir yana,diğerlerinin seslerinden utanan Behram, tezgahının arkasına sinmiş, neredeyse büsbütün görünmez olmuştu.Çiçeklerin üzerinden sadece kafasının yarısı görünüyordu.Bir heykel kadar hareketsizdi.Gözleri bile bir noktaya odaklanmış, donup kalmıştı.Aslında bu denli durağan olan yalnızca Behram’ın dış görünüşüydü.İçinde fırtınalar kopuyordu ama kopan fırtınalardan da başka kimsenin haberi olmuyordu.Zaten O’nun da isteği bu yöndeydi.İçindeki duyguların bilinmesini istemiyordu.Biraz da bu yüzden bir heykel gibi durmayı tercih ediyordu.Aslında ne duruşunun ne sessizliğinin ne de davranışının satıcılıkla bir ilgisi vardı.Mantığı, yaptığının doğru olmadığını söylüyordu.Kendisinin de öteki satıcılar gibi bağırması,reklam yapması, insanların ilgisini çekmesi gerektiğini söylüyordu.Hatta diğerlerinden daha çok çaba harcaması gerektiğinin ayırdındaydı.Ötekilerin,uzun zamandır kendilerine edindikleri sürekli müşterileri oluşmuştu.Reklam yapmasalar,bağırmasalar da satış yapabilirlerdi.Behram bu işte yeniydi;para kazanması için işini iyi yapması zorunluydu.Behram bunları bilmiyor değildi.Elbette biliyordu.Ne yapmasının,nasıl davranmasının elbette bilincindeydi.Ama yapamıyordu,bir türlü yapamıyordu işte.Öteki çiçekçiler durmadan,”çiçek,çiçek”diye bağırırken O’da birkaç kez bağırmaya yeltendi.”Çiçek” derken boğazından ses mi çıktı,yoksa bir avuç acı biber mi anlayamadı.Boğazından çıkan ses olsaydı,boğazı bu kadar niçin yanacaktı?İlk başarısız denemeden sonra kendisinden başka hiç kimsenin duyamayacağı bir ses tonu ile ‘çiçek,çiçek’ diye alıştırmalar yapmayı sürdürdü.Boğazından çıkan pürüzlü ve çatal sesin, kendisine ait olduğundan da emin değildi.Daha net,daha gür ve anlamlı seslenmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu.Kendi kendine kızmaya başladı.Bu ne pısırıklık,bu ne beceriksizlikti böyle.Bir çoğunun okuma yazması bile olmadığından emin olduğu öteki satıcılardan ne eksiği vardı?Neden sesini denetim altına alamıyor,neden diğer çiçekçiler gibi bağıramıyordu?Ayağa kalktı.Sağına soluna bakındı.Yoldan geçenler arasında kendisini tanıyan birilerinin olup olmadığından emin olmak ister gibiydi. Önünden geçip giden insanların yüzlerini inceledi. Kendisi hiç birini tanımıyordu. O halde Behram’ı kim, nereden tanıyacaktı.? Biraz cesaretlendi.Önceki denemelerinden daha güçlü seslendi. ”Çiçeeek, buyurun çiçek verelim,beyler,hanımefendiler, çiçeeek.” Daha da sözlerini uzatacaktı ama birden sesi boğuldu. Yüzü kızardı. Tepeden tırnağa tüm bedenini bir ateş bastı. Soğuk soğuk terlediğini duyumsadı. Sanki tüm Ankara halkı kendisini tanıyormuş gibi geldi. Şener Şen’in oynadığı Züğürt Ağa filmini anımsadı.Köyünü satıp parasını kısa sürede bitiren saygın bir ağanın, geçinimini temin edebilmek için,gezgin satıcılığa alışma çabaları canlandı gözünde.Bir zamanların köy ağasının, sebze arabasına takılı hoparlörden, “domateees” diye ,fısıldayan bir sesle bağırmasına ne çok gülmüştü.Kendinin de şu an, tıpkı Züğürt Ağa’ya benzediğini düşünüyordu.İçinden,”memur adamın satıcılık yapması neden bu kadar zor oluyor acaba?” diye geçirdi.Yaptığı hiçte ayıp bir şey değildi.O halde ‘çiçek’ diye bağırmakta niçin bu denli zorlanıyordu?
Tezgahın arkasında durmasının doğru olmadığını düşündü.Çiçeklerin önüne geçti.Şimdi yoldan geçen insanlar,neredeyse Behram’a değerek geçip gidiyorlardı.Öteki tezgahlarda çiçek alan insanlar olduğunu görebiliyordu.Çiçek satamayan tek çiçekçi Behram’ dı.
Zaman hızla akıp gidiyor,zaman öğleye yaklaşıyordu.Behram,henüz bir gül bile satamamıştı.Bütün şevki kırılmış,bu işten para kazanabileceğine olan inancı hepten yok olmaya başlamıştı.Tam bunları düşünürken orta yaşlı bir bayan, Behram’ın tezgahının önünde durdu.Behram’dan iki buket yapmasını istedi.Biri gül,diğeri glayör olmalıymış.Behram’ın eli ayağına dolaştı.Buket yapımında kullanılan parlak jelatinin bulunduğu poşeti, tezgahın alt köşesinden çıkarırken elleri titriyordu.Neden bu kadar heyecanlandığını kendisi de bilmiyordu.Buket yapmak çok kolay bir iş sayılmazdı.Birtakım incelikleri vardı.Ellerinin şiddetle titremesine engel olamazken, tek başına buket yapamayacağını düşündü. En yakınındaki satıcıdan yardım etmesini istedi.Her iki yanındaki komşuları Behram’ın yardımına koştular. Kısa sürede iki buket hazırlandı,bayana teslim edildi ve parası alındı.Fiyatını hiç önemsemeden parasını ödeyip giden bayan uzaklaşırken,Behram,ilk satışını yapmış olmanın sevincini yaşıyordu.
Bu ilk satıştan sonra uzun bir süre Behram’ın tezgahına uğrayan olmadı.”Galiba bu satışım ilk ve son olacak” diye düşündü.Ümidi tükenmek üzereydi.O sırada, kız arkadaşını koluna takmış yaşı geçkin bir delikanlı,Behram’ın tezgahından, kendi elleri ile çektiği kırmızı renkli bir gülü bayana uzattı.Bayanın gözlerinde mutluluk kıvılcımları çaktı.Delikanlı,havalı bir hareketle arka cebinden çıkardığı deri cüzdanından bir yüzlük seçerek Behram’a verdi.Gülün tanesi elli liraydı.Parasının üstünü almak için bekledi. Behram ceplerini karıştırdı;bozuk ellilik yoktu. Gene yandaki tezgahlardan yardım istemeye yönelirken genç adam ”üstü sende kalsın,” diyerek oradan uzaklaştı.Öyle bir söyleyiş biçimi vardı ki sanki Behram’ a hazine bağışlamıştı. Behram, uzaklaşan sevgililerin arkasından bakakaldı. Gururu incinmişti.Duygularını bastırmakta zorlanıyordu.İçinde kabaran öfkeyi dışa yansıtmak istemiyordu.”Üstü sende kalsın” tümcesinin kedi benliğinde açtığı yarayı kapatmak için saatlerin geçmesi gerekti.Bu zaman diliminde hem kendine,hem çevredekilere,hem de tüm Ankaralılara yani bir anlamda bütün dünyaya küstü.Tezgahın arkasına geçti,briket sandalyesine oturdu.Akşama kadar da bir daha yerinden kalkmadı.
Akşam oluyordu.Saat beş sularında Nazım geldi.Selamlaştılar. Behram oturduğu yerden isteksizce kalktı.Moralinin bozuk olduğu belli oluyordu.Nazım,bir süre tezgahtaki çiçeklerle ilgilendi.Hemen hemen hiç satış yapılmadığı açıkça görülebiliyordu. Behram,o günün tüm geliri olan bin beş yüz lirayı cebinden çıkararak Nazım’a uzattı.Nazım parayı almadı.”Sende kalsın” dedi.Daha sonra gülümseyerek,”her halde satış olmadı değil mi?” Diye yarı şaka yarı ciddi sordu.”Yok.” Dedi,Behram, “Satış yapamadım, satabileceğimi de sanmıyorum.Bu iş bana göre değil Nazım. En iyisi ben yarın memlekete geri döneyim.En doğrusu bu.Size daha fazla yük olmamın bir anlamı yok.” Bu kez Nazım açıkça ve gevrek gevrek güldü. “Olmaz öyle şey, bir meslek bir günde öğrenilmez.Bir günde iyi bir satıcı da olunmaz.Alışacaksın,biz de bu işi bir günde öğrenmedik.Bize yük olduğunu da nereden çıkarıyorsun? Yük olmak ne demek?Biz senin evine konuk gelince yük mü oluyoruz yani?Niçin bu kadar çabuk pes ediyorsun?Hem çok borçlu olduğundan,paraya ihtiyacın olduğundan söz ediyorsun,hem de bir işe başlamadan bırakmak istiyorsun.Olmaz,kesinlikle olmaz.Hele yarın gitmekliğin hiç olmaz.Yarın İbni Sina Hastanesi’ndeki satış sırası bizim.Birlikte oraya gideriz.” Behram yanıt vermedi.Sessizce yolu ikiye ayıran havuzun yanına gitti.Nazım çiçek reklamına başladı.O’nun da bir hayli tanıdığı vardı.Resmi daireler boşalıyordu.Kısa bir sürede tezgahtaki çiçeklerin yarısı satıldı.Demek bu iş böyle yapılıyordu.Doğal olarak işin ustaları yapabiliyorlardı, Behram gibi memur kafalılar değil.
Akşam karanlığı çökmek üzereydi.İş yerlerinden evlerine dönmekte olan insan selinin arkası kesildi. Çiçekçi sokağındaki oturaklar boşaldı.Tezgahlar yavaştan yavaştan toplanmaya başlandı.Önce saksı çiçeklerinin suları en alt seviyeye indirildi. Solmuş ve satılma olasılığı kalmamış çiçekler ayıklanarak çöpe atıldı. Tüm saksılar ve çiçekler bitişik inşaatın bodrumuna gizlendi.Her zaman yaptıkları gibi çiçekçi esnafının yaptığı son iş çevre temizliği idi. El birliği ile yapılan temizliğin ardından, karşılıklı “iyi akşamlar” dileyerek, evlerine gitmek üzere yola koyuldular.
Behram ile Nazım, bindikleri belediye otobüsünden,Kurtuluş Parkı’nın üst köşesinde indiler.Nazım’ın evine en yakın toplu taşıt güzergahı Kurtuluş Parkı civarı idi.Buradan sonrasını yaya gitmek zorundaydılar.Aslında indikleri yere kadar olan yol düz ve dolambaçsız olduğu için, yürüyerek bile fazla güç harcamadan gelinebilirdi.Asıl bundan sonrasını yürümek işin en zor tarafını oluşturuyordu.Çünkü Cebeci’nin dik ve karmaşık yollarını tırmanmak daha zordu.Nitekim, eve hiç ulaşamayacak kadar yorucu gelen yolu tamamlayıp ,gecekonduya vardıklarında, rahat bir nefes aldılar.
Nazım’ın eşi, evlerinin önündeki beton alanda onları bekliyordu. Çok esmer teni ile tuhaf bir uyum oluşturan yeşil gözlerinin içi gülüyordu.Onları giriş kapısının yan tarafına kurulu tahta divana buyur etti.”Gününüz nasıl geçti?” Diye ortalığa sordu.Behram’ dan önce Nazım yanıt verdi eşine.”Eh işte,nasıl olsun,her zamanki gibi.” Dedi. Behram’ın konuşacak hali yoktu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Yorgunluğu bedensel çalışmadan ileri gelmiyordu. Haftalardır para kazanıp borçlarını ödeyebileceği kazanç kapısı olarak düşlediği çiçekçilik işinde uğradığı hayal kırıklığındandı,duyumsadığı bu yorgunluk.Ağır hareketlerle tahta divana otururken ayaklarından yayılan ağır kokunun farkına vardı.Sırtını duvara dayalı kırlentlere yaslamaktan vazgeçti.Çoraplarını çıkardı.Beton zeminin alt ucundaki musluğun yanına gitti.Musluğun borusuna tutturulmuş sabunluktan aldığı taş gibi sert sabunu güçlükle köpürterek ayaklarını yıkadı.Daha sonra sıra ile çoraplarını,elini yüzünü yıkadı.Islak çoraplarını gecekondunun köşesinde yükselen dut ağacının dalına astı.Yaptığı temizliğin ruhunu da rahatlattığını hissetti.İçini karartan karamsarlıktan bir ölçüde sıyrılmış olarak divana oturdu.
Evin hanımı sofrayı hazırlıyordu. Şu oturdukları alan evlerinin en çok kullanılan bölümüydü. Havaların izin verdiği ölçüde tüm ev yaşamlarının geçtiği yer burasıydı. Yaklaşık on metre karelik beton zeminli alan,onların hem oturma odaları, hem mutfakları,lavaboları,hatta konuk odalarıydı.Yaz mevsiminin sıcak gecelerinde yatak odaları bile olabiliyordu.
Behram sessizce oturmaktaydı. Ela gözlerini gecenin bilinmeyen bir noktasına dikmiş, son üç günün eleştirisini yapıyordu. Ankara’ya gitmeye karar verdiği zaman kafasında oluşturduğu iyimser senaryoların, birer drama dönüşmekte olduğunu görebiliyordu. Ev yapımından kalan borçlarını ödemekte çok zorlandığı bir dönemde,arkadaşı nazım’dan gelen çiçek satıcılığı önerisi,bulunmaz bir iş fırsatı gibi görünmüştü.İçi umutla aydınlanmış,bir süredir günlerini karartan çaresizliğin yerini bir iyimserlik almıştı.Artık borçlarını kolayca ödeyebileceği gibi,yaklaşan kış için odun kömür almak,okula giden üç çocuğunun okul giderlerini karşılayabilmek te sorun olmaktan çıkacaktı.Böylelikle Behram’ın tüm sorunları çözülmüş olacaktı.Ancak bu gün yaşadığı deneyim işlerin hiçte düşlediği gibi olmayacağını gösteriyordu.Aslında çiçek işinden çok iyi para kazanılabildiğinin farkındaydı.Bunun en yakın ve canlı tanığı,evinde konuk olduğu arkadaşı Nazım’dı.Çok değil, sekiz on yıl önce, Behram’ ın önermesi ve biraz da zorlaması ile köyden beş parasız Ankara’ya göç eden Nazım’ ın, çiçekçilik yaparak kazandığı paralarla çok iyi bir maddi varlığa kavuştuğunu biliyordu.Nazım, her ne kadar çok az bir kira ödeyerek bu gecekonduda oturuyorsa da Batıkent’ te, kendine ait dubleks bir villası vardı.Ayrıca eşinin ve kendinin banka hesaplarında, yüklüce nakitleri vardı.Okuma yazmaları olmayan çift,bankadaki hesaplarında ne kadar paraları olduğunu öğrenmek için, hesap cüzdanlarını Behram’ a okutmuşlardı. Belki de Behram’ a ne kadar paraları olduğunu bu yolla göstererek,kendilerine bir övünç payı çıkarmayı düşünmüş olabilirlerdi.Kısacası çiçekçilik onları refaha kavuşturmuştu.Şu halde becerebilse, Behram’ da maddi sıkıntısından kurtulabilirdi.Ama bu günkü deneme başarısızlıkla sonuçlanmış ve O’nu büyük bir düş kırıklığına uğratmıştı.Ne kadar istekli olursa olsun bir türlü yapamıyordu işte.Kendisinde en küçük ticaret ruhu yoktu. En başta, mesleki kariyerinin çiçekçilikle hiç bağdaşmadığını düşünüyordu.Çiçek satıcılığı yaparken,kendini tanıyabilecek birilerinin alay konusu olabileceğinden korkuyordu.Bu olasılık ,bu günün başarısızlığının temel nedenlerinden biriydi.Bir yanda mantığı ,başkalarının hakkına tecavüz etmeden yapılacak her türlü emeğin kutsallığını söylüyor,öte yanda duyguları, mesleği ile uyuşmayan çalışma alanlarının, kendini aşağılayacağını fısıldıyordu.Paraya olan aşırı gereksinimi mantığını dinlemesini önerirken,duyguları satıcılığın ona göre bir iş olmadığını haykırıyordu.Bu iç çatışmaları Behram’ın benliğini bir kurt gibi kemiriyordu.Sonunda,kendisi için en doğru seçeneğin, kısa zamanda memleketine geri dönmek olduğuna karar verdi.
Sofra hazırlanmıştı.Nazım’ın eşi sofraya buyur etti.Beton zeminin ortasına hazırlanan tahta sofranın kenarına bağdaş kurarak oturdu.Son aldığı karar içini bir ölçüde rahatlatmıştı.İştahla bulgur pilavını kaşıkladı.
Ertesi sabah geç kalkacaklarını düşünmüştü.Oysa,Nazım’la eşi kahvaltıyı hazırladıktan sonra Behram’ı uyandırdıklarında henüz saat sabahın yedisiydi.Erken kalkmasına elbette itiraz hakkı yoktu.Kalktı ve çabucak giyindi.Kahvaltı sofrasına oturdukları zaman öğleye kadar ne yapacaklarını Nazım’dan öğrendi.Nazım’ın bir gün önce mezattan aldığı çiçeklerin demet ve buket yapılması gerekiyordu.Kahvaltının hemen ardından işe koyuldular.Behram buket yapmayı bir türlü beceremiyordu.Aralarında iş bölümü yaptılar.Behram,çiçeklerin boylarını eşitliyor,yeşil fon yaprakları hazırlıyor,solmuş ve albenisi kalmamış olanları ayırıyordu. Nazım buket yaparken eşi de demet yapıyordu.Öğleye kadar durmadan çalıştılar. Nazım’ ın yaptığı kırk buketi bir kutuya,Eşinin yaptığı yirmi beş demeti başka bir kutuya yerleştirdiler. Ayrıca bir üçüncü kutuya temizlenmiş ve tek tek satılması düşünülen çiçekleri koydular. Hastanenin görüşme saati yaklaşıyordu. Her biri birer kutu alarak yola koyuldular.
Ankara’nın kış soğuğu kadar yaz sıcağı da çekilmez olur.O gün de güneş, olanca kızgınlığını Ankara sokaklarına saçıyordu.Sığınacak gölge bulamayan insanlar,asfalttan yükselen ateşle havadan dökülen yalım arasında sıkışıp kalmışlardı. Behram, Nazım ve eşi, koltuk altlarına sıkıştırdıkları çiçek kutuları ile yakıcı öğle sıcağından korunabilecekleri ağaç gölgeleri arayarak ilerliyorlardı. Kurtuluş parkının sonuna kadar olan yol,baştan başa gölgelikti.Parkın sonundan Samanpazarı yönüne döndüklerinde gölgelik yer kalmıyordu.Hacettepe Tıp Fakültesi ile Yüksek İhtisas Hastanesi’nin arasından, İbni Sina’ya giden dik yolun çevresinde, gölgesine sığınılabilecek bir ağaç bile yoktu.Behram su gibi tere batmıştı.Kafasındaki seyrek saçlarının arasından aşağılara doğru akan ter,gözlerine doluyor ve gözlerini biber sürülmüş gibi yakıyordu.Sırtındaki gömlek suya batırılmış gibiydi.Nazım sıcaktan çok etkilenmiş görünmüyordu.Kafasındaki fötr şapka,sıcaktan etkilenmesini az çok önlüyor olmalıydı.Zayıf yüzünde ter de yoktu.Dağınık gür kaşlarının altından bakan çukur gözlerinde yorgunluk belirtisi bile görünmüyordu.O,tüm benliği ile yapacağı satış işlemine odaklanmıştı.Kendisini bir adım geriden takip eden eşinin, zaten esmer olan benzi,koyu yemenisinin altında morumsu bir renk almıştı.Yol boyunca hiç konuşmadılar.Her birinin kafasında,bulmayı umdukları mutluluk düşlerinin resmi geçitleri vardı.
İbni Sina Hastanesi’nin bahçesine ulaştıklarında, görüşme saatine bir saatlik zaman kalmıştı.Koltuk altlarında taşımakta oldukları çiçek kutularını,bahçe içerisindeki kısa çam ağaçlarından birinin altına sakladılar.Nazım’la eşi ellerine onar tane buket alırken Behram’a üç tane verdiler.Nazım, her birinin nerelerde durması gerektiğini söyledikten sonra, karşılıklı “iyi satışlar” dileyerek, satış noktalarına yöneldiler.Behram kendisine verilen üç buketten ikisini sol kolu üzerine yatırdı.İçlerinden en alımlı görüneni de sağ elinde ,yüksekte tutarak alıcı beklemeye başladı.
Hastane bahçesi, hasta yakınları ile tamamen dolmak üzereydi.Kimileri tek başına ama çoğunluğu üçer beşerli kümeler halinde, görüş saatinin gelmesini ,sabırsızlıkla bekliyorlardı.Behram’ın sağından solundan, onlarca insan gelip geçiyordu.Hemen hemen tüm insanların çiçeklerle ilgilendikleri gözlerinden belli oluyordu.Ancak uzunca bir süredir beklemesine karşın hiç kimse, Behram’dan çiçek alma girişiminde bulunmuyordu.Dakikalar hızla akıp gidiyor,ziyaret saati yaklaşıyordu.Hiç satış yapamayan Behram’ın huzuru kaçmaya başladı.Eğer bu gün de dün olduğu gibi satış yapamazsa, tüm hayalleri suya düşecekti.Beklemekte olduğu yeri değiştirdi. Ulus yönünden hastane bahçesine girecek insanların Behram’ a çarpmadan geçebilmeleri olanaksız gibiydi. Behram’ ın, elindeki çiçekleri ziyaretçilerin gözlerine sokar gibi tutmasının da bir yararı olmuyordu. Hiç kimse, ”çiçekler kaç para?” diye fiyat bile sormuyordu. Behram umudunu hepten yitirmek üzereydi.O sırada giyim kuşamları düzgün,orta yaşlı bir çift Behram’ın önünde durdu.Bayan koluna asılı olduğu beye,”bak işte, burada çiçekçi varmış,bir buket alalım” dedi.Adam hiç itiraz etmedi;glayör buketini aldı.Yüz ifadelerinden çiçek fiyatını çok ucuz bulduklarını anlamak mümkündü.Behram satış yapabilmiş olmanın sevincini yaşıyordu.İçinden,”nihayet şeytanın bacağını kırdım,”diye geçirdi.Umudu artmış ve kendine duyduğu güvensizliği üzerinden atmış bir ruh hali ile yeni alıcılar beklerken,Nazım’ın sesi ile irkildi. “Yahu, sen daha üç buket çiçeği satamadın mı?Biz hepsini sattık,bitirdik.Ver onları bana.”Ses tonunda Behram’ı küçümseyen ve hatta azarlayan bir ifade vardı.Behram çiçekleri Nazım’a uzattı.Kendini ilerideki yüksek çam ağacının gölgesine attı.İçinden,”bu iş benim için bitti.Akşama memleketime dönüyorum.Burada bir gün bile kalamam artık.”Dedi.Vücudu pelte gibi yere yığılmak üzereydi.Ayakta zor duruyordu.Pantolon cebinden çıkardığı beyaz mendille, saçlarının ve yüzünün terini silerken yavaşça çayırların üzerine çöktü.Aldığı kesin karar ruhunu rahatlatmıştı.Kaynayan güneş altında yanan Başkent Ankara’ya, küskün küskün baktı.
Akşam, arkadaşı Nazım’la eşinin,eskisi kadar içten ve sıcak olmayan “hele biraz daha kal,” önerilerini kibarca geri çevirdi.Minnet ve şükranlarını bildirdi.Onlar da çok fazla ısrar etmediler.Gece on bir arabasına,telefonla yer ayırttılar.
Behram, gecenin zifiri karanlığında hızla yol alan otobüsün,on altı numaralı koltuğunda tek başına oturuyordu.Ankara’da uğradığı hayal kırıklığının burukluğunu özümsemeye çalışırken, kafasında yeni umutların yeşermekte olduğunu duyumsuyordu.Kendi kendine,”yaşamın tümü bir umut yumağından başka ne ki,”diyordu. “Bir umut biter bir başka umut yeşerir.Nasıl her gecenin bir sabahı,her karanlığın bir aydınlığı varsa yaşanılan her düş kırıklığının arkasından yeni umutlar doğar.Elbette doğmalı yeni umutlar.Umudun tükendiği nokta da yaşam da bitmez mi?”
Behram, yarı aralık gözlerini açtı.Otobüs farlarının aydınlattığı alanın ötesinde, hayat kendisi için neler hazırlıyordu acaba?İçinde,sabaha ulaşmayı umduğu sıcak aile ortamının özlemi vardı.
Bilal BENGÜ